Yeni Üyelik
1.
Bölüm
@selinsafak

Merhabalar sevgili okurlarım, kitapsever dostlarım, yeni bir kurgu ile sizlerleyim. Yeni bir maceraya atılırken emeğime destek olmak adına beni takip etmeyi ve her bölüm için yıldıza basarak oy vermeyi unutmayın.

Ponçik mafya aşkım türünden sıkılanlar ve şöyle derin bir şeyler arayanlar için rahatsız edici düzeyde şiddet, suç ve yükselme hırsıyla örülü bir mafya hikayesiyle geldim.

Acının ve kebabın diyarı Adana'dan sevgiler ve selamlar getirdim.

Mafya güzellemesi bekleyenler, trajedi ve gerçek suçtan midesi kalkanlar varsa derhal kitabı terketsin çünkü karanlık sokaklarda gölgeleri kovalayacak ve elimizi kana bulayacağız. Keleşsiz uyuyamayanların, güneşe kurşun sıkanların ve kendi adaletini kendi arayan su testilerinin kendi su kanallarında boğulmasına şahit olmak isteyen ilk bölümden yola devam etsinler.

Tanıtım manıtım yok, bam bam bam 💥

 

🔪🔪🔪

 

 

 

 

 

İzmit, Körfez

 

Yeni Muradiye Mahallesindeki Şanzelize kuaför salonunda sıradan bir günü diğerlerinden ayıran tek şey, mahallelinin dikkatini cezbeden yeni dedikodulardı.

 

Salondaki iki müşteriye aynı anda hizmet veren Kuaför Sibel, bir elinde plastik tası diğer elinde fırçasıyla orta yaşlı bir ev hanımının dip boyası gelen seyrek saçlarını özensiz ve sinirli hareketlerle kestane kumralına boyuyordu. Koltukta oturan kadınla muhabbetini, aynadan göz teması kurarak sürdürürken yirmi yıllık usta parmakların hışmıyla tutamları ayırıyor, macun kıvamındaki boyayı fırçayla sürüyor, eldivenli elleriyle yoğurup diplere iyice yediriyor ve önündeki cam tepsiye uzanıp aldığı alüminyum folyo parçasına sarıp üçe katlayarak kapatıp üstteki boyalı tutamların arasına katıyordu.

 

Ön dişlerinin arasında ayırma tarağının temiz tarafını tutarak "Onun da derdi gücü benimle, bet suratlı karı, mahallede namusuna dil uzatmadığı kimse kalmadı, pis dedikoducu! Millete laf edeceğine kendi kocasını pavyonlardan toplasın o Gülsüm karısı!" Diye söylendi.

 

"Aman canım adam da haklı, benim öyle çirkin karım olsa eve hiç gelmem!" Dedi müşterilerden saçı boyanmakta olan.

 

Gülüştüler. Manikür için sıra beklerken bol köpüklü Türk kahvesini yudumlayan komşu terzi dükkanının sahibi Esma katıldı,

"Ben intihar ederim ayol! Geçen benimkinin dükkanına taksit ödemeye gelmiş, benimki 'kadının suratı ceset gibi gece görsem korkarım, diyor!"

 

Bu kez gülüşmeler kahkahaya dönüşürken Kuaför Sibel, dişiyle tuttuğu tarağı sehpaya bırakıp boş kalan ağzına ince sigarasından bir dal yakıp yerleştirdi, dudaklarının arasından bırakmadan dumanını tüttürerek saç tutamlarını boyamayı sürdürdü ve içinden 'dinime küfreden müslüman olsa, düz götlü Esma!' diye alay etti fakat ifadesini hiç bozmadan dedikoduya katılmayı sürdürdü.

