Yeni Üyelik
41.
Bölüm
@selinsafak

 

Meyil, Mavi Yalı’da geçirdiği geceden kalan tuhaf anılarla hala sarhoş gibiydi. O günkü dersleri doğru düzgün dinleyemediği gibi amfide en ön sıraya oturup harıl harıl not tutmayı da bırakmıştı. Profesör anlatırken sürekli hayallere dalıp gidiyordu. Not satmaktan elde edeceği paraya ihtiyacı kalmamıştı. Portfolyo sunumunu da Fulya’ya itelemiş ve arkadaşının onu Arcayla buluşturma iyiliğine karşılık kızı akşam yemeğine götürmeye söz vermişti. Saatine bakıp duruyordu. Birkaç saat sonra Antalya’dan Ece geliyordu. Onu çok özlemişti ve Fulya ile tanıştıracak, kız kıza alışveriş merkezleri, güzellik salonları, kuaförler gezip tozacaklardı.

 

Ece, annesiyle babasının boşanma davası sürerken Antalya’ya, annesinin ailesinden miras kalan yeni evine yerleşmişti ancak gözü de aklı da Meyil’in yaşadığı İstanbul’daydı. Çoğu lise arkadaşı da Meyil gibi İstanbul’daki özel üniversitelere yerleşmişti. Batuhan, Meyil’in okuduğu Koç Üniversitesine kabul edilmemişti, annesi Sevgi de bu durumdan çok memnundu üstelik. Karşıda, Üsküdar’daki yeni bir vakıf üniversitesine Makine Mühendisliği bölümüne geçiş yapmıştı. Buğra, Körfez’de The Gulf’te şef garson olarak çalışmaya devam ederken üniversite sınavına girmekten vazgeçmişti. Okumak istemediğini ve hayata erken atılmanın tam kendisine göre olduğunu söylüyordu. Ece’nin eski sevgilisi ve Batuhan’ın kankası Tuna da, İstanbul Kültür Üniversitesinde Reklamcılık okumaya başlamıştı ve Meyil ile ara sıra yazışıyorlardı.

 

Ece, İstanbul’a gezmek için geldiğinde tüm eski arkadaşlarıyla görüşmek için planlar yapıyordu. Ancak Batuhan ile görüşmelerinin önünde yine kaya gibi bir engel vardı: Adanalı!

 

Meyil, üniversiteye başladığı ilk dönemde sudan çıkmış balığa dönmüşken, henüz hiç arkadaşı yokken ve derin parasızlık içinde kıvranırken çaresizlikle Batuhan ile birkaö kez görüşmüştü. Görüşmeleri arkadaşçaydı, ikisi de olanlardan sonra yeniden bir araya gelemeyeceklerini, aralarına giren cinayetlerin unutulmayacağını biliyordu ve yeniden sevgili olmayı istemiyorlardı. Son yazışmalarında Batuhan, okuldaki yeni sevgilisinden Meyil’e bahsetmişti. Meyil onu tebrik etmiş ve hakkında hayırlısı olsun demişti. Sonra da derin bir yalnızlık ve endişe buhranına düşmüştü. Ne yani Batuhan’ı kıskanmış mıydı, özlemiş miydi, onu arıyor muydu, geri dönmesini ister miydi? O zamanlar bilmiyordu, sadece kendini çok yalnız ve ürkek hissettiğini biliyordu.

 

Şimdiyse İstanbul’a ve okuluna alışmış, birkaö arkadaş edinmiş, kendini epeyce maddi güvenceye almış ve en önemlisi sahne hayallerine çok yaklaşmıştı. Hayatının erkeği ise hem onu çevreleyen altın bir kafes hem de göğsünün derinlerinde ona ümit veren bir inci gibi yanındaydı.

 

Metro durağında karşıladığı Ece ile çığlık çığlığa sarılıp zıpladılar, Meyil’in yeni kiraladığı evine taksiyle giderken yolda hemen hızlıca bıcır bıcır her telden konuşmaya başladılar. Lafların biri ağızlarında biri boğazlarındaydı, ayrı geçirdikleri aylarda başlarından geçenleri birbirlerine yüzyüze anlatmak için sabırsızlanıyor, konudan konuya atlıyorlardı.

