Yeni Üyelik
33.
Bölüm
@selinsafak

 

(Bu bölümde olumsuz örnek oluşturacak davranışlar, uyuşturucu madde kullanımı, kendine zarar verme, şiddet ve ileri düzeyde argo ve ironi bulunmaktadır. 18 yaş altı için uygun değildir.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

 

~~~❤️‍🩹~~~

 

Arca'ya en az iki ay boyunca doktor uyarısıyla içki içmek yasaktı. Midesinde yeni bir yaranın oluştuğunu söyleyen Rus doktor öyle buyurmuştu ve bu sürede yine sıkı bir diyet yapıp ilaç tedavisi görecekti. Oysa onun gördüğü de göreceği de ancak ebesininkinin tersiydi. Mağluptu, kaçaktı, sürgündü, terk-i diyardı, cüda düşmüştü, hicrandı, ahu figandı. Divan şairleri gelsin de hicranı onda görsündü, Yunan şairleri gelsin de trajedya nedir ondan öğrensindi.

 

Aleksey, genç adamın halinin hiç iyi olmadığını görünce ona reçeteli alınması gereken, kriminal hatta narkotik türevde ağır bir sakinleştirici hap verdi, Arca çölde serap görmüş gibi ilaçlara sarıldı. İki tane birden yuttu. Hayatının hiçbir döneminde ne esrar ne uyuşturucu kullanmamıştı ancak bir gün nasılsa kullanacağını biliyordu. O gün bugündü. Hayatı el bombasına dönmüştü ve üstelik pimi çekiliydi. Canlı bombaların hepsinin birer müptela olduğunu anımsadı. Ne yaşamış olursa olsun hiç kimse onca detonasyonu vücuduna ayık kafayla entegre edemezdi. Aklına parlak bir fikir geliyor gibi oldu. İlham denen şey insanlığın en ağır top misafiriydi ve öyle bedavaya gelmiyordu. İcatlar ihtiyaçtan, şaheserler ise ilham veren absent gibi yüksek halüsinojenlerden doğuyordu.

 

Bir kaç dakika sonra değişen ve hafifleyen ruh haliyle adama sırıtmaya başladı. Renklilerden ayrı yıkanmış beyaz çamaşırlar gibi arınmış, ışık huzmesi saçıyordu. Satı yengesi yaz sıcağında çamaşırları kuruması için bahçedeki tellere asarken, telin başından sonuna gelene dek baştakilerin kuruyuverdiğini söyler ve Adana sıcağını ev hanımı dilinde böylece tanımlardı. İşte o kirlerinden arınmış, kurumuş, havalandırılmış. çamaşırlar gibi bir hafiflik bir hafiflik...

 

Aleksey, "Bu Rus malı, dünyada en iyidir. Bitkisel ve yan etkisi yok. Dokunmaz qardeşlik. En çok ishal olarsın." Diye şişiniyordu.

 

Her gün Meyil'in videolarını izleyip kendini kaybedene kadar içti, birkaç hap attı. Amcasından ve reislerinden, 'Biz kullanmayız, kullandırmayız.' diye öğrenmişti ancak bu üvey ağabeyi olacak Rus gavurunun hiçbir konuda düsturu yoktu. Adamın hayattaki sloganı -siktir et! Cümlesiydi. Bu aralar Arca'yı çok derinden etkiliyordu o iki kelimelik şahane cümle!

 

Ölür müyüm? Siktir et!

 

Kalır mıyım? Siktir et!

 

Bağımlı mı olurum? Siktir eeeet...

 

Sikerler mi? Sssik-tir ett!

 

Bayıldı, ayıldı, geceyle gündüzü, ayları hatta hangi yılda ve dünya haritasının hangi enlem ve boylamında olduğunu şaşırdı, adeta hafızasını kaybetti. Üç gün boyunca odasından çıkmadan sadece votka ve hap alarak trans halinde ekrana baktı. İçki yasak denilmişti, votka değil. Bu kodumun ayıları, votkayı içki olarak saymıyor, daha kahvaltıda içmeye başlıyorlardı. Canına minnet!

 

Arzu onu üçüncü günün akşamında hala bilgisayar başında görünce bağırdı, "Yeter izleme artık! Bakele beni Meyil katili edersin! Kendini toplamazsan elimden kaza çıkacak, gebertecem o sürtüğü, sen de kurtulacan ben de! Yeter."

