Yeni Üyelik
4.
Bölüm
@selinsafak

 

 

Kozan

 

Her yasak, peşinden zengin suçlular yaratır. Hiçbir ülkede, müslüman diye zina yapılmadığını veya yasak diye uyuşturucu kullanılmadığını düşünmek yalnızca romantik idealistlerin işidir.

 

Kumar da öyleydi. Kumarhaneler yasak fakat kumar her zaman oldukça yaygındı. Kumarhanelerin kapatılması yasasıyla ne kumarbazlar tövbe etti, ne kumarhane sahipleri kendini hayır işlerine adadı. Şans oyunları, at yarışları ve piyango adı altında devlet eliyle oynatılan yasal kumar üstelik her dönemde en büyük vergi kaynaklarından biri oldu. Tüm görkemiyle yeraltına gömülen gerçek kumarhaneler ise vergi sisteminden tamamen soyutlanıp kendi iletişim, güvenlik ve tahsilat kanunlarını uygulamaya koydu. Ensesi kalınlar ve kumar bağımlıları servetlerini savurmak için sık sık yurtdışına çıkmak zorunda kalarak mağdur oldular!

 

İşte Kozan yeraltı dünyasında, kumarbazların mağduriyetini gidermek amaçlı tamamen iyi niyetli amme hizmeti sağlayan üstelik de bunu yaparken yasalara karşı başını belaya sokma riski alanlardan biri Arca Giray Kızılkandı. Baba mesleği olan kahvecilik işi elbette göstermelikti, iki kahvehanesinin gözlerden uzak gizli salonlarında 24 saat kumar oynanıyordu. Dede mesleği!.. Üstelik sadece masa ve kağıt oyunları değil Kıbrıs, Monaco hatta Vegastan getirilen rulet masaları ve son model slot makineleri de hizmet kapsamı içinde vatandaşa aradığı beş yıldızlı eğlence ortamını sağlıyordu.

 

Üst katta çay, kahve, oralet ve maç yayını; alt katta slot, poker, briç, rulet, blackjack, kardeş kardeş yaşayıp gidiyordu. Arca, babasının zamanında her kahvehanede en fakirlerin bile oynayabileceği tombala, zar, var var, yanık, 52 oyunları gibi paraya ihtiyacı olan zavallılara beyaz umutlar satarak borçlandıran ve sonunda zorla tahsilat yaparak süründüren eski sistemi lağvettiği için halinden memnundu.

 

Dünyanın pek çok turizm bölgesinde yasal olan casino sistemini kendi kahvehanelerinin özel davetiye ile girilen gizli salonlarına itina ve büyük yatırım yaparak kurmuştu. Varını yoğunu, deden kalan son tarlasını hatta oturduğu evi satarak son model makineler getirtti.

 

Buralara gelenlerin hepsi kalburüstü insanlardı ve kumardan kazanacağı paraya bel bağlamıyorlardı. Kaybettikleri, kazançlarının yanında devede kulaktı. Böyle adamlar kumarhaneye eğlenmeye geliyor ve servetini etkilemeyecek miktarlar bırakıyordu. Kasa elbette her zaman kazanıyordu ama alan da veren de razıydı. Kaybedeceklerini biliyor, peşinen gözden çıkarmış oluyor, kimseden zorla tahsilat yapılmıyordu.

 

Kumarhane giriş kartlarına önceden yüklenen nakit miktarı kadar oyun oynanıyor ve limitini tüketen, tamam ya da devam kararını kendi kendine alıyordu. Eski Türk filmlerinde, hayali bir parayla oynayıp varını yoğunu kumar masasında kaybeden, kumarhane patronunun silahlı adamlarınca 'ya paran ya canın' diye öldüresiye işkence edilen sahneler hiçbir zaman gerçek olmamıştı. Yazarlar ve senaristler her zaman işin kolayına kaçıp oturduğu yerden bol keseden sallıyor, akı apak, karayı kapkara resmediyor, griyi hiçe sayıyordu. Rızaya dayalı ön ödemeli casino sisteminde, yasal olarak sakınca bulunsa da Arca Giray ahlaken bir sakınca görmüyordu. Ona göre tüm yasaklar yasaklanmalıydı!

 

İstisnaların kaideyi bozmadığı durumlarda belki senede bir iki salak çıkıyor, tüm servetini kumara yatırıp mekandan dımdızlak çıkacağı başına dank edince taşkınlık yapıp tehditler savurarak rızasıyla kaybettiğini, cebirle geri almayı umuyorsa da, işin rengi işte o zaman grinin en koyu tonlarına boyanıyordu. Ancak bunlar istisnaydı ve ticaretin doğası gereği her alış verişin sonunda yaşanabilecek doğal risklerdi.