 

“Antalya harika kankim, her hafta sonu bir sahilde takılıyoruz, sörf yapmaya başladım! Off bir hocamız var görsen dibin düşer! Adonis gibi herif. Gelen oğlanlar da taş gibi. Ama okulu sevmedim. Ya çok vasat tipler var, varoş dolu. Bir sürü şehirden gelmiş fakir çocuklarıyla ben ne kadar arkadaşlık edebilirim ki? Yani tamam, annemle babam boşanınca benim musluklar biraz kesildi ama yine de belli bir standardım var. Kolejde okudum! Kıza diyorum saçlarım yıprandı, bana diyor ki mayonez sürsene! Allah’ın varoşu, sence ben senin vereceğin tavsiyeye mi kaldım? Olaplex kullanıyorum diyorum, o ne diyor!”

 

Ece, devlet üniversitesinde kendisine uymayan sıradan ailelerin sıradan çocuklarıyla anlaşamadığını kendince komiklikler yaparak anlatırken Meyil gözlerini devirdi.

 

“Şımarık sürtük seni! Ne bilsinler kızım senin milyarlık saç bakımlarını, ezme garibanları!”

 

Ece duraksayıp, kankisine ayıp ettiğini nihayet anladı ve lafı kıvırdı,

 

“Yani kankim insan fakir olur da bu kadar vizyonsuz olmak bence anayasa suçu! Tamam insanın parası olmayabilir ama internet diye bir şey var. Beni bit pazarına götürdü, bak senin çantalarının çakması burada var diyor, bir de orijinaline o kadar para vermeyeyim diye ısrar ediyor. Aslında çok kafa bir kız, iyi niyetli ama çok Kezban ya! Benim onu eğitmem ohooo…”

 

“Sen de halkın içine karış biraz prenses. Bit pazarı vlog falan çekseydin!” Deyip kahkahayı bastı Meyil.

 

Ece üfledi, “Tabii ki çektim ama link veremiyorum sonuçta, bir boka yaramadı. Yorumları görsen zaten yıkılırdın! Rezil oldum takipçilerime. Neyse İstanbul alışveriş cenneti, İstinye Park’a gider bir Beymen ve Sephora alışverişi patlatırız. Kendime Golden Goose alıcam, bir de Dior çanta ayırttım. Kutu açılımı videosu çekerim, karizmayı toparlarız.”

 

Meyil yoğun Beşiktaş trafiğine daldı, kimse değişmiyor diye düşündü. Kendisi hariç. Eve geldiklerinde, Ece yanında getirdiği üç koca valiz eşyayı Meyil’in küçük salonunda oraya buraya serpiştirirken ona getirdiği hediyeleri de abartılı bir hevesle takdim etti.

 

Meyil pembe çizgili şık kutuyu kaldırıp,

 

“Bana Victoria’s Secret’tan sütyen mi aldın?” diye söylendi.

 

“İndirim vardı kuşum, aynısından ikimize de aldım. Bedeni uyar dimi? Kilo almamışsın. Off kızım aşırı güzelsin ya! Unutmuşum seni valla bir daha aşık oldum! Erkek olsam direkt sana yazardım. Arca iti, ağzının tadını biliyor. Şu popoya bak! Dön bakayım.”

 

Meyil kırıtarak kendi etrafında dönünce Ece onun yusyuvarlak ve dimdik güzel poposuna bir şaplak attı. Gülüştüler.

 

“Adi herif kaptı fıstık gibi manitayı tabi! Napıyorsunuz anlatsana? Sende mi kalıyor, sen mi ona gidiyorsun?”

 

“Eski düzende devam kankim, haftasonları buluşuyoruz. Beyimiz çok çalışıyor. Benim de işime geliyor tabi, okul falan.”

 

Okul falan, yani hayatının en önemli kısmından artık ikinci plandaki bir detaymış gibi bahsedişi önce kendi dikkatini çekti. On gün öncesine kadar okul, falan filan değil, her şeydi! Şimdiyse…

 

Ece kendini üçlü kanepeye yorgunca attı ve iç geçirdi.

 

“Bakireyim hala! Kurudum anasını satayım! Sizin okula gelicem kanka, hiç kusura bakma ama Koç’lu tikicanlardan gözüme kestirdiğim kim olursa dümdüz yürüyecem! Şu Poyraz Altınel bana bakmaz mı? Gerçi estetikli hatun sevmiyor demiştin. Mal!”

 

“Okulun yarısı burslu canım. Diğer yarısı da sadece sınavlara geliyor. İşin zor.”

 

“Keşke sınav zamanı gelseydim.”

