Yeni Üyelik
40.
Bölüm
@selinsafak

 

Serin bir İstanbul sabahında akşamdan diline dolanan bir şarkıyı mırıldanarak kahvaltıyı hazırladı. Pencereden dışarıya bakarak şarkının nakaratını tekrarladı. Hafifçe yağmur çiseliyordu. Çok uzaktan, kalabalık yüksek binaların gri sütunlardan ibaret ormanının arasından Boğaz görünüyordu. Evinin Boğaz manzarası oluşuyla gururlanıyordu, uzak ve cimri olsa da oradaydı işte.

 

Ketılın birkaç dakika fokurdadıktan sonra çıt diye atan düğmesinin sesiyle dalgınlığından sıyrıldı ve yatak odasına doğru seslendi,

 

“Kahvaltı hazır.”

 

İki kişilik masanın başında dikilip biraz peynir ve ekmek atıştırdı. Yapılacak çok acil, önemli ve hayati mafyasal işleri yoksa asla kendisinden önce uyanmayan adama içinden söylendi. Gerçi Arca gibi birinden kalkıp kendisine romantik bir kahvaltı sofrası kurmasını falan beklemiyordu. Adam kahvaltıda ciğer şiş yemediği günlerde karnının doymadığını söyleyerek zaten yeterince rengini belli etmişti. Yatağına getirilen bir tepsi ve tabağın üstündeki kırmızı gül detayı herhalde sadece dizilerde oluyordu. Kim, nasıl bir midesiz, gece boyu düzüştüğü, terlediği, horladığı, ağzının suyunun ve bilimum vücut sıvılarının karıştığı bir çarşafın üstünde yemek yemek isterdi ki? Kendi kendine güldü.

 

Arca, romantik bir adam değildi ama fevkalade ateşliydi. Mutfakta arkasından sessizce sokulup kızı tek koluyla belinden kavrayarak kucaklaması ve boynuna kondurduğu öpücüklerin sıcaklığı bunun kanıtıydı. Meyil kıkırdayıp cilvelenirken az daha nefesinin kesileceğini sandı, kendisini saran güçlü kolun kıskacında dönerek sevdiği adama baktı. Gülümsedi.

 

“Günaydın.”

 

Arca da uysal bir ifadeyle gülümsedi, kızın beline doladığı kolunun içiyle gövdesini kendine doğru çekti, diğer elini ensesindeki ıslak sarı saçların arasından geçirdi.

 

“Güneşim.” diye mırıldandı ve burnunun ucundan öptü.

 

Kavgacıydı ama gönül almayı biliyordu. Ağlamasına kıyamıyor ve hemen yelkenleri suya indiriyordu. Uysal değildi ama küs kalmaya dayanamıyor, asla küs uyumaya razı olmuyordu. Ne kadar sinirlense de bırakıp gitmiyor, trip atmıyor sorun neyse çözmek için uğraşıyordu.

 

Sonra bakışları vardı. Her şeyden önce ve sonra, her durağın başında ve sonunda, her molanın evvelinde ve ebedinde uzaktaki yetim yıldızlar gibi parlak ve delici bakışlar.

 

Ona bir mücevhere bakar gibi bakıyordu. Genç kadının bir erkeğin bakışlarında rastlanabilecek en hoş şey olan bu ışıktan kamaşmış hissiyatıyla sarmalandığını hissetmesi, ona olan tutkusunun kaynaklarından yalnızca biriydi. Böyle derin bir tutkunun elbette başka pek çok kaynağı vardı. Püskül püskül akan şelaleler gibiydi. Yükseklerdeki deliklerinden yol yol, oluk oluk çağlayan taze ve serin sular gibi coşkun.

 

Genç kadın, kendini onun gözlerinden izliyordu. Ayna gibi parlak ve kırılınca keskinleşen sırlı gözleri güzeldi. O güzel gözlerdeki kendi yansıması ise olağanüstüydü. O bir dev aynasıydı ve kendini onda kraliçe gibi görüyordu. Arca Arca! Söyle bana, benden daha güzeli var mı bu dünyada? Diye sorsa, Yok kraliçem, cevabını alacağı barizdi.