 

İlçe Beyi olduktan sonra geliştirdiği iki kumarhanesinde işleri yolunda kazancı ise fevkalade yüksekti. Öyle büyük miktarlar kazanıyordu ki daha üçüncü ayda kendisi bile yarattığı altın yumurtlayan kazın marifetine şaşıp kalmıştı. 'Millet kumara hasretmiş biz yolunacak kaza!' Diye düşünerek sevincini kuzeni Serkan'a iletmişti. Kumarhaneler, her gece sabaha kadar dolup taşıyor bazı geceler talebe yetişemiyorlardı. Yasal işlerinden biri kahvelik diğeri ise Serkanla ortak oldukları oto tamirhanesiydi ancak iki işyerinden de kumarhane gelirinin yüzde birini bile elde edip faturalandırması imkansızdı. Geriye, hemen yeni bir iş koluna atılıp kumardan gelen kara parayı aklamak kalıyordu.

 

Tamamen zevki doğrultusunda ve biraz da tesadüfi olarak karşısına çıkan ilk sektöre balıklama atladı. Çukurova'nın kumarhane kadar ihtiyacı olan eğlence sektörüne vizyonerlik ve tecrübe şöyle dursun bodosloma dalıp ilk gece kulübünü açtı.

 

Pandemi sürecinde gelen yasaklar nedeniyle iflas eden eski bir ahbabı, mekanını devredecek keriz arıyordu. Arca, keriz rolüne bayıla bayıla büründü ve Yasin Tanrıöver'den icazet aldıktan sonra, devir işlemlerinde eski ahbabına bakımsız, köhne, unutulmuş mekan için çok yüksek bir meblağ ödedi. Hatta mali müşavirinin önerisiyle ahbabı ile önceden sözleşip devir işlemlerinde karşı tarafa ödenen miktarı, gerçek miktarın birkaç misli olarak bankadan geçirdiler ve sonrasında üste kalan kısmı elden geri aldılar.

 

Kumarhane kazancı böylece, yeni gece kulübünün devir, tadilat, bordrolu çalışan, mutfak ve alkol çıktıları üzerinden aklanmaya başladı. Kulüp açıldığı zaman ise sahneye çıkan solistler ve alkol toptancılarının düzenlediği gerçeğinden yüksek faturalar bu trangelin devamlılığını sağlayacaktı.

 

Önce sattığı tarlaları ve babasının evini geri aldı. Zaten satışı bir tefeciye yapıp faiziyle geri alana kadar başkasına satılmamasını şart koşmuştu. Tefecinin verdiği süre içinde işlerini yoluna koymayı başarmıştı. The Zone adını verdiği gece kulübünü şehrin en iyi mimarına yeni trendlere göre dizayn ettirdi ve açılışa hazırlanırken eleman ilanları verip tecrübeli garsonlar, aşçılar, barmenler, Dj'ler ve şarkıcıları işe alma sürecini titizlikle bizzat kendi yönetti. Bu sürede kumarhanelerin başında Serkan ve sağ kolu olarak çalışan Nedim bulunuyordu.

 

Arca Giray hızlı yükselişinden bir an sersemleyecek gibi olduysa da Yasin Bey ile daha sık görüşmeler yaparak adamın ticaret tecrübesinden ve yönlendirmelerinden faydalandı. Kumarhanelerden kazandığı paraları saymaya yetiştiremese de hemen gösterişe kapılmadı, uzun aylar boyunca eski arabasıyla gezmeye ve kiralık evinde oturmaya devam ederek göze batmamayı sağladı. Kazancını lüks harcamalar yerine işlerine ve kendisine sadık kalacak akıllı adamlarına yatırmayı öncelik olarak kullandı.

 

İlk altı ayın sonunda Serkan, tamirhaneye gelen son model jipleri öve öve birini satın almak için sürekli aklını çelmeye çalışsa da o,

"Seko daha zamanı değil." Diyordu.

 

Kuzeninin gösteriş merakını ise cebini bol nakit parayla doldurup civar illerdeki lüks mekanlarda havalı kızlarla takılmasını sağlayarak geçiştiriyordu.

...

 

"... Çukurova bir sonsuz aklıktır. Göğe yükselmiş, ulu devler gibi ayağa kalkmış, yürümüş, bin bir renkli ulu devlercesine uçan, akan toz direkleridir... Çukurova uyanıyordu. Serilmişti. Ağır ağır soluk alıyor, homurdanıyordu. Sıcak, yakıcı, şehvetli, azgın, kudurtucu, uyuşuk, devingen, ele avuca sığmayan, bin başlı ejderha... Uyanıyordu. Yağı, güneşte kavrulan, yanmış bir sarı... Çukurova sarı sıcaktır, toz dumandır. Otsuz ağaçsız, yan yana ördolmuş bir belalı topraktır. sıtmadır, hastalıktır. sızlayan kemik, akan terdir..."