 

Sohbet yine her zaman olduğu gibi Ece’nin hayatından, isteklerinden, alışveriş bağımlılığından, neşe dolu özeleştirilerinden, ailesinden, okulundan, YouTuber maceralarından ibaretti. Meyil, onun beş yaşında bir çocuk kadar şımarık ve benmerkezci tavırlarını özlediğini farketti.

 

Başkaları için Ece’nin narsistliği çekilir çile olmayabilirdi ama Meyil, onun dünyasına bağımlıydı, onda kendi değilini görüyor ve bilmediği ufuklara dalıyordu. Hayatında Ece olmasaydı belki şimdi olduğu yeri hayal edemezdi, Ece ona zenginlikle ışıldayan bir hayatın tadını öğretiyordu.

 

Ece’nin gündelik dertleri hqni şu meşhur sosyal medya deyimiyle ‘Allah başka dert vermesin!’ türünden dert-cik’leri, Meyil’e kendi dağ gibi dertleri yanında çölde serap gibi görünüyordu ve kızı neşelendiriyordu.

 

Başka bir hayatın mümkün olduğuna dair inancını körüklerken o başka hayatlardan birinin kıyısına tutunmuş oluşuyla kendine çıkarımlar yapıyordu. Yüksek farkındalığa ve çevresine karşı yoğun empati duygularına sahip insanların çoğu gibi Meyil, erken yorulmuştu. Bazen her şeyin farkında olmasaydım, anlamasaydım, insanların gerçek yüzünü görmeseydim, saf salak biri olsaydım daha mutlu olurum diyordu, işte Eceyle o saf ve lay lay lom instagirl oluveriyordu. Hafifliyor, görmezden geliyor, maddi şeylerle eğleniyor ve kafa dağıtıyordu.

 

“İyi ki geldin aşko!” Dedi bir kez daha. Sonra giyinip süslenip bir taksi çağırarak avm gezmeye gittiler. Ece deliler gibi alışveriş yaptı, videolar çekti, lüks mağaza çalışanlarıyla çene çaldı, instagramına onlarca hikaye attı, kendi deyimiyle sayfasına haftalarca yetecek içerik malzemesi topladı.

 

Meyil onun yanında gezerken hayatında ilk kez cüzdanında bulunan yüklü banka kartıyla ufak tefek alışverişler yaptı. Arca’dan aldığı avansı babası için tutacağı avukata ayıracaktı ama biraz da kendini şımartsa fena mı olurdu? Ece gibi minicik bir Jaquemus çantaya 18 bin ₺, kirli gibi görünen yıldız logolu saçma bir ayakkabıya 20 bin ₺, yeni çıkan makyaj malzemelerine binlerce lira vermese de kendine ilk kez Zara, Mango gibi ünlü orta sınıf zincir mağazalarından birkaç giysi aldı. İhyacı olan jean, kazak, elbise gibi şeylerdi. Ödemeyi yaparken adeta kasada elleri titremiş ve aldığına derhal pişman olmuştu.

 

Yine de akşam, Ece’nin ısrarıyla kendilerini Arca’ya yemeğe çıkarttırdıklarında, asansörün aynasında kendisine bakarken iyi hissettiğini düşündü. Elbisesi ancak Arca’nın benim yanımda giyebilirsin diyeceği kadar miniydi ama uzun bacaklarına çok yakışmıştı. Apartmanın önünde kendilerini bekleyen siyah minibüse bindiklerinde genç adamın bakışları da düşüncesini destekliyordu.

 

Arca, genç kızın kendisine kendi parasıyla yeni giysiler aldığını duyunca memnuniyetle başını salladı. Bir eli belinde kulağına eğilerek,

 

“Kırmızı elbise bir kadına ancak bu kadar yakışır. Ne istersen al, yap. Ben her zaman arkandayım. Para senin köpeğin olsun gülüm anladın mı, elbiseler, mücevherler, ayakkabılar, çantalar ne istiyorsan al. Hiçbir şeyin eksik olmayacak, dünyayı ayaklarına sereceğim. Dik dur, tacın düşmesin kraliçem.” dedi.

 

Bunlar daha başlangıçtı Adanalıya göre. Kendisi banka hesaplarını ve üzerine kayıtlı gayrimenkulleri şişirip dururken sevdiği kadını da boş bırakacak değildi. Onu en lüks villalarda yaşatmayı, son model arabalarda ve en pahalı teknelerde gezdirmeyi, dolaplarını en pahalı markalarla donatmayı hayal ediyordu.