 

Yeniden buluşmalarını takip eden günlerde, aşkın her halinin şerefine bir sürü kutlamalar, gülüşmeler, söyleşmeler, eğleşmeler, sevişmeler yaşandı. Meyil’in yeni evi, Arca’nın otelindeki suiti, Boğaziçinde güzel bir tekne gecesi bu kutlamaların beşiğiydi.

 

Eskisi gibi uzun uzun konuşmuyorlardı. Sanki o korkunç ayrılık aralarındaki cümleleri eritmiş, kelimelere olan haceti tüketmişti. Yine de uzun gezinti teknesindeki hafif sarhoşça konuşmaları aklından çıkmıyordu. Onunla yıldızların altında, İstanbul Boğazının Karadeniz’e çıkan lacivert açıklığında yaptıkları o konuşma sırasında kendisini çok akıllı ve hazırcevap hissetmişti. Ama şimdi konuşmayı gözden geçirince Arca’nın ne kadar az şey söylediğini farketmişti. Oysa adama yurt odasının duvar renginden, okuldaki hocaların giyim kuşamlarına kadar her şeyini sayıp dökmüştü. Bir kez daha onun tarafından cezbedilmiş, ele geçirilmiş, fethedilmişti. Buna tüm mantığıyla itiraz ederken nasıl olup da kuzu gibi boyun eğdiğine şaşıyordu.

 

Arca, işinden, otelinden, kulübü nasıl satın aldığından, Rusya macerasından, o davadan nasıl beraat ettiğinden, servetinden, ortaklarından, düşmanlarından, kan davalarından bahsetmiyordu. Eskiden anlattığı hiçbir şeyi artık anlatmıyordu. Eskisinden daha ketum fakat pervasızdı. Sadece zevkten, eğlenceden, paradan ve anı yaşamaktan söz ediyordu. Attığı her adımda etrafa para saçıyordu. Üstü başı, taktığı, oturduğu, gezdiği, bindiği her şey en lüks ve en kaliteli şeylerdi. Arap şeyhleri gibi görgüsüzce değil fakat old money denen cinsten Avrupalı bir hanedanın varisiymişçesine sessiz, ezici bir zenginlikle sarmalanmış fakat şımarmamıştı. Bir çeşit evrim geçirmişti. Kıblesini kaybetmiş fakat yüzünü döndüğü yerde ışığı gözbebeklerinde hapsetmiş bir ilah gibi yerine yakışıyor ve ışık saçıyordu. Aynı ışığı Meyil’e de cömertçe vaadediyordu.

 

Bir kez daha evlilik yok, dediğinde Meyil’in bu kez kalbi kırılmamıştı. Artık anlıyordu. Onun evrimi zenginleşmekle değil olgunlaşmakla ilgiliydi. Hırsıyla törpülenmiş her varoşun gülü gibi taşındığı yeni muhite kök salmayı umursamıyordu. Artık evliliğin de mutlu son olduğunu sanmıyordu. Mutlu sonlara olan inancını yitirmiş ve Arca’dan kendiisne bir virüs gibi bulaşan anın, cazibesine kapılmıştı.

 

“İnsanlar mutlu son peşinde koşuyor fakat nedir mutlu son? Kötü bir son, sonsuz bir çaresizlikten daha iyi değil mi? Ben çaresizlik nedir iliklerime ve kemiklerime kadar bildim. Bir karar verdim. Kırk yıl ümit peşinde koşmaktansa, mutlu olacağımı bildiğim üç günü, o kırk yıla peşin takas ettim. Cesaret budur.” Demişti.

 

Arca dişlerinin ucuna kattığı bir damla zehirle yılan gibi sırıttı. İşaret parmağını bir yeri işaret etmeden hafifçe havaya doğrultmuştu.

 

“Hayat budur. Yalnızca cesurlar yaşar. Cehennemime hoş geldin. Bir daha, bir daha, bir daha hoş geldin deli kız! Sen zaten bana hep hoş gelirsin.”

 

 

Meyil’i, Körfez’deki The Gulf’ün açılışında ilk dinleyen yetenek avcısı kadın menajer Nurhan Çolakoğlu, o geceki özel toplantının konuklarından biriydi. Meyil,

 

“Nurhan karısı olmaz!” Diye diretmişti.

 

Arca ağzının köşesindeki sigarasını ayırmadan ve kızın yüzüne bakmadan elindeki cep telefonuyla ilgilenirken bezginlikle,

 

“Menajerin Nurhan olacak.” Diye yanıtlamıştı.

