Yeni Üyelik
34.
Bölüm
@selinsafak

 

6 Ay 12 gün sonra

195.gün

 

13 Nisan 2021

 ...

 

Babasının cenazesinden sonra polise ifade veren Batuhan, o gece babası tarafından başına bir iş gelmesin diye fabrikada bir depoda alıkonulduğunu, orada uyuyakaldığını, hiçbir şey görmediğini söyledi. Babasının onu sakladığını, hiçbir şeyden haberi olmadığını, sabaha karşı fabrika bekçisi tarafından tutulduğu odanın kapısı açılınca evine gittiğini ve babasının haberini aldığını ifadesine ekledi. Ertesi gün kaldırılan cenazenin ardından bütün veraset işlemlerini avukata devredip annesiyle birlikte Ukrayna'daki üniversitesine kaçtı. Ne miras ne fabrika umurundaydı. Çok korkmuştu ve hala korkuyordu. Babasının nasıl bir bataklıkta ne tür çamurlu işlere battığını hiç anlamamıştı.

 

Olanlardan çok sarsılmıştı, en çok babası tarafından Meyil'in kaçırılıp alıkonulması onu dehşete düşürmüştü ve şok içinde geçirdiği saatler sonunda doğru bir karar verebildiği için şükrediyordu. Babasını ne uğruna olduğunu bile bilmediği bir savaşta kaybettiği gece, Meyil'i de kaybetseydi herhalde kendini de büsbütün kaybederdi. Zaten babasının ölümünü hazmetmesi kolay olmamıştı. Geceleri kâbuslar görüyor, silahlı adamlar tarafından kovalanıyor, kan ter içinde bağırarak yataktan sıçrayarak uyanıyordu.

 

Bir anda hayatı tepetaklak olmuştu. Babası ailenin tek hâkimiydi, işlerini karısıyla bile paylaşmazdı üstelik Sevgi de bu feci ve ani kayıpla şoka girmişti. Kadının düşündüğü tek şey oğlunun ve kendisinin can güvenliğiydi. Soluğu apar topar Ukrayna'da aldılar ve arkalarında bıraktıkları Karadeniz enkazı ve mirasını Mehmet'in müdürlerine, avukatlarına ve yeğenlerine bıraktılar.

 

Batuhan bir defa Meyil'e telefon açmaya cesaret edebildi. Telefonların teknik dinlenmeye alınmış olabileceğinden korktukları için ikisi de sadece hal hatır sorup havadan sudan konuştular. Bu konuşmada öyle bir ağırlık ve ölüm sessizliği vardı ki, kesik kesik, yutkuna yutkuna kurulan ağlamaklı cümlelerden öteye eski arkadaşlıklarının bir daha düzelemeyecek kadar yara aldığı anlaşıldı.

 

Meyil telefonu kapatırken, "Kendine dikkat et, kendine yeni bir hayat kur, Körfez'i arkanda bırak, iyi ol. Hoşça kal." Diyerek son vedasını ettiğini belli etti.

 

Batuhan da bir daha kızı aramadı. Hayatta ergenlikteki aile problemlerinden, babasıyla tartışmalarından, arkadaş grubundaki meselelerden ve ilk aşk acısından daha vahim acılar olduğunu çok sarsıcı bir şekilde öğrenmişti.

 ...

 

Meyil her şeyin sorumlusunun o olduğunu, o hayatından çıktıktan sonra anladı. Meğer neşesini çalan, enerjisini sömüren, ümitlerini karartan, hayatına ipotek koyan kımıl zararlısı gidince her şey olması gerektiği gibiydi. Ana kız gül gibi geçinip gidiyorlardı. Kademsizliğinden uğursuzluğundan da kurtulmuşlardı Muarrem'in, Sibel boşanınca Şanzelize Kuaför 'ün bile işleri açılmıştı.

 

Sibel, boşanmıştı! Hem de Muarrem'i anlaşmalı boşanmaya ikna edip tazminat olarak kendine bir de araba aldırmıştı. Gerçi ikna eden o değildi, Sibel hapisten çıkan Nedim'i ziyaret edip bir kez daha yardım istemişti. Nedim artık ne söyledi ne yaptıysa Muarrem boşanmaya ayak diremekten bir anda vazgeçivermişti!

 

Sibel de, Meyil'in evine yerleşip keyif çatarken,

"Canım, Arca'dan ayrıldıysan da o kadar hukukumuz oldu yani, dost kalmayalım mı? Başımız sıkışınca yardım rica etmeyelim mi? Tek başımıza kadınlarız, olacak o kadar. Hem Nedim mert adam, başının sıkışmasını bekleme, her zaman gel, dedi." diyordu.

 

Meyil, sanki kendisi kanserli bir tümörden kurtulmuşçasına veya nakil olduğu organ bedenine tam uyum sağlamışçasına adeta yeniden doğduğunu hissediyordu. İşte yıllardır özlemini çektiği huzur, ana-kızın kapısını nihayet çalmıştı. Gerçi Sibel'in fazla sosyal ve insan canlısı hal ve hareketleri genç kızı epey yoruyordu ama neyseydi. Sibel de gün yüzü görmeyi hak etmişti. Bütün gün dükkânında müşterilerle çene çaldığı, boşanmasını ballandıra ballandıra anlattığı yetmez gibi neredeyse her akşam kuaför arkadaşlarıyla bir yerlerde takılmaya gidiyordu. Sık sık The Gulf'e gidip canlı müzik dinleyip içmeye de başlamıştı. Meyil, yakında sevgili de bulur, eve erkek atmasa veya yine çulsuzun biriyle evlenmese bari diye düşünüyordu. Sibel çok genç, neşeli, alımlı ve güzel bir kadındı, erkeklerin ilgisini cezbediyordu, nasılsa biri düşecekti peşine.

 

Amaan, her şey olacağına varırdı. O sadece Ayt ve Tyt belasını atlatsındı yeterdi. Bütün kış başını test kitaplarından kaldırmamıştı ve kafası zehir gibi çalıştığı için deneme sınavlarında çalışmasının karşılığını alıyordu. İstanbul'daki hukuk fakültelerine yetecek puan çıkarıyordu, kapağı İstanbul'a bir atsa, daha karada ölüm yoktu, sırtı yere gelmezdi.

