Yeni Üyelik
30.
Bölüm
@selinsafak

~~~^~~~

 

Arca ilk kez bir işin sonunda paniklemiş ve soğukkanlılığını kaybetmişti, Meyil'in evinde olmadığını öğrendiği an az kalsın kaza yapıyordu. Ne kendine ne kıza faydası olmayacak kadar kendini kaybettiğini anladıysa da bir türlü sakinleşemiyor mantıklı bir plan yapamıyordu. Aynı anda Nedim'i düşünüyordu. Sırtından vurulmuş gibi öfkeli ve kırgındı. Kızın kaçırıldığını söyleseydi, bilseydi Mehmet'i öldüremezdi. Kendisinin ne tepki verip nasıl davranacağını kendisi kadar iyi biliyor oluşu bir yana, soğukkanlılığı için ona kızmaması gerektiğini de anlıyordu. Mehmet ölmeseydi ve Arca o şantaja boyun eğseydi, işler tepetaklak olurdu. Her şey mahvolurdu! Ancak şimdi mahvolan Meyil mi olsundu? Kendisi mahvolmuştu, kahrından ölmek istiyordu, Nedim'in bunu anlamamasını hazmedemiyordu.

 

Sibel ve Ali ile birkaç dakika arayla sürekli irtibat halinde şehrin sokaklarında amaçsız ve adressiz dolaşıyordu. Meyil, Sibel ile konuşurken fabrikada buluşacaklarını söylememiş sadece Batuhan'ın attığı konumu iletmişti. Batuhan'ın attığı konuma giden Ali ve Sibel, otoyolda bomboş bir nokta ile karşılaşmıştı, elbette Mehmet sahte konuma yönlendirmişti. Yine de Nedim, fabrikaya gidip her yeri aramış ve kimseyi bulamamıştı.

 

Öyleyse Meyil neredeydi? Karşı şeritte, üç yüz metre kadar uzakta önce gece karanlığında çakan kırmızı ve mavi ışıkları sonra da polis kontrol noktasını gördü. İleride kendi şeridi üzerinde de bir çevirme olabileceğini düşünüp ilk sapaktan bilmediği bir yola girdi. Zaten belli bir adrese gittiği de yoktu. İzmit kazan o kepçe gezerek kızı bulamazdı. Bir şey düşünmeliydi! Mehmet ve Rıfat öldüğüne göre Meyil'in saklandığı yeri bulmanın tek yolu?

 

Adamın evi... İş yeri... Karısı... Oğlu...

 

Her mekanına tek tek baskın yapıp kim var kim yoksa gebertene kadar sorgulayacaktı. Ancak patlama şehri ayağa kaldırmıştı ve Mehmet'e ait her yer polisler tarafından çevirilmiş olabilirdi. Sinirden titreyerek Nedim'i aradı.

 

"Mehmet'in evine gidiyorum."

 

"Arca sakın yapma! Polis her yerde! Sen havaalanına dön, Mehmet'in bazı adamlarını buldum, konuşturup kızı alacağım. Bana bırak..."

 

"Sen bana bunu nasıl yaparsın Nedim? Nedim beni öldürdün sen! Beni bitirdin! Ya Meyil'e kıydılarsa?"

 

"Olan oldu Aco! Sen kendini kurtarmaya bak! Git dedim, hemen git o uçağa bin!"

 

"Sikerim uçağını da seni de! Meyil'i bulmadan hiçbir yere gitmiyorum!"

 

Telefonu kapatıp saatine baktı. Kendisini Rusya'ya kaçıracak kargo uçağı Sabiha Gökçen havaalanından bir saat sonra kalkacaktı. Üvey ağabeyi ithalat yaptığı bir şirket üzerinden onu kayıtdışı olarak İstabul'dan çıkaracak bir uçak ayarlamıştı.

 

Elini yüzünü ovuşturarak gözlerinden dökülen birkaç damlayı savuşturdu ve dualar mırıldanmaya başladı. Saçını sakalını yolarak amaçsızca araba sürmeye devam etti. Ali'yi tekrar aradı. Sibel arkadan öyle beddualar ediyor, öyle feryat figan bağırıp onu suçluyordu ki tek kelime bile edemedi. Telefonu kapatıp alnını bir kez daha direksiyona vurdu.