 

Meyil, Arnavutköy’deki o meşhur yalıya doğru sıkışık trafikte yol alırken söylenip durdu.

 

“O kaltak karı beni aşağıladı! Bana köpek çekti, sen şimdi beni onun ayağına mı götüreceksin? Benim bir gururum var, tamam mı? Piyasada başka menajer mi kalmadı? Hem annem var. O pekala yapar. İşini gelince Sibel Hanımdan kıvrak zekalısını tatlı dillisini göremezsin. O küstah cadalozla değil çalışmak onun yüzünü bile görmek istemiyorum! Arca beni duyuyor musun?”

 

“Duymuyorum. Sanatçı kaprisi.”

 

Meyil, son model Maybech minibüsün arkasında yola ters vaziyette oturduğu deri koltuktan zıplayıp karşısındaki Arca’nın yanına geçti. Koluna dolandı, sırnaştı.

 

“Aşkım? Beni, sevgilini aşağılayan o gudubet karının önüne atmazsın? Benim Adanalım beni o kadına yem etmek yerine haddini bildirir tozumu yuttururdu.”

 

“Aşkım bu Adanalı gazla çalışmiyür, bilesin. Ben seni en tepeye çıkaracak olan kimse onunla iş tutuyorum. Keçi gibi viyaklama ve orada ben söylemeden tek söz etme.”

 

“Emredersin paşam! Of!”

 

 

Arca nihayet başını telefonunun ekranından kaldırıp genç kıza döndü, iri gözlerinde yanan kapkara alevlerle dimdik baktı.

“Kurtlar sofrasına oturacaksan şunu unutma, gece kurtla bir olup koyuna saldırırsın; sabah çobanla oturup koyunun yasını tutarsın.”

 

Meyil bir süre bu sözlerin anlamını ve gerçek hayattaki karşılığını düşünmeye daldı.

 

Toplantı, Abel Karciyan’ın müzik camiasında karargah kabul edilen yalısındaydı. Habil Karcıoğlu ismiyle tanınan İstanbul Ermenisi, kırk senedir ülkenin en ünlü söz yazarı, beste üreticisi, yetenek avcısı ve nice şarkıcıları yetiştiren çok güçlü biriydi. Müzik piyasasında özellikle pop müzik camiasını yöneten bir mafya da denilebilirdi. Boğaz kıyısındaki ünlü mavi yalıda, sabahlara dek süren eğlenceler, tuhaf ayinler, uyuşturucu alemleri, çarpık ilişkiler yumağında İstanbul’a hükmeden yaşlı bir baykuş gibi tüneyen bu deli dahi ev sahibi, Firavun lakabıyla biliniyordu.

 

O yalıya adım atan genç müzisyenler, yetenekli besteciler ve en güzel sese sahip hırslı gençler, Firavun’un yönettiği çok gizli piramit denen oluşuma dahil edilir ve oradan şöhret basamaklarını adım adım çıkarlar veya en ugak falsolarında sistemden afaroz edilip bir daha sahne yüzü göremezlerdi.

 

Meyil, yalıya teknelerle giren çıkan ünlüleri ve Kayıkhanede sıralanan izbandut kılıklı silahlı korumaları görünce korkuyla yutkundu. Mavi yalının sağ yanından dönen patika yolun zeminindeki ince mıcır üzerinde yüksek topuklu ayakkabısıyla tökezledi. Arca hemen bileğinden tuttu.

 

“İyi misin?”

 

Meyil’in cesur ve hevesli ifadesinin sarardığını görünce hain bir sırıtışla kıza güldü. Meyil dişlerini gacırdatarak kendisiyle eğlenen bu sırtlan bakışlara karşılık vermek için hayalarını var gücüyle tekmelemeyi hayal ettiyse de genç adamın koluna sıkı sıkı yapışmak daha makuldü. Yalının denizi gören cephesine yürüyüp hafif yakamoz altında, çift kanatlı merdivenlerden eve girenler arasından sıralarını beklediler. O sırada kayıkhaneye yanaşan teknelerden birinde bir hareketlilik oldu. Karşılamak için rıhtıma yanaşan korumalar ile tekneden inenin etrafını saran başka korumalar etten bir duvar olmuşçasına dalgalandı. Meyil, gelenin birkaç adım sonra tanıdık bir yüze ait olduğunu görünce nedense biraz rahatladı.