 

Arca'nın özleminde kendini derslere vurmuştu. Yapacak başka hiçbir şeyi ve başka şeylere de hevesi olmadığından çiftlik katırı gibi çalışmıştı. Dershaneden gelince yemek yer yemez tekrar masa başına oturuyor, özet çıkarmak, konu tekrarı, örnek çözümü, çıkmış sorular derken videolu dersleri dinliyor ve sabahlara kadar test çözüyor, çözüyor, çözüyordu.

 

Netleri çok iyiydi, okul kaydını açık öğretim lisesine aldırırken bölüm de değiştirmişti. Sayısaldan eşit ağırlığa geçtiği için kendini ayrıca kutluyordu çünkü Türkçeyi full çıkarıyordu. Sadece içindeki yalnızlığı ve özlemi çözemiyordu. Arca, ararım demişti fakat aylardır hiç aramamıştı. Birkaç kez Buğra'yı görmek için gündüz kulübe uğramıştı, kendisi hariç tüm kadro oradaydı. Yeni bir müzik grubu da vardı. Sahneye karşıdan bakarken iç geçirerek şarkı söylemeyi çok özlediğini anlıyor ve içi burkuluyordu fakat asıl özlediği o camekânlı ofisin içinde oturan janti Adanalıydı.

 

İşte o burnunda tütüyordu! İyi olduğunu söylüyorlardı. Rusya'da annesinin ve üvey ağabeyinin yanındaydı, güvendeydi, Allah iyilik versindi fakat herhalde dönmeyecekti? Kimse o konuya girmiyordu, Meyil de kimseye soramıyordu. The Gulf'te eski bir tanıdıkmış gibi hoşgörüyle muamele görüyordu fakat Arca ile buralarda sanki o fırtınaları estirmemişler, hiç var olmamışlar gibi isimleri aynı cümlede anılmıyordu. Peş peşe cümle içinde bile geçmiyorlardı.

 

Ah şu sinsi Nedim'in bakışları... Nasıl kıvrandığını görmüyor muydu? Ne olurdu birazcık çıtlatsaydı! O nasıl diye soruyordu utana sıkıla. Domuz, ketum herif! İyi diyordu. Bu kadar. Dahasını soramıyordu. Dönecek miydi? Ya ne zaman?

 

Soramıyordu.

 ...

 

Bir gün dershane kantininde sınıf arkadaşlarıyla oturuyorlardı. Derken yanlarına etüt saatlerine giren genç stajyer öğretmenleri geldi, sohbet koyulaştı, deneme sınavı için iddialara girildi, diğer sınıftan gençler de masanın etrafına toplandı, öğretmenler derse gitti, gençlerin bazıları dağıldı bazıları masada kaldı, kalanlar tanıştı.

 

"Meyil. Senin kendini tanıtmana gerek yok ki seni tanımayan mı var?"

 

Genç kız tek kaşını kaldırarak sesin geldiği yöne baktı, çocuğun eli havada kaldı. "İyi anlamda herhalde!" dedi Meyil azarlar gibi dik dik.

 

"Tabii, güzelliğinden, herhalde." Derken esmer, iri yarı delikanlı utandı, herkes gülüştü, birileri masalara vurdu, böğürdü.

 

Meyil uzun zamandır toplum içinde kınayan bakışlara maruz kalmaktan yorulmuştu ve böylesi iltifat edilmesini beklemiyordu, çocuğun cesaretinden hoşlandı. Adının anıldığı, o korkunç cinayetlere karışan kabadayının eski patronu ve sevgilisi olduğu konusu, liselilerin magazin gündeminden bütün kış hiç düşmemişti. Herkes ona çekinceyle karışık bir kınamayla bakıyordu, onu biraz yollu olarak görüyorlardı; kızlar onunla takılmıyor, erkekler göz ucuyla bile bakmıyordu. Bu yaşlarda zorbalanmak ölüm demekti, kaşar diye dışlanan birine yaklaşmak ise deli cesareti.

 

Elini genç oğlana uzattı,

"Aslında denemelerde de hep ilk beşteyim ama demek güzelliğim konuşuluyor." Derken, dershane ortamındaki en büyük avantajı olan sınav başarısını bir kez daha çevresindekilerin gözüne gözüne soktu, çıkardı.

 

12 TM'lerin C şubesinden delikanlı, "Reşat ben." dedi, baygın bakışlarını ve sandalyesini de alıp iki arkadaşını tekmeleyerek Meyil'in yanına yanaştı. "Yani siktir et denemeleri diyeceeem, olmayacak. Ama şimdi şöyle de bir şey var yani Meyil bacı, sana bakan napsın denemeyi!"

 

"Bacı deme lazım olur!" dedi oğlanlardan biri.

 

Ulumayı andıran kahkahalar yükseldi.

 

Meyil elini saniyelerdir avcundan bırakmayan çocuğun elinden kıvırarak çekti. Kaşlarını çatarak daha önce hiç dikkatini çekmemiş bu şakacı yüze ilgiyle bakmaya başladı.

 

Reşat devam etti.

"Canım yani denemelerde derece yapman da konuşuluyordur ama ben o kısmı dinlememişimdir! Bu kadar da Allah'ın premium kulu olunur mu babında? Sen hem zeki hem güzel... Ee sesin de güzel-miş! Nee bakıyonuz, yalan mı? Kız ilahi torpilli lan baksanıza sapsarı, elf gibi! Galadriel'in Körfez şubesi mübarek! Bir de bana bak, 90 kilonun yarısı kıl amına koyayım, sabah sakal tıraşı oluyorum öğlene kadar uzuyor, insanın gözünde kıl çıkar mı, çıkıyor işte!" diye ortaya attığı monoloğuna başladı.