 

"Allah'ım ne yaptım ben? Beni al, ona kıyma Allah'ım... Naptım ben, affet..."

 

Sadece işi düştüğünde arayıp hal hatır soran hayırsız akraba gibi arsızca yakardı.

 

"Yüce Rabbim, ben ettim sen etme. Ettim ama niye ettim bilmez misin? Fermanla Mehmet gibi or-ro...

 

(duraksadı, dua etmeye vardığın yüce huzurda ağzını bozmak olmazdı, adamları niteleyecek daha makul bir kelime arandı) Devam etti,

 

"...adi kullarına karşılık Meyil'i alman hak mı?"

 

Bu yakarış olmamıştı, göklerin yaratıcısına tövbe haşa racon mu kesiyordu, böyle dua mı edilirdi? Nasıl edilirdi? Ona o kadar az başvuruyordu ki yolu yordamı unutmuştu. Tonunu düşürdü.

 

"Allah'ım ne olur? Her gün dua ederim, daha çok hayır işlerim, çoluğa çocuğa yardım ederim, düşkünlere barınak veririm, iş veririm. Ne olur güzel Allah'ım alma sevdiğimi."

 

Böylesi de rüşvete dönmüştü. Ne söylese, nasıl söylese başı sıkışmışken o alemlerin sahibine mahcup düşüyordu. Sen onca sene bayram ve cenaze namazında ezberden okuduğun dört beş sure hariç adını anma, kapısına gitme, istemekten gocun, yakarmaktan kaçın... Şimdi böyle üç buçuk atarken yalvar! Oldu!

 

Ama olsundu, kendi canı için değildi ya... Meyil için yalvarıyordu. Hem o masum güzeli kalbine sevdiren O değil miydi, en çok sevenleri en çok bağışlamaz mıydı? Bağışlama demişken, af dileyecek çok mesele birikmişti. Tövbelerden bir yumak oldu, Arapçadan ezber ettiği birkaç sure ile kendi hadsiz sözleri peş peşe birbirine karıştı. Ağlıyordu, içine dışına kanıyordu, ölmeden cehennem ateşiyle tanışmış çıra gibi yanıyordu.

 

Bu kez iyi niyetli bir takas teklif etti. "İyi olduğunu bir kere göreyim sonra al beni! Beni al yanına, ona merhamet et, benim günahımla sevdiğimi sınama, beni al onu alma. Bırak yaşasın, o senin emirlerine karşı gelmez, kapından yüz çevirmez. O meleği sen kendi suretinden yaratmadın mı, ruhuna o güzelliği sen vermedin mi? Ne işi vardı benim zebani hayatımda? Ama madem verdin, onu benden alma."

 

...

 

Mehmet'in, gece yarısı geri dönmemiş olursa kızı bağ evine götürüp kafasına sıkın emri almış olan altı silahlı adamı, göründükleri kadar cesur ve kararlı değildi. Mehmet'in ve Rıfat'ın ölüm haberi, herkesi meçhul bir kararsızlığa sürüklemiş, şimdi ne olacak diyen bakışlar henüz söze dökülmese de birbirlerinin yüzüne dönmüştü.

 

Çoğu içinden, -Koskoca Mehmet Karadeniz'i öldüren herif bize neler yapmaz, diye geçiriyordu. Kır lokantasından çıkar çıkmaz Mehmet'in fabrikada kızın başında bıraktığı ikinci sağ kolu Zafer'i arayıp haber veren Celil Komiser de bunu ima etmemiş miydi?

 

-Yeniyetme falan diyordu ama o Adanalı, psikopatın tillahı! Mehmet'i gözümün önünde deşti, öbürünü de haşat etti. Patronun mevta koçum, sen de topuk yaylasına yaylasan iyi olur! Manitasının sizde olduğunu bence bilmiyordu ama bilse de öyle bir manyak için fark eder miydi, sanmam! Ha yine de kızın peşine düşer mi, bak orası Allah'ın emri! Gece gece kıyım yaptı psikopat, bunca yıllık komiserim, böyle bir hayvan görmedim. Ben ücretsiz izin aldım, birkaç ay kayboluyorum.

 

Dememiş miydi?