 

Arca yarasa gibi ışıktan rahatsız olan gözlerini iyice kısarak baktı, ağzıyla burnu yer değiştirmiş gibi sanıyordu, belki de burnu yoktu, onu hissetmiyordu, ağzını zor topluyordu ama yine de konuşabildi.

 

"Hanımefendiiii? Neey diyürsün oğlum sen? Beni üvey baba katili ettin, bir de ana katili etme Filiz Hanım! Siktir git depemden!"

 

El hareketiyle kadını odadan kovdu ve önünde ne var ne yoksa dağıttı, kırdı döktü. Meyil'in iki gün önce yayınladığı son şarkıyı büyük bir hazla delirerek, içine içine kanayarak tekrara aldı. Acısından öyle hoşlanıyordu ki şık bir kefen yapıp üzerine giyinmişti. Arabesk bir girdapta döne döne boğulmanın hayattaki en büyük zevki olacağını ondan önce tahmin bile edemezdi. Türlü halüsinasyonlar ve sanrılar arasında bayıla bayıla kahroluyordu. O kadar tatlı ve o kadar yoğun bir aşk acısı çekiyordu ki bu ucu bucağı bulunmayan sonsuz deryada çalkalanmaktan en az bir mazoşist kadar memnundu. Zaten Adana kebabını da acı olduğu için seviyordu.

 

Kebap demişken de Adana burnunda tütüyordu, Serkanla sabaha karşı pavyon çıkışı gittikleri ciğercide üçer sokum ciğer şiş ve şalgam için ciğerini verirdi. Öyle düşünürken Serkan davete icabet etmiş gibi belirdi; üzerinde boyuna ince mavi çizgili, beyaz keten gömlek ve beyaz keten bir pantolonla, bahçeye açılan sürgülü cam kapının ardından ona seslendi.

 

"Aco'm, can gardaşım!"

 

"Lan gardaşım ne yakışıklı olmuşsun, Allah'ıma kitabıma kız olsam ilk sana verirdim ha!" diye neşeyle kuzenine seslendi.

 

Serkan güldü ve gömleğini sıvazlayarak poz verdi,

"Yakışmış mı gardaş? Gel hele bak, burası on numara."

 

"E Alex'in bahçıvanı yapıyür bir şeyler... Bahçe güzel demi? Sen bir de içerisini gör!"

 

"Ben gördüm, güzel. Yanıma gel Aco'm. Çok özledim ulan! Bak Meyil de burada."

 

"Ha..." dedi, bu sohbette bir tuhaflık sezer gibi oldu ama neydi, çözemedi. Serkan ve Meyil yan yana. Ne alaka? Meyil mi ölmüştü yoksa Serkan mı dirilmişti? Yoksa kendisi Araftaydı da ikisini birden özlemekten mi bunca azap ve iç görü halindeydi?

 

"Meyil'i gördün mü sen?" diye sordu.

 

"Heye gördüm ya gardaş! Yenge Allah için on numara! Yakışır benim aslan gardaşıma!"

 

"Sevdin mi, beğendin mi?"

 

"Senin sevdiğin sevilmez mi Aco'm, Meyil bacım, baş tacımızdır. E haydi gel ama bizi çok bekletiyürsün?"

 

Serkan acelesi varmış gibi el sallayıp arkasını döndü ve camın arkasında kayboldu. Herhalde bir yere yetişecekti! Kendisi çok geç kalmıştı. Yoo, unuttum sanmıştı. Can kardeşinin acısını türlü dünya telaşlarıyla dindirdim sanmıştı. Neyse ki Serkan ona kırılmamıştı. Hiç kırılmaz hiç küsmezdi zaten. Ona da böyle yaren lazımdı! İlk çatırtı patırtı gördüğünde topuk yaylasına yaylayan değil.

 

Başını geriye attı, göz kapaklarının ağırlığını artık hissetmiyordu. Yumulu gözlerle de görüyordu. Serkan şimdi portakal bahçelerinden sesleniyordu.

 

"Siktir et ulan şu Rus piçini, biz has gardaş değil miyik? Gel haydi. Meyil de burada. Aha deya buralar çok güzel. Turunçlar bir çiçek açtı ki görmen gerek, miss mis!"

 

Sen ne zaman çağırdın da ben gelmedim?

 

Ceketinin cebinden babasının yadigarı kelebek çakıyı çıkarıp önce bileklerini kesti sonra telefonunu eline aldı. Rehberdeki tek numarayı bulup aradı.