Yaşar Kemal/ Ölmez otu

 

Sehpanın üzerinde duran yerel gazetenin iç sayfalarından birinde karşısına çıkan bu paragrafla çocukluk anılarına dalıp gitti. Yüz elli sene önce, padişah, "Bu yörüklerin hepsi ovaya ine!" buyurduğunda dahi

"Hakkımızda devlet etmiş fermanı,

ferman padişahın dağlar bizimdir" diyen, kalenderliği ve isyanı, cefakarlığı ve cabbarlığıyla; Çukurova insanını iliklerine kadar taşıyordu.

 

Bu yörede herkesin Allah'ı kendine özgüydü ve bu yüzden Adana Dili ve Edebiyatında her yemin kadar her küfür, Allah ve kitapla başlıyordu.

 

Annesi ve babasıyla geçirdiği yıllar çoğunlukla Kozan'daki evlerinde geçse de dayanılmaz yaz sıcaklarında Yaylaya çıkmak, babasının köyüne gitmek hatırladığı en neşeli zamanlarıydı. Yaylaya gidilecek tatil zamanlarını iple çekerdi, bazen okulu asıp tek başına köy garajına koşup, atladığı ilk minibüsle soluğu babaannesinin çiftliğinde alırdı. Orada kuzenleriyle kendisini bekleyen nice deli dolu maceralar dururken müfredatın tek tip robotlar yetiştirmek üzere tasarladığı sıkıcı okul hayatını neylesindi?

 

Hatırladığı en büyüleyici şey bulut manzaralarıydı, köyde bulutlar sanki uzansa dokunabilecekmiş gibi yere daha yakın hissedilirdi. Çiftliğin etrafı ona sonsuzmuş gibi gelen portakal bahçeleri ve pamuk tarlalarıyla bezeliydi. O zamanlar ahırlar büyükbaş, kümesler ise tavuklarla doluydu. Babaannesiyle beraber yaşayan amcası, babasının tek kardeşiydi.

 

Babasından önce evlenip çocuk sahibi olduğu için babası, amcasına yıllarca söylenip durmuştu. İki kuzeninin de yaşı bu yüzden kendisinden büyüktü. Amcası çiftlik işleriyle ilgileniyor, ırgatları çalıştırıp evin muhasebesini tutuyordu. Satı Yengesi ile Canan Ablası da çiftliğin içinde ve meyve bahçelerindeki işleri organize ediyordu. Gün doğumuyla başlayan çalışmanın bereketi, kırmızı toprağın verimiyle çarpılarak zamanı ve insanı, huzuru ve kavgayı, ekmeği ve emeği çoğaltıyordu.

 

Orada hiçlik ve çokluk her zaman peş peşeydi ona göre. Tanıdığı bildiği her şey kendi zıttıyla muhteşem bir uyum içinde yuvarlanıp gidiyordu. Hiçbir şey yekpare ve kusursuz değildi. Gördüğü en güzel düğün de oradaydı, en feci ölüm de... Uyandığı en parlak en sarı sabahla uykularını kaçıran en kara mor gece de... Damlardaki cibinliklerin içinde yuvarlandığı en renkli rüyalar da, gözleri açıkken gördüğü kanlı kabuslar da... Hayatın ta kendisi, ömür denen şeyin mayası, insanın özü, kaderin sillesi, feleğin çemberi, Allah'ın tokadı, cennetin meyvesi, dağların kokusu, kızların zarifi ve erkeklerin yiğidi hep bu kaseye benzeyen çukurdan ovanın rahmindeydi.

 

Sekiz dokuz yaşında ya var ya yoktu, bir gün her nedense çiftliğin çobanları yerine sığırları otlatma işi Arca, Serkan ve büyük dayının torunu Emin'e verilmişti. Gün doğumundan biraz sonra ahırdan çıkarılan sığırları meraya götüren üç kafadar için iş basitti. İri cüsseli hayvanlar zaten düzlüğü ve taze otu bulunca bütün gün miskin miskin otluyordu. Ancak öğlenin yakıcı sıcağına dayanamayıp üzerlerinde atlet ve beyaz donlarıyla serinlemek için sulama kanalına atlayınca yüzme keyfi, uzun eşşek ve boğmaca oyunları tüm öğleden sonra sürdü.