 

Yanındaki şişman oğlanın omzuna külçe gibi yumruğunu indirdi, "Gülme lan, hele sana bak, yarım dünya, obez herif! Sen hiç gülme bıyıklı abla, git hormonlarına baktır, sende kesin polikistik over sendromu var!" diyerek epey esmer kızlardan birine sataştı. Esmer kız ciyaklarken Reşat aldırmadan devam etti,

 

"Ben baktırdım mesela, doktor babama beni işaret edip ağabeyin mi diye sordu, babam yok dedi, babamın büyükleri hep halam, bizim babaanne başka oğlan doğurmamış, sonra dedemin kumasından bir oğlu daha oldu ama o daha üç yaşında. İnsan amcasını ayağında sallar mı? Kürt'sen amcanın boklu bezini bile değiştirirsin! Neyse, benim hormonlarda sıkıntı yokmuş, on yaş ileriden gidiyormuşum. Kuma babaanneye bayramda yanaştım, dedim ki boynundaki zincirden bir yarım altın ver de lazer epilasyona gideyim. Vermedi tabi! Bizim mahalle berberi Hakan Abi, sayemde ev araba yazlık aldı, iki günde bir tıraşa gidiyorum. Şerefsiz makine tıraşına da üç yüz yazıyor, elektriğe zam gelmiş! Bizim Erciş'te olsa elektrik hep kaçak tabi..."

 

Kahkahalar, alaylı sataşmalar, yuh ulan adam amma konuştu diye Reşat'ın gevezeliğine takılmalar...

 

Meyil gözlerini kırpıştırdı. "Reşat? Memnun oldum. Monoloğun bittiyse etüte..."

 

Oğlan kızın içine düşecek gibi öyle hayran ve şapşal bakıyordu ki sesli iç geçirmesine herkes böğüre böğüre güldü. Reşat gülüşmelere ve böğürmelere aldırmadan Meyil'in karşısında ayağa kalktı ve süzgün bakışlarını kızın yüzünden hiç ayırmadan yine devam etti.

 

"Yani nasıl memnun olursun şu sıfatla tanışmaktan bilmiyorum ama sağ ol. Ben, beni gece görsem altıma sıçarım. Gece çıkınca zaten beyaz tişört giyiyorum yoksa arabalar görmüyor, karşıdan yürüyen bir tişört bir de diş geliyor anasını satayım! Gülmeyin lan! Hatun yakından daha güzel, apışıp kaldım! Çenemin yayı gevşedi, toplayamıyom! Meyil rahat rahat yavşıyorum diye kızmıyorsun inşallah. Ben şeyden... Yani nasılsa bana bakmazsın diye işte ortamın eşşeği modundayım. Güldüreyim garibanları, sevaptır. Tabi güzele bakmak da sevaptır, çok sevap point kasıyoruz sayende be Meyil! Valla! Hiç öyle sadakaymış, zekatmış işim yok, miis! Sen öyle dur, biz bakalım, yazılsın şol cennetin ırmakları. Zaten bu dünyada yanmışız..."

 

Meyil kahkahalarla güldü. "Çok şekersin Reşat, cidden kendini bu kadar gömme. Bu çeneyle komedyen falan olursun! Hem ben zaten keko seviyorum." Deyip test kitabını alarak gitti.

 

Reşat, kızın arkasından bakarken rengi kıpkırmızıydı. Son cümlenin etkisiyle az daha çenesi aşağı düşecekti.

 

Şol cennetin ırmakları,

Akar Allah deyu deyu.

İlahisini mırıldandı. Sonra tüm kantini inleterek haykırdı.

 

"Laan? Duydunuz mu? Keko seviyorum dedi! Oğlum ben kekoyum zaten! Ne ereq ne jî mey heya siharê çay a qaçax laan! Benden kekosu var mı? Şekersin dedi! Övdü mü gömdü mü anlamadım ama çok kesin bilgi millet, yayalım: çok pis aşık oldum!" (*Ne alkol ne şarap sabaha kadar kaçak çay!)

 

Meyil eve gittiğinde baktı, Reşat instagramdan arkadaşlık isteği göndermiş. Kabul etti, ekledi. Az sonra mesaj geldi.

 

"Hikâyeme bak!"

 

Meyil baktı, oğlan kalın kaşlarını birleştirerek üzgün bir fotoğrafını koymuş ve altına da şol cennetin ırmakları ilahisini eklemişti. Dizlerine vura vura güldü, emoji yolladı. Reşat o gün başka bir şey yazmadı, Meyil ile arkadaş olması yetmiş de artmıştı bile. Zaten o kız, ona bakmazdı.

 

...

 

Arca, Aleksey'in kanına girip adamı bir gece şoförsüz korumasız tebdil kıyafetle Moskova'nın varoşlarına, arka sokaklara eğlenmeye gitmeye ikna etmişti. Aleksey başta 'Yapamam, düşmanlarım takip eder' dediyse de genç adamın tilki bakışlarından geçen pırıltı, hevesini ele veriyordu. Bakışları nazdrovya bebeğim der gibiydi. Arca da o hevesi körüklemişti. Eski günlerdeki gibi! Üvey baba katili olmadan hemen önceki eski günler, birlikte son zamanları...

 

Ve işte Aleksey sanki sırık boyu ve o nursuz suratı saklanacak şeymiş gibi kılık değiştirmişti. Önce adama bakıp bakıp dizlerine vurarak patlayana kadar gülmüştü. Yırtık pırtık, iki beden büyük, bol paçalı, 2000'lerin yerde kafası üstünde helikopter dansı yapan break dansçılarından kalma demode stiliyle bir silah baronu! Az daha gülmekten altına işeyecekti ki Aleksey'in ince bileklerinden beklenmeyecek gros tonluk yumruğu ile kendine geldi.

 

"Elinin yayını sikeyim senin! Huh! Rus ayısı! Götüme benzedin yürü hadi..."

 

"Sen daha gülerse ben seni gebertecek! Hiç bir kadın bakmayacak! Ama ne olsa, ben ünlü bir adam!"