 

Meyil, gece yarısı ekranında +7 ile başlayan uzun numarayı görünce yüreği ağzına geldi ve ekrana uzun uzun bakakaldı. Yabancı bir ülkeden arayan olsa olsa ya dolandırıcı ya da Arca idi ve iş işten geçtikten sonra ikisi de aynı kapıya çıkardı. Kapanacak diye korkuyla elleri titreyerek son anda açtı.

 

"Arca?"

 

"Konuşma. Bir şarkı söyle."

 

"Hı!"

 

"Söyle." Yutkundu, fısıltıyla ekledi, "Ebru Gündeş. Ağlamayacağım."

 

Meyil kısa bir an duraksadıktan sonra şarkıyı söyledi.

 

Git istersen bana ne

Bunlar artık bahane

Senle her şey şahane olabilirdi

Bir sorsana kalbine

 

Sevgi çok bol dese de

Aynısından bir tane bulabildin mi?

Bu yalan aşk oyununda

Doktorların yorumuyla

Ben gözyaşı sorunuma son verdim

 

Ağlamayacağım, ağlamayacağım

Beklediğin bu bunu yapmayacağım

Belki zor gelecek ama karşına geçip de

Hüngür, hüngür bir daha hiç ağlamayacağım

 

Ağlamayacağım, ağlamayacağım

İstediğin bu bunu yapmayacağım

Belki zor gelecek ama karşına geçip de

Hüngür, hüngür bir daha hiç ağlamayacağım

 

Doğrusu bu belki de

Yaşa kendi kendine

Mutluyduk ya daha ne olabilirdi?

Bir sorsana kalbine

 

Sevgi çok bol dese de

Aynısından bir tane bulabildin mi?

Bu yalan aşk oyununda

Doktorların yorumuyla

Ben gözyaşı sorunuma son verdim

 

Ağlamayacağım, ağlamayacağım

Beklediğin bu, bunu yapmayacağım

Belki zor gelecek ama karşına geçip de

Hüngür, hüngür bir daha hiç ağlamayacağım

 

Ağlamayacağım, ağlamayacağım

İstediğin bu bunu yapmayacağım

Belki zor gelecek ama karşına geçip de

Hüngür, hüngür bir daha hiç ağlamayacağım

Hiç kimse için bir daha

Ağlamayacağım

 

Şarkı sona erdiğinde Meyil hafifçe hıçkırdı ve seslendi,

"Arca?"

 

"Ağlama."

 

Ses çok uzaktan geliyordu, hem telefona uzak hem ruhen uzaktı. Bir mağaranın dibinden, bir kuyunun derinlerinden geliyor gibi soğuk bir uzaklık kulağına üflüyor, yanağını üşütüyordu, bu hiç hayra alamet değildi, telaşlandı..

 

"A-Arca? Se-sen neredesin? İ-iyi misin? Niye konuşmuyorsun?"

 

Cevap yok. Meyil kapattığını düşünüp ekrana baktı, telefon açıktı. Tekrar seslendi,

 

"A-Arca?"

 

Arca telefonu artık elinde tutamıyordu, masanın üzerinde hoparlör açık duruyordu. Sağ bileğinin içindeki derin yarıktan süzülen kanları beş parmağının da ucundan ayrı ayrı damlıyor, kolundan dirseğine, oradan kucağına ve yere sızıyordu. Sol bileği biraz daha dar ve daha sığ kesildiği için akış daha yavaştı. İki dakika içinde ayağının altında koyu bir kan birikintisi oluşmuştu. Kanlar süzülen parmaklarını alnına kaldırdı, yaslandığı sandalyenin arkalığından başını kaldırmadan sol eliyle alnını ovaladı, bileğinden süzülenlerle önce kirpikleri sonra göz pınarları kan doldu, kendi kanından kör oldu.

 

Oysa hiç ağlamamıştı, tek damla bile düşmemişti. Tabii olduğu yeraltı kanunnamelerinde erkek adam gözyaşı dökmezdi, kan dökerdi. Aşkın raconu böyle miydi, sayılır mıydı? Körfez'de sevdiysen burada unutacak mıydın? Bıraktığın seninle gelmez miydi? Ben Halep'te 70 arşın atlıyorum, demeye benzemezdi. Halep oradaysa arşın buradaydı, atla da görelimdi.