 

Aynaya göz ucuyla bakıp kendi güzelliğinden gururlu bir halde belli belirsiz kasıldı, sol elinin tersiyle omzuna dökülen gür, sarışın buklelerinden bir tutamı işveyle geriye savurdu. Sibel'in kişiliği özelinde bir kuaför salonunun en sevilen sohbet konusu, güzellik kaidelerine duyulan özlem değilse ne olabilirdi? Bir kuaför salonu, kadınların güzelleşmek üzere tapındığı bir mabet, bir vaha, bir arzu pınarıydı.

 

Mahallenin dedikoducusu Gülsüm denen kadın yerden yere vurulurken komşuların birinin oğlunun askerden döner dönmez kız kaçırdığı haberi o haftanın en cafcaflı gündem malzemesi olarak bir kez daha masaya yatırıldı, sonrasına yeni açılan bir butiğin sahibesinin kocasını evli bir adamla aldattığına değinildi ve dip boyayı paketleme işinden diğerinin manikürüne geçildi.

 

"Tırnak mantarın olmasa ellerin törpü yüzü görmeyecek sen de, kaknem karı! Mezara mı götürecen kazandığın paraları!" Diye müşterisini şaka yollu azarlarken sterilizasyon cihazındaki mavi ışığın altından aldığı makas, pens ve törpüyü masaya dizdi.

 

Terzi Esma ağız bükerek, "Yok be Sibelim paradan değil de, hiç vaktim olmuyor gece gündüz makine başındayım be gülüm, biliyorsun... Hem ne kazanıyorum sanki bakma o kadar yoğun olduğuma, garibanların çulunu çaputunu üç kuruşa dikiyorum işte. Sevabına..."

 

"Hı hıı evet..." derken Sibel'in gözü duvar saatine ilişti, saat 17:00'yi biraz geçiyordu. Kızının okuldan gelip kapatmadan önce dükkanı temizlemesi gerekiyordu. Son çırağını da kasadan para aşırdığı için kovduğundan beri Şanzelize Kuaför salonunda yalnız çalışmaktan bitap düşmüştü bu yüzden saat 16'yı gösterince yardımına gelmesi için gözü yolda, kızını beklemeye başlıyordu.

 

Lise üçe giden kızı Meyil, az sonra geldiğinde hemen süpürge ve faraşı eline tutuşturacak ve başka müşteri almayacaktı, bugünlük nasibinin yeterli olduğunu düşündü. Daha eve gidip akşam yemeği için düdüklü tencereye kemikli et koyacaktı, kuruyan çamaşırları toplayıp ütü yapacak, katlayıp dolaplara yerleştirecekti. Kocası etsiz sulu yemek olmadan sofraya oturmazdı, adamı bazen boğası geliyordu, neyse ki etin yanına bir makarna ve salata yapma işini de kızına bırakacaktı. Dükkanda bütün gün sevimsiz mahalle karıları ile hem çene çalıp hem elini işletmekten imanı gevriyordu yetmezmiş gibi her Allah'ın günü evde, yemek bulaşık telaşesi omuzlarındaydı.

 

Pis iş canına yandığım! Diyordu. Gören de kuaförleri her daim bir eli pudrada diğer eli saç spreyinde gül bahçesi gibi işliyor sanırdı. Her gün, onun bunun yağlı saçlarıyla, kılıyla tüyüyle, kaşıyla bıyığıyla, kaprisi ve hatta bitiyle uğraştığını hesaba katan yoktu. İşin bir de muhabbet tellallığı kısmı vardı ki konuşsa geveze, sussa nemrut sayılıyordu.

 

Sibel geçen ay 35 yaşından gün almıştı; gençliğinin, güzelliğinin, kadınlığının doruğunda ve ömrünün en güzel çağlarında olmasına rağmen 13 yaşından beri hem kuaförlük mesleğinde aralıksız çalışmaktan hem ev işleri ve çocuk bakmaktan bezgin ve mutsuz hissediyordu. Eli her işe yatkın, hamarat, çevik ve tuttuğunu koparan cinsten bir kadın olmasa çoktan kendini eve kapatıp türlü melankoli bataklarında televizyon karşısında gündüz kuşağı izleyerek kendini uyuştururdu ancak o hayat doluydu ve hayattan hep yüksek beklentileri olan insanlardandı.