 

Meyil'i bir panelvanın arkasına yaka paça iteklerlen Batuhan'ın yetişip

 

"Durun!" diye bağırması önce Zafer'i sonra diğer adamları sendeletti.

 

Mehmet ve Rıfat, kendileri dönmediği takdirde ne yapılması gerektiğini bildirmemişti. Kızı öldürün, denilmişti ama ya sonra?

 

Batuhan perişan halde gelip altı kişinin arasına daldı, adamları itekledi, tokatladı, ağlayarak küfretti, hesap sordu. Babasına lanetler de etti, babam diye de ağladı. Karmakarışık ve dengesiz ruh haliyle ne dediği ne istediği belli değildi. Bir isteği dışında...

 

"Kızı bırakın! Onu hiçbir yere götürmüyorsunuz!"

 

Zafer epey dehşet ve biraz da uyuşturucudan büyüyen gözbebekleri parlayarak diretti, "Ama Batuhan Bey, babanızın emri!"

 

"Ulan sen demedin mi baban öldü diye amcık ağızlı? Çabuk bırak kızı! Meyil..." nefes nefese kızın bileğine yapışıp adamların arasından çekti.

 

Adamlar kendi arasında bakışıp kararsızlık içinde bekledi, ikisi itiraz etti, birisi itiraz edenlere çıkıştı, diğerleri yavaş yavaş ortadan kaybolmayı düşünmeye başladı.

 

Batuhan, itiraz eden ve kendisine silah gösteren Zafer'e, bağırdı,

"Vursana ulan! Beni mi vuracaksın hayvan herif? Sen beni mi vuracaksın? Babam öldü lan benim babam öldü! Senin patronun! Şimdi kim var karşında bak bakalım... Bana iyi bak. Kızı bırakmazsanız hepinizi bitiririm. Süründürürüm sizi. Ben Batuhan Karadeniz'im... Ben babama benzemem anladın mı, indir o silahı, kız gidiyor, siz de ne bok yerseniz yeyin!"

 

Meyil sevinçle Batuhan'ın arkasına saklanıp adamlardan uzaklaştı, yara bere içinde ve perperişan halde olsa da hala kendini koruma içgüdüsü yüksekti.

 

"Batuhan uzatma gidelim burdan. Hadi! Batu hadi canım..."

 

Adamlar tartışmaya devam ederken Batuhan, kıza döndü. Kıpkırmızı gözlerle yüzüne baktı ve titreyen elleriyle kızı ittirdi,

"Git Meyil. Kaç! Çabuk ol, git birini ara! Polisi, anneni, sevgilini! Git burdan..." dedi.

 

...

 

Emekli olmak için birkaç yılı kalan Celil, aldığı yüklü miktardaki nakit parayla bir süre saklanmak için İç Anadolu'nun küçücük bir mezrasında küçükbaş hayvancılık yapan asker arkadaşının yanına araba sürüyordu. Beş altı saatlik yolu vardı, arkadaşının geleceğinden haberi yoktu. Mekandan çıkınca en son Mehmet'in adamı Zafer ile konuştuktan sonra hattını çıkarıp kırmış ve telefonunu da denize atmıştı. Yıllar önce boşandığı eski eşinin, Antalya'da dedesinden kalma kimsenin yaşamadığı yıkık dökük köy evindeki gizli kasasında bir dört milyoncuk daha saklıydı. Yurtdışındaki banka hesaplarında da irili ufaklı meblağlar birikmişti.

 

Şu işten de paçayı sıyırırsa emekli olsun veya olmasın, haritada beğendiği herhangi bir Akdeniz ülkesine kaçacaktı. Sahte kimlik, pasaport kolaydı, sınırı kaçak olarak geçeceği tekne için gerekli bağlantıları yapacak insan kaçakçıları hep eski tanışları ve rüşvetini yediği hatırlı müşterileriydi.

 

Celil, polislikte yirmi yedinci senesini doldururken, ne zaman gözünü bu kadar kararttığını ve organize suçlularla bu denli riskli işlerde el sıkıştığını artık hatırlamıyordu. Kırılma noktası neydi? Namuslu yaşamaktan ilk ne zaman vazgeçmişti? Onca yıllık resmi görevinde görmediği tek şeyin namuslu insanlar olduğunu kanıksamıştı. Bu ülke artık namuslu yaşamaya pek uygun değildi. Tek rüşvet yiyen o değildi, öyle şeyler görmüştü ki kendini annesinin sütü kadar aklayabilirdi.