 

"Hıh-hı."

 

Zayıf bir sesle güldü. Sağ elini hiç hissetmiyordu galiba orası fazla kaçmıştı. Zaten şu solunun hiç ayarı yoktu. Tersi pistir denen cinsin muazzam bir örneği, muhteşem bir solaktı. Kan, insanı hipnotize edecek bir yoğunlukla oluk oluk akıyordu. Nabzını, kanın fırk fırk damardan çıkışında çok net görebiliyordu. Az sonra azalacaktı.

 

"Arca? Konuşsana. İ-iyi misin?"

 

"Hakkım... Varsa helal olsun. Hoşça kal."

 

Küüüüt!

 

Vıcık vıcık kanla sıvalı elinin kuvveti kesildiği an Arca fenalaştı, başı masaya, telefon ise yere düştü.

 

Meyil çığlık attı.

 

...

 

Kesin olarak ölmeye karar verseydi bu kadar uzun süren acılı ve afili göründüğü kadar afili olmayan hatta düpedüz boktan bir yöntem seçmezdi. Silahı vardı. 15 yaşından beri hep silahı vardı. O an hemen ölmek isteseydi ölürdü, öldürmeyi bilirdi. Bir adam en kolay nasıl ölürdü veya en zor nasıl ölürdü, pekala bilirdi. Bir dahakineydi kısmetse inşallah...

 

Bu bir yardım çağrısıydı.

 

Duyulmayı bekliyordu.

 

Biraz da kanlı gösterileri sevdiğinden.

 

Yoksa soldan sağa tek kurşun sıkardı, bitirirdi. Sağdan sola değil, öyle yapamazdı. Onun hayatı saat yönünde akmıyordu, solaktı işte, tersti, aykırıydı! Ama bilek denen uzvun üzerinde de kesici delici aletle yaklaşmayın diye yazmıyordu. Öyle sağdan sola veya soldan sağa da kesilmiyordu. Orada da işler uzmanlık gerektiriyordu, dikine! En az beş milim derine gömecektin emaneti. Sonra da bekle akacaksa damarda durmayan o sıvı, aksın aksın aksın...

 

Ölme eşşeğim ölme! Hah, bu olmuştu işte. Tam olarak öyleydi.

 

Takriben diğer bileğe geçmek istiyorsan ki buna adamın maçası biraz sıkardı, bir kere tendonları kopartmıştın ki bıçağı hala tutabiliyorsan diğer bileğe aynı kuvveti uygulaman çok zordu. Hadi bir haykırma, can havli, iman gücü, deli cesareti ve son adrenalin zımbırtısıyla öbür bileğe giriştin... İlki gibi temiz bir kesik atacağını sanma. Gitti caağnım bilek, Müslüm konserinde kendini jiletle doğrayan tırreklere döndün veya acemi kasap çırağına... Kan revan.

 

Revan mı hakkaten? Ee iyi akıyür bu. Tazyikli. Güz-zeeel...

 

Şimdi de miden bulanıyor, sabah ne yediysen hepsi kucağında. Kanınla kusmuğun içiçe geçmiş halay çekiyor. Gotik olacağım derken mundar gideceksin Allah'ın denyosu! Daha şık intihar yolları yok muydu?

 

Vardı.

 

...

 

Onun düşme sesini duyan hizmetkârlar hemen odasına seğirtmiş Aleksey ve Arzu'ya haber vermişlerdi. Kapı kilitliydi ve Arca'ya seslenmelerine rağmen cevap vermiyordu. Aleksey kapıyı tekme atarak kırdı ve onu kendi kanıyla kusmuğundan ibaret bir gölün içinde buldular. Nabzı çok yavaşlamış ve bilinci kapalıydı. Aleksey hemen helikopterini kaldırarak onu hastaneye yetiştirdi.

 

Hayatta hiçbir şey bana koymaz sanan, kimsenin yaptıklarına şaşırmam, herkesten her şeyi beklerim diyen, soğukkanlılığı ve gaddarlığı kadar kendi ailesine bile acıması olmayan Arzu, şoka girmişti. Dakikalarca tek kelime bile edemeden kesik kesik çığlıklar atarak zıpladı, önüne gelenin yakasına yapıştı, inledi, haykırdı ama ağzından tek bir anlamlı kelime çıkmadı. Ne Türkçe ne Rusça. Sadece boğulmuş hecelerle kaçan canhıraş çığlıklar...