 

Kocası kendi işini yapıyor ve iyi kazanıyordu fakat tüm mahalleli hatta Körfez ahalisinin çok iyi bildiği gibi adamın cebinde akrep vardı, kırk yılın başında karısını dışarıda yemeğe götürecek olsa o zaman da illa alacaklı olduğu bir müşterinin mekanına gidiyor ve hesabı alacaktan düşüyorlardı. Sibel, 12 yıldır evli olduğu beyaz eşya bayisi sahibi Muarremle dilediği gibi gezip tozamadığı ve işkolik, pinti bir adamın aşırı ev disiplini isteyen tavrından bezdiği için tüm enerjisini kuaför salonundaki müşterileri ile sosyalleşerek gideriyordu.

 

Terzi Esma'nın tırnak mantarından katman katman soyulup kararan, dikiş makinesi altında yıllardır ezilip eğri büğrü olan iğrenç tırnaklarını hırslı hareketlerle nazik bir kadın eline çevirmek için verdiği beyhude çabaya için için hayıflanırken Meyil okuldan geldi. 17 yaşındaki liseli genç kızlara özgü bezgin ve aksi tavırlarıyla salona selamsızca girip okul çantasını bir koltuğa sıpıttı.

 

Sibel, "Annem geç kaldın?" Diye tatlı ve sitemli bir sesle kızına seslendi.

 

"Muarrem Abiye uğradım anne, çıkışta gel diye mesaj atmış, muhasebeden evrak alıncakmış oraya yolladı. Tabanlarım şişti öf!" Deyip biraz su içerek soluklandı ve annesi söylemeden temizlik işine girişti.

 

Eline bir toz bezi alıp aynaları ve sehpaları silmeye koyuldu, müşteriler filiz gbi genç kızın adap bilmeyen ama iş bilen çevik hareketlerine gıptayla baktılar ve dersler nasıl diye laf olsun diye soru sordular.

 

Meyil annesinin ele güne karşı giriştiği gösteriş merakını bildiği için onu maksatlı olarak mahcup etmek adına, "Fizikten 32 aldım. Şerefsiz herif evine özel derse gitmeyenleri doğradı yine! Anne ben size sayısal seçmeyeyim demiştim. Piç kurusu, sözlümü yüksek vermezse okul kredim düşüyor, üniversite nanay..." diye söylendi.

 

Müşterilerinin önünde azarlanmaktan hiç hazzetmeyen Sibel gözlerinden alevli öfke okları fırlatsa da en tatlı sesiyle, "Canım, baban ikinci dönem aldırırız dedi ya. Hem Matematikten hem Fizikten özel ders ayarlayacak işte."

 

Baban, sözüne bozulan Meyil gözlerini devirdi. Muarrem pintisi kim, üvey kızına özel ders aldırmak kimdi? İkinci dönem bitmek üzereydi fakat hala gelecek yıl üniversiteyi kazanabilmesi için gereken özel ders ve dershane kayıtları yaptırılmamıştı.

 

Terzi Esma'nın büyük kızı, geçen sene hukuk fakültesini kazanmasaydı annesinin kendisine biçtiği kariyer planı Şanzelize kuaför salonunda kalfalıkla sınırlı kalacaktı fakat akıllı ve inek Elif, mahallenin tahsil çıtasını yükselterek kendi bahtına da istemeden de olsa tatlı bir sihirli değnek gibi dokunmuştu. Annesinin esnaflıkta ve bilimum meziyetlerde her daim sidik yarışında olduğu ezeli ve ebedi rakibi Terzi Esma'nın yanında kendi durumunu ortalığa dökerek annesini biraz daha kışkırttı.

 

"Seneye benim dershane işi noldu? Erken kayıt indirimleri bitecek sonra bana yok pahalı yok bilmem ne başlayacak yine... Bütün arkadaşlarım iki senedir dershaneye gidiyor beni de son sınıfta yollayın bari."

