Yeni Üyelik
32.
Bölüm
@selinsafak

Arca'nın kendisi için kiraladığı evden ayrılıp annesinin yanına döndüğünde, yuvadan uçan her kuş gibi geri dönüşte o yuvanın artık kendisine mesken olmadığını idrak etmişti. Zaten onunki bir dönüş sayılmazdı, denize düşenin yılana sarılmasından bile beter, şuursuz bir sığınma, geçici bir konaklamaydı. Muarrem'in namus hakkında çektiği sevimsiz söylem neticesinde derhal son pılısını pırtısını da toparlayıp ev aramaya koyuldu. Arca'nın kendisine tahsis ettiği, bulduğu, ayarladığı her neyse işte o evi tanımlayacak doğru kelimeyi bulamıyordu, o evdeki eşyalarını da toparlayıp evin girişine kolilerle yığın halinde bıraktı. Birkaç gün Ece'lerde zorunlu misafir olarak kaldı. Betül'ün sabah iyi, akşam suratsız tavrı tenine dikenler batırsa da günlerce emlakçı dolaşıp eşyalı kiralık daire ararken Eceden başka sığınacak kimsesi yoktu.

 

The Gulf'ten kazandığı birikmişi sayesinde üniversiteye gidene kadar kendine bir ev kiralayacak imkanı olduğuna şükrediyordu. Arca ile beraberken neredeyse elini cebine atması gerekmemişti. Kendi evinin mutfak giderleri hariç hiç harcama yapmamış ve tüm kazancını bankada biriktirmişti. Arca'nın sınırsız cömertliğini kendisi talep etmemişti ancak neticede ondan yararlanmıştı. Genç adam teklifsiz bir bonkörlükle evin hizmetçisinden, faturasına, kasabından manavına kadar ne lazımsa yağdırıyordu.

 

Meyil, bir kez sultan olmuşken köleliğe düşmenin ağır geleceğini anlıyordu ama buna da göğüs gerecek güçteydi. Sınıf arkadaşları gibi lükse düşkün değildi, kıt kanaat geçinmeyi bildiğinden hesaplı olmayı da pekala bilirdi. Hayatında ilk kez kendi ekonomik özgürlüğüne sahipti ve birikmişini har vurup harman savurmayacak kadar ihtiyatlıydı. Gezdiği kiralık daireler arasından bütçesine en uygun olanını, dershaneye ve çarşıya uzaklığı ile aylık minibüs masrafını da incelikle hesap ederek seçti. Dershaneye tek vesaitle ulaşacağı konumda, orta halli ve eşyalı 2+1 dairenin bir yıllık kira sözleşmesini imzalayıp kirayı toplu ödedi. Buğra'nın babasının kamyoneti ile eşyalarını iki saat içinde yeni evine aktardı ve eşyaları taşıyan üç adama sadece cüzi bir taşıma bedeli ödeyip nakliye masrafından kurtuldu.

 

Aynı gün içinde elektrik, su, doğalgaz ve internet aboneliklerinin nakillerini de hallettiğinde çok iş başarmanın ferahlığıyla, yeni evinde ayaklarını uzatıp gerine gerine kendini kutladı. Uzandığı yerde burnunu kırıştırdı ve kanepenin kırlentini eline alıp burnuna götürdü, kokladı, pek iç açıcı değildi. O kadar yorgundu ki temizlik yapmaya da kalkıp yatak odasına gitmeye de mecali yoktu. Üzerindeki tişörtü çıkarıp kanepenin kırlentine serdi ve başını en azından kendi eşyasına yaslayarak uzanmaya devam etti.

 

Ev, onun için yeni olsa da yapı olarak eskiydi, 99 depreminden önce inşaa edilmişti ve deprem güçlendirmesi yapıldığını sanmıyordu. Merkeze on beş dakika mesafede bir mahalle arasında, ara kat, odalarından biri apartman boşluğuna bakan yani karanlık, toplam yetmiş metrekare daireyi masrafsız ve nispeten temiz kullanıldığı için seçmişti. Eşyalı oluşu ise başlı başına bir göz boyamadan ibaretti, evdeki tüm eşyalar ikinci el, fi devrinden kalma şeylerdi. Öğrenci kazıklama furyasına bayılan nice ev sahibi gibi ebem dedem zamanından kalma kırık dökük, saçma sapan, uyumsuz ne bulduysa evi doldurmuşlardı. Baktığı bütün evler öyle olmasaydı bunu seçmezdi. Arca'nın kiraladığı evde her şey yepyeni ve çok zevkli döşenmişti ancak kirasını öğrendiğinde neredeyse dudağı uçukladı.