 

Hiç beklemediği şekilde yakalanmıştı. Yıkılmam diyen tüm kaleler, altına yeterli dinamit konulmasına bakardı.

 

Ameliyathaneden çıkan Rus plastik cerrah, Arca'nın uyandığını ve bilincinin açıldığını söyledi. Üç saat süren operasyonla kopan damarlar, sinirler ve tendonlar yeniden uç uca bağlanmış ve genç adama dört ünite kan nakledilmişti. Arca ile konuşabildiği birkaç cümleden bahsetti.

 

"Serkan diye birisi çağırmış. Onun yanına gidecekmiş, acelesi varmış." Deyince Alex ve Arzu bir an bakıştılar.

 

Doktor, hastanın hayati tehlikesi kalmadığını ancak 24 saat yoğun bakımda takip edildikten sonra psikiyatri servisine sevk edileceğini söyleyip gitti.

 

Aleksey, "Serkan kim?"

 

"Amcasının oğlu."

 

"Çağır gelsin."

 

Arzu sinirli bir gülüş attı, "Öldü! Anlamadın mı? Kuzeninin çağırdığını görüp bileklerini kesmiş! Ben de o çocuğun ölümünü ne çabuk atlattı diye seviniyordum. Meğer o kızı yara bandı yapmış."

 

"Yarım kutu ilaç almış, tabi halüsinasyon gördü. Kızı getir madem."

 

"Adamlarım Körfez'de benden haber bekliyor. Sen transfer işini hazır et, kızı her an kaldırabilirim."

...

 

Parlak beyaz spot ışıklar altında, yapay olarak soğutulmuş yoğun bakım ünitesindeki numaralandırılmış sedyelerden biriydi artık. Moskova'nın Kalanchevskaya Ulitsa bölgesinde GMS Hospital'in travma yoğun bakım ünitesinde 4 numaralı yatak.

 

Verilen ağrı kesicilerin etkisiyle mi yoksa dibine batıp çıktığı o uçurumda tüm arazını bıraktığından mı nedir, hafiflemişti. Beyaz boyalı boş tavana bakarken kuş gibiydi.

 

Arzu'yu görmek için hemşirelere seslendi. Birkaç kelime Rusçasında, annem demeyi öğrenmişti. Bu kadar. Hemşireler az sonra steril giysiler içindeki Arzu'yu getirdiler.

 

Kadın çok kızgındı. Arca kadının kan çanağı gözlerine ve yüzündeki tırnak izlerine bakınca durumunun sandığından daha ciddi olduğunu anladı.

 

Arca bileklerindeki pansumanlarına bakıp zoraki bir fısıltıyla,

"Hatırlamıyorum..." dedi.

 

Arzu ona inanmadı, çok kızmıştı. Ölmediği için kızabiliyordu tabi, ölseydi bir daha ona kızamazdı. Oysa intihar eden herkes ölürdü. Ölmeye susayan her can ölümü tadardı. Bazısı geri döner bazısı dönmezdi ama varılan o sonsuzluk kıyısında yaşanan vazgeçmişlik hissi, neticede ruhun ölümüydü.

 

Arzu dudakları, elleri, kolları büsbütün vücudu titreyerek hafifçe omzuna dokundu. Arca neler olduğunu sordu. Arzu, hastaneye geldiğinde nabzının durduğunu, elektroşok ve adrenalin ile geri getirildiğini söyledi.

 

Demek, yaklaşmakla kalmamış, başarmıştı.

 

"Çok derin kesmişsin. Ölebilirdin şerefsizin evladı! Sen bana bunu nasıl..."

 

Arca bomboş baktı. Kupkuru dudaklarını araladı, sesi çekmeyen radyo gibi cızırtılı çıktı. Boğazını zorladı, bir kez daha,

"Hatırlamıyorum." dedi.

 

Kadını daha önce ağlarken görmemişti. İşte şimdi Arzu en az on yıl yaşlanmış ve katıla katıla ağlıyor, inim inim inliyordu. Boğulurcasına hıçkırıklarının arasından kulağına, özre benzeyen sözler de çalınıyordu. Serum ve hasta başı monitörüne uzanan kablolardan dokunacak, sarılacak bir boşluk arıyordu fakat oğlu o an kırılacak bir şeymiş gibi dokunmaya da korkuyordu.

 

Arca beyaz tavana bakarak sayıklar gibi fısıldadı, "Meyil?"