 

Eski eşinden bir oğlu vardı, Cem, babasının eski ısrarlarına uymayıp polis olmamıştı, gazeteci olmuştu. Araları iyi değildi, yabancı bir kızla evlenip ailesinden kopuk yaşamaya başlamıştı, bayramdan bayrama arardı, o kadar. Cem'in maddi sıkıntıları olduğunu biliyordu, birkaç kez borç vermeyi teklif etmişti ama oğlan anası gibi gururluydu. Hatta gurur demek az kalır, düpedüz kibirliydi! Kabul etmemişti.

 

Sonra anası olacak gudubet karı... Sedef. Eskiden iyi bir kızdı. Gözü açılmamış, ensesine vur lokmasını al cinsinden, sessiz sakin, hanım hanımcık, çok güzel olmasa da hoş kıvrımlı... Sonra çirkinleşmişti. Kararan yüz derisi ve yağlanan vücudu gibi ruhu da! Sahi o kıl kuyruk muhasebeci kocası ve sevimsiz kızı ile acaba şimdi neler yapıyordu? İyi kızdı, eskiden...

 

Her şey eskiden güzel ve anlamlıydı. Celil, eskiyi hatırlamıyordu ancak bir şeylerin yasını tuttuğunu fark edecek kadar kendini tanıyordu. Bardağı taşıran son damla neydi?

 

Sedefle nişanlılık zamanlarını düşünürken, upuzun, dümdüz, yayvan Ankara ovasında saatte yüz kırk kilometre hızla seyrediyordu. Uzun zamandır otoyolda yalnızdı, karşı şeritten tek tük geçen arabalar hariç yol tenhaydı. Doğru ya, istikametine bakınca gidilmek istenen değil, daha çok gelinen taraftaydı.

 

Arkasında parlayan sağda ikili solda ikili, soluk sarı yuvarlak ışıkları görünce bu yüzden şaşırdı. Herhalde sapaklardan birinden anayola bağlanan bir gariban tırcıydı. Yoksa Allah'ın siktir ettiği bu dağ başında, gecenin kör saatinde kim son sürat Yozgat'a gitmek istesindi? Hızlı da geliyordu, baktı külüstür bir Dodge Fargo kamyon, duman ata ata yolu yarıyordu.

 

-Yavaşlayayım da sollasın hıyar, ileride motor yakar zaten! Diye düşünüp kendini hafifçe sağa atıp kamyoncuya yol vermek istedi.

 

Sedef eskiden iyi kızdı. Sonradan huyu bozulmuştu. Sahi şimdi ne yapıyordu? Dırdırcı, çirkef kayınvalidesi acaba Sedef'in yeni kocasının da canına okuyor muydu?

 

Kamyon sol kıçına yanaştı, o kadar yanaştı ki Celil,

"Ulaaaan!" deyip var gücüyle kornaya asıldı, kendini daha sağa, en sağa attı, saniyenin yarısı kadar zamanda Dodge'un derdinin sollama yapmak olmadığını, kendisini kovaladığını anladı.

 

Hızını düşürmekle iyi etmemişti, yol vermeseydi altındaki arabaya nah yetişirdi! Artık gazı köklese de ağzından burnundan öfkeli dumanlar saçarak kendisine hırlayan o kırmızı canavarın ellerindeydi. Kulaklarını sağır edecek kadar yüksek desibelde bir çatırtıyla Dodge'un sağ tamponuna ilgiçli iğne gibi ilişmiş, önünde cayır cayır sürükleniyordu. Birkaç zik zak daha, korna korna korna. Lastik cayırtıları ve güüüüm! Kamyon arabayı altına aldı ve son sürat bariyerlere yapıştırıp metalden bir yengen tostuna çevirdi.