 

Arca onun kadar ünlü, henüz ünlü olmadığı için kılık değiştirmeye gerek duymamıştı. Yine de eski bir kot pantolon ve evde giydiği eprimiş tişörtlerden birini üzerine geçirmişti. Biraz da fakir görünmek için malikânedeki bahçıvanın kullanımına tahsis edilen eski model pikap ile geceye karışmışlardı.

 

Aleksey, arabanın direksiyonunda şehrin banliyölerine yol alırken herhangi bir polis kontrolünde alkol muayenesine takılmamak için cigara tüttürüyordu. Arca bu adamın ve bu adamın ırkının ayık gezmemesine alışmıştı. Sabah kahvaltısına balıklı çorba ile başlayıp hemen akabinde sek votka ile güne devam eden cins bir milletin nevi şahsına münhasır daha da cins bir ferdiydi.

 

Her nevi yatıştırıcı, sakinleştirici, keyif verici, adrenalin pompalayıcı, stres atıcı, yürek yedirici, kafa sikici metoda olan bağışıklığını aslında kıskanıyordu. Ne güzeldi, kafa hep milyonlarca geziyordu. Seyhan'ın Hürriyet Mahallesinin tüm keşlerini toplasan bir Aleksey Volvokov etmeyecek kadar irrasyonel takılı,yordu.

 

Barlar sokağına girip amaçsızca yürümeye başladılar. Malikânenin Fransız parfümlü temiz kokusuna alışık burunları için sokağın kokusu iğrenç olduğu kadar cezbediciydi. Tehlikenin kokusu, ölümüne yaşayan her hayta gibi onları da fena halde tahrik ediyordu. Bu gece aradıkları tahrik ise cinsel türden bir şey değildi.

 

Arca, yaşadığı ayrılığın etkisiyle libidosunu kaybetmişti. Aleksey ise dün gece karısıyla, öğlen ise sekreteri ile yeterince meşgul olduğundan yorgundu ve sokak fahişelerine pek hevesli değildi. Sokağın sağından solunda dizilmiş müşteri kovalayan renk renk, allı pullu, uzun kısa, sarı kara sokak kadınlarının pazarlıklarına gülüp geçtiler. Kendilerine içecek ucuz bir bar buldular. Şansları yaver giderse sıkı bir kavgaya karışır ve ilk gençlik günlerinden beri özlemini çektikleri bir dayakla müşerref olurlardı.

 

'Çok söyleme yüzsüz, çok dövme arsız edersin.' Şeklindeki güzide Türk atasözü onların ebeveynlerinin kulağından geçmemişti. Belki de bir kulağına girmiş fakat başka bir deyişte olduğu gibi diğer kulağından çıkmıştı. Dayak öyle bir şeydi ki erken yaşta tadını alan bir daha hep istiyordu. Adam özlüyordu. Uyuşturucu bağımlısı gibi yoksunluk çekiyordu.

 

Aleksey'in babası, üvey oğlunun hışmıyla dünyadan Ortodoks Hristiyan cennetine postalanacak kadar şiddeti ve celaliyle malumdu. Vladimir, çocukları sadece dövmez yaratıcı işkencelerle kobay yapardı. Neye ne kadar dayanabileceklerine dair hudutlarını zorlardı. Üstelik kendi dünyasında kendisi gibi bir varis yetiştirmek için farklı dövüş disiplinlerini de bu sübjektif pedagoji sürecine alet etmişti. Judo, boks, taekwondo eğitimi için özel dövüş hocalarının biri gidip biri gelmişti.

 

Arca ise babasından ve annesinin biriciği olarak hiç fiske yemeden büyümüştü. Çok küçükken yaptığı yaramazlıklar neticesinde evde çıkardığı krizlerde, annesiyle babası hıncını birbirinden çıkarır ama oğlana ilişmezdi. Oysa büyükbabası Hasan Hüseyin Kızılkan'ın talim terbiye anlayışına göre yaptıkları yanlıştı. Dayak cennetten çıkmaydı ve bir Kozan delikanlısı dayak yemeden dayak atmayı öğrenemezdi. Adana pedagojisinde özel dövüş hocası tutmanın yeri yoktuysa da mahalle dayağının ve büyükbabanın kızılcık sopasının pekâlâ yeri vardı.

 

Arca da adama çok hak veriyordu, nasıl vermesindi; kız gibi mi büyüsündü, kırıtık mı olsundu, Halep oradaysa arşın buradaydı, er meydanından kaçmamak yiğitliğin şanındandı, yürü bre pehlivandı, Osmanlı tokadını bilir miydin sen... Anadolu ilim irfanı dört bin senedir, dört kıtada kâfire böyle kök söktürmemiş miydi?

 

Bu minvalde yaz tatillerini Bekiroğlu köyünde geçiren Arca, büyükbabasının çok mübarek bir zat olduğuna inanır, kudurdukça kudurur, kendini eşek sudan gelinceye kadar dövdürmek için babasıyla annesinin her yokluğunda dedesinin önüne kuzu gibi yatardı. Adam öyle böyle de dövmezdi hani, nasırlı elleriyle derilerini açar, parçalardı.

 

Köyde namı küçük Azazil'di, kara kuru çelimsiz bir oğlan olduğu ve kasabada korunaklı bir aile içinde büyümesine rağmen köyün kabadayısına bile pandik atacak kadar kurnaz olduğu için böyle söylüyorlardı. İblisti çünkü doğasında iblislik vardı. Azazil'di çünkü esmer, ince yüzünü olduğundan daha çocuk ve tüm çocuklara özgü güzellikten de güzel ve meleksi gösteren kocaman gözleriyle görenin yüreğini okşuyordu. Arca köye gelince yazın 45 derece sıcağı yetmezmiş gibi başka türlü cehennem ayları başlıyordu ve o gidene kadar mahallenin uyuz kedileriyle pireli köpekleri bile huzur bulamıyordu.