 

Arzu başını salladı. "Getiriyorum."

 

"Hayır. Duydu mu?"

 

Arzu bu kez başını sağa sola salladı. "Telefonun açıktı, bir şeyler duydu. Hemen telefonu kapatıp Ali'yi aramış, Ali'den beni arayıp sana bir şey olduğunu haber vermesini istemiş. Telaşlanmış. Ama ne olduğunu anlamamış."

 

"Bilmeyecek."

 

"Adamlarım sokağında. İste, hemen!"

 

Arca, su içmek istedi. Boğazındaki kuruluk biraz serinleyince sakince konuştu, ruhu ölüydü, güçlü bedeni sebzeye dönmüştü, yıkılmaz gururu paspastan halliceydi ancak gözleri her zamanki kadar canlı ve alev alev bakıyordu.

 

"Ne yaptığımı öğrenmeyecek. Hiç! Hiçbir zaman! Onu alıp getirirsen kendime de ona da sıkarım! Bana başka yol bırakmazsın. Sakın ilişme."

 

Arzu'nun sapsarı kesilmiş benzi yeniden kanı çekilmişçesine beyazladı. Başını salladı.

 

Arca salağa anlatır gibi tembihledi, "İyi olduğumu bildir. Hat kesilmiş felan... De."

 

"Tamam, ararım."

 

"Ne zaman çıkarım buradan?"

 

"Bugün müşahedede kalacaksın, yarın taburcu oluruz. Yanında kalacağım. Hadi dinlen oğlum. Uyu biraz."

 

Arca uykuya dalınca Arzu odadan çıkıp koridorda bekleyen Aleksey'e çattı, "Bir daha ona hap map verirsen seni pişman ederim. Sana ilişmem Alex, sana benim yaşadığımı yaşatırım anladın mı? Arca'ya olan senin oğullarına da olur! Aynısı! Bundan sonra ayağı taşa takılsa senden bilirim. Onu kendinden bile koruyacaksın!"

 

"Üzgünüm Arzu, ben bele olsun istemezdi. Ben o haplarda hep içiyordu, benim doktor böyle şey olmaz diye söylerdi."

 

"Arca toparlanınca ben Türkiye'ye gideceğim, şu basının sesini kısmak gerek. Fazla oluyorlar! Gitmişken birkaç itin de ümüğünü sıkar hıncını alırım bari."

 

...

 

 

Meyil, Arzu ile konuşmasında kadın ona hiçbir sorun olmadığını söylemesine rağmen ikna olmadı, Arca'nın sesini duymak istediğini söyledi. Oysa Rus sağlıkçılar, genç adamı hastaneden taburcu etmeden psikiyatri servisine sevk etmişti ve psikiyatrist ona kızla görüşmesinin iyi olmayacağını salık vermişti. Yine de Aleksey'in minibüsünde eve dönerken Meyil'i aradı.

 

Meyil 34 saattir onun aramasını beklerken kulübe iki kez gitmiş, Arzu'yu üç kez, Ali'yi ise altı kez aramıştı.

 

"Arca iyi misin?" diyerek hışımla açtı.

 

"İyiyim sevgilim, ne oldu ki?"

 

"Nasıl ne oldu? Dün... Sen? Yani? Aradın ya? Be-ben bir şey oldu sandım."

 

"Ne olabilir? Hat kesildi. Abimin dağ evindeydik. Burada bazen araya başka hatlar da karışıyor. Sesin cızırtılı geliyordu zaten. Şarkıyı da pek duyamadım. Neyse, başka zaman."

 

"Ha? İyisin yani? Bir şey yok dimi? Ben, şey sandım..."

 

Arca daha önce de bu şekilde arayıp şarkı söylemesini istediğinde Meyil, telefondan silah sesleri işitmişti. Anımsayınca öfkeyle burnundan soludu. Sevgilim mevgilim ne demekti? Telaşlı sesini derhal sitemli tona çevirip ayrılıklarını hatırlatmak istedi.

 

"Her neyse! Ben yanlış anlamışım."

 

"Evet, yanlış anlamışsın. Yine de benim için bu kadar telaşlanmandan çok etkilendim. Özledin mi?"

 

Meyil, gözlerini sıkıca yumdu. Demek muhabbet edeceklerdi? Önce küfretmeyi düşündüyse de ne kadar endişelendiğini hatırlayınca dürüst olmaya karar verdi.