 

Sibel, üstüne basa basa babasının halledeceğini yalnız en iyi hocaları bulmak için işi ağırdan aldığını söyledi. Esma, Meyil'in iyi bir üniversite kazanmasının dershane ve özel ders olmadan mümkün olmadığını, ekmeğin aslanın artık ağzında değil midesinde bulunduğunu ekledi.

 

Meyil, aynalı sehpaların ve tekerlekli sandalyelerin altında biriken saç yumaklarının azlığından, o günkü işlerin zayıf olduğunu anladı. Annesi senelerdir çalışıyordu ama kazancı kızın özel okul, yol ve kırtasiye masraflarına ancak yetiyordu. Ayrıca kuaför harç malzemelerine fena halde zam gelmişti ve Sibel bu küçük dükkanı bile çekip çevirmekte zorlanmaya başlamıştı.

 

Üvey babası Muarrem ise kıza beş kuruş koklatmadığı gibi evin mutfak masrafını da komple Sibel'e yüklemişti. Hayat müşterektir der, kadınla kızına para harcayacak diye ödü patlar evin her giderini dik yarıya bölerdi. Ayrıca hemen her gün okul çıkışlarında Meyil'i kendi beyaz eşya dükkanında çalıştıracak bir angarya bularak bedava ayakçısı olarak kullanır ve kuru kuru teşekkür etmekle yetinip beş kuruş harçlık bile vermezdi.

 

Meyil, adamın tipinden, yılışık gülüşünden, paralı insanlara gösterdiği yalaka tavrından, kıl kuyruk hastalık hastalığından, titizlik takıntısından, yemek seçmesinden o kadar tiksiniyordu ki annesini en çok zorlayan pintilik konusu bile kızın gözündeki tüm olumsuzlukların gerisinde kalıyordu. Üvey babasından ömrünün üzerine gölge düşüren iltihaplı bir yaraymış gibi iğreniyordu.

 

Müşterileri uğurlayıp salon kısmı ve ağda odası epi topu 40 metrekare olan dükkanın temizliğini el çabukluğuyla bitiren anne kız dükkanı kapatıp çıktılar. Sibel, havalı tavırlarla bir omuzuna görümcesinin seneler önce Paristen getirdiği lüks marka çantasını atıp diğer eliyle kızının elini tuttu. Meyil çocukmuş gibi hala çarşıda yürürken annesi tarafından elinin tutulmasına bozulsa da o gün yorgun olduğu için ses çıkarmadı. Manava ve bakkala uğrayıp birkaç yiyecek aldılar, mahalle esnafına selam verip ağır ağır evlerine yürüdüler.

 

Anne kız yürürlerken her zaman olduğu gibi hayran ve iştahlı erkeklerin bakışlarını tepeden tırnağa üzerlerinde hissetti. Kuaför Sibel, Yeni Muradiye Mahallesinin en güzel kadınlarından biriydi ve yürürken konuşurken gülümserken etrafına adeta ışık saçıyordu. Mahallelinin yediden yetmişe tüm erkek nüfusu ona hayran, tüm kadınları ise ona düşmandı. Daha körpeyken kırdığı cevizlerle birbirine kırdırdığı erkekler yarış halindeydi fakat Sibel, beyaz eşyacı Muarrem ile evlendiğinden beri insanları şaşırtacak kadar mazbut bir hayat sürüyordu. İşten eve, evden işe kendi hayat gailesinde, hakkında çıkarılmaya çalışılan onca dedikoduya rağmen kimseye aldırış etmiyordu.

 

İzmit Körfezinin puslu ve melankolik havasında, İstanbul'a bu kadar yakın olup da hala İstanbul kadar keşmekeşin olmadığı, nüfusun büyük oranı Anadolu'nun çeşitli yerlerinden göç etmiş yerli göçmenlerin oluşturduğu az gelişmiş ve kasaba kültürünün dibine kadar hissedildiği sokaklarda, birbirleriyle pek az konuşarak evlerine vardılar.