 

Celil, hemen can verdi. Hemense de o kadar hemen değil, feci şekilde ezilip parçalanarak, kafası, kol ve bacakları gövdesinden ayrılarak, gövdesi tostun içinden akan kaşar biçim değiştirerek öldü. Günün ilk ışıklarıyla ancak olay yerine gelen ekipler, emekliliğine üç yıl kalan gedikli komiserin arabasında Hızır Bey İş Hanı yenileme projesinin anlaşma metinleriyle ruhsatsız bir silah ve dört milyonluk nakit buldu. Paraya savcı el koydu ve komiserin adı, aynı gece katledilen ünlü işadamları ve eski belediye başkan adayları M.K ile F.T'nin dosyasına eklendi.

 

Haber, medyaya, 'İzmit - Körfez'deki rüşvet skandalı kanlı bitti' diye düştü.

 

Sedef, kendisine kızkardeşi tarafından uzatılan gazeteyi okuduğunda,

"Allah taksiratını affetsin." dedi. "Eskiden iyi bir adamdı."

 

...

 

Meyil ok gibi fırlayarak geldiği yöne doğru hayatının en hızlı koşusunu koşmaya başladı. Fabrikanın çıkışına vardığında ciğerleri patlamak üzereydi ama durmadı, kendini yola attı, sağa sola bakındı, arabaların gittiği yöne doğru koşmaya devam etti. Telefonu adamlarda kalmıştı, etrafta sadece depolar ve fabrikalar vardı, bir telefon bulmak için ışığı yanan, sığınabileceği bir insan yüzü aransa da durmadı, durursa yüzüne tekrar o silahlar doğrultulacakmış gibi ürpertiyle dizlerine koş emri verdi.

 

Batuhan'a ne olacağını bilmiyordu ama sonunda ona minnettardı. Arca'ya ne olduğunu da bilmiyordu ama ona öfke doluydu.

 

On beş dakika kadar koştu, nefesi kesilip soluklandı, yine koştu, bilmediği ara yollara saptı, karanlıkta, tekinsizlikte, bir beladan başka bir belaya düşmemeyi umarak koştu. O koşma, hayatının enerjisini hem topladı hem bitirdi. Şimdi bacaklarındaki ve ciğerlerindeki güç ona can veriyordu, ümit veriyordu ama durduğunda... İşte o zaman tüm canı çekilmişçesine düşeceğini biliyordu. O yüzden durmadan koşuyordu. Tanıdık bir cadde, bina görene kadar, yönünü bulana kadar sadece rap rap rap.

 

Sonunda sanayi bölgesinden yerleşim alanlarına geldiğinde tek tük gecekondular, dar sokaklar görmeye başladı. Soluklanırken şehrin ne tarafında olduğunu kestirmeye çalıştı. Tren sesini duydu, aşağı değil yukarı dönmesi gerektiğini anladı. Tren yolunun çevresi ıssızdı ve ayyaşlarla doluydu, saat neredeyse sabah olacaktı. Bir cami minaresi gördü, o yöne doğru yürümeye başladı. Ciğerlerinde takat kalmamış, nefes alamamaya başlamıştı, bir duvarın köşesine tutunup öksürmeye başladı. Biraz su olsaydı... Camiye az yolu kalmıştı fakat bir çıkmaz sokağa saptığını anlayınca döndü, iki eski püskü ve ışıkları yanmayan apartmanın arasından dolaştı, aynı yere çıktı. Kahretsin mahalle aralarında kaybolmuştu! Kuşluk vakti sokaklarda in cin top oynuyordu!

 

Camiyi nihayet bulunca etrafından dolaştı, kapılar kilitliydi ve kimseleri göremedi, seslendi, duyan olmadı, şadırvandan biraz su içti ve oturup dinlendi. Tekrar sokağa çıktı, sağa sola dolaşırken bir ekmek fırınına rastladı, fırıncılar bir kamyon kasasından odun taşıyordu. Fişek gibi öne atıldı, perişan halde yalvararak telefon istedi. Adamlar onun halini görünce ikiletmediler.

 

Annesini aradı ve yerini söyledikten sonra iflahı kesilen dizlerinin üzerine çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

...

 

Körfez'de siren sesleri ve helikopterler geceyi yırtıyordu. Her anayolun başında ve sonunda kontrol noktaları kurulmuştu. Mehmet'in ve Ferman'ın adamları olduğu kadar bir saat içinde Arca'nınkiler de çil yavrusu gibi dağıldı. Karanlıkta iş gören yarasalar gibi gün ağarırken inlerine saklanma vakitleri gelmişti.