 

Sibel, "Kaç kızım kaç! Bizim gibiler o kadar kira verebilecek olsa zaten kredi öder ev sahibi oluruz." demişti. Ayrıca "Madem kirayı peşin ödemiş birkaç ay daha kalsaydın." da demişti!

 

"Anne hani ben ayrıldım ya Arca'dan? Yarın öbürgün kapıma gelirse ne yapıcam?" diye çıkışınca Sibel, o şahane evi istemeye istemeye unutmaya razı gelmişti.

 

Güvenlikli, kameralı, otoparklı, modern dizayn edilmiş o villanın aylık kirası aylık 22 bin liraydı. Şimdi tuttuğu evin ise 6 bin beş yüz lira, neredeyse üçte biri. Üstelik tek kira bedeli kadar depozito ödemiş ve emlakçı da Sibel'in eski bir tanıdığının ablası olduğu için emlakçı komisyonunu kiranın yarısı kadar tutmuştu. Yani evi beğenmese de bunca indirimi kaçıramazdı.

 

Yaş büyütme davası açmamış olsaydı bunların hiçbiri mümkün olmaz, yine Muarrem hayvanının boyunduruğunda yaşamaya mahkum olurdu. Şimdiyse hür generaldi. Sibel, evin temizliği ve yerleşmesiyle meşgul olurken küçük odalardan birini kendisi için düzenliyordu ama Muarrem ile boşanmaktan hiç söz etmiyordu. Meyil, umursamadı. Kendi kendine yetmeye yemin etmişti ve annesi yanında olsa da olmasa da artık farketmezdi. Özgürdü, kendine bakabilir. Eğer tutumlu davranırsa birikmiş parası sayesinde çalışmadan bir yıl idare edebilirdi. Rüyasında görse bile inanamayacağı kadar halinden memnundu.

 

Arca, son konuşmalarında sürekli paradan bahsettiğini söylemişti. Daha başka kırıcı şeyler de söylemişti ama Meyil'i en çok düşündüren bu kısımdı. Giydiği milyarlık gömleği bir daha giymeyen adam ne anlasındı meteliğe kurşun atanın halinden... Meyil, ölesiye hesap yapmak zorundaydı. Tepeden bakarak o evde kal ve işine devam et demesi kolaydı! Hem gururunu koruyup hem de kimseye muhtaç olmadan hayatını idame ettirmek ne menem şeydi, nereden bilsindi.

 

Sibel, Arca'nın aldığı pırlanta yüzüğü ve bilekliği bari beri göndermemesi için neredeyse yalvarmıştı ama Meyil iğneden ipliğe neyi varsa Ali'ye vermişti. Sibel'e göre yaptığı salaklıktı, o yüzük ve bilekliği bozdurup üniversitedeki ilk senesini de garantiye alabilirdi. Yaşattıklarının bir bedeli olmalıydı, hem o pis serseriye dokunmazdı hem de Meyil bundan çok daha fazlasını hak etmişti.

 

Sibel nereden duyduysa duymuş ve şimdi de, 'Zaten beş yıllık sözleşme imzalarken yüklü miktarda ödeme alman gerekiyordu, sen hiçbir şey almadın! Futbolcuların bonservis bedeli gibi düşün, sen ona tüm yayın haklarını bedavaya verdin!' diye tutturmuştu.