 

Lüks bir restoranda yenilen akşam yemeğinin ardından kızlar ısrar kıyametle kendilerini gece kulubüne de götürttü. Arca işim gücüm var dese de iki genç kızın onu ‘Hadi ve Aco, aslansın kralsın hadi nolur?’ diye gaza getirmesi sonucu istediklerini yaptırtmışlardı. Meyil ve Ece, Arca ile korumalarının gözetiminde bulundukları locadan dışarı çıkmadan içip dans ettiler.

 

Arca daha o gün kumarhanesinden aldığı krediyi ödemeyen bir alacaklısını, adamın ofisindeki kendi devasa akvaryumunda boğmamış ve de adamı kendi yetiştirdiği piranalara yedirmemiş gibi sakin ve neşeliydi. Silahsız ve temiz bir infaz olduğu için memnundu. Adamı ayaklarından kaldırıp beline kadar cam fanusun içine batırıp canlı canlı balıklara yem olmasını izlemek en acayip National Geographic belgeselinden bile daha ekstrem bir deneyimdi. Görüldüğü gibi kumarda kaybeden hiçbir haltta kazanamıyordu, bu büsbütün bir avanak avuntusuydu. Borçlu kalınmaya tahammülü olmadığı da böylece İstanbul’un tüm dejenere kumarbazlarına açık seçik iletilmişti.

 

Sohbet genellikle Meyil’i bekleyen şöhret basamaklarından ve yakında açılışı gerçekleşecek olan Holly gece kulübü üzerinden sürdü. Arca, yenilenme çalışmaları Dubai’den gelen özel bir mimari ekip tarafından yapılan yeni kulübü için heyecanlıydı. Meyil ise parlak ışıklar altında binlerce kişiye şarkı söyleyeceği geceleri iple çekiyordu. Holly’nin açılışına dünyaca ünlü genç pop yıldızı Dua Lipa konseri damga vuracaktı.

 

İki gün önce afişler İstanbul’ün tüm merkezi yerlerindeki billboardlara asılmış ve bilet satışları başlamıştı. Uzun zamandır İstanbul, böyle popüler bir dünya starını ağırlamamıştı. Arca, dev prodüksiyon için anlaşabileceği en iyi organizasyon şirketini tutmuştu ve hiçbir aksilik yaşanmaması için varını yoğunu ortaya koymaktan çekinmiyordu.

 

Meyil kıskançlıkla tırnaklarını kemirirken bacak bacak üstüne attı,

 

“Görelim bakalım şu Dua Lipa’yı. Amerika’da doğsaydım ben de dünya starı olurdum. Türkçe müzikle ancak fantezi müzik prensesi olunuyor püf.”

 

“Bana bilet ayır Arca nolur, final sınavıma denk gelse bile mutlaka buradayım.”

 

Arca başıyla Ece’yi onayladı.

 

Meyil tırnaklarını hırsla kemirmeye devam etti. “Güzel bir kız değil ki. Sesi güzel, dansı da iyi ama sıradan bir tip. Esmer dümdüz bir kız işte.”

 

“Dua Lipa’yı da kıskanmazsın kankim!”

 

“Kıskanırım! Sen tanışmayacaksın dimi Aco, yan bakarsan gebertirim!”

 

“Ne alaka gülüm, dünya ahiret bacımdır.”

 

“Aferin. Gözlerini oyarım. İnşallah sahneye külotla çıkmaz. Ay sinirim kalktı!”

 

Arca içinden, inşallah çıkar, diye geçirse de yüz ifadesi bu dileğini ele vermiyordu.

 

Meyil’in açılış akşamında sahneye kendisi çıkamadığı için türlü kuruntu ve kıskaçlıklarla Arca’ya yeni mekanının heyecanını zehir etmesi bir yana, Mavi Yalıda gerçekleşen toplantıdaki ünlü müzik yapımcısından kendisiyle ilgili bir haber gelmemesine çok bozulması bir yanaydı. Hevesli görünmemeye ne kadar uğraşsa da üç lafından birisi kendisine ne zaman albüm yapılacağıydı. Habil Karcıoğlu sesini beğenmiş miydi? Ne demişti? Ona albüm yapacak mıydı? Menajeri Nurhan mı olacaktı? Niye net bir yorum yapmamışlardı, niye sözleşme imzalanmamıştı, neyi bekliyorlardı?