 

Hacı Hayrettin Sokağının ortasında, Körfez'in inişli çıkışlı bayırlarından en dik bayırında bulunan iki katlı müstakil ev, Muarrem'in dedesinden kalmıştı. Adamın ailesinin, İzmit'in çeşitli yerlerindeki sitelerde sayısını bilmediği kadar kirada dairesi vardı ancak tüm malvarlığı gibi bunlar da Muarrem'in despot babasının üzerinde kayıtlıydı ve kira gelirlerinin tamamını da bu adam topluyordu.

 

Sibel, Muarrem ile evlendiğinde yetmiş küsür yaşında olan kayınpederi için 'nasılsa birkaç seneye geberir de mirası çatır çatır yerim' diye umut etmişti ancak seksen beşine yaklaşan adam hala domuz gibi sapasağlamdı. Hastalık hastası oğlunu gömeceğe benziyordu. Zengin esnaf koca ve aile servetiyle refah sürme hayalleri, artık çay gibi bu kırk yıllık rutubetli ve bakımsızlıktan dış sıvaları dökülen mezbelenin gün ışığı almayan mutfağının giderine dökülmüştü.

 

Sibel elinde poşetlerle eve girip hemen mutfağa geçti. Meyil ise avluda oyalanıp üst kattaki Fındık Nine ile selamlaştı ve bahçede besledikleri tekirlerle oynaştı. Dededen kalma iki katlı binanın ikinci katında Muarrem'in yaşlı halası yalnız başına yaşıyordu ve Meyil'i, adını bile bilmediği bu Fındık Nine besleyip büyütmüştü. Birkaç yıl önceye kadar nine, çoğu gün yaptığı leziz yemekleri de aşağı indiriyor ve işten yorgun gelen Sibel'i yemek pişirme derdinden kurtarıyordu ancak kadın artık çok yaşlanmıştı, gözleri neredeyse hiç görmüyordu ve kendisinin bakıma ihtiyacı vardı. Üç yıl önce taş merdivenlerde kayıp düşerek kalçasını kırdığında Fındık Nineye aylarca Meyil bakmıştı. Yaz tatili sona erip okullar açıldığında Sibel, yaşlı kadının Almanyada yaşayan çocuklarına telefon edip annelerine bakıcı tutmaları için çatır çatır kavga etmişti de kadıncağız, kendileri gündüz işte ve okuldayken yalnız kalmaktan kurtulmuştu.

 

Meyil eve girip mutfağın karşısındaki lavaboda ellerini yıkarken annesi seslendi.

"Gitmiş mi çingene karısı?" Diye yaşlı kadının gündüz bakıcısını kast ederek sordu.

 

"Bu saate kalır mı hiç!"

 

"İşgüzar orospu saat üç dedi mi vın turizm! Yemek yapıvermiş mi bari nineye?"

 

"Yapmış yapmış, sordum ben, yedim dedi."

 

"İyi bari. Formanı çıkar da gel bir salata yap."

 

Biraz sonra ocaktan aldığı düdüklü tencereyi soğuması için musluk suyunun altına tutarken tezgahta yeşillik doğrayan kızının ev kıyafetini o an fark etti ve cık cık diyerek hoşnutsuzluğunu belli etti. Elleri tencereyle meşgul olduğu halde çenesiyle işaret ederek çıkıştı,

 

"Kızım o ne götün başın meydanda! Hiç giyinmeseydin!"

 

"Öff anne sıcak!"

 

"O şortu yeni almıştım ya makinede çekmiş ya da kıçın büyümüş, kilo mu aldın sen?"

 

"Öff aldım evet."

 

"Cips kola çikolata falan yeme diyorum sana Meyil, bu yaşta elli kiloyu geçersen çirkin olursun, cildin de bozulmuş, bi bak bakayım bana?"