 

Meyil, sözleşme şartlarında tüm kazancın yüzdelik oranlarla paylaşılması üzerinde anlaştıklarını ve kendi yüzde ellisinin makul olduğunu düşünüyordu. Ortada bir single yoktu, albüm yoktu, konser yoktu yani bir kazanç yoktu, neyin bedelini talep edecekti? The Gulf sahnesinden zaten Körfezdeki canlı müzik piyasasının çok üzerinde bir rakam almıştı. Hiçbir tecrübesi ve tanınırlığı olmayan birine kim gece 15 bin verirdi? Arca, fazlasıyla cömert davranmıştı, bu kadar iyiliği Meyil kimseden görmemişti. Sibel, açgözlülük ediyordu. Çok biliyorsa kendi kafasını kullanıp Muarrem'den nafaka ve tazminat alsaydı!

 

Kendisine üniversite harcı, kayıt masrafları, git gel masrafları ve bir düzen kurana kadar yetecek meblağı ayırdıktan sonra kalan parayı on aya bölmüş ve bu bütçenin dışına çıkmayacak bir plan oluşturmuştu. Bu plana göre dışardan yiyip içmeden, fuzuli hiçbir alışveriş yapmadan geçinmesi gerekiyordu. Temel ihtiyaçlarını almak için üç harfli marketler vardı. Yeni kıyafete, çantaya ve ayakkabıya ise ihtiyacı yoktu, bedeni değişmemişti ve olanlarla idare edebilirdi. Sadece havalar biraz daha soğuduğunda yeni bir mont alması gerekecekti, bunun için de bir miktar ayırdı, her şey çok pahalıydı.

 

Ancak ona göre en pahalı şey, özgürlüğüydü.

 

O da isterdi hunharca kozmetik alışverişi yapmayı, markalı çantalar ve parfümlere para saçmayı, Starbuckslardan çıkmayıp her akşam eve dışarıdan yemek siparişi vermeyi. Ancak sultanlık sona ermişti. Köleliğin bedeli ise karın tokluğuna hayatta kalmayı başarmaktı. Telefonunun notlarına yazdığı hesaplarını bitirdiğinde yine sessizce ağlamaya başladı. Elindeki son model I phone da, onun hediyesiydi fakat bunu geri göndermemişti, gönderemezdi çünkü beyefendi eski telefonunu kırmıştı. Yeni telefon dünyanın parasıydı, yapacak bir şey yoktu artık! Onunla geçirdiği ilk geceyi ve o sabahı hatırlayınca ciğerleri hasretle şişti, gözyaşı damlaları ince sicimlerden, ağır damlalara dönüştü.

 

Sibel koridordan kafasını uzatıp,

"Gene mi ağlıyorsun? Kalk bir işin ucundan tut!" diye seslenene kadar anılara dalıp gitmişti. Yüzünü kollarının arasına saklayıp annesine çıkıştı,

 

"Tek kelime bile etme! Bırak istediğim gibi yas tutayım!"

...

 

Yeni evine yerleşir yerleşmez babasını görmek için İstanbul'a gitti. Görüşmeyeli aylar olmuştu ve adamın barışma şartı yerine geldiğine, o kabadayıdan ayrıldığına göre artık kavuşabilirlerdi. Sibel aracılığıyla Şevket'e, Arca'dan ayrıldığını haber verdikten sonra önce telefonla görüştü, sonra açık görüş gününde cezaevine gitti. Çok özlemişti. On yıldan fazla süredir ilk kez bu denli kahırla babası burnunda tütüyordu. Onun yokluğunun sebep olduğu tüm talihsizlikler, artık Arca da bu talihsizliklerden biriydi, ilk kez böyle derinden kalbini kırıyordu. Nefesine, gölgesine, tek bir nazarına bile ölesiye muhtaçtı. Babasızlığın en dibinde, cehennem ateşleriyle kavruluyordu.

 

Görür görmez hıçkırdı ve Şevket'in boynuna atıldı. Ah o sarılmada ne çok hasret, ne çok yoksunluk, örselenmiştik, eksiklik vardı bir bilseydi! Her görüşte babası biraz daha yaşlanmış biraz daha zayıflamış ve çökmüş buluyordu.

 

Şevket ise açık görüşte boynuna sarılıp yanaklarından şapur şupur öpen kızı itti,

"Kocaman kız oldun, yakışık almaz artık öyle şımarık hareketler. Ağır ol."