 

Sapanla karga avlayıp ölü kara hayvanları milletin temiz çamaşırlarının arasına sokup ev kadınlarını çıldırtmak, kedilerin kuyruğuna teneke bağlamak, ahırlardaki fareleri toplayıp teneke içinde torpille patlatmak, dev gibi çoban köpeklerinin kuyruğunu ve kulaklarını kesmek, evlerinin önündeki kaldırımlarda sakin sakin çekirdek çitleyen genç kızların koynuna çekirge sokmak, azıcık emilmiş kesme şekere ip bağlayarak akrebi yuvasından çıkarıp kavanoza koyarak koleksiyon yapmak gibi bilimum haşarılıklar hep bu küçük iblisin fikrinden çıkardı.

 

Sonra çete kavgaları vardı. Arca'nın başını çektiği çeteci oğlanların canı ne zaman savaşa girmek istese, çatacak düşmanı hep bu buluyordu. Arkadaşları bunun arsızlığını bildiği için hep onu öne sürüyor, tepeleyecek birini bulması için teşvik ediyordu. Arca da önceleri tek başına girdiği düşman sokaklarda dayak yerken kendini koruma seviyesinde gün gün kaşarlanarak tek başına üç beş serseriyi haşat etme seviyesine yükseliyordu. Sonra herkes arkasını toplayıp düşman çeteciler ile kapışma turnuvaları düzenliyordu. Yer ve saat bildirilen planlı programlı bu turnuvalarda tüm çocukların ağzı yüzü kanlar içinde, en hafifi birkaç ezik ve çatlakla ayrılıyordu.

 

Küçük Azazil dendiğine kimse bakmasın eli ağır, kafası sağlam, yumruğu isabetli, tekmesi hakikatliydi. Büyükbabasının demesiyle baba cetvelinden geçmemiş olmasına rağmen sokaklarda döve, dövüle pişmiş, nasırlaşmıştı. Kozan'daki lise yıllarında onu yakalayıp evire çevire dövecek, kaşınan sırtına hakkını verecek pek delikanlı yoktu. Ne kadar sağlam darbe yese de, üçe bir kalsa ve karşısında insan azmanı cinsinden birisi olsa da şaşırtmalı tekniği ve uçan tekmeleriyle kavgadan galip çıkıyordu. Yine rahmetli büyükannesi Hacı Nesibe'nin demesiyle sırtında eşşek derisi vardı küçük Azazil'in, canı da acımıyürdü, iblis oğlu iblis tekme yumruk yedikçe oh ulan diye zevke geliyordu. Böyle böyle Kızılkan erkeklerinin babayiğit namını sürdürecek janti bir psikopat yetişiyordu.

 

Yetişmişti. Aleksey ile ayaküstü, dördüncü sek ve ucuz votkalarının ardından çakırkeyif fısıldaşıyorlardı.

 

"Ben şu sol çapraza ne bakıyon lan bakışı atıyorum ama tınmıyor ibneler! Az evvel manitasına göz attım, godoş herif sırıttı. Bir de sen şeyet, ben bunların dilini ayıkamıyom."

 

Aleksey Arca'nın gözüne kestirdiği masaya bir bakış atıp diliyle damağını cıklattı.

 

"Gebermiş onlar. Ben bodyguardı seçtim."

 

Arca sözü edilen hedefe baktı, ikiye iki bir çam yarması, ortalarda sikerim bakışlarıyla dolaşıyordu.

 

"Aboo!" dedi. Ekledi, "Ulan biz Kozanlıyık da sana da noluyür kardeşim? Vallaha babamın tohumundan düşsen anca bu kadar olurdu! Dal, arkandayım!"

 

Dört saat sonra Volvokov malikânesinde iki hemşire, iki genç adamın kucağına eğilmiş açılan kaşlarına, yüzülen derilerine, patlayan dudaklarına pansuman yapıyordu. Arzu iki eli belinde karşılarında topuklu ayakkabısının burnuyla granit zeminde ritim tutuyor ve yarı Rusça yarı Adanaca söverek iki oğlunun da anlayacağı dilden, ikisini de paylıyordu.

 

Fakat iyi vuruşmuşlardı, ohh ulan dünya varmıştı, sarhoş Rus dayağı da soğukta adamı iyi ısıtıyordu, böylesi zevke en son hangi hatun kişiyle vardıklarını bile şaşmışlardı ki hiç varmamışlardı, birkaç sene kendilerini idare edecek vukuatı hayırlısıyla atlatmışlardı. Siz bir de karşı tarafı görseydiniz-di!

 

Aleksey pansumanı ve üvey anne azarı bitince hemşiresini bileğinden tutup ikinci kattaki odasına götürürken merdivenlerde kadının kıçını avuçladı. Şiddet eylemleri onu her zaman...

 

Arca dörtlü kanepede yanlayıp uzandı. Eliyle kış kış işareti yapıp başında beklentiyle bekleyen hemşiresini kovdu. Gözlerini yumdu. O gece öğrendiği Rusça küfürleri tekrar tekrar sayıklayarak ezber etti. Yeni geldiği şehri arka sokaklarından tanımaya, Rusça dilini ise küfürlerinden ezberlemeye başlamıştı. Rus argosunun muazzam yaratıcılığı hakkında hisleri epey olumluydu. Bir Adanalıya bile şapka çıkartacak kadar zengindi adamların küfürleri.

 

Yine de Arzu'nun odasına giderken arkasından

"Bir daha yaparsan sana sütümü helal etmem! Seni doğuracağıma taş doğursaydım!" şeklindeki Anadolu kadını ilenmesi, başka hiçbir coğrafyada mevcut değildi, bu anlamda çok eksiktiler.

 

Fazla yanlarına ise alışamamıştı. Azazil demişlerdi de, cennette doğmamıştı ki kovulsun. Burası yeryüzü cehenneminin Adana şubesinin biraz soğuk versiyonuydu. Tamam, epey soğuktu. İçini de hiçbir şey ısıtamıyordu. Bir kere Aleksey ve Arzu'nun sürekli çivi çiviyi söker minvalinde üstüne saldığı hizmetçi, asistan, hemşire, sekreter, Rusça öğretmeni, tercüman gibisinden güzeller onun arz talep bilgisine tersti. Hiçbir zaman hazıra konmaktan ve kovalayan kadınlardan hoşlanmamıştı. Gökten dolu gibi am yağsa o, şemsiye açardı. Envai çeşit genetik harikası Rus güzeliyle hiç ilgilenesi gelmiyordu. Solaklığı kadar ters ve cins yapısı nedeniyle zoru seviyordu. Fazlayı değil azı özlüyordu, çoğu değil teki arzuluyordu, arzı değil talebi istiyordu. Veren eli, alan elden üstün tutmuyordu.