 

"Özledim. Özlüyorum Arca. Çok! Ayrıldık diye seni umursamadığımı sanma. Çok sevdim. Benim için çok değerlisin. Hep öyle kalacaksın."

 

"Vallaha mı?"

 

"Alay mı ediyorsun? Ciddiyim. Bak, amacın ne bilmiyorum ama yapma. Zaten çok zorlanıyorum. Bana da kendine de daha fazla acı verme. Lütfen. İyi ol. Lütfen, dost kalalım."

 

"Seni arayayım mı? Ara sıra?"

 

"Olur. Ara tabii. Sesini duymak iyi olur."

 

"Sesini duymak benim için o kadar iyi olmasa da, eyvallah. Arayacağım. Ama ben şarkı istersem söyleme. Söyle ama neşeli bir şeyler söyle. Olur mu?"

 

"Tamam. Adana Köprübaşı'nı söylerim."

 

Arca yine güldü, "Deli kızım." Diye hasretle mırıldanırken dudaklarını ısırdı.

 

Yanındaki Arzu ve karşısındaki Aleksey genç adama şaşkın bakışlar attı. Neyse ki ölüme ve modern psikolojiye kafa atan sersemin yüzü gülüyordu.

 

Meyil ise telefonu göğsüne bastırıp kendini koyvermemek için zor duruyordu. "İyisin dimi? Görüntülü arar mısın? Nedense sana inanmıyorum, içimde kötü bir his var."

 

Arca alçak sesle kıkırdadı, "İçinde ben varım aşkım. Unutamıyorsun. Allah'tan tek duam, unu-ta-ma. İçinde hep ben olayım."

 

"Ahh! Yapma!"

 

"Ne yaptım?"

 

"Arca, kapatmam lazım. Derse giriyorum."

 

"Tamam güzelim."

 

"Tamam. Şey, ararsın..."

 

"Arayacağım."

Telefonu içini çekerek yüzünde melankolik bir memnuniyet ifadesiyle kapattı.

 

Arzu ve Aleksey'e döndü.

"İkinize de ilk ve son kez söylüyorum; bir daha Meyil'e zarar vermekten, onu zorla buraya getirmekten söz eden olursa sizi parçalarım! Bana ne yapıp yapmayacağımı da söylemeyeceksiniz! İster kafamı keserim, ister göbek atarım! Aşk benim sevda benim ulan, size ne! Siz kendi işinize bakın. Adını ağzınızdan duymayacağım!"

 

...

 

Bir daha halüsinatif haplara yanaşmadı. Normal bünyelerde yatıştırıcı etki gösteren o tür müdahaleler demek ona yaramıyordu. İki duble içince sapıtan, götü başı dağıtan acemi alemciler gibi kafası üstüne çakılmıştı. Ekstrem bir maceraya atılıp deneyimin iyisi kötüsü olmaz diye düşündüyse de sonuçtan hoşlanmamıştı. İki bileğinin içinde daima taşıyacağı dikiş izleri, ruhundaki utanç nişanesi olarak onunla yaşayacaktı. Ruhu, kaderine rest çekerek yaşadıkça daha çok ölecek ama ölümün ipek sicimleriyle bileklerine dikilen o Araf yolculuğu, ona her adımda eşlik edecekti.

 

Hiç olmadığı kadar sakinleşmiş ve dalgın, durgun, düşünceli, hareketsiz, melankolik bir duyguya bürünmüştü. Arzu ve Aleksey, hayatında unutmak istediği tek anların o lanet olası şahitleri olarak mühürlenmiş gibiydi ve yine yok saymak istediği bir anına şahit olmuşlardı. Uğursuz zenginlikleriyle sarmalayışları ona hiçbir zaman iyi gelmemişti, ilgilerinden de iyiliklerinden de tiksiniyordu. Sevmediği ot misali hep burnunun ucunda bitiyorlardı ve ölüm kokuyorlardı, ölüm saçıyorlardı, ona ölüm vaadediyorlardı.

 

Vladimir'i öldürmesi bir şov değildi, o iki mahşer midillisine görkemli bir miras kalmıştı, Arca'ya ise katil yaftası... İlk cinayet nedir, ne demektir bilirler miydi? Ölmekten korkmuyordu fakat öldürmekten tiksiniyordu.