 

Meyil burnunu çekerek iki adımla geriye sendelemiş ve bir duvara toslamış gibi bakakalmıştı. 90*90 ebatlarında kare masanın karşılıklı eşit kenarlarına oturup tekrar tekrar hal hatır sormaktan başka bir şey konuşmadılar. Şevket, yemeklerden şikayet etti. Meyil, derslerden. Şevket, cezaevi koşullarından bahsetti, Meyil dershane ortamından. Bayramdan bayrama zoraki görüşen akrabalar gibi bir türlü açılamadan, bitse de gitsek diye iç çeker gibi soğuk soğuk oturup, kesik kesik lafladılar.

 

Şevket, o görüşmede Meyil'e bir kez bile sarılmadı, sıcak bir söz söylemedi, hep nasihat etti, akıl verdi tembihte bulundu, dini ve ahlaki değerlerden dem vurarak bir monolog halinde konuştu. Meyil, özlemden sarhoş olmuş zavallı serçe kuş gibi boynunun altında büzüşüp sessiz sessiz başını salladı. Başını öyle çok salladı ki onaylamadan ibaret bir otomatik pilota bağladı. Tamam babacımlar, haklısın babacımları kovaladı. Ruhsuz ve hissiz halde sadece onay cümleleri kurmak için ağzını açabildi.

 

Kısası makbul her ziyaret gibi iyi niyetle, pek görüşemiyoruz işte aslında özünde çok iyidirler, diye düşünerek ayrıldılar. Zaman denen şeyin, aynı kandan iki insanın bile arasına derin uçurumlar koyduğunu kimse kabul etmedi. Hele genç kız mahlukatı hepten kendini kandırmasıyla meşhur bir cins değil miydi? Bu da geçerdi, zaman gibi.

 

Görüşten çıkınca, sahile gidip ayaküstü iki bira ve yarım paket sigara içti. Şevket'i hiçbir şey için suçlamadıysa da kendini de suçlu hissetmiyordu. Herkes bildiği alfabeyle okuyordu ona göre. Herkesi anladığı ve hak verdiği bir dönemden geçiyordu. Olabilirdi, insanlık haliydi, yapabilirdi, olsundu, ne olacaktı, sağlık olsundu, hallolurdu... Bir tek kendine hak veremiyordu.

 

Ve

 

Hiçbir şey hallolmuyordu, gözünde herkes her şeyi yapabilirse de sonunda mahvolan tek kendisi oluyordu. Dibe batıyor, mutsuzluk dehlizlerinde körebe oynarken yüzüne Pollyanna maskesi takılı halde kayboluyordu.

 

Sahilde içtiği iki biranın verdiği yetkiye dayanarak Arzu'yu aradı ulaşamadı, Nedim'i aradı, ulaşamadı. Sonunda Ali'yi aradı, Arcayı sordu,

 

"Arca nasıl, iyi mi? Tutuklanmadı dimi? Ha yok, görüşmek istemiyorum sadece merak ettim iyi mi, iyiyse mesele yok, yok hayır aramasın istemiyorum, o benden haber alıyor ya ben de sormak istedim, ee yani sende numarası var öyle mi? Bana vermezsin tabi, yok verme verme! Ee şey, geri dönerse görüşürüz belki... Sanmam ama!"

 

Eve gidip aynaya baktı, baktı, ağladı. Namaz kılmayı bilmediği için babasından azar işitmişti, en kısa sürede öğrenip namaza başlamaya karar verdi. İnternette namaz kıldıran sesli seccadeler olduğunu görmüştü, sipariş etseydi?

 

Bu sürede ufak da olsa harçlık çıkarabilmek için Ece'nin ısrarıyla YouTube kanalı açtı, söylediği şarkıları yüklemeye başladı. Ece'nin ajansından reklam desteği alıp cuzi bir miktar reklam ücreti yatırdı, parayı öderken eli titredi. Tutumlu hallerinin yerini artık bariz bir cimrilik alırken Ece onunla dalga geçti. Oysa aç açıkta kalmaktan ödü kopuyordu. Ne Arca'nın işine ne Muarrem'in evine tenezzül etmeyip kendini dışarı atan kendisine mahcup olmaktan korkuyordu. Bir daha çaresizlikle bir erkeğe sığınmaktan ölesiye çekiniyordu. Ece zaten oldu geldi tuzu kuruların başındaydı, kankası Arca'dan bile müsrif, dünyadan habersiz, iki eli hem yağda hem baldaydı. Tok, acın halinden ne anlasındı!