 

Sonra rahatlamasının yerini başka türlü bir kaygı bürüdü. Ya kendisine kızgınsa? Evvelsi gece Arca’nın esmer bileklerindeki ten renginden daha soluk görünen kabarık kesik izlerini farkettiği an sırtından geçen ürpertiden daha soğuk bir ürpertiyle üşüdü, titredi. Arzu Mercan… Oğlunun intihar girişiminden ya onu suçlarsa? Arca, o kesik izlerinin bir intihar denemesi olduğunu alaycı sözlerle inkar etmişti fakat Meyil, her iki bileğin içinde üçer dörder santimlik düzgün kesiklerin ne olduğuna emindi. Bundan dolayı suçluluk hissetmemişti ama korkmuştu. Ya Arca’ya bir şey olsaydı? Ya ölseydi?

 

Şimdi hatırlamanın sırası mıydı? Gerçi gördüğü dakikadan beri aklından hiç çıkmış mıydı? Aralarına bir cehennem köprüsü kurulmuş ve her an gıcır da gıcır, gıcırdayarak alevden bir uçurumun üstünde sallanıp duruyordu. Bu haleti ruhiye içinde ne Arzu ile ilk selamlaşmalarını ne o evin salonuna alınırken gördüğü yüzleri, ne Nurhan’ın kendisini ilk kez görüyormuş gibi yapmacık selamını, ne mobilyaları, duvarları, avizeleri görebildi. Suyun dibinde nefessiz yürür gibi garip bir bulanıklık…

 

Yıllar sonra yapacağı bir röportajda, bir gazeteci ona ünlü olmadan önceki o önemli mihenk taşını sorsa, daha kafası hiçbir keyif verici maddeyle uyuşmamışken dahi uyuşuk olduğundan, tek kelime söyleyemezdi. Hep yaptıkları gibi huşu yüklü bir tebessümle uzaklara dalarak, rüya gibiydi derdi. Hep ortasından başlayan rüyalar gibi bulanık, yer çekiminden azade bir hafiflik, kulaklarını dolduran hafif bir melodi ve cisimsizlik…

 

O geceye dair anıları, hep bulanık olarak kalacaktı. İçtiği suya, ikram edilen şaraba hatta havaya bir çeşit halüsinojen püskürtülmüş olabilir miydi? Gerçek ve hayalle bağını tam olarak kaçıncı dakikada yitirmişti? Hatırlamıyordu.

 

Bir iş toplantısı yapılacağını umduğu o salonda hiç iş konuşulmamıştı. Bach’ların Mozartların havada uçuştuğu elit bir müzik sohbeti, Antik Yunan felsefesi, Uzak Doğu sanatları, Avrupa medeniyetleri, Fars destanları konuşulup durdu… Orada tanıdığı çok ünlü insanlar ve tanımadığı, isimlerini daha önce hiç duymadığı için kendisini çok cahil hissettiği büyük sanatçılar vardı. Herkes fikirlerden ve üretkenlikten ibaret bir koza gibiydi. Bambaşka, dünyadan uzak ve sıradan insanların beynini yakacak irrasyonel bir ortamdı. Anlamıyor fakat huşu içinde sohbet uzasın, hiçbir kelimeyi kaçırmasın diye dikkat kesiliyordu.

 

Gecenin sonunda yorulması gerekirken aksine pür enerji yüklenmişti. Hiç iş konuşmadan sahneye çıkmış, milyonlara kendisini dinletmiş, albüm sözleşmesi imzalamış, turnelerde gezinmiş gibi capcanlı ve dopdoluydu. O gece, orada neyin konuşulduğunu ve konuşulmayanların ardında neyin kararlaştırıldığını bir çeşit içgüdü ile anlıyordu. Bir kurban ayinine dahil olmak gibiydi. Hiç kan dökülmemişti ama Tanrılar oradakileri kutsamıştı. Altın ışığı alnında hissediyordu.

