Yeni Üyelik
35.
Bölüm
@selinsafak

 

 

 

 

Sınavdan sonra sudan çıkmış balığa dönmüştü. Gökten düşmüş kuş da olabilirdi. Sahi neden insan kuş misaliydi de balık misali değildi mesela? Neden kedi misali değildi? Tüm canlılar bir yerden bir yere gitmiyor muydu? Giden geriye dönüyor muydu? Leylekler dönüyordu gerçi. Kuş misali derken leylek misali değildi herhalde. Leylek olsaydı dönerdi, vefalı hayvan dedi, kendine yuva olan yerleri senede bir ziyaret ediyordu. Öyleyse işte insan kuş misali falan değildi, bal gibi kedi misaliydi! Nankör kedi! Şerefsiz! Kötü Kedi Şerafettin!

 

Dönseydi...

 

İnsanın boşluğa düşmesi nedir ne değildir anladı. Sınav bitti ve üzerine çöken boşluk nasıl birden ağırlaştı, koca demir bir kütle olup göğüs kafesinin ortasına oturdu. Düşünmemek için kaçtığı, sığındığı, kafa patlattığı o test kitapları meğer ilacıydı. İşte düşünüyordu. Düşünmek iyi bir yoldaş değildi. Düşündükçe özlüyordu. Özledikçe kavruluyor, yandıkça içine kapanıyordu.

 

Günlerce yatağından, odasından, evden dışarı çıkmadı. Telefonuna bakmadı, kimseyle konuşmadı. Sibel, Ece ve Buğra, genç kızın sınavının iyi geçmediğini düşünüp telaşa kapıldılar. Son oturumdan çıkar çıkmaz Meyil bembeyaz solgun, sesi kısılmış, ağlamaklı fakat durgun ifadesiyle uyumak istiyorum demişti. O günden beri tam dört gündür, günde on yedi saat uyuyordu. Sibel'in ısrarıyla yatağında birkaç yudum yemek yiyip su içiyor, sonra annesinin konuşma çabalarına da git başımdan diyerek kıçını dönüp yine yatıyor, uyumasa bile gözlerini kapatıp uyuyor numarası yapıyordu.

 

Reşat geldiğinde biraz açılır gibi oldu.

 

"Niye geldin salak?" dedi ağız ucuyla gülerek.

 

Reşat kalın kaşlarını kaldırarak yatağının ucuna ilişti.

"Ayrılık acısı çekiyor dediler. Kıyamadım bebeeme, dedim geleyim."

 

"Ben senden ayrıldım denyo!"

 

"Aa dimi ya? Sahi niye benden ayrıldın kız sen? Neyimi beğenmedin diyecem de sahi sen benim neyimi beğendiydin sersem salak?"

 

Meyil kıs kıs güldü. Oğlanın eline uzandı ve dostça okşadı. "Özür dilerim Reşo. Ben yapamadım. Sana da şey oldu."

 

"Hıı biraz şey oldu! Ayıp oldu. Ama güzel de oldu yani. Ölmeden cenneti gördük be çiçeem, kızacak değilim. Çıtayı yükselttik sayende bir daha nerde senin gibi fıstık manita bulucam?"

 

"Öff kes sesini Reşo, hoş çocuksun kendine haksızlık etme."

 

"Annem sana her gün hatim indiriyor yeminle! Çocuğumun özgüveni yerine geldi diye ömür boyu sana dua edecek. Neyse? Bebeem sen sınavda mı patladın hayırdır? Kaydırma falan mı yaptın? Öyleyse takma kafana. Ben de Türkçede gümledim zaten. Olmazsa seneye kısmet. Ha?"

 

Meyil öfleyerek pikesinin içinden çıkıp pijamalarıyla gerindi. Reşat'ın kuş kadar aklını başından alan bacak boyu ve üstündeki crop badinin ince belini ve sutyensiz memelerini belli eden incecik penyesinin altından umursamazca odanın içinde salındı. Reşat kesik kesik yutkundu. Ayrılmayı hiç istememişti ama Meyil'in sınava odaklanmam lazım bahanesini anlayışla karşılayarak dost kalmakta ısrar etmişti. Kız belki yine kendisine döner diye de peşinden ayrılmıyordu. Meyil çekmecelerini karıştırıp sigara paketini ve çakmağını çıkardı, bir sigara yaktı. Dumanını Reşat'ın yüzüne üfleyip alaycı bir gülüş attı.

 

"Ne bakıyon şapşal hiç mi görmedin?"

 

Reşat biraz kızardı, yüzünü eğdi. Meyil

"Arkanı dön, bakma!" Deyip dolabının kapaklarını açtı ve soyunup üzerine derli toplu bir elbise geçirdi. Tekrar yatağına oturdu.

 

Sigarasını ağzının köşesinde Arca gibi tutarak dumanların arasından konuştu. "Sınav sınav deyip durmayın, sikicem sınavını! Yaptık amına koyayım! İyiydi."

 

"Vallaha mı kız?"