 

Arca, Mehmet'in evine yaklaşamadı bile, her yerde polis kaynıyor, helikopterler ve iftaiyeler cirit atıyordu. Savcı derhal tüm emniyeti teyakkuza geçirmişti.

 

Yollardaki çevirmelerde paçayı kaptıracağını anlayınca bir köprü altında arabasını terkedip saklanarak tren yolunun içinden yürümeye başladı. Nedim, Mehmet'in evinden dönerken polis tarafından yakalanmıştı. The Gulf, baskın yemişti. Evleri aranıyordu.

 

Ali, Meyil'in sağ salim bulunduğunu haber verdiğinde uçağı çoktan kaçırmıştı. Tüm düzeni hallaç pamuğuna dönmüş olsa da artık içi rahattı. Sevdiği güvendeydi. Yürekten şükürler etti.

 

Çok korktuğunu anlıyor ve onu biran önce görmek istiyordu ancak nerede ve nasıl olacağını kestiremiyordu. Polis ablukasına girmeden biran önce limana gidebilirse sonra kıza ulaşmanın bir çaresine bakacaktı. Şimdi kimseyi arayamıyordu, telefonları teknik takibe alınmış olabilirdi. Zaten Ali'nin söylediğine göre Meyil telefonunu o gece kaybetmişti.

 

Uyanık Ali, kılık kıyafetini ve arabasını değiştirip kendisini tren yolundan motorsikletle almaya geldiğinde, başını eğerek

"Ne desen haklısın Aco, kessen kanım akmaz. Bahanesi yok, ben hata ettim. Meyil'i tutamadım."

 

"Sonra konuşuruz. Diğer çocuklar nerede?"

 

"Yeğenleri Adana'ya geri postaladım. Nedim'i, Esat'ı ve Çati'yi polis aldı. Her tarafı didik didik deşelediler Aco. Seni acilen çıkarmamız gerek. Limanda tekne bekliyor."

 

"Meyil nasıl?"

 

"Hırpalanmış ama iyi. İyi, ferah ol. Anasıyla da gerekeni konuştum ben, polis gelirse arıza çıkarmayacak."

 

"Neredeler?"

 

"Sibel Hanımın evindeler."

 

"Tekne ne zaman kalkacak?"

 

"Seni alır almaz. Sana karışmak haddime değil ama yapma gözünü seveyim Aco'm. Bakele, kaç kafayık, hepimiz senin yoluna baş koymuşuk. Kendini yakalatırsan ne olur bunca adamın hali? Kozan'da eline bakan, aşını verdiğin gariban anaların hali ne olur, mapusta baktığın gardaşların hali ne olur, kolladığın yetimlerin hali ne olur? Bin şu tekneye. Al, bu telefon temiz. Ara sevdiğini. Konuş. Ne diyeceksen de ama gitme."

 

Arca ağır ağır başını salladı ve Ali'nin uzattığı kaskı takıp motora binerek limana gitti, kendisini bekleyen tekneye bindi.

 

Ali haklıydı, onca adam ekmeğini yiyordu. Onca adamın memleketteki gariban anası bacısı, mapustaki ağabeyi, askerdeki kardeşi bunun eline bakıyordu. Ölenler ne için ölmüştü, bey yaşasın diye... Şimdi tutup da karı kız peşinde gezerken kendini yakalatırsa yıllardır verilen savaşlar, dökülen kanlar neye yarardı? Yasal hayatların kıyısından köşesinden geçememiş o arka mahallelerin umutsuz fakat cesur insanları bir kez daha kime güvenecekti? Beylik mi kalırdı, nizam mı kalırdı? Ne derlerdi ardından?