 ...

 

O kız ona baktı.

 

Bilinçaltındaki sevgi, ilgi, baba eksikliği, sahiplenilme ihtiyacı ile yaşından büyük veya büyük gösteren bir erkeğin sevgilisi olmak, yetim kızların bir tür manifetosuydu. Hay bilincinin altına da üstüne de!

 

Reşatla sevgili oldu.

 

Oğlan, Anadolu Lisesinden, çok uzun boylu, çok geniş omuzlu, çok esmer, kalın kaşlı, Kürt, sakallı bir delikanlıydı, yaşından çok büyük gösterdiği için herkes oğlana Dayı diyor ve bilmeyenler onu öğretmen sanıyordu. Çocuk dev babası gibiydi, sakallarını sabah tıraş etse öğlen uzuyordu, dili ise uzayan sakallarından da uzundu, çok neşeli esprili bir tipti, arkadaşlarının maskotu, öğretmenlerin muzır oğlanıydı. Çocukları çok seviyor, öğretmen olmak istiyordu, ben çok çalışamam az çalışıp tatillerde dünyayı gezecem, çadırda kalıcam, fazla para beni bozar, ben bozulmaya meyilliyim, diyordu.

 

Meyil'e sular seller gibi akıyor, süzülüyor, karşısında eriyip bitiyor ama -sen bakmazsın çok güzelsin, bir benim tipe bak bir sana, diyor sürekli şakalaşıyorlardı. Meyil, boş sınıfın akustiğinde şarkı söylerken genç kızı hayran hayran dinliyordu, Meyil çocuğa yüz veriyor, -önemli olan iç güzelliği be dayı, diye diye yüreklendiriyordu.

 

Çıkmaya başladılar. Önceleri sınıf arkadaşlığı ve kankalıktan ibaretti. Reşat'ın dersleri de, Meyil kadar iyiydi, Meyil'e ders çalıştırıyor, matematik ve geometrisi süperdi, etütlerde birlikte soru çözüyorlardı, Meyil çözemediği soruları Reşat'a atıyor, oğlan hevesle anlatıyordu. Hatta Meyil'e ders çalıştırabilmek için evde önceden hazırlık yapıp geliyordu ki daha fazla vakit geçirsinlerdi. Bu arada Meyil, Reşat ile kafa dağıtıyor, çocuğun dershanedeki popülerliğini kullanıp yine lisedeki gibi popüler ve sevilen kız modunda bu flörtün keyfini sürüyordu...

 

 

 

Nisan sonunda bir gece, ansızın... Meyil, darmadağın halde topladığı saçları tepesinde kuş yuvası halini almış ve üç saattir başını kaldırmadan poligon çözdüğü masanın üstünde titreyen telefonun zırıltısı ile yerinden sıçradı. Bu saatte kimse aramazdı. Ekrandaki internet aramasını görünce yüreği bir kez daha ilkinden beter hopladı.

 

"Arca!"

 

"Selam."

 

"Selam." deyip adamın yine uzak ve derinden gelen sesini içine çekerek gözlerini yumdu ve sırtını duvara yasladı.

 

"Naber?"

 

"İyidir. Ders çalışıyordum. Senden?"

 

"Hiç."

 

"Arayacağım dedin, aramadın. Her şey yolunda mı?"

 

"Değil. Sorma bile. Sürgündeyim, nasıl yolunda olabilir ki?"

 

"Ah Arca."

 

"Ezan yok ezan! İcabet etmesek de davet çok güzel, biliyün mü?"

 

Meyil hafifçe güldü, "Memleket hasretinden şair de olursun, dindar da sen şimdi! Nazım olma da!"

 

"Boş ver. Sen neler yapıyorsun?"

 

"Hiç. Dershane denemeler filan... Yoğunum."

 

"Bir şeye ihtiyacın var mı?"

 

"Yok, sorduğun için sağ ol."

 

"Doğru söyle, paran var mı?" diye daha açıkça sordu bu kez Arca.

 

Meyil gözlerini sıkı sıkı yumdu, hem kızdı hem ağlayası geldi. Ne sıfatla soruyordu ki? Bu sıfatsızlıkla sorması peki fazla değil miydi? Kimse sormazken... Annesi bile sormazken.

 

"Arca..." diye inler gibi konuştu, "Yapma lütfen?"

 

"Ne var gülüm insanlık hali. Tamam, ayrıldık ama o kadar hukukumuz var, derdini dert bilmişim, sormayacak mıyım?"

 

"Teşekkür ederim, idare ediyorum."

 

"Sibel Hanım boşanmış. İyi misiniz? Muarrem sıkıntı çıkarıyor mu?"

 

"Evet, çok şükür o iş bitti. Nedim Abi sağ olsun, annem rica edince gözünü korkuttu sanırım. Bulaşmıyor."

 

"Annene tazminat verdi mi?"

 

Meyil "Ha o mesele!" Deyip hafifçe güldü. "Ya şey oldu, işte annem Nedim Abiye gitmiş, haberin vardır zaten."

 

"Var."

 

Meyil duraksadı, bunu öğrendiği iyi olmuştu, demek hala arkasını kolluyordu.

"Annem yeni bir avukat bulmuştu, dişli bir boşanma avukatı, işte dedi ki, Muarrem'in yıllarca kazancını kendi ailesine kaydırdığını vergi kayıtlarından çıkartırım, bu suç dedi. Annem de onu vergi dairesine şikayet etmekle tehdit etti. Tabi müşterek çocukları olmadığı için nafaka alamıyormuş ama tazminat olarak anneme bir araba aldı, anlaşmalı boşandılar. Aslında daha çok vermesi lazımdı ama neyse işte. Bitti ya ona seviniyorum. Çok rahatım."