 

"İyiydi dedim Reşo! Boşum yok. Türkçeyi fulledim, Geometriyi de çözdüm. Matematikten bir boşum var, diğerleri doğrudur herhalde. Biliyorsun ben yanlış yaptıysam şıklarda çıkmayan acayip virgüllü sonuçlar buluyorum!"

 

Reşat güldü, "Helal kız sana çiçeem!"

 

Meyil sustu. Reşat artık annesine de Ece'ye de şu çok merak ettikleri ve ödlerinin patladığı sınav meselesini anlatırdı. Omuzlarını düşürüp kollarını kucağına saldı. Hızlı hızlı derin nefesler çekerek tükettiği sigaranın izmaritini komodinin üstüne bastı.

 

Reşat dışarı çıkmayı teklif etti. Meyil yine içine kapanmıştı. Reşat denize gitmeyi teklif etti. Meyil omuz silkti. Ece seni onlara yatıya çağırıyor, anneleri yokmuş, dedi. Meyil duymazdan geldi.

 

Reşat en sonunda kırgın bir ifadeyle sordu.

"Aramadı mı?"

 

Meyil uykudan uyanır gibi ağır ağır başını kaldırdı. Alt dudağını ısırdı, başını sağa sola sallarken tek damla yaşı süzüldü.

 

Reşat burnundan soludu. Meyil'i, kendisini aşk acısına yara bandı yaptığını anlayacak kadar iyi tanımıştı. Başından beri anlıyordu ama kızın güzelliğine karşı koyamamış ve bile isteye onun kendisiyle avunmasına izin vermişti. Ta ki ayrılana kadar onu unutup kendisini seveceğine dair umudu vardı. Ama artık gururu kırılıyordu. Dostluk, anlayış da bir yere kadardı.

 

"İste her şeyi yaparım. Ama sana onu unutturmaya benim cürmüm yetmedi. Çünkü sen unutmak istemiyorsun. Gidiyim mi?"

 

"Git."

 

"Tekrar gelmemi ister misin?"

 

"Cık."

 

"Mesele o dimi?"

 

"Sınav bitince boşluğa düştüm be Reşo. Ben şimdi ne bok yiycem? The Gulf'e gidip sahneye çıksam, şarkı söylesem keşke. O gelmese de ben şarkı söylesem? Kafamın içindeki sesler senfoni orkestrasına döndü, hiç susmuyorlar."

 

"Sana iyi gelecekse yap. Ne bileyim sendeki sesle istediğin yerde sahneye çıkarsın be güzellik. Annene söyleyim mi o ayarlasın? Hani bir abi varmış ya, şeyin adamı? Neydi adı?"

 

"Nedim."

 

"Nedim seni tekrar işe almaz mı?"

 

"Öff. Hadi git Reşo. Gelme bir daha."

 

"Sağ ol be çiçeem."

 

"Sen de sağ ol."

 

O gece yarısı Meyil, odasının balkonuna çıkıp avaz avaz bir Yıldız Tilbe şarkısı söylemeye başladı.

 

Kalbim duraksız, haykırışlarda

Ne yapsam ayrılamam senden asla

Hafife alma aşk vurur insana

Bu kadar kolay sanma

Ah delikanlım!

 

Diye en yüksek oktavdan bir tutturdu ki apartman, sokak hatta mahalle ayağa kalktı. İnsanlar yavaş yavaş camlara ve balkonlara çıkmaya başladı. Balkon demirlerine tutunmuş üzerinde pijamasıyla sarı saçlarını aşağı sarkıtmış içli içli okuyan kızı fark edenler birbirine işaret etti, söylenmeler başladı.

 

Tatlı uykusundan uyanan beyaz atletli fabrika işçisi,

"Sus ulan bu saatte deli karı!" diye çapraz binadan bağırdı.

 

Kız susmadı. Adamın karısı yan komşusuyla camdan cama, "Anam nasıl kadınlar bunlar, hiç ar namus kalmamış!" diye kınadı.

 

Komşusu da "Bunlar zaten eve erkek de alıyorlar, kızın anası iki koca boşamış, ana kız zilliler mahallenin edebini bozacaklar!" Diye ilkine katıldı.

 

Başka bir balkonda son duble rakısıyla demlenmekte olan başka bir adam kadehini karanlıkta göremediği sesin sahibini kaldırdı,

"Helaaaaal!" Diye nara attı.

 

Biri sus, biri söyle derken komşular arasında kavga çıktı. Camdan cama, balkondan balkona laf dalaşı derken ele geçirilen terlikler, saksılar havada uçuşmaya başladı. Meyil istifini bozmadan bir Ebru Gündeş şarkısına başlamış ve Gel vefasız gel insafsız, çağırmazdım acil olmasaaa diye şakıyordu.

 

Susacak, söyleyecek tartışması sokağa taşınınca, adamlar tekme yumruk derken kaldırım taşlarıyla birbirine girdi ve gece karakolda tamamlandı.

 ...

 

Arca olayı duyduğunda dizlerine vura vura güldü. Sibel elbette karakola gitmeden Nedim'i aramıştı. Karakolda komşular barıştırılmış, Meyil polise bir daha olmaz dedikten sonra arka kapıdan kaçırılmış ve konu kapanmıştı. Nedim, pijamalı anne kızı, sabaha karşı evlerine bırakırken cep telefonuyla Arca'ya son durumu bildiriyordu.