 

Kanalı için bir tema düşünürken Ece ve Buğra ile beyin fırtınası yaptılar, fikirleri not aldı ama akşam eve gidince içinden geldiği gibi tripodun karşısına geçti, ona göre gerçekten öte hiçbir yol yoktu. Kameranın merceğine bakarak hüzünlü bir sesle konuştu,

 

'Bu şarkı sana. Terkettiğime pişman olmasam da ardından en çok ağladığıma. Herhalde en çok sevdiğim sen oluşuna, bitti derken içimden kal deyişime, kahroluşuma... Unutacağım biliyorum. Ama unutmak istemeyişime. Bu şarkı sana olan aşkıma ve en çok bana. Bu şarkı ve tüm ayrılık şarkıları bize, bana...'

 

Nilgül'den Kahramanım şarkısıyla kanalını yayına açtı. Az veya çok bilinen en ciğer deşici ayrılık şarkılarını sabah akşam kanalına yükleyerek ilk haftadan 12-15 şarkıyı seslendirdi. Çekim teçhizatı olarak kullanacağı bir tripodu veya ring light'ı bile yoktu. I phone'un kıçını su şişesine yaslayıp karşısına oturuyor ve en doğal haliyle kayıt yapıyordu. İçinden geldiği gibi okuyor, paylaşıyordu. Başka türlüsü o an elinden ve dilinden gelmediği üzere şarkılarını tek ona, sadece ona, onun için ve onun ardından söylüyordu.

 

 

 

 

Ece ve Buğra onu her gün arayıp son videosuna bayıldıklarını, ölüp bittiklerini, eridiklerini söyleyip, kanalını her mecrada paylaşarak Meyil'i desteklediler. Söz ve müziği Suat Suna'ya ait; Nilüfer'in eski solisti ve doksanların en güzel sesli popçularından Asya'nın seslendirdiği Pişmanım şarkısını gözyaşlarıyla öyle içten okumuştu ki dinleyen de çok pişmandı, dinlemeyen de... Henüz Ece, Buğra ve gün gün nazlanarak eklenen kasıntı sınıf arkadaşlarından ibaret olan kitlesi, zamanla büyüyecekti ama Meyil'in para kazanmak için pek vakti yoktu.

 

Arca bu yayınlardan Buğra sayesinde haberdar oldu. Meyil'in kimi ağlayarak kimi gülerek çektiği, kendi kendine karaoke yaptığı en damar ayrılık şarkılarıyla delik deşik olması bir yana hemen avukatını arayıp -Şuna ihtar çek, dedi. Yayın hakkı bende, ne bok yediğini sanıyor, internetten ünlü mü olacakmış! diye kızdı.

 

Beş yıllık sözleşme imzalatırken asıl niyeti kızın üniversiteyi bitirmeden müzik piyasasına atılmasını engellemekti. Avukatlık diplomasını aldıktan sonra kendini yasal olarak korumayı öğrenmiş halde eğer o zaman hala istiyorsa albüm çıkarabilirdi. Sadece hukuk kazanacağından veya okulu bitireceğinden şüpheliydi. Meyil'e bu kariyer planında da güvenmiyordu. Kız değişken fikirleri ve fevriliği sayesinde kendini mahvetmeye adı gibi meyilliydi.

 

Meyil ihtarnameyi görünce genç adamı hiç umursamadan ve hatta artık videolarını izlediğini bilerek daha şevkle, en can alıcı ayrılık şarkılarını yayınlamaya devam etti, kanalını adım adım büyüttü ama istediği kadar tanınmadı, aylar geçse de ancak bir defa üç kuruşluk ödeme aldı. Ayrılık konseptiyle söylediği hüzünlü şarkılar tutmadı deyip tarz değiştirdi, yerli yabancı şarkılar söylerken dans etti, yapay zeka ile ünlü şarkıcılara düet yaptı.