 

Meyil, yanağındaki birkaç sivilceyi işaret eden annesinden öte yana hışımla başını çevirdi.

"Dokunmaa!"

 

"Yatmadan yüzünü kremleyeyim de sönsün o sivilceler. Git ayağına düzgün bir eşortman giy, baban gelecek, koca kız oldun çok ayıp!"

 

"Bana ne terliyorum dedim! O zaman sen de bana iş kitleyip durma!"

 

"Meyil alırım şimdi ayağımın altına! Götünün kıvrımları gözüküyor nerdeyse, üvey baba evinde böyle gezilmez, namahremdir, nefsi uyanır adamın, beni delirtme!"

 

Bazen, ufacık bir an da olsa genç kızı arkasından dikizleyen adamın bakışlarını yakaladığı oluyordu. Henüz bunlarda bir tehdit sezmemişti ancak evlendiği ilk günden beri içini kemiren kurtların en başında bu fikir yatıyordu. İçinin en baş köşesinde korkunç bir kurt, kızıyla birlikte gün be gün büyüyüp serpiliyordu. Kocasına güveniyordu, kızına yan gözle bakmayacağını hele el uzatmayı aklından bile geçirmeyeceğini biliyordu ama işte, bazen saniyenin onda biri kadar kısacık bir an... Bir bakış, bir mimik, kahrolası bir sezgiyle kızının erkekçe içgüdülerin takibinde olduğunu hissediyordu.

 

Meyil gözlerini devirip burnundan soluyarak doğradığı yeşillikleri ve bıçağı kesme tahtasına sertçe bıraktı.

"Namahremse sen de kız çocuğunla başka kocaya varmadan düşünecektin Sibel Hanım!" Diye söylenerek şortunu değişmek için odasına seğirtti.

 

Sibel ardından mutfak dolaplarının kapaklarını ve çekmeceleri çarpa çarpa söylendi,

"Evlenmeseydim de şerefsiz babanın kuru boklarını yeseydik dimi matmazel! O baban olacak hayvan bana dünyanın borcunu bıraktı, sosyal hizmetler seni benim elimden almasın diye gece gündüz çalıştım, saçımı süpürge ettim ben be! Başka kocaya varmasaydım ha? O beğenmediğin babalığın olmasa senin anan kerhaneye, sen de yetimhaneye düşmüştün... Bedavaya ahkam kesmesi kolay tabi!"

 

"Öff kapa çeneni, senin yalanlarından bıktım artık."

 

Anne kız gün aşırı olduğu gibi saç saça kavgaya tutuşacakken zil çaldı ve evin erkeği geldi de birbirlerine düşmanca bakışlarını sindirip kozlarını başka zaman paylaşmak üzere sustular.

 

Akşam yemeğinde Meyil, babasına haksız yere şerefsiz denilmesinden, Sibel ise yalancılıkla itham edilmekten öfkeli ve kaynayan bir volkan gibi tehditkardı. İşyerinde kesat bir gün geçirmiş olan Muarrem ise ikisinden de fazla gergindi, masada iki kadına aksilik edip homurdanıp durdu.

 

Meyil sofrayı ve bulaşığı toparladı, Sibel ise duşa girdi. O sırada Muarrem de o gün iş yerine gelen geveze birinin nazarını aldığı için başının fena halde ağrıdığını söyleyip kendisine nazar duası okutmak için üst kattaki halasının evine çıktı.

 

Meyil, kirli tabak çanağı bulaşık makinesine dizerken kendi kendine şarkı mırıldanmaya başladı. Bu arada mermer tezgahın üstünde sessizde duran cep telefonu 10 saniyede bir titriyor, genç kız bir elinde sarı beziyle mermere yaslanıp sırıtarak erkek arkadaşından gelen mesajları okuyor, sallana sallana iş görüyor ve toz pembe hayallere dalıp gidiyordu. Banyodan gelen saç kurutma makinesi sesi sustuğunda annesinin işinin bittiğini anlayıp hızlıca mutfaktaki işini bitirdi. Okul çantasından bir test kitabı çıkarıp televizyon karşısındaki koltuğa kurulurken cep telefonunu da kitabın arasına saklamayı ihmal etmedi.