 

"Çıktık. Sıkıntı yok. Bırakıyorum. Evet, ben aldım, ben bırakıyorum. Merak etme koçum."

 

Meyil dudaklarını kemire kemire kulak kesilmişse de öbürünün sesini hiç işitememişti. Yalnız arka koltukta Sibel'i dirseğiyle dürterek yüzünde şapşal bir benimki sırıtışıyla bakmış ve kıs kıs gülmüştü. Arabadan inmeden de Nedim'e arsız arsız sordu.

 

"Nedim Abi? Şey, The Gulf'e şarkıcı lazım mı? Hani yaz geldi ya şimdi sezon başladı? Ben üniversiteye başlayana kadar sahneye şeyaparım."

 

Nedim, genç kıza bezgin bakışlar attı. "Ben bilmem, patron bilir." dedi.

 

Arabadan komşuların meraklı bakışları altında inerlerken Sibel, Nedim ve Ali'ye,

"Ay çok mahcup oldum size de, çok teşekkür ederiz. Allah sizden razı olsun. Ne zaman sıkışsak..."

 

Nedim eyvallah diye geçiştirdi ve Ali'ye buyurdu.

"Birkaç gün bizim çocuklardan ikisi buralarda dolansın, ayık olsunlar. Hanımları kimse rahatsız etmesin."

 

...

 

Birkaç küçük internet sitesinin haberi hariç fazla ses getirmedi dönüşü. Olayın geçtiği yer olan Körfez yerel haberleri ve memleketi olan Adana haber siteleri, havaalanında uzaktan çekilmiş net olmayan fotoğrafının altına şöyle bir haber yazdılar:

 

< Genç kabadayı Arca Giray Kızılkan, yurda döndü. İzmit Körfezde ihale çetelerinin girdiği çatışmada işadamı M.K. ve işadamı F.T ile beraberindeki dört kişinin öldürüldüğü olaylara adı karıştıktan sonra ülkeyi terk eden A.G.K aylar sonra memleketi Adana'da görüntülendi. Muhabirimiz Aysun Soysal'ın Şakir Paşa havaalanı çıkışında görüntülediği Kozanlı genç kabadayı, havaalanı polisi eşliğinde ifadesi alınmak üzere emniyet müdürlüğüne götürüldü, birkaç saat sonra serbest bırakılan A.G.K, muhabirimizin sorularını yanıtlamadan özel aracına binip uzaklaştı. Aldığımız bilgiler, savcılığın adı geçen şahsa olayla ilgili takipsizlik kararı verdiği yönünde. Bakalım Arca Giray Kızılkan, bundan sonra hangi haberlerle gündeme gelecek? >

 

 

 

Genç kabadayı ise Adana'da fazla kalmamıştı. Köydeki aile kabristanına uğrayıp sevdiklerine duasını ettikten sonra cezaevine Bozok'u ziyarete gitmiş ve hemen İstanbul'a uçmuştu.

 

Beşiktaş'taki yirmi yıllık eski ama lüks beş yıldızlı otelin eksi ikinci katında havayı kokluyordu. Zemini duvardan duvara kaplayan sık dokuma ve avangart desenlerle bezeli halı flexi arkasından not alarak gelen mimara işaret etti.

 

"Halılar değişsin, kokuyor."

 

"Nasıl isterseniz Arca Bey."

 

Metrekareye düşen spot sayısının yaydığı lümen değeri öyle yüksekti ki insanın gözleri kamaşıyordu. . İçeriye bir kez girenin gerçeklik algısını kaybetmesi için gereken tüm dizayn, psikolojik unsurlar hesaba katılarak hazırdı adeta bir cennet ön izlemesi yaratılmıştı. Canlı renkli iri desenli halılar, makinelerden yükselen siren sesleri ve ortama verilen başı sonu belli olmayan sözsüz müzik, herkesin kazanacağı algısı yaratan her renkten spot ışıklar, gece gündüz farkı ve zamanın nasıl geçtiği anlaşılmasın diye adeta zamanı durdururcasına, hiçbir pencerenin ve saatin içeride bulunmadığı yüksek duvarlar... İçeride daha uzun süre kumar oynanması için sürekli bedava yemek, içki ve sigara servis edilerek insanların hem tatmin olması sağlanır hem de içtikçe sarhoş olup daha fevri kararlar alması hızlandırılırdı. Böyle capcanlı ve sahte bir ortamda, herhangi bir işte geçirilen mesai saatinden bile uzun süre kalan kumarbazların uykusu gelmesin diye, klimalar en soğuk derecede tutulur, havalandırma sisteminden belirli aralıklarla içeriye oksijen salınımı yapılır, en pahalı oda kokuları puflatılır ve böylece kumar bağımlılarının daha uzun süre ayık ve enerjik kalabilmesi sağlanırdı.