 

Üstelik kızın evden çıkışını, çıkış sebebini hazmedemiyordu. İlk de değildi o itin oğlu pireli eniğin çağırdığında ayağına gidişi... Demek ki bülbülü altın kafese de koysan nafileydi. Onu Körfez'in 7/24 kapı güvenliği ve kamera sistemiyle korunan, en düzgün, en iyi ailelerinin, doktorların, mühendislerin oturduğu siteye yerleştirmişti. Ayrıca dış kapıya 24 saat nöbet tutan iki silahlı adam dikmişti. Bülbülü ürkütmeden incitmeden kanadını kırmadan böylesi yeter sanmıştı, ne yapsındı? Kapıyı üstüne mi kilitlesindi? Bilmediği bir yere mi götürüp kapatsındı? Elini kolunu mu bağlasındı, zincire mi vursundu, kapısına iki değil yirmi adam mı dizsindi?

 

Ha, yapmadığı her şeye yaptıklarından daha fazla pişmandı. Bir başkası için ecel teri dökmek ne demek, içine sıçmak ne demek, Azrail'e onu alma beni al diye dil dökmek ne demek anlamıştı. Bir daha olmazdı, bülbül kusura bakmasındı ama gerekirse bir daha çelik kafese kapatırdı.

 

Meyil'i internet üzerinden görüntülü aramadan önce, mesaj attı.

 

Meyil henüz duştan çıkmış, bütün gece çok üşüdüğü için en kalın eşofmanlarını giymiş hala zangır zangır titriyor ve şoku atlatmaya çalışıyordu. Annesinin evindeydi. Alnında kocaman bir morluk vardı. Arca onun halini görünce gözlerini acıyla kapattı, yumruklarını sıktı, dudaklarını ısırdı, bir şey diyemedi.

 

Meyil de onu ekrandan süzüyor, iyi olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Yorgun fakat tek parça göründüğüne göre asıl konuya gelebilirdi. Herkesin soruları vardı, Arca'nın onlarca; Meyil'in tek! Titreyen çenesini biraz kaldırdı ve dimdik bakarak sordu.

 

"Yaptın mı?"

 

"Sorma."

 

"Sordum! Yaptın mı? O... Adamları sen mi?"

 

"Sus, sorma dedim! Sen iyi misin?"

 

"İyi miyim? Başıma dayanan silahlar haricinde mi, bakayım... Biraz dövüldüm, sövüldüm, itildim, hapsedildim, sonra tam bir buçuk saat koştum, ödüm patladı! Sence iyi miyim?"

 

"Evden neden çıktın?" Kendi yumruğunu boğazına sokup kendini boğmak istercesine ısırdı. Nasıl korktuğunu hatırlamak onu öfkelendiriyordu. Ölebilirdi.

 

Azarlar gibi tekrar etti, "Evden çıkmasaydın! Sana kimse dokunamazdı! Seni güvende tuttum! Sen? O evden ne için çıktın? Kim için kendini feda ettin? Benim için mi? Yoksa Batu'n için mi?"

 

Meyil acı acı güldü fakat gözyaşları çağlamaya başlamıştı. Şimdi mesele bu muydu? Kıyamet kopacaktı da onu teğet mi geçecekti yani? Ölümden dönmesi ne çabuk gündemden düşmüştü?

 

Arca, gidişatı anlıyordu. Ona uzakken, yüz yüze değilken, dokunamazken aşabilecekleri bir mevzu değildi. Kız, bakışlarıyla ve mimikleriyle ondan vazgeçişini haykırıyordu.

 

"Ben salağım, aptalın tekiyim, geri zekalıyım hatta malım! O tuzağa pisi pisine düştüm ve başıma gelenleri hak mı ettim, tamam! Ama sen? Sen, naaptın?"

 

Arca sustukça Meyil tüm canıyla haykırdı,

"Yaptın değil mi cani? Söylesene sen nasıl bir adamsın? Ne geçti eline söyle?"

 

Arca soğukkanlılıkla dişlerini sıka sıka konuştu, "Sana söylemeyeceğim çok şeyim var. En başında bu, ne yaptığım... Cinayet işleyip işlemediğim... Benim babam neden hapiste biliyor musun?"

 

Meyil anlamadı, amcasını öldüren üç kişiyi öldürmüştü, öyle değil miydi, niye soruyordu?

 

Arca kendi kendine cevap verdi. "Annem, ihbar ettiği için."

 

Meyil sinirli bir gülüş attı, "Hah, yani üç kişiyi öldürdüğü için değil!"

 

"Saklanacaktı."