 

Arca, bilmiyorum, bekle, acele etme, sana iyi bir çıkış şarkısı arıyorlar dedikçe genç kızın huzursuzluğu artıyordu ve o huzursuz oldukça Arca’nın da huzurunu kaçıracağı besbelliydi. Dozunu kaçırdığı tek şey tüm gece surat asarak huysuzluk edişi değildi, içkiyi de fazla kaçırmıştı.

 

Gecenin sonunda aynı siyah minibüsle eve dönerlerken alkollü kokteylleri fazla kaçıran Meyil kusuyor, Ece ise gülme krizine girmiş Adanalı’ya sataşıyordu,

 

“Kaç para ulan bir Sezen şarkısı? Feda olsun benim kankama! Bastır parayı, al en güzel şarkıyı kankime taam mı Adanalı?”

 

Gecenin devamındaki kırmızı noktalı hayalleri, sevgilisi içkiyi fazla kaçırdığı için suya düşmüş olan Arca sıkıntıyla gözlerini devirip “40 bin dolar.” diye dişlerinin arasından küfreder gibi mırıldandı.

 

Ece hıçkırırken oturduğu yerde sıçradı, gözleri faltaşı gibi açılmış ve parmaklarıyla hesap yapmaya başlamıştı.

 

“Kaç bin kırk? Neeeğyy? Kaağç bin lira dolar? Sezen bestesi yuhh! Kankiiii çok pahalıymış laağn!”

 

İnsan hiçbir şeye şaşırmadığı zaman kirlenmiş demektir. Masumiyeti ölmüştür. Arca, şaşırmıyordu. Kirliydi. Herkes her şeyi yapabilirdi ve yapmıştı. Baş yaran taşların hiçbiri umulmadık değildi. Taş yerinde ağırdı ve her taşın keskin köşeleri gerektiğinde isabet ettiği başı yarmak için zamanını beklerdi.

 

Arca, Meyil'in sahneye çıktığı ilk gecenin sonunda, baş başa ilk kez kalıp Meyil hakkında konuştuklarında, kızdan öğrendiği aile trajedisinin aslını astarını öğrenmeye söz vermişti. Sözünün eriydi, araştırmıştı. Şevket'in öldürdüğü adam, Sibel'in eski patronunun oğluydu. Bir mahalle düğününde çıkan kavgada dokuz kişi birbirine girmiş, kavgada yaralananlardan ve kaçanlardan geriye altı kişi kalmış, iki farklı silahtan dört el ateş edilmiş ya da polis tutanağına göre yerde dört kovan bulunmuştu. Ölen Tekin Yılmaz, göğsünden ve boynundan iki kurşunla hayatını olay yerinde kaybetmişti. Meyil'in bildiğinin aksine Şevket o gece orada tutuklanmamıştı, Sibel ile eve gelmişlerdi ve adamı ertesi gün polisler evinden almışlardı. Körfez Emniyetindeki tanıdığı bir polise yüklü miktarda rüşvet vererek kapanmış eski dosyadan öğrendiği ilk bilgiler bunlardı.

 

Tekin ve ailesini de biraz araştırmıştı ve konuyu kapatmanın Meyil'in lehine olacağına karar vermişti. Aklını bulandıran şeyler vardı. Rusya'dan döndüğünde, dosyaya bu kez tamamen ulaşmak için eski muhbiriyle tekrar iletişime geçti. İlk görüşmelerinde polis memuru arşivdeki dosyayı kendisi okuyup sözel olarak bilgi vermişti. Arca bu kez orijinal dosyayı görmek istediğini söyledi. Bu kez daha pahalıya patlasa da tüm olay yeri bulguları, tanık ifadeleri ve savcının iddianamesi eline geçti. Orijinal ıslak imzalı dosyayı gördükten ve gerçekliğinden emin olduktan sonra fotoğrafını çekti ve muhabirine geri verdi. Sonra da tayin istemesini söyledi. Hatta emekliliğini istese de olurdu. Onunla işi bitmişti. O cinayet gecesinde görev yapmış polislerin isimlerini almıştı, artık görüşme sırası onlardaydı.

 

Meyil'in hukuk kazandığını öğrenir öğrenmez tetikte beklemeye karar verdi. Şevket'in haksız yere hapis yattığını düşündüğü için o muhteşem yeteneğinin üzerine bir çarpı çizip avukat olmak istediğini biliyordu. Çok değil üniversiteye başladıktan yedi ay sonra Meyil, okulda edindiği temel bilgiler ışığında İstanbul'da geriye dönük ceza davaları üzerinde uzmanlaşmış bir avukattan randevu almıştı. Kızı takip eden Ali, Arca'ya Meyil