 

Arca gözlerini her makinenin ve her köşenin üstüne konumlandırılmış ses ve hareket sensörüyle en iyi görüntü kalitesini 24 saat kaydeden teknoloji ürünü, 360 derece dönebilen kameralara çevirdi.

 

"Benim güvenlik şirketim sistemi kontrol etsin, bilgisayarlar yenilenecek." Deyip labirenti andıran şık koridorlarda yürümeye başladı. Göbeklerde zeminden bir basamak üstte konumlandırılmış poker ve canlı rulet masalarını teftiş etti. Yorum yapmadı. Slot makinelerini saydı, bazıları çok eski modeldi.

 

"Bunları değiştirelim." dedi. Eski makinelerin de meraklıları olduğunu biliyordu ve karşı duvardaki dört eski makineyi işaret etti, "Şurdakiler kalsın ama kollar tamir edilsin."

 

Dolaşması bitince mimarını kumarhane müdürüyle birlikte eksi ikide bırakıp resepsiyonda kendisini devir işlemleri için bekleyen otelin eski sahibinin odasına çıktı. Arzu ve Yasin de, İrfan Bey ile birlikte Arca'nın gelmesini beklerken sohbeti koyultmuştu.

 

Arca masaya oturdu. "Masraf sandığımdan fazla." Diyerek yeniden pazarlık yapılacağını belli etti.

 

İzmit'e gittiği ilk günlerde daha devredileceğini öğrendiği anda göz koyduğu bu otel ve kumarhane işletmesi, sahibine haber gönderilerek Arca'nın Rusya'dan dönüşü için bekletilmişti. Diğer tüm alıcılar da Aleksey'in selamı sayesinde sindirilmişti. Son pazarlıklar yapıldı ve el sıkışıldı. Arca, İstanbul kumar alemine yani genç yaşındaki yeni ve en büyük işine tam da istediği yerden bodoslama giriş yaptı.

 

Otelin terasından Boğaz'a bakarken iyot kokusunu ciğerlerine çekip gözlerini yumdu ve 'Sana artık karada ölüm yok be Aco!' diye kıvanarak geçirdi.

 

...

 

Sınav puanları açıklandığında Meyil dershanedeydi. Tüm idareciler, öğretmenler, arkadaşları ve velileri nefeslerini tutmuş ve sistemin açılmasını bekliyordu. Dershanedeki tüm masa üstü bilgisayarlara ek olarak öğretmenler lap toplarını da masalara dizmişti, kimisi telefonlarından ekranın açılmasını bekliyordu. Meyil, TC kimlik numarasını girdikten sonra geçen dakikalar içinde oldukça rahattı. Sibel dualar ederek ekrana gömülmüşken Meyil arkasında bir masanın üstüne bağdaş kurmuş oturuyordu. Puanını görünce ilk çığlığı Sibel, ikinci çığlığı Türkçe öğretmeni, üçüncü haykırışı ise dershane müdürü attı. Meyil masanın üstüne zıpladı.

 

"532,211! Oooooo! Heeeeeyyy! Kazandııııımmmmm beeee! Anneeeee! Aylin hocaaamm bakıııın! Deniz Hocam! 532 yihuuuu! Koray hocaaam! Kankiiiim! Reşoooo! Laaaannn 532! Derece yaptım lan! İlk 300'e girdim! Boru değil lan puana bakın! Buna kafa derler tamam mı, alın size eşşek kadar puan! Heeeeyy pis dedikoducular bakın oğlum buna puan denir! 297.ciyim! Koç hukuk! Heyyt bee! Tam burslu Koç Hukuk! Tek tercihle bile girerim hocam, Koç banko! Anneeeeee!"

 

Çığlık çığlığa ilan etmesi bitince masanın üstünde hazır ola geçip İstiklal Marşı okumaya başladı ve herkesi de ister istemez kendisi gibi hazır ola dikti.

 

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin...

 

Öğretmenleri onu, "Deli kız aferin sana, çok çalıştın ve karşılığını aldın, dilediğince kutla!" deyip teker teker kucakladı.

 

Sibel sevinçten ağladı ve bir sandalyeye yığıldı. Reşat, Meyil'i omuzlarına alıp dershanenin koridorlarında nara atarak kutlama turu attırmaya başladı.

 

Reşat, İstanbul Üniversitesi, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesinde Matematik Öğretmenliği okuyacak puanı tutturmuştu. Ece de, Diyetisyenlik okumaya yetecek puanı tutturmuştu. Yani herkes istediği bölümleri tercih edebilecekti. Tüm öğleden sonrayı kutlamaya ayırdılar ve gidecekleri okullar hakkında konuşarak hayaller kurdular. Akşamüstüne doğru çarşıda hamburger yemeğe çıkıp ellerine soğuk kahvelerini almış tekrar dershaneye dönüyorlardı. Rehber öğretmenlerinden tercih randevusu alacaklardı. Kantine girdiklerinde Meyil yeni bir sürprizle karşılaştı.

 

Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kıza kollarını açmış Batuhan bekliyordu.

 

Meyil, arkadaşlarının arasından sıyırılıp koşarak gidip oğlanın boynuna atladı.