 

Ders çalışıp test çözmekten arta kalan tüm vaktinde hem en sevdiği şeyi yapıyor, hem Arca'ya nispet yapıyor, hem de ileriye dönük bir yatırımda bulunuyordu. Fakat YouTube denen mecra dipsiz bir kuyuydu ve eş dost tavsiyesi ile ilerlemek de bir yere kadardı. O fenomenler falan göründüğü kadar kolay bir iş yapmıyordu ve demek insan bir gecede internetten ünlü olamıyordu!

 

Arca da bu kanal işinden bir bok çıkmadığını görünce -al işte, kendin gör ebeninkini, diyerek ihtarın devamını getirme gereği duymadı. Rusya'da başı epey kalabalıktı.

 

Meyil, bilseydi onu takip eden ünlü bir menajeri, Arca engelliyordu. 'Ben dönmeden kimse Meyil Akyüz'e hiçbir teklif götüremez!' sözü tartışmaya kapalıydı.

 

Genç kabadayının arkasında görünenden fazlası, Titanik'i batırana benzeyen bir buzdağı, bir Arzu Mercan faktörü vardı ki bu hanımefendinin adı hiç öyle yabana atılacak şey değildi.

 

Oysa Meyil'i sahnede ilk gördüğü gün sağ gözünde dolar, sol gözünde euro simgeleri yanıp sönmeye başlayan Nurhan Aksel, genç kızı piyasaya biran önce sürmek ve kızın etinden sütünden yününden faydalanmakta çok istekliydi. Hele şu genç kabadayının kızın üzerinde kurduğu tahakküm, menajerin büsbütün iştahını kabartıyordu. Bu kızda çok iş vardı; ses, güzellik, yetenek, skandal, kaos, magazin... Kızın ilk single'ı çıkar çıkmaz adını şu kabadayıyla magazine bir üflese ühüüü, piyasanın anasını belleyeceklerdi.

 

Kızın kimle yatıp kalktığı, Nurhan'ı hiç ırgalamıyordu, isterse kedisiyle yatardı isterse mahallesinden bir çırak oğlanla veya başka bir kızla! Ama mafya&assolist aşkı diye başlık atılınca bu işte ezeli ve çok lezzetli bir magazin vardı. İnce sigarasını tellendirerek kızın videolarını izlerken dahi piyasaya salacağı türlü dedikoduları hayal edip ellerini ovuşturuyordu. İkisi de çok genç, çok deli fişek, cayır cayır tüten ve piyasaya en az on yıl malzeme verecek nitelikte ateş gibi tiplerdi! Camiada satış eşittir magazin denklemi hiç şaşmazdı.

 

Böylesi bir aşk hikayesi en son Muazzez Abacı ve Hasan Heybetli zamanında görülmüştü. O eski gazinolar yoktu, o gazinoların o dev assolistlerinden ve eski zamanların esaslı kabadayılarından eser kalmamıştı ama devir ne kadar değişse de, duygular zamana yenik düşmezdi. Destansı bir aşk masalı herkesin ağzının sularını akıtırdı. Şu kızı bir piyasaya atsaydı, şu Adanalı küçük şeytan bir İstanbul'a adım atsaydı!

...

 

Kolu kanadı kırılmış gibi mahsundu. Sahibinin hevesi geçip de sokağa attığı bir ev kedisi kadar öksüz kalmıştı. Artık kucağına sokulup saçlarını okşayan, göğsünün omzuyla birleştiği noktaya başını yaslayıp mışıl uyutan, ben arkandayım der gibi sarılan kolların şefkati eksilmişti hayatından. Ateş gibi sokuluşlar yoktu, yan yana otururken elini dizine koyuvermesi ve bacağını usul usul okşaması, boynuna öpücükler kondurması, belinden kavrayıp bedenini kuş gibi havalandırarak kucağına çekmesi de yoktu...