 

"İyi, sevindim senin adına. Yalnız kalmadın."

 

Meyil, çok yalnızım aslında demek istedi, dudaklarını ısırdı. Kalabalıklar içinde ne kadar yalnız olduğunu bilseydi. Bir damla yaşı süzüldü.

 

"Evet, annemle birlikteyiz."

 

Sibel'in her gece geç gelmeleri ve cumartesi geceleri hiç gelmemeleri başlamıştı ama bundan Arca'ya söz etmeyecekti. Belki de zaten bildiği için aramıştı. Yoksa aylar sonra niye arasındı. Usulca sordu,

 

"Nedim Abi serbest kaldığına göre? Sen? Şey olmadı mı? O dava..."

 

"Şşşt. Boş ver. Zaman gösterecek."

 

"Konuşamıyor musun?"

 

Arca makineli tüfek gibi takır takır saydırmaya başladı.

 

"Ben bir şekilde yolumu bulurum. Seni özledim. Şimdi yanında olmak için neler vermezdim! Hiç değiştin mi? Saçın aynı mı, yüzün aynı mı? Büyüdün mü? Duruldun mu yoksa daha da açıldın mı? Hala çayını şekersiz, kahveni üç şekerli mi içiyorsun? Yumurtanın beyazından hala iğreniyor musun? Telefonunu cepsiz şortunun lastiğine takıyor musun evde? Ayakların yaz kış üşüyor mu? İncindiğinde alt dudağın titriyor mu, çenendeki gamzen beliriyor mu? Yalan söylerken saçlarınla oynuyor musun? Banyoda Yıldız şarkıları söylüyor musun? Biri seni kırdığında hırçınlaşıyor musun? Ağladığında gözlerin laciverte dönüyor mu? Rüyanda sayıklayıp sesli gülüyor musun? Bunları benden başkası görüyor mu?"

 

Meyil başının arkasını duvara vururken dudaklarını kanatacak kadar ısırıp sessizce hıçkırdı. Arca devam etti.

 

"Beni düşünüyor musun? Asıl soru, benim seni düşündüğüm gibi sen de beni düşünüyor musun? Geceleri mesela? Yangın yerine dönüyor mu yatağın, avuçların, göğsün, boynun, bacakların tutuşuyor mu... Kavruluyor musun?"

 

"A-Arca... Böyle konuşma."

 

"Niye? Ciğerim soldu haberin olsun. Delirdim hasretinden! Senin de benim gibi nefesin kesilsin! Şimdi seni öpmek için her şeyimi verirdim. Sana dokunmak, seni kollarıma almak, kana kana sevişmek... Çıldırdım, başıma vurdu anlıyor musun? Sen de delir! Beni yaktığın gibi sen de yan. Beni bir daha arama diyen dilin lâl olsun!"

 

Meyil telefon elinde zangır zangır titremeye, ensesinde donan bir damla terle üşümeye başladı, ne aramasını bekliyordu ne de böyle telefonun ucunda soluk soluğa ciğerini deşmesini. Yanıyordu zaten. Soğuk soğuk terliyor, buz yanığına kesiyordu. Bilmek istediği buysa veya rahatlayacaksa aşağılık! Kavruluyordu. Gözyaşları bile hararetini dindirememişti. Ah, sesi soluğu bile öyle yakıyordu ki, telefonu tutan avcu yanıyordu. Son kez olacağını bilse bile bir kere daha ona dokunmak için her şeyden vazgeçerdi.

 

Çok kısık bir iniltiyle cevap verdi. "Çık gel. Hemen. Gel, beni al." dedi.

 

Sözler kendine ait değilmiş gibi hemen dilini ısırdı. Terden sırılsıklam olan boynunu ovaladı. Eliyle yüzüne rüzgâr yaptı. Gel... Hemen... Ya da ben geleyim. Bitsin bu hasret.

 

Arca telefonun karşısında güldü. "Biliyordum." dedi keyifle ve arkasına yaslandı.

 

"Ne?"

 

"Kiminle olursan ol, sana geldiğimde beni isteyeceksin. Hep bana döneceksin. Batuhan'a yaptığın gibi... Hepsinden kaçıp bana varacaksın."

 

"Eşşek! Ağzımı mı arıyorsun?"

 

"Yoo içimi döküyorum! Ağzını aramaya ihtiyacım var mı sence? Reşo'yla nasıl gidiyor?"

 

Güm!

 

Yuh! 

 

Bunu nasıl duydun be adam? Dershanenin içine kadar mı gözetleniyorum? Biraz daha buz kesti, ensesindeki ter damlaları dondu. Aşağılık, pislik, şerefsiz! Kahrol! İstifini bozmadan cevap verdi, hatta biraz nispet yaparak kelimeleri ağzında gezdirerek.

 

"İyiii, takılıyoruzz. Senin? Sende kimse var mı?" dedi.

 

"Yok! Olmayacak."

 

"Neden?"

 

"Kapattım gönül defterini. Zaten benim gibi yaşayan bir adamın neyine! Hiç açılmamalıydı. Bu hayata ben zor sığıyorum. Hataydı."

 

Meyil güçlükle yutkundu. Hata olan kendisiydi demek? Nefesi kesilir gibi oldu.

"Evet, çekilecek çile değilsin!" diye şaka yapmak istedi.

 

Arca gülmedi. "Gönül defterini kapattım dedim, kimseyle olmadım demedim. Ama başka kadınlar senin yerini doldurur da demedim. Dolmadı, dolmayacak! Sen de keyfine bak. Erkekleri tanı, gez, eğlen."

 

Meyil hırladı telefonun ucundan, "Ne bu şimdi, sen beni delirtmek mi istiyorsun? Senin yaptığını mı yapayım istiyorsun?"

 

"Sen benim yaptığımı yapamazsın. Daha o kadar kaşarlanmadın. Az büyü hele, benim kadar eben sikilsin sonra belki kafan atar, saçlarını falan kesersin!"

 

"Hah, yaptın demek?"

 

"Ne yapmışım?"