 

Acıktıklarında bir ağaç altındaki gölgelikte soluklandılar, güneşte pişirilmiş acı salçadan yapılmış katık sürülen ekmeklerini yiyip amcasının paketinden aşırdıkları Ballıca sigarasını keyifle tüttürdükten sonra tekrar kanala atladılar. Bütün gün deliler gibi kulaç atıp boğuşmaktan dermansız kalan kıyıya kendini zor atıp bulduğu düzlükte nefis bir uykuya daldı.

 

Uyandıklarında gökyüzünde ay ve yıldızlar belirmişti, en büyükleri olan Seko,

"Bakele Aco, aya bak! Tepsi gibi şerrefsizim!" Diye haykırıyordu.

 

Arca uyku mahmuru ağır ağır doğrulup Seko'nun gösterdiği havaya değil de başını çevirip meraya baktı. Sığırların hiçbiri yoktu.

 

Üç kafadarı bir panik aldı ki don atlet yerlerinden fırlayıp "Mallar gitti, mallar gayboldu! Amıniyüm bizi döve döve dövecekler!" Diye diye korku ve panikle giysilerini ellerine alıp köye giden patika yolda yarım yamalak kuşandılar, eve vardıklarında zaten onları bekleyen çiftlik ahalisine sığırları sordular. Büyükler de onlara sordu. Herkes bir birine mallar nerdec sığırlar nerde diye sorup duruyordu. Hayvanların başı boş kalıp uzaklaştığı zar zor anlaşıldı.

 

Sığır denen mahlukatın kaçmasını olası bulmasalar ve fazla uzaklaşmış olamayacağını düşünseler de dayak kaçınılmazdı. Ailedeki otorite sıralamasına göre önce büyükanne, sonra amca, sonra yenge dayağını etleri şişene kadar afiyetle yiyip bir odaya kapatıldılar. Köylü komşuları ellerinde fenerlerle yardıma geldi ve hayvanların sahipleriyle birlikte meraya sığırları aramaya koyuldular, sabaha karşı üç kafadarın umursamazlığı sonucu hayvanların ta iki köy ileriye gittiği anlaşıldı.

 

Gelecek yıl Nisan ayının sonlarına doğru kozmetik fabrikasından gelen adamların sülük toplama işine iyi para verdiğini öğrenip kolları sıvadılar. Bu kez dört kişiydiler, yanlarında çiftliğin toramanı, Emin'in kardeşi Emrah da vardı. Uzun çizmeler giyip ellerinde büyük fenerlerle Kozan dağının eteklerine çıkarak gece yoğun yağış altında yürümeye başladılar. Yağmur sayesinde yüzeye çıkan sülükleri çıplak elle sırtlarındaki kovaya topladılar. Kilometrelerce süren yürüyüş ve sırtlarındaki yük gittikçe ağırlaşsa da üç çuval sülük toplayıp kazandıkları bin lirayı ezmek için kasabaya indiler.

 

Dört çocuk için o para öyle büyüktü ki harcaya harcaya bitiremediler. Bir kebapçıya girip çatlayana kadar kebap, ciğer, şırdan, mumbar, içli köfte, şalgam, ayran, bici bici yiyip içerek kendilerine ziyafet çektiler. Çarşıda turlayıp sinemaya girdiler, çıkışta bir daha kebapçıya girdiler. Halk otobüslerinden en uzun mesafe dolaşana binip tüm Kozan'ı gezdiler. Bira ve sigara alıp bisikletleriyle geldikleri yoldan yine dört kafadar iki bisiklet üzerinde köye döndüler. Köyün girişinde bir mola verip siyah poşetler içinde gazete kağıdıyla sarıp sakladıkları biralarını ve Ballıca sigarasını bir ağaç altında içtiler, artan paralarıyla ertesi gün için planlar yaptılar.

 

Salyangoz toplamakla uykusuz geçen gecenin ardından tüm gün gezip bir de üstüne bira içince hepsine bir rehavet çöktü, Emrah ağacın altında horlamaya başladı. Küçük çetenin lideri olan Arca onu tekmeleyerek uyandırdı, diğerlerine de küfür edip yola koyulmalarını söyledi.

 

Emin, bir akrabasından emanet aldığı bisikleti sürüyor, önündeki demirde ise kardeşi Emrah oturuyordu. Diğer vitesli bisiklet ise Serkan'ındı, onu Arca sürüyordu ve önünde Serkan'ı taşıyordu. Köyün girişindeki taş köprünün üstüne ayaklarıyla yerden destek alıp tırmanarak geçtiler, yay şeklindeki köprünün diğer ayağına giden inişe geçtikleri sırada Arca,

"Ayağına dikkat et emmo, tekere dolama!" Derken, bayır aşağı hızlandıkları anda korktuğu oldu, Serkan'ın ön tekerleğin tellerine takılan ayağı sayesinde takla atarak köprüden aşağı, dereye uçtular. Arkalarından gelen Emin onlara şaşkınca bakarken taşa takılıp olduğu yerde devrildi ve Emrahla ikisi bisikletin iki yanına düştü.