 

Senin gökyüzünde uçamam

Senin yağmurunla ıslanamam

Masal bitti kahramanım

Senin kollarında uyuyamam

 

Dediği gibiydi şarkının.

 

Ne çok şeyden vazgeçmiş olduğunu gün be gün katlanan yoksunluk belirtileri ile anlıyordu. Meğer ne çok alışmıştı. Kendisi henüz yeni karılmış bir harçtı ve döküldüğü kalıbın şeklini alıvermişti, ne kolayca değişip kalıbına bürünüvermişti. Meğer ne çok sevmişti. Her şeyini nasıl benimsemişti. Kaybettiği sadece bir erkek, bir sevgili değildi. Ait olduğu ekosistemi kaybetmişti. Onsuz boşluğa düşmüştü. Her gün ağlıyordu. Sabah akşam, bazen öğlen vakti durup dururken... Her şarkıda, her notada her nakaratta hatta müziğe benzer her tıngırtıda... Bazen sessizce, gözyaşları ılık ılık sadece süzülerek bazen de katıla katıla, bağıra bağıra ağlıyordu. Kaç kere arayacağım diye tutturup telefona sarılmıştı. Kaç kere kulübe gitmeye ve Arca'ya haber göndermeye kalkışmıştı.

 

Her seferinde Sibel'in duvar gibi önüne dikilip,

"Burada değil. O kaçtı! Polis onu arıyor, dönemez! Başı fena halde belada, sana değil kendine hayrı kalmadı. Unutacaksın!" sözleriyle o geceyi hatırlıyordu.

 

Ülkeyi yerinden oynatan katliam gibi cinayetler... Neler neler yazılmıştı! Herif, Dexter gibi bir şeydi meğer. Göğüs kafesinde çırpınan kalbi, mantıkı bir seçim yaptığına inanan mantığına avaz avaz bağırıyordu, 'Bana ne be bu dünyanın adaletinden! Bana ne kimin iyi kimin kötü, kimin masum kimin suçlu olduğundan!'

 

Böylece bir şarkı daha bulup kanalına ekliyordu. Bir şarkı daha, bir damla daha, bir avaz daha, bir sızı daha, bir kırık hava daha...

 

 

 

 

 

 

 

Sonra geceler vardı. Bazı geceler. Diğerlerinden daha zor, sancılı sızılı, uykuyla uyanıklık arasında, ayıklık ile bulanıklık arasında yatakta dönüp durduğu ayaz geceler... Bedeni önce üşüyor sonra çıra gibi ince ince yanmaya başlıyordu. Üzerine çullanan hisleri geçiştirmeye çalışmanın nafile olduğunu anlayınca ürperiyor, suçluluk duyuyor fakat yine bir cendereye düşüp sıkışıyordu. Önce basit bir temas arayışıyla başlıyordu, yanağını yastığına yaslamakla geçecekmiş gibiydi. Bir insan arayışı gibiydi, insanla beraber gelen sevgi, ilgi, şefkat; özlem duyduğu şeylerdi.

 

Gözlerini kapattığında anılarının perdesinde oynayan sahneler ise tüm benliğini talan ediyordu ve kovsa da gitmeyen arsız şeylerdi. Dudakları yanmaya, avuç içleri kamaşmaya doğru yol alıyor, sonra iki göğsünün arası ortadan çatırdayarak kırılıyor, kırılma aşağılara, derinlere şuh bir sızı olarak iniyordu.

 

Yabancısı olduğu hislerin adını çabucak koydu; arzu!

 

Uyuması gereken saatlerde uyanan bazı uzuvlar aklından bağımsız ve çok yaramazdı! Bundan kaçınmanın saklanmanın bir yolu yok muydu? Niye aklıyla istemezken tüm hücreleriyle küçücük bir temas için kıvranıyordu? Bu kahrolası şey, böyle geldi mi gitmez miydi? Soğuk duş? Geçici...

 

Ehil ellerde ayçiçeği gibi açılıp saçıldığı o koyu kırmızı dünyanın da her anını özlüyordu. Zevk almayı ve zevk vermeyi iyi bellemişti, kadınlığından utanmamış ve kaçınmamıştı. Ama o varken! O yokken kahrolası teni niye kızışıyordu? Gözlerini yumduğu an niye kemikli sert ellerin hala üzerinde dolaştığını zannediyordu? Zannetmesindi! Bununla başa çıkmak çok zordu.