 

"Batuu! Duydun mu? Duydun mu? Sıralamamı gördün mü? Naptım gördün mü? Derece yaptım oğlum! İlk 300'e girdim!"

 

Batuhan, Meyil'i herkesin içinde kucaklayıp birkaç tur döndürdü. Reşat onları izlerken boğulacak gibi hissetti ve kimseye bir şey demeden dershanenin terasına çıktı.

 

Batuhan, eski sevgilisini yere indirip yüzünü ellerinin arasına aldı, "Duydum lan hayvan gibi puan yapmışsın cadı! Kızım sende ne kafa varmış ha yuh! Ee nereyi tercih ediyoruz bakalım?"

 

Meyil ellerini beline koyup göz süzerek kasıla kasıla, "Koç Hukuk." Dedi.

 

"Tam burslu girersin. İyi, ben de Koç'a geçiş yapıyorum. Ukrayna'daki okulumdan evrakları aldım, savaş çıkacak anasını satayım dönmem lazım. Koç beni alır mı ki? Amaan parasıyla değil mi..."

 

...

 

Meyil ve Reşat üniversite kayıtlarına ailecek birlikte gittiler. Reşat'ın isterseniz bizimle gelin, babam minibüsle götürür getirir, teklifine ilk onay veren Sibel olmuştu. Meyil'in biz ayrıldık deyişine Sibel de, Reşat kadar ihtimam vermiyordu.

 

Reşat arkadaş kaldıklarını belki Sibel'den bile daha iyi idrak etmişti fakat Sibel yaz boyunca,

"Bulmuşsun gül gibi çocuğu Allahtan belanı istiyorsun. Gık desen yapıyor, guk desen kapıda bitiyor oğlan! Ayol ölüp bitiyor sana, bir de tatlı dilli ki şapşal! Ailesi de mis gibi insanlar. Kürtlerin aile bağları iyidir kızım, ne güzel tutuyorlar birbirlerini... Reşo da seni hoş tutuyor..." derken asıl derdi, Meyil'in Arca'ya dönmemesi ve onu unutmasıydı.

 

Sonra bir de Batuhan belası ortaya çıktı. Sonuçların açıklandığı gün damdan düşer gibi dershaneye geldiği yetmez gibi Meyil ile aynı üniversiteye gitmekten bahsediyordu.

 

Sibel, Reşat'ın lokantacı babasının transporter aracı ile İstanbul'a okul kaydına giderlerken, oğlanın annesi Meran işe yan yana oturmuş ve sohbeti koyultmuştu. Daha önce kuaför dükkânına geldiğinde tanışmışlar ve hemen kaynaşmışlardı kadınla. Karşı koltuklarda yan yana oturan Meyil ve Reşat ise sırt sırta vaziyette otururken hiç konuşmuyordu. Ebeveynlerinin yanında ne konuşacaklardı ki... Meyil camdan dışarı bakarken teypten çalan Kürtçe türkülere dalıp gitmişti. Reşat ise babasının müzik zevkine katlanamadığı için Airpod'larından kendi müziğini dinleyip internette sörf yapıyordu.

 

Önce Beyazıt'taki İstanbul Üniversitesi, hasan Ali Yücel Eğitim fakültesine gidip Reşat'ın kaydını yaptırdılar. Sonrasında Meyil'in Rumeli Feneri'ndeki Koç Üniversitesindeki kayıt randevusuna yetiştiler. Meyil, Türkiye derecesi yaparak tam burslu okumaya hak kazanmıştı. Kayıt işlemlerinden sonra Reşat'ın akrabalarının ocak başı restoranında yemek yiyip Körfez'e döndüler. Sibel, yol ve yemek masraflarını bedavaya getirmekten oldukça memnundu, Meyil'in ise gün boyunca Reşat ile burun buruna olmaktan hiç yüzü gülmemişti.

 

Tüm günü beleşe getirdiği ve insanlara kuru kuru teşekkür edip yıkıldığı yetmezmiş gibi eve söndüklerinde Sibel okulunu ballandıra ballandıra övüyor ve tembihte bulunuyordu.

 

"Okul değil saray mübarek! Nasıl kampüsmüş o öyle gördün mü? Cennet! Bana bak Meyil, aklını kullan, zengin arkadaşlar edin hatta burada zengin koca bul. İşadamlarının zengin züppe oğulları vardır, erken yaşında kafesle birini, nikâhlan, rahatına bak... Ömrün boyunca çalışman gerekmez, koca parasıyla yalılarda yaşarsın. Sendeki bu zeka ve güzellikle düşecek mirasyedi çook! Sakın kendin gibi burslulara tenezzül etme, zengin çocuklarıyla takıl. Ben sana harçlık gönderirim. Çok kasma, İstanbul'da her türlü ayakkabı ve çantanın çakması var. Takarsın koluna, basarsın havanı, kim anlayacak. Sen bozuntuya verme."

 

Meyil, bu tembihler karşısında sıkıntıdan ölüyor, imdat diye çığlık atarak kaçmak istiyordu. Sibel'in hevesini bastırdı.