 

Arca ve Serkan beş takla atıp öyle yüksekten dere yatağına düşmüştü ki ikisi de düştükleri yerde bayılmıştı. Emin köyden yardım getirmeye gitti, Emrah ise Arca ve Serkan'ın yardımına koştu. Arkadaşlarını yüzü gözü kan içinde baygın görünce öldüler diye ağlayıp bağırmaya başladı. Avaz avaz uluyarak köyde feci bir panik havası yarattı. Etraflarına toplanan büyükler, çocukların yaşadığını hemen tespit edip çevredekileri rahatlattı ve yaralı oğlanları kucaklayıp arabayla hastaneye yetiştirdi.

 

Salyangoz toplayıcılığından kazandıkları yevmiyeyi harcaya harcaya bitiremedikleri gibi neredeyse aynı bisikletin üstünde birlikte öleceklerdi. Serkan'ın ayağı kırılmış, Arca'nın burnu çatlamış ve omzu çıkmıştı. Yüzlerinden ayak parmaklarına dek derileri yer yer yüzülmüş yara bere içindeydi. O bisiklet kazasından kalma derin yaraların ve dikiş izlerinin bazıları hala yerli yerinde duruyordu.

 

Serkanla bazı geceler rakı içerken çocukluk anılarına dalıp giderler, sırayla şunu hatırlıyor musun, bunu hatırlıyor musun diye diye saatlerce konuşup eski günlerine, haytalıklarına gülerlerdi. Hastaneden çıktıktan sonra Arca, Emin'e sormuştu;

"Bu Seko malı ayağını tekere soktu da ben ondan düştüm! Ya sana ne olüyür, sen neye arkamdan yere kapaklanıyürsün emmo?"

 

Emin hiç düşünmeden, "Anca beraber kanca beraber." demişti ve gülmekten yerlere yatmışlardı. Her hatırladıklarında kahkahalarla gülüyorlardı.

 

Emin, askerden sonra astsubaylık sınavlarına girip orduda kalmaya karar vermişti, onu yılda bir kez ancak görüyorlardı. Emrah hala köyde hayvancılık ve arıcılık yapıyordu ve sık sık görüşüyorlardı. Serkanla hiç ayrılmamışlardı, çoğu gece ikisinden birinin evinde birlikte kalıyor hala yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu.

 

Amcasının vurulduğu, babasının ise kanlılarını vurup hapse girdiği yani ikisinin de babalarını ölene dek kaybettiği o sene, artık eski neşeli günlerin geride kaldığı belli olmuştu. Kırık dökük bisikletin yerini Mobilet 52 biyonik motorsiklet, Ballıca sigarasının yerini Marlboro, don atlet kanalda yüzmenin yerini ise siyah gömlek, kot pantolon ve kundura giyinip bitirimlik yapmak almıştı.

 

Arca, hiç bitmeyecek gibi gelen hayatının en uzun gecesinin ağarmayan şafağında, yoğun bakım servisinin kapısında anılara yok yere dalıp gitmemişti. Canı ciğeri, kardeşi, sırdaşı, yoldaşı Serkan içerdeydi. Doktorlar hayati tehlikesi var, ilk 24 saat kritik demişlerdi. Vakit hem geçsin istiyordu hem geçmesin, Serkan uyanmayacaksa hiç bitmesindi o 24 saat...

 

Avcunun içiyle alnını, yüzünü gözünü ovuşturdu. Gün aydınlandıktan sonra zaman da daha hızlı akmaya başlamıştı. Ne yaslandığı duvarın dibinden kalkmış ne tek kelime etmişti. Sadece anılara dalıp düşünmüştü. Kardeşiyle iyi anılarını düşünürken duaları yakarmaya dönüştü. Kendi kendini ölmeyecek diye teselli etti.

 

Öğlene doğru Nedim elinde bir simit ve çayla gelip omzundan itekleyerek Arca'yı bir sandalyeye zorla oturttu.

"Atıştır şunları. Böyle durmakla Seko'ya faydan yok."

 

Arca, çayından bir kaç yudum aldı ve sigara içmek için otoparka açık havaya çıktı. Nedim, kurt bakışlarıyla etrafı taradı fakat ne olur ne olmaz diye her an eli belinde, silahındaydı.

 

"Emanet üstünde mi?"

 

"Hastane polisi aldı."

 

"Burda böyle boş boş! Hay sikecem kitabını..." diye söylendi.