 

Arca... diye inleyip ciğerden bir soluk vererek yorganın içinde iki büklüm toparlandı, yüzünü yastığına gömdü. Hıçkırdı.

 

-İz bıraktığıma eminim de! Demişti.

 

-İz mi, dürüst olalım kızım, baştan ayağa imzaladı herif seni. Bulmaca gibi çözdü, yazdı, çizdi. Dip bucak kırkladı! Sen de güle oynaya tava geldin. İz ha? Hiç kibar olmayalım kardeşim, kanırta kanırta siktin belamı!

 

Şimdi?

 

Dizlerini birbirine bastırıp yatağın içinde bir daha döndü, yorganın ucunu boyun oluğuna bastırıp gözyaşlarıyla yastığı ıslattı. Düşüncelerini dağıtmaya çalıştı. Mantıklı olmaya, şimdi ona mistik gibi görünen bu hisleri biyolojiyle açıklayıp normalleştirmeye, sıraya koymaya...

 

Cinsel arzusu uyanalı epey olmuştu, Arca'dan da önce, Batuhandan da. Herhalde vaktinden önce duymaması gereken şeyler duymuş, görmemesi gereken sahneleri görmüştü. Maruz kalmış olmak cinselliğe giriş kapısının anahtarı ve sonra hayatı boyunca taşıyacağı bir kelepçe oluyordu ama o bunu bilmiyordu, bunun böyle olduğunu bilmiyordu. Her genç kız gibi kendi tahminleri, çıkarımları, sonra utanmaları, korkuları, korkuları, korkuları vardı.

 

Erkeklere herhalde bu sırayla olmuyordu? Onlar başka türlü kodlanıyordu.

 

Önceden de bazen mantıksız bir kamaşmayla huzursuzlanırdı bedeni. Tam olarak ne olduğunu anlamazdı ama ayıp bir şey olduğunu bilirdi, o şey her neyse ötelerdi! Nasıl gidereceğini bilmez veya ihtiyacını gidermeye kalkışmazdı. Eskiden arzularını yok sayabilirdi çünkü başka dertleri vardı, çok derdi vardı ve zihni çabucak dağılırdı.

 

Şimdiyse bir bataklık gibi battıkça batıyor, sıcak bir çamurun içine çekiliyordu. Çok iyi anladığı gibi işini bilen ellerde çiçek açmıştı. Bol yıldızlı ve fantezili bir gecede, Arca ona yalnızken kendini nasıl tatmin edeceğini sormuştu. -Kendine nasıl dokunduğunu görmek istiyorum. Seni seyretmek istiyorum. -Ne gerek var, sen varsın aşko demiş ve gülüşüp öpüşerek sevişmeye dalmışlardı.

 

Yastığı ve yorganı yere atıp hıçkırarak yataktan fırladı, sağı solu tekmeleyip ayak serçe parmağı çok acıyınca çığlık atarak poposunun üstüne düştü.

 

"Allah seni kahretsin kuduz piç! Çık aklımdan be çık! Defol! Rahat bırak beni! Hayaletini sikeyim Arca! Piç kurusu! Allah'ın cezası Adana'nın gülü! Ne gülü be dikeni dikeni! Gerçi ne demişler gülü seven deveyi diken... Yok, öyle değildi! Aman be! Nefret ediyorum senden! Bıktım senden orospu çocuğu! Çek ellerini üstümden! Çek... Ahh nerdesin... Beni düşünüyor musun? Sen de yanıyor musun benim gibi? Gözüne uyku girmesin ulan, yan, kavrul emi! Nolur geri dön... Adanasız! Kahrol!"

 

Ağlaya ağlaya halının üstünde sızıp kaldı. Yetmiş üçüncü gece. Yetmiş üçüncü kez. İnsanı uykusundan uyandırıp ağlatan tek acının ayrılık olduğunu, hayat ona çok insafsızca öğretti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

*****

Loading...
0%