 

"Sen düzenini bozma, ben yurtta kalırım hem daha rahat ders çalışırım hem arkadaş edinirim. Yurtta her imkân var." Diyordu.

 

Biran önce okulu başlasaydı da annesinden de, Körfez'den de kurtulsaydı. Eşşek gibi ders çalışıp not ortalamasını yüksek tutacak ve dört yıl boyunca bursunu koruyacaktı. Okulu ve yurdu için beş kuruş ödememişti ve kenardaki birikmişi onu ilk yıl idare ederdi. Eh, Sibel de harçlık gönderirdi elbet. Sonra yeni belediye başkanına gidip burs için başvurmuştu ve derece yaptığını öğrenen kadın başkan, kıza belediye bursu vermeye söz vermişti. Çok değil aylık on bin veriyorlardı ama şimdilik iyi paraydı. Özel üniversitede okuduğu için diğer burs olanakları sınırlıydı. Zaten okula başladıktan sonra part time iş bulmaya çalışacaktı.

 

Bölümünde İngilizce hazırlık sınıfı olduğu için okulu normalde beş yıl sürecekti ancak kolej mezunu olduğu için hazırlık atlama sınavına girecekti. Eğer İngilizce yeterlilik sınavını geçerse dört yıla inecekti ve hazırlık okumayı hiç istemiyordu. Geçmiş yılların çıkmış sorularını öğrenip atlama sınavına hazırlanmaya başladı. Bir ay boyunca İngilizce bilgisini üst seviyeye taşıyıp bu sınavı da geçti.

 

...

 

 

Arca, Kasım sonunda kendini Rumeli Feneri'ndeki zengin çocuklarının ve Meyil gibi süper zekâ bursluların gittiği o ünlü okulun önünde buldu. Kaç kez gitmeyeceğim demişti, ayaklarına yasak etmişti o okulun yolunu. Akılsız başın cezasını hep kim çekiyprdu? Kim takardı Adana Beyinin emrivakilerini, işte oradaydı... Adamlarına halen takip ettirdiği için her giriş çıkış saatini ezber ettiği kızın yolunun üstünde, sanki o gün oraya tesadüfen esmiş bir rüzgârın getirdiği kuru bir yaprak gibi... Ayaklarının dibinde... Alelade, gözden düşmüş, sıradan... Oysa bilirdi, çok iyi bilirdi kaçanın kovalandığını... Sen yerlere düştüysen karşındakinin üstüne basıp geçeceğini. Ama o gün oradaydı.

 

Meyil önüne düşene kadar elleri cebinde bekledi. İşte tam saati saatine, dakikası dakikasına karşısındaydı. Mevsimi şaştı. Bir görenin bir bakanın tekrar tekrar yandığı o ışıltılı, o su gibi, o peri tozu güzelliğe geç bile kaldığını anladı. Seslendi,

 

"Meyil!"

 

Genç kız, arkadaşlarının arasında hızlı adımlarla yürürken duraksayıp sağa sola bakındı. Bir daha seslendi ve birkaç adımla ona yaklaştı.

 

"Meyil!" deyip kaldırım boyunca adımlarken elini kaldırdı.

 

Meyil durdu. Hayatının dur ihtarını almışçasına zınk diye durdu, ağzı açık, gözleri kocaman açılarak bakakalarak durdu. "A!"

 

Arca altı adımda aralarındaki mesafeyi kapattı. Genç kızın karşısına dikildi, ellerini cebinden çıkarıp iki yanında açtı, hafif çarpık bir tebessümle kaşlarını kaldırarak ona baktı.

 

Meyil o gün, o dakikada onu karşısında görmeyi öylesine beklemiyordu ki, öyle başka planları, dertleri, hesapları vardı ki adeta şoka girmişti.

 

"Arcaaa?" diye bağırdı.

 

Kaldırımdaki herkes dönüp baktı. Üç arkadaşı zaten durmuş bakıyor ve bekliyordu. Sinemaya gideceklerdi.

 

Arca tokalaşmak içim elini uzattı. "Selamın aleyküm."

 

Meyil dudakları aralık ve gözleri nemli bir şok ifadesiyle hala genç adamın yüzüne ve gözlerine sanki o tarih öncesinden gelen bir şeymiş gibi ürpertiyle bakıyordu. Onu süzmeye başladı. Oydu, hiç şüphe yoktu! Sonra alıcı gözle süzmeye başladı, bir takım duygu kırıntıları ve hormanal sinyaller devreye girdi. Çok hoş bir şeydi, önceden tanısa da tanımasa da her zaman ve her koşulda oyy, analar neler doğuruyor diyeceği cinsten kara yağız, boylu poslu, güzel gözlü, çekici gülüşlü pırıl pırıl bir genç adam elini uzatıyordu. Oysa çok yakından tanıdığı yerden sıcak ve tatlı anıları da vardı. Oracıkta derhal öpesi geliyordu! Neydi neydi? Ahh... kalp kırıklığı, ilk erkeği, deli fişek sevdası, yürek yangını... Adanalı?