 

Arzu, Abel ile çok eskiden tanışıyordu, bütün gece yan yana oturmuş ve pek az konuşup sohbeti ve fondaki piyano resitalini dinlemişlerdi. Meyil, Arzu’nun kendisine bir baş hareketiyle bir şey işaret ettiğini gördüğü sırada garson tarafından kendisine bir kadeh içki getirildi. Kadehi aldı, bakışlarını Arzu’dan ayırmadı. Abel Karciyan önce piyaniste bir işaret verdi ve dönüp doğrudan ve ilk kez ona hitap etti.

 

“Hata.” Dedi. “Oku bakalım.”

 

Meyil ilk saniyede ne hatası diye düşünüp afalladıysa da bocalayacak zamanı olmadığı konusunda çabuk kendine geldi. Müzik hafızasını hızlıca zihninden geçirdi. Bildiği en güzel Hata, Sezen Aksu’nunkiydi. Ebru Gündeşle de bilinirdi. Zor bir şarkı değildi. Kendisi için neden böyle tek soruluk ve adeta kitap açık yapılan bir sınav seçildiğini anlamadı fakat oturduğu yerde sırtını hafifçe dikleştirerek şarkıyı söyledi.

 

Kalınca sebepsiz bir başıma

Hatıralar beynimde dans ediyor

Günahlarım dizilip bir bir karşıma

Sanki birer birer intikam alıyor

 

Yüreğimden zincire vurulmuşum

Anılar her halkayı birbirine bağlıyor

Ben duygularımın esiri olmuşum

Hatalar yalan duygularla başlıyor

 

Sen de benim hatalarımdan birisin

Sen en büyük günahların bedelisin

Senin için harcanan zamana yazık

Sen en güzel duyguların katilisin

 

Ne boğazını germiş, ne zorlanmış, ne nefes atlamış ne detone olmuştu. Oturduğu yerde hafifçe omuzlarını sağa sola sallayarak, zarif ellerini kıvıra kıvıra oynayarak, gözünü yummadan kendi ses rengine en yakışan tondan okudu.

 

İstemem seni, ne sevgini ne kendini

İstemem ben bu hayatın

Sözüm ona pembe rengini!

 

Diye nefis gırtlağından notaların avaz avaz yükseldiği kısıma geldiğinde yalıdaki otuz kırk kadar, orada burada koltuklara yayılmış, ayakta gezinen, sarhoşça gülüşen, içen insanların sus pus kesildiğini duydu.

 

Homeros'un Odyssey'inde, sesleriyle denizcileri büyüleyip felakete sürükleyen sirenlerden birinin, o gece, İstanbul’un eşsiz Boğazından geçtiği zannedildi.

 

Bu benzetmeyi yapan Abel’in ta kendisiydi. Meyil, şarkısını bitirip hafifçe yutkundu ve etrafa göz atmaya bile cesaret edemeden hafifçe gülümseyerek heykel gibi oturmaya devam etti. Ne bir alkış, ne bir övgü. Kısa fakat pelte gibi koyu bir sessizliğin ardından Abel sohbeti Yunan mitolojisiyle İslam felsefesine bağladı.

 

“Sirenler…” dedi elinde bir kadeh viskiyle. “Karşı koyulmaz şarkılarını dinleyip büyülenerek adalarına doğru gelmeye çalışan denizcileri, azgın dalgalara ve keskin kayalıklara çarparlar ve gemileri parçalarlar. O şarkıyı dinleyen bütün adamlar helak olur. Sembolizmde, gemi bir erkeğin hazlarını ve hırslarını anlatır. Alkol, kumar, kadın düşkünlüğü ve aylaklık. Adam kendini bunlara kaptırırsa gemisini batırır. İnsanoğlunun ezeli savaşı, içindeki sirenleri susturmak içindir. İslam felsefesinde ise sirenler, nefs olarak anlatılır. Hakim olunması gereken öz benlik ve ihtiyaçlar silsilesidir. İnsan bazı şarkılara Odysseus’ın tayfası gibi kulaklarını balmumuyla kapatmalı, bazı şarkıların rüzgarıyla ise yelkenlerini doldurmalıdır…”

 

Kadehler kalktı, iç çekişler, yaa’lar, ah’lar, eyvallah’lar izledi.

 

Meyil, bir aralık Arca ile göz göze geldiğinde o gecenin kendileri için dönülmez akşamın ufku olduğunu anladı. Sirenlerin şarkısı, onları gemisinden indirmemiş, parçalayıp derinlere çekmemişti. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

 

*****

Loading...
0%