 

Arca'nın hissettiği boşluk ise silahsız olmaktan öte ve fenaydı. Sol yanı çok ağrıyordu. Her zaman arkasını kollayan ve mantığı ile soğukkanlılığını kaybetmeyen Nedim tane tane konuştu.

 

"Arca bana bak? Ne olursa olsun, buradan benimle çıkıyorsun. Bak! Ne olursa olsun, benimle güvenli bir yere geliyorsun. Sonra Yasin Beyi arayıp plan yapıyoruz. Serkan'ın öcü alınacak, ama önce eve... Anladın mı beni?"

 

Arca öyle ifadesiz öyle bön baktı ki Nedim onu tokatlamak istedi, eli varmadı, oysa babası ona teslim ederken eti senin kemiği benim demişti, yüzünü hiddetle kırıştırarak dişlerini sıktı.

 

"Aco! Bakele! Duyuyon mu lan?"

 

Arca, orta yaşlı adamı göğsünden itip hızla yanından geçti, döner kapıdan içeriye daldı. Acil serviste koşarak asansöre binen doktorlar görmüştü ve gördüğü hareketlilik onu tedirgin etmişti. Koşar adımlarla yoğun bakım servisine giden merdivenleri ikişer üçer indi, servisin kapısını yumruklayarak içeri seslendi.

 

İçeriden başını uzatan bir hemşire, "Hastaya müdahale ediliyor, bekleyin." Dedi.

 

Beklemek... 17 saattir ölesiye yaptığı şey... Nefesi kesilir gibi oldu, elini yüzüne kapattı, yanına gelen Nedim'in sözlerini duymadı. Beş dakika, on dakika, on iki dakika, on yedi dakika, yirmi üç dakika, yirmi yedi dakika ve otuz üç dakika... Tam otuz üçüncü dakikada içeriden çıkan cerrah, yorgun, terli, bezgin bir ifadeyle

'Başınız sağ olsun, elimizden geleni yaptık, beyin ölümü gerçekleşti.' Dedi.

 

Dizlerinin bağı çözüldü, yere yıkıldı. Duvarları yumruklayarak ağlamaya başladı, ağladı, bağırdı, küfretti, isyan etti...

...

 

Cenazeden iki gün sonra üzüntüden, ağlamaktan, uyumamaktan, yiyip içmemekten avurtları çökmüş, benzinin rengi yeşile dönmüş, gözlerinin feri sönmüştü. Üç gündür hastane, cenaze, defin, taziye ve dua işleriyle uğraşırken de ortada dolanan bir ruh gibiydi. Hiç bu kadar ölüme yakın ve ölüme hasret hissetmemişti. Birisiyle ölmeyi ve toprağa onunla girmeyi hiç bu kadar istememişti. Nasıl olduğunu da kendisinin nasıl geride kaldığını da anlamıyordu..

 

Nerede olmuş, kim yapmış, nasıl olmuş, nasıl gafil avlanmış? Hala can kardeşinin nasıl öldüğünü bilmiyordu. Sormaya dili varmıyordu.

 

Ancak dördüncü günde Nedimden izahat alabilecek kadar kafasını toplayabildi.

 

"Aco, Mersin otoyolunda olmuş. Yarışlara katılmış, modifiyeli Bmw'lerle, arabasına yarışa girmişler. Bizimki ve işte o, çarpıştığı çocuk... 240'la gidiyorlarmış. Serkan öndeymiş, arkadaki lavuk haplıymış, finiş çizgisinde arkadan koymuş buna, iki tonluk arabayı 100 metre ileri fırlatmış. Arkadaki iki takla atmış, bizimki de bariyerlere patlatmış. "

 

Arca gözlerini sıkıca kapatıp Nedim anlatırken sahneyi kafasında kurdu. Kazadan hafif yaralar ve belki birkaç önemsiz kırıkla kurtulan Serkan, elleriyle modifiye ettiği, içinde uyuduğu, hayatım dediği arabasının kırılan camlarından birinden dışarı çıkıyor ve perte çıkan kıymetli bmw'sine son kez bakıp silahını çekiyordu. Öbür araçta kazaya sebep olan it, baygındı. Serkan, elemanı birkaç tokatla ayıltıp yarış tamamlanmışken kendisine neden arkadan çarptığını sorguluyordu, silahının namlusunu hapçı züppenin şakağına dayıyordu.

 

Sonra bir bum sesi... Arkadan gelen birisi Serkan'ı ensesinden vuruyordu...

 

Yumruk yaptığı elini ısırdı, gözleri sımsıkı yumulu halde zangır zangır titriyordu, sayıklar gibi konuştu,

 

"Bul onu bana getir Nedim, getir, getir onu bana... İkisini de... Getir! Kimin dölü olduğu umurumda değil, gardaşımın kanını yerde bırakırsam, iki gözümden çeşme gibi oluk oluk kan aksın!"