 

Kekeledi, "A-adanalı?" elini uzattı. Avcunu avcuna verdiği an, sızlatan bir elektrik akımına tutulmuş gibi titredi. Ah Adanalı! Sen miydin o ciğerimi solduran? Neredeydin?

"Arca? Döndün demek?"

 

"Döndüm." Bir serseri gülüş daha. Bu kez biraz daha mahcup, upuzun kirpikleriyle kestane gözlerini saklayan, örten bir kaçamak bakış...

 

Genç adam da gözlerini kamaştıran Temmuz öğleni güneşinden sakınır gibi kızın parıltısından bakışlarını kısmıştı. Bir kadın hiç mi değişmezdi, hiç mi bozulmaz, hiç mi çirkinleşmezdi, insan biraz çökerdi! Makyajı fazla kaçardı misal, pudrası çatlar, ruju taşar, boyası yakışmazdı! Hiç... Sapsarı, dupduru, pür ışıktan bir güzellikti Yarabbi! Güneş gibiydi, günebakan gibiydi, tazecik, kendine has ve tekinsiz.

 

"Nasılsın?"

 

"İ-iyiyim. Sen? Sen burada ne yapıyorsun?"

 

"Seni görmeye geldim."

 

"Öyle mi? Döndün yani?"

 

"İki ay oldu. Tebrik ederim. Kazanmışsın."

 

Meyil nihayet biraz soluklandı, parmaklarıyla dağınık saçlarını karıştırdı, "Evet."

 

"Güzel okul, tebrik ederim. İyi misin?"

 

"Ben iyiyim. Her şey yolunda. Hukuk okuyorum işte. Kazandım. Çok istiyordum, biliyorsun. Okuluma alışıyorum. Şey, hazırlığı atladım, birinci sınıftayım. Dersler filan. Biraz zor ama. Sürekli proje veriyorlar, uygulamaya dayalı bir eğitim modeli var burada, diğer okullar gibi değil. Hocaların ne zaman vize yapacağı belli olmuyor. Ama iyi oluyor, ezbere dayalı değil, pratiği öğreniyoruz. Çok saygın bir kurum ve hocalarımız çok iyi. Yurtta kalıyorum."

 

Meyil gereğinden çok açıklama yaptığını düşünüp biraz utandı, arkadaşlarına kaçamak bir bakış attı, daha da utandı. Ne diyecekti? Eski sevgilim mi? Ya kim diyecekti? Kabadayının biri mi? Siz ilerleyin diye eliyle işaret etti.

 

Arca, kızın tüm jest ve mimiklerini ayrıntısıyla takip edip alt metinlerini okumak için dikkat kesilmişti. Meyil, başta yaşadığı şaşkınlığı atlatmış ve soğukkanlı bir ruh haline bürünmüş, havadan sudan açıklamalar yaparak vakit kazanıyordu. Sonra utandığını anladı. Arkadaşlarına mahcup olduğunu... Umursamadı. Sevdiği tek kadının karşısına çıkmakta gurur ve mantığı ile bunca cebelleşmiş ve savaşı kaybetmişken hiç bile geri adım atamazdı.

 

"Seni görmek istiyordum. Uzun zamandır. Bugün gelebildim. Bilmem niye? Gerçekten nasılsın?"

 

"İyi, iyiyim Arca. Sen?"

 

"Ben de gayet iyiyim. İstanbul'da iş kurdum."

 

"Hayırlı olsun."

 

"Sağ ol. Yurt nasıl? Alıştın mı?"

 

"Süper! Devlet okulları gibi değil tahmin edersin ki. Burada her imkân çok üst düzeyde. Ben zaten tam burslu olduğum için çoğundan daha zekiyim. Buraya kendi zekâmla geldim. Kolay adapte oldum. Benim gibi burslu gelenlerle takılıyoruz, öbürleri pek gelmiyor zaten."

 

"Senin adına sevindim."

 

Meyil yutkunarak bakışlarını kaçırdı. Unuttum sanmıştı. Oysa insan unutsa bile böyle bir yaratığa her an yeniden kapılabilirdi. Hafızasını her gün yitirse her gün yeniden kapılabilirdi. Arca yine çok hoş görünüyordu. Biraz değişmişti, saçlarını uzatmış ve sakallarını kısaltmıştı, giyimi de biraz farklıydı ama etrafındaki hiçbir erkeğe benzemeyen o cayır cayır karizmasıyla delip geçiyordu. Esip gürlüyordu. Ondaki elektrik akımı hiçbir fanide yoktu. Adam yüksek voltaj saçıyordu. Eskiden de bu kadar yakışıklı mıydı? Cidden mi unutmuştu kaşını gözünü, boyunu posunu, kandıran gülüşünü?