 

"Kendine zarar verdin. Verdin dimi? İşte adamın ağzından öyle değil böyle laf alınır Arca Bey! Ne yaptın söylesene?"

 

Arca sarhoş bir kahkaha attı. "Deli kızım. Verdimse verdim. Can benim, damar benim, kan benim, sana ne?"

 

"Tamam... Bak! Sen benim eski sevgilimsin benim ağabeyim değil, bu tavsiyelerin ve söylediklerin kusura bakma ama çok saçma!"

 

"Niye? Daha çok gençsin, hayatında başka erkekler de olacak. Ha olsun ki kıyasla, öğren, erkekleri tanı. Aklın da kalmasın hevesin de. Kalbin kırılsın, ihaneti tat, terkedilmek ne demek sen de yaşa. Dışarıdan pürü pak görünenlerin şerefsizliğini gör. Geri döndüğümde bana bak ve beni anla. Neyi kaybettiğini gör. Ben gibisi olmadığını gör. Kimsenin seni benim kadar sevmediğini gör. Sonra... Bana dön."

 

Kızın sesi soluğu kesildi. Hık etti, kaldı. Az daha telefonu duvara fırlatacaktı. Saniyeler sonra ancak kendini toparlayıp dişlerini sıka sıka çıkıştı,

"Çok adisin Arca! Hadi hemen çık gel o zaman! Bıraktığın yerdeyim. Hadi gel?"

 

Arca güldü. "Beni gelemezken çağırman çok on numara hareket bravo! Sana tek duam beni unu-tama demiştim. Son nefesime kadar amin!"

 

"Arca kes şunu!"

 

"Dinle... Kimse benim gibi olmayacak. Bende bulduğunu kimsede bulamayacaksın. Şimdi dene. Sonra aramaya bile mecalin kalmayacak. Eee, bu işler böyledir. Bir kere sevdaya kimin kollarında düştüysen sana bir daha başka kucak yar olmaz. Göreceksin. Dönüp dolaşıp bende soluklanacaksın, bende huzur bulacaksın, seni başkaları kıracak ama bende iyileşeceksin."

 

"Ne bu şimdi bana beddua mi ettin yoksa akıl mı verdin anlamadım? Adilik etme! Bulunmaz Hint kumaşı değilsin! Senden vazgeçme sebebim belli! Ah evet, suç konusunda senin gibisini bulmam imkansız! Başka konuları bilemem. Ve sana dönmeyeceğim!"

 

Arca yüksek sesle güldü, "Döneceksin. Büyük konuşma. Kaç kere gitsen de hep yana yakıla bana döneceksin. Ben de senin için hep bekliyor olacağım. Kaç sene geçse de ben senin ilk limanınım, sadece bende demir atacaksın."

 

"Neredesin öyleyse piç kurusu? Hemen çık gel öyleyse!"

 

"Yangın var diyürsun, ah be gülüm..."

 

"Sarhoş falan mısın Arca, yeter!"

 

Arca gülerek bir şarkı mırıldandı,

 

 

 

Gönül yaraların deva bulmasın

Benden başkasını seversen eğer!

 

"Bu şarkı da benden sana sevgilim. Kapatıyorum."

 

"İyi. Güle güle!"

 

Çat!

 

Bu kez Meyil adamın yüzüne kapattı. Öfkeyle ayaklarını yere vurdu. Bu şekilde aylar sonra arayıp dengesini bozmaya ne hakkı vardı! Onun gibisini bulamazmış-mış! Görürsün sen, deyip Reşat'ı aradı.

 

Uykulu bir sesle telefonu açan oğlan,

"Meyil rüyanda mı gördün?" Diyordu.

 

"Reşat gel beni al! Çok sıkıldım, dışarı çıkmak istiyorum."

 

"Nee? Bebeem saat 12 olmuş ya. Sabah ders var."

 

"Canım hadi, çok sıkıldım! Sen gelmezsen kendim çıkarım! Hadi bir şeyler içelim, valla çok bunaldım. Seni görmeye ihtiyacım var. Lütfen Reşat?"

 

Reşat uyku sersemi rüya gördüğünü zannetse de doğruldu. "Tamam, abimin arabasını alıp geliyorum on beş dakikaya. Çağrı atınca in."

 

Meyil el çırparak, "Ahh aslansın be Reşom! Sana şarkı söyliycem." dedi.

 

Sahilde gençlerin takıldığı bir bara gittiler, Meyil bira içip dans etmek istedi. Reşat memnuniyetle kıza eşlik etti, dans ettiler, karaoke partisine katıldılar. Meyil çakır keyif halde sahneye çıkmışken aylar süren mikrofon hasretiyle esti geçti, mekândakilerin bedava canlı müzik hem de en yüksek oktavlısından bulmuşken bir daha bir daha tezahüratları sayesinde bir saat boyunca şarkı söyledi.

 

Sabaha karşı Reşat ile bir otele gittiler ve ilk kez birlikte oldular. Derse geç kaldılar. Öğretmenlere yalan söylediler ve tüm gün uyukladılar. Bir hafta boyunca dershane çıkışı oynaşacak bir kuytu bulup gece yarısına dek takıldılar ve gelecek deneme sınavında ikisi de gümleyene kadar bu böyle hoyratça sürüp gitti. Neyse ki Reşat'a harika anılar bıraktı.

 

...

 

 

 

Oraya gitme demedim mi sana,

seni yalnız ben tanırım demedim mi?

Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?

 

Bir gün kızsan bana,

alsan başını,

yüz bin yıllık yere gitsen,

dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?

 

Demedim mi şu görünene razı olma,

demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,

onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

 

Ben bir denizim demedim mi sana?

Sen bir balıksın demedim mi?

Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,

senin duru denizin ben'im demedim mi?

 

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?

Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,

senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

 

Demedim mi yolunu vururlar senin,

demedim mi soğuturlar seni.

Oysa senin ateşin ben'im,

sıcaklığın ben'im demedim mi?

 

Türlü şeyler derler sana demedim mi?

Kötü huylar edinirsin demedim mi?

Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?

Yani beni kaybedersin demedim mi?

 

Mevlana

 

*****

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%