...

 

Ertesi gün, Yasin limandaki şirket binasına çağırdığı Arca'ya, Serkan'ın ölümünden sorumlu adamlar hakkında öğrendiklerini söyledi.

 

"Tarsus'lu domba aşiretinin çeri başısının torunu; tetiği çeken. Arabayı kullanan da sevgilisiymiş. İbneymiş piçler. Çeri başına haber gönderdim, şoför olanı sana teslim ediyor."

 

"Tetiği çeken?"

 

"O torunu. Af diliyor, kan hakkı neyse verecek, çocuğu da Tarsustan sürüyor, bir daha hiç gelmeyecek."

 

"Razı değilim."

 

"Haklısın ama nasıl olacak? Dombaların elinden çocuğu almak, imkansız."

 

"Onlar verecek, elleriyle."

 

"Vermezler Aco, çeri başının tek erkek torunu. Bir ihtimal olsa af ve sürgün lafını bile ettirmezdim, Seko benim de gardaşımdı."

 

"Mahalleye beni sok, gerisine karışma."

 

"Seni oraya göndermem."

 

"Ben girer indirir çıkarım Beyim. Yemin ettim, o iki piçi de alacam. Sen ol veya olma..."

 

"Seni riske atamam. Üstelik savcı seni izlettiriyor, Seko'nun ölümü emniyeti ayağa kaldırdı. Kaza basına çıktı, direkt Ankara'dan uyarı gelmiş iki ilin valisini de iş büyümesin, yarışlar duyulmasın diye bakan bizzat aramış."

 

"Yasin Bey kes tatavayı, benim canım gitti canım! Sen ne hariçten gazel okuyürsün?"

 

Adam, daha fazla konuşmak istemeyen ve gitmeye davranan Arca'yı omzundan tutup odadan çıkmasını engelledi, Arca onu bir omuz darbesiyle geriletince Yasin adamlarına tutun şunu dedi, iki silahlı koruma öne çıkarken Nedim araya girdi, "El sürmeyin!"

Arca'nın kollarından tuttu, "Dur lan dur!"

 

Arca, kana susamış vahşi bir aslan gibi burnundan soluyordu, Nedim ile itişmedi fakat kimseyi dinlemiyordu da, Nedim onun yüzünü zorla kendine çevirip gözlerine baktı,

 

"Ulan dinle hele! Bak oğlum, şimdi bu dombalar bu iti iğne deliğine saklar, mahallenin giriş çıkışını kapatır, vermez! Vermez anladın mı? Sen şimdi ötekini al, şoför olanı... Zaten kazaya sebep olan o, ona ne istiyorsan yap! Al öcünü! Yasin Bey, çeri başına diğer iti sürgüne yollamasını buyursun... Bekle... Buluruz, elbet çıkar kokusu, onun gibi bok kokmadan duramaz, nereye gitse de buluruz. Bulduğumuz yerde sık kafasına? Anladın mı?"

 

Yasin de katılıp onayladı, Arca'ya, "Koçum bizde intikam unutulmaz ancak ertelenir. Nedim'i dinle, beni dinle. Seni o pislik aşirete vermem, ortalık kan golüne döner, dönsün eyvallah ama bulamazsın! Boşa! Anlüyürsün anam babam, sabret!"

 

Arca'yı sakinleştirene kadar iki gün Yasin'in tersanesinde bir geminin deposuna kilitlediler ve Serkan'ın arabasına kasıtlı olarak çarpıp ölümüne sebep olan adam üçüncü gün aşiret tarafından teslim edildi. Arca, adamın bir kulağından diğerine kadar boğazını keserek infaz etti. Kanı üzerinde duran avcı bıçağını Serkan'ın mezarına bıraktı. İntikamın yarısı böylece tamamlanmış oldu.

 

Fakat savcı, kazayla ilgili kovuşturma başlatmıştı. Tarsuslu dombaların içinden polise, Arca Giray Kızılkan aleyhine ifade verenler olmuştu. Arca, emniyete ifadeye çağırıldı, olayla ilgim yoktur deyip kaza akşamında bir iş yemeğinde olduğunu gittiği restoranın kamera kayıtlarıyla; cenazeden sonrasındaki bir hafta boyunca ise İstanbul'daki bir akrabasının otelinde dinlenmeye çekildiğini yine otel kayıtlarıyla belgeledi.

 

Yasin ve Nedim, bunca olay üzerine kafa kafaya verip Arca'yı bir süre Adana'dan uzaklaştırmak için plan yaptılar.

 

Yasin, hem Arca'yı intikamının sonuçlarından ve polisten uzaklaştıracak hem de kendi ailesini ilgilendiren özel bir meseleyi çözüme kavuşturacak kararını açıkladı.