 

Böyle ergence düşünemezdi, artık o bir avukat adayıydı! Ne diyordu hukukun temel kavramlarına giriş dersinde? Suçsuzluk karinesi, kişinin suçluluğu ispatlanıncaya kadar masum sayılmasını ifade eden bir ilkedir. Suçsuzluk karinesi, adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından birisidir. Bu hak evrensel bir ilkedir. Fakat o suçluydu, biliyordu, bizzat şahitti ve ifadesiyle ispatlıydı! Suçu işleyen kişiye suçlu veya fail denir. Hukukî anlamda bir kimsenin suçlu kabul edilebilmesi için suçun o kimse tarafından işlendiğinin hukukî süreçler sonucunda ispatlanması gerekir. Suçlu olabileceği düşünülen kişi "şüpheli", bir suçlama ile mahkemeye sevk edilen kişi "sanık" sıfatını taşır.

 

Buz gibi bir ifade takınıp onu sanık koltuğunda görürcesine yargılar bakışlar attı.

 

"Ben de senin adına sevindim. Yani. Dönmene. Şey, bitti mi?"

 

"Bitti. Özgürüm. İşimin başındayım."

 

"Ne iş yapıyorsun İstanbul'da?"

 

"İşletmecilik."

 

"Ha, iyi..."

 

Arca tüm sevimliliğiyle bir gülüş atarak sordu, "Meyil bir yemek yiyelim mi? Sana anlatacağım çok şey var, Rusya maceralarım, The Gulf, Nedim Abi, Arzu Hanım, Adana'dakiler falan..."

 

Meyil bir an nefesini tutup huzursuzca sağa sola baktı. "Arca? O yemeği hiç yemesek daha iyi."

 

"Anlamadım, neden?"

 

"Sana arkadaşça ayırdığım vaktin sonuna geldik. Dahası beni zorlar. Ben yeni bir hayat kurdum."

 

Arca derin bir nefes aldı, çok kırılmıştı. Kara bir karganın ağzından yüksekten atılmış bir ceviz gibi çatırdadığını hissetti. "Bana birkaç saatini ayıracak kadar hatırım yok mu sende?"

 

"Arca, hatırın var. Senin desteğin olmasa buraya gelemezdim. Konu o değil. Sana bir daha kapılamam. Bu seninle ilgili değil. Lütfen..."

 

Arca ağır ağır başını sallarken dudaklarını birbirine bastırdı. Meyil'i anlıyor ve hak veriyordu. Kahrolarak hak vermek de neyin nesiyse...

 

"Haklısın." dedi, ileride bekleşen arkadaş grubuna kısaca göz attı. "Ne güzel Türkiye'nin en iyi okulunu kazanmışsın, kendine güzel bir hayat kur, bir daha benim gibi, Batuhan gibi adamlardan uzak dur."

 

"Sen... Yanlış anladın."

 

"Ben yanlış düşündüğüm içindir. Sana karşı hiç doğru düşünmedim ki! Niyetim hiç doğru olmadı, temiz olmadı. Ben değişmedim. Ben, üstelik -bir daha karşıma çıkma, dediğin günden daha karanlığım. Niyetim yine aynı."

 

Arca için için kanarken Meyil acımasızca gülüyor ve şakaya vuruyordu.

"Mafyasal işler mi? Hah!"

 

"Mafyasal işler... Açık konuşayım, seni hep izledim. Güvende olduğundan emin olmak için ve işte... Bende bitmediğin için. Eğer burada olmasaydın ben seni yine bulurdum, seni yine alırdım. Bana ihtiyacın olsaydı ben sana gelirdim. Ama sen şimdi..." yutkundu, kirpiklerini kırpıştırdı, iç kuşağında bir iltihap gibi Manolya çalıyordu, zorlanarak ve yutkuna yutkuna tane tane konuştu. Öyle konuştu ki her kelimesiyle Meyil'i iyi etmek isterken mahvetti. "Sen, benim, sana, tekrar değmemem gereken bir yerdesin. Sana bakınca sadece iyi olmanı istemeye hakkım olduğunu görüyorum. Daha fazlasını değil. O yüzden ısrar etmeyeceğim."

 

Meyil, dudaklarını birbirine bastırıp içinden -sensiz iyi değilim, hiç de iyi olmayacağım diye feryat etse de tek kelime edemedi. Çelişkilerden bir kördüğüm olmuştu, mantığıyla kalbi tekme tokat kavgaya tutuşmuştu ve darbeleri göz pınarlarının ardında sızlıyordu. Keşke ısrar etseydi, kolundan tutup götürseydi!

 

Arca çok haklıydı üstelik çok değişmişti. Değişenin sadece imajı olmadığını görüyordu, olgunlaşmıştı, sakinleşmişti, akıllanmıştı. Neredeydi mangal yürekli, o gidiyürümlü geliyürümlü bol acılı Adanalı? Bir senede Tanzimat Beyefendisine hatta yok yok 18.yüzyıl sonu Rus romanlarındaki asilzadelere dönmüştü!

 

Arca ondan bir adım daha geri çekildi. Acı bir tebessümle devasa kampüsü işaret etti,

"Güzel okul! İyi bir avukat olacaksın. Belki ileride müvekkilin olurum. Kabul edersen."

 

Meyil de güldü, başını salladı. "Seni savunmak ha? Alemsin! Peki... Sana ihtiyacım olursa? Ulaşabilir miyim?"

 

"Ben seni bulurum."

 

***

 

 

 

 

 

Loading...
0%