 

Muarrem üst kattan inince üçlü kanepeye uzanıp eline kumandayı aldı ve birkaç dakika içinde horlamaya başladı. Sibel, adamın avcundaki kumandayı nazikçe alıp Tv'deki haber kanalını değiştirdi ve kendine bir töre dizisi açtı. Dizisini pür dikkat izlerken oturduğu yerde kurumuş çamaşırları katlıyordu. Meyil ise ara sıra uçlu kalemini kağıt üzerinde hışırdatarak test çözer gibi görünüp bir yandan whatsapptan arkadaşlarıyla yazışıyordu.

 

Saat 22:00 gibi Muarrem kanepedeki güzellik uykusundan uyanıp homurdanarak tuvalete gitti, gümbürtülü bir sesle osurdu, geğirdi, boğazını temizledi, sonra balkona çıkıp sigarasını tellendirdi ve havlayan sokak köpeklerine bağırıp taş atarak evin önünden kovaladı. Sigarası bitmeden içeriye seslendi,

 

"Sibel rakı koy, az da peynir ve meyve ne varsa..."

 

"Tamam canım." Diye kadından cevap gelmesini takriben bir kulağını mutfaktan gelen tıkırtılara dikti ve hazırlıkların tamam olduğunu anlayınca kanepedeki yerine kuruldu.

 

Sibel, adamın önüne basit ama her akşam usul usul demlenen biri için yeterli rakı masasını derhal hazır etmişti. Muarrem'e eşlik etmekten ziyade gecenin kalanında kendisini bekleyen karılık vazifesine daha kolay katlanabilmek için kendine de bir kadeh koydu. Muarrem, Tv'yi mute tuşuyla susturup Meyil'e genç kızın suratına bile bakmadan buyurdu.

 

"Bir türkü patlat bakalım fıstık, bizim oralardan olsun."

 

Her gece aynı şeyler ve aynı sözler... Hep aynı, noktası virgülüne birbirinin kopyası... Eve geliş, yemek faslı, ev halkının anlamsız ve faydasız devinimleri, evrenin merkeziymişçesine uydularına yörünge belirleyen adamın keskin netliği, kelimelerin dizilişinin bile bozulmadığı o son emir...

 

Dudaklarını aralayıp hiç efor sarfetmeden en düz haliyle bile duyanı şok halinde olduğu yere mıhlayacak berrak sesiyle İç Anadoludan bir türkü okudu. Ertesi gün haftaiçi olmasa adam bağlamasını da eline almasını buyururdu ancak ertesi gün erken kalkılacağı için bağlamasız söylenen tek bir türküden sonra evin salonunda Meyil'in kendisine ayrılan sürenin sonuna gelinecekti. 'Başımda altın tacım' türküsünü hevessiz ve ruhsuz bir tavırla okuduktan sonra kimsenin yüzüne bakmadan kalkıp iyi geceler dedi ve kendisini odasına kapattı. Yatağına uzanıp lap topunu kucağına aldı ve kulağına kulaklıklarını da takıp uzanarak sevdiği yabancı diziyi açtı.

 

Göğüs kafesindeki çarpıntı dinip öfkesi yatışana kadar bir süre ne izlediğini anlamadı ve alt yazıları kaçırdı. Yaşadığı ev küçüktü ve eskiydi, ta 99 depreminden önce inşa edilmişti ve nasılsa az hasarlı olduğu için hiçbir tadilat ve güçlendirme görmeden kullanılmaya devam etmişti. Duvarlar kalın olsa da eski ahşap kapılar alttan üstten yandan ve dökük cam macunlarının arasından ses geçiriyordu. İki kadehin ardından azan üvey babasının annesiyle yatak odasına kapandığında gelen gacırtı, inilti ve homurtuları basbayağı işitiyordu. Sonrasında sırayla veya bazen de birlikte banyoya giriyorlardı ve bir süre de şakır şakır yıkanma seslerine maruz kalıp içi öfkeyle doluyordu.