 

"Benim üvey gardaşım, Ferman Tanrıöver, İzmit'te yaşıyor, oradaki limanda iş bağlantılarımı sağlıyor. Önümüzdeki yerel seçimlerde Körfez Belediye başkanlığına aday oldu. Kazanması bizim için çok önemli. Ona destek olacaksın, sağ kolu ve gölgesi olacaksın. Bir rakibi var, Ferman aleyhine kulisler çeviriyor, adı Mehmet Karadeniz. O adamı devre dışı bırakıp seçimi Ferman'ın kazanması için ne gerekiyorsa yapacaksın."

 

Arca başını olumsuz anlamda sağa sola salladı.

"Siyaset denen lağım çukurunda ben ne halt edecem Beyim, koyma beni! Yapamam. Ben ne anlarım seçim meçim."

 

"Seçim, Ferman'ın işi. Seni siyasete karıştırdığım yok, Fermanla şu Mehmet Karadeniz denen adamın arasında, senin çözebileceğin türden bazı meseleler var. Ferman'ın eli temiz kalmalı, maşası sen olacaksın. Bu da sana vaat ettiğim o beylik anahtarı Arca. Sabret demiştim ya, işte bak şansın ne çabuk ayağına geldi. Git, limandaki işlerin güvenliğini sağla, işleyişi bana bildir, hesabına çok yüklü bir çek yazıldı bile. Hem de hükümet korumasında olacaksın, bu iş çok derin."

 

"Bana niyeyse lağım kokuyür."

 

"Burnunu tıka, gözünü kapa sen de!." Deyip güldü Yasin.

 

Arca bir kaç dakika dudaklarını kemirerek düşündü,

"Ne kadar?"

 

"300 bin Euro. Ve İl beyliği?"

 

"Benim işler nolacak? Seko da gitti."

 

"Kumarhanelerin aynı senin düzeninde işleyecek. Hesabını yine sen alacaksın, güvendiğim bir adamımı veririm, sana tabii olur."

 

"Kim?"

 

"Osman?"

 

"Osman basit adam, daha kuvvetli birini vermen lazım. Tarık'ı ver, küçük gardaşını? İşi biliyür."

 

"Tamam lan Tarık sende. Hayvan herif! Sen de benim emrimdesin, yeter bu kadar Arca. Bu akşam ilk uçakla İzmit'e uçuyorsun. Orada kendine paravan olacak yasal bir iş kur, Ferman sana yol gösterir, seni gereken çevrelere sokar."

 

"Yasal iş, ne ola ki?"

 

"Kafe, bar, otel istersen kebapçı aç! Takıl sadece."

 

"Kimmiş bu Mehmet Karadeniz denen herif bir de ben araştırayım, oraya vardığımda iş hoşuma gitmezse anlaşma iptal olur. Başa döneriz? Ben dombaların inine çöker, gardaşımı vuran iti kıtır kıtır kesene kadar durmam, isterse kopsun kıyamet!"

 

"Arca yeter dedim, sana hayatının en büyük servetini tek kalemde veriyorum, seni kardeşimin yanına büyükler ligine katıyorum! Bir sene sonra olduğun yerden bana şükredeceksin..."

 

Arca, evine dönüp birkaç parça eşyasını valizine yerleştirdikten sonra bir sigara yakıp Serkan'ın odasına girdi. Yatağının ucuna oturup biraz ağladı ve intikam yeminini tekrarladı. Evden ayrılmadan önce salondaki duvarda kılıfıyla asılı duran sazı gözüne ilişti, ciğeri bir kez daha yandı.

 

Haftalardır Serkan,

"Çalsana ulan, hadi bir türkü söylesene ulan emmo hasret kaldık!" Diyordu. Bir türlü vakit olmamış, Seko'yu sürekli geçiştirmişti.

 

Valizi elinden bırakıp sazı aldı, gözlerinden akan yaşı elinin tersiyle savurup kardeşinin son fotoğrafına bakarak bir türkü mırıldandı.

 

Uçup gittin buralardan, canımın canı nerdesin

Uçup gittin buralardan, gözümün nuru nerdesin

Gittiğin yol çok mu uzak, dönülmeyen yerde misin

Gittiğin yol çok mu uzak, dönülmeyen yerde misin?

Bulutlar yoldaşın olsun, Allahım seni korusun

Yolun açık aydın olsun, turnalara tutun da gel...

 

 

Sazını ve mızrabını, intikamı tamam olmadan bir daha eline almamak üzere and içip Serkan'ın yatağına bıraktı ve uçağa yetişmek için evden ayrıldı.

 

 

*****

Loading...
0%