 

İşkencecisini çıplak elleriyle boğduğuna hiç pişman değildi de, çocukluğuna dair zarif çizgilerin kırıldığı ve masumiyetini öldürdüğü günü unutabilir miydi? Birkaç gün önce yaptığı şey, zaman çarkının ördüğü bir kısas ağı mıydı? En son bu evde üvey babasının kanıyla lekelediği ellerini kendi kanıyla yıkayarak temizleyebileceğini mi göstermek istemişti? Rus psikiyatrist ile ah bir söyleşebilseydi, şu bilinçaltı denen deryanın anahtarlarını ona verir miydi? Artık Rusçayı da öğrenmek lazımdı.

 

Çok düşündüğü, zamansız dalıp gittiği, hiçbir şey yapmamaktan miskinleştiği günlerdi. Bir sabah, Aleksey ona artık iyi olduysa biraz iş konuşmak istediğini söyledi. Türkiye'den bazı haberler almıştı. Fermanla bağlantısı olan bir uyuşturucu baronu Körfezdeki sevkiyat zinciri bozulduğu için -O Adanalı küçük piç kendini çok akıllı sandığı için iki Beyi indirdi, eğer gerçekten akıllıysa Türkiye'ye hiç dönmesin, diye haber göndermişti.

 

İçinden, bana böyle şeylerle gel bro, diye neşelendiyse de hemen heveslenmesin diye Aleksey'e belli etmedi.

 

Alex, "İğrenç heriflerin kuyruğuna basmışsın, bu da doğru yolda olduğunu gösterir. Düşmanların ne kadar alçaksa o kadar yükselirsin."

 

Aforizmaya bak babasını satayım-dı! Dostoyevski'nin torunu muydun mübarek? İçin için güldü. Daha dışından gülecek kadar affetmemişti üvey biraderini. Hatası neydi bilmiyordu ama içinde küskün bir küçük kardeş vardı, mızıkçılığı bırakmıyordu.

 

"Rusça öğrenirse ben sana Rus pasaport çıkartacak. Ne kadar kalın kafalı adamsın, öğrenmek istemezsin! Akıllı ol!" diye de eklemişti.

 

Rusya'da kaçak olarak bulunuyordu. Aleksey'in nüfusu sayesinde sahte kimlik ve pasaport edinmesi mesele değildi ama kendisi olarak yasal bir pasaport edinse de hiç fena olmazdı. Öğrenecekti artık mecburen. Hiç de hevesi yoktu, Rus dili kulağını tırmalıyordu.

 

Aleksey, bu uyuşturucu baronuna orta parmak gösterecek bazı planlarından söz etti. Arca başını ağır ağır sallayıp onaylar gözüktü, döndüğünde İstanbul'da kumarhane açacağından söz etti. Geldiğinden çok daha güçlü olarak dönecekti. Şu mahkeme bitsindi hele...

 

Arzu çok riskli olduğunu söyledi, İstanbul'da lüks bir casino açmak, başsavcıya pandik atmak gibi bir şeydi. Ömrü, saklanmakla geçecekti. Arca içinden bu benzetmeye de güldü. Teşbihler kraliçesi dedi.

 

Alex, Arzu'ya döndü, "Babam ve ben, sende en sevdiğimiz yan cüretindi Arzu, şimdi oğlun söz konusu oldukta riskten söz edersin. Ona iyilik yapmak istiyorsa, sen bana verdiğin gibi tavsiye verecek. Onu korumak için temkinli biri olmak öğütlemek ona fayda değil zarar verir. Senin, oğlun, bir sadist! Senin gibi... O hem de mazoşist! Kendini kesti! Kaos ile beslenir, tıbben manyaktır! Bırak da olduğu kişi gibi iş yapsın."

 

Ab-boo dedi, içinden, şeddeli söyledi. Dışından söyleyerek adamı hiç de yüzlemeyecekti. Tıbben manyak? Nasıl yani, tıbben ölü deyimini duymuştu da bu kırık Türkçesiyle ahkam kesen tilki suratlı, literatüre yeni olgular mı sokuyordu yoksa kelime hatası mı yapmıştı?

 

İçinden; -Bana tıbben manyak diyene bak, ruh hastası, sosyopat, Stalin'in yan çarı, despot, komünist manifestonun bug'ı, Sibirya çingenesi... dedi. İçi dışına çıktığından beri dışı pek söylemiyordu, herhalde söyleyesi yoktu. İçinden attığını dışından tutuyordu.

 

 

**🥀**

 

 

 

Loading...
0%