 

Onunki sadece tilki kulağıyla dinlemek değildi üstelik annesi uluorta her şeyini anlatıyordu. Adamın hiçbir akşamı boş geçirmediğini, işini çabuk bitirmesi için dua ettiğini, gövdesinin çok ağır ve hantal olduğunu, altında canının çıktığını, tatmin olmadığını, daha bu genç yaşında kadınlığından tiksindiğini bazen kuaför dükkanında bir yakın arkadaşına bazen de toz beziyle ortalığı silerken Meyil'in varlığından haberi yokmuşçasına yüksek sesle söylenerek anlatıp duruyordu.

 

İkisinden de nefret ediyor, bu kasvetli, daracık, izbe, ruhsuz kabus evinden bir an önce kaçıp kurtulmak istiyordu. Tek umudu ve evden çıkış bileti üniversiteyi kazanmaktı. Şehrin en dandik özel lisesinde okuyor olsa da aldığı eğitim fena sayılmazdı ve hocaları iyi bir dört yıllık bölümü kazanabileceğini söylüyordu. Yüzde yüz burslu girdiği Özel Oktay Bağış Lisesinde ilk iki sene serserilik yapmak, okul tuvaletinde sigara içerken yakalanmak, makyaj yapmak, kavgaya karışmak, disipline çekilmek ve en temel derslerden zayıf getirmek gibi sebepler yüzünden temeli sağlam olmadığı için hem bursu kesilmişti hem de eksiklerini çok zor telafi edeceği bir lise son sınıf kendisini bekliyordu.

 

Yatakodasının kapısının açılıp kapandığını işitince lap topun sesini sonuna kadar açıp bu lanet evde geçireceği son on altı ayı kaldığına büyük bir umutla sarıldı. Hayalinde İstanbul veya İzmir'e kapağı atmak vardı. Bir kere kapağı attı mı, bir daha dönmeyecekti. Tatillerde bile eve gelmemek için bahane bulmak adına part time bir işe başlamayı şimdiden kafasına koymuştu. Büyük şehre giderse iş bulma imkanı çok olurdu.

 

On parmağımda on marifet diye kendini avutuyordu. Saç kesmeyi, boya ve röfle yapmayı, manikür pedikür yapmayı, fön çekmeyi, maşa ve topuz yapmayı yani kalfalık düzeyinde kuaförlük zanaatını annesinin yanında yıllardır çıraklık ede de öğrenmişti. Profesyonel olmasa da makyözlüğe de eli yatkındı, geçen yaz tatilinde videolar izleyerek işi iyice kıvırmış ve gelin makyajı yapma işini neredeyse annesinin bile üstüne çıkarmıştı. Muarrem'in dükkanında yardıma gittiği zamanlardan az buçuk pazarlama ve ön muhasebe işine de kafası çalışıyordu.

 

Üstelik sesi güzeldi, bağlama çalıyor ve türkü söylüyordu, onu bir kez dinleyen sesinin berrak tınısını bir daha unutamıyordu. Sesiyle para kazanması da hesabında vardı ama öyle dandik yarı zamanlı işler, sahip olduğu en büyük hazinesi olan sesi üzerinden kurduğu hayallerinin tozu bile sayılmazdı.

 

Bir gün ülkenin hatta tüm dünyanın tanıdığı ünlü bir solist olma hayali, yaşadığı köhne evin varoşluğuna fazlaydı. Bu evin duvarları içinde en parlak hayalini simgelemeyi bile kendi umutlarına hakaret olarak görüyordu. O iş sonraydı... Önce bu evden kurtuluş bileti olan üniversiteye gitmek vardı...

 

***

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%