 

"Anladım! Siz çok başka kafalar yaşıyorsunuz valla! İyiymiş! Sen de saklan o zaman! Vur, öldür sonra saklan... Böyle yaşa... Bensiz! Arca, bensiz!"

 

"Yapma?"

Arca buz kesti, yola baktı, koşup gitmek ve ne olursa olsun kızın yüzünü görmek, ona dokunmak için yandı kavruldu.

 

"Ah ama sen baştan söylemiştin, sana kızmıyorum, beni uyarmıştın. Ben... Yapabilirim sandım ama ben seninle bu şekilde yaşayamam..."

 

"Hayır Meyil yapma! Söyleme! Bana... Bunu... Yap-ma!"

 

"Bitti. Bitti Arca. Bir daha karşıma çıkma!"

 

Bu kadar. Ne kolay. Nasıl da kifayetsiz üç cümleyle.

 

Meyil telefonu kapattığı halde Arca dakikalarca ekrana bakakaldı. Bir heykel gibi sessiz ve kıpırtısız, baktı baktı... Gecenin lacivertini yırtan kızıl göklerin boşluğuna baktı. Hiçbir zaferin, bu kaybedişin önünde ehemmiyeti olmadığını anladı. Boşluk derin bir nefesle içine doldu. Boşluğun ağırlığı tüm iç organlarını ezdi. Dualarında bir yanlışlık olduğunu biliyordu, detay vermemişti. Canına bir zarar gelmesin derken canı bende dursun dememişti. Kalbi atmaya devam etsin derken benim için atsın da dememişti.

 

Geriden kaptan seslendi.

 

"Kalkıyoruz!"

 

Tekne sahilden açılmaya başladı. Oysa bir yerden kaçanlar ufka bakardı fakat yüreği terkettiği yerde kalanlar gibi o hep limana bakıyordu... Arca gözünü limandan, sevdiğini bıraktığı şehirden ayıramadı.

 

Meyil olduğu yere yığılırcasına çöktü, nefesi kesildi, sesi çıkmadan sessiz sessiz ağladı, kesik kesik nefeslenmeye çalışırken ilahi bir şeyden medet umar gibi yukarı baktı. Göğsündeki ağrının şiddetinden şoka uğramıştı ki daha önce böyle bir fiziksel acı yaşamamıştı. Adeta ciğeri solmuş, soluksuz kalmıştı. Ağzı açık, yüzü gözyaşlarından sırılsıklam ağlıyordu fakat sesi çıkmıyor, katıla katıla, sarsıla sarsıla bitti diyordu.

 

Sibel, onun yanına çöktü, kolunu omzuna sardı ve kulağına geçecek gibisinden teselli sözleri söyledi. Meyil'in aklını kaybedeceğinden veya depresyona gireceğinden korktu. Her kız annesi gibi dünyanın merhametsiz tüm yanlarının doğurduğu, üstüne titrediği o narin kız çocuğunun üstüne yıkılacağından korktu. Ne çok yıkım vardı hayatında, Sibel felaketi üç yüz metre öteden görür tanırdı. Depremde ailesini kaybettiği ve o karanlık enkazın altında kaldığı gün kadar çaresizce korktu. Kendisi Şevket'i kaybettiği gün, dünyasının bir kez daha başına yıkıldığı ve o ikinci enkazdan hiçbir zaman çıkamadığı gibi kızının da Arca'nın enkazından çıkamayacağından korktu. Kızlar annelerinin kaderini yaşar diye korktu.

 

Meyil, sessiz hıçkırıklarla gövdesinin orta yerinden kasılıp dururken en doğrusunun ayrılmaları olduğunu biliyordu. Fakat Meyil, ayrılığın ne demek olduğunu hiç bilmiyordu. Sibel'in bilgisine göre o 'en doğrular' bazen 'en hayırlılar' olmuyordu. Bazen kaybettiklerinin kefene sarılı bedenini kucaklayıp öylece kalmak isterdi insan. Birlikte toprağa girmek, elele yok olmak, yan yana çürümek isterdi. Üstündeki enkazı battaniyesi yapıp altında derin bir uykuya dalmak ve hiç olmak isterdi.

 

 

*****

 

 

 

 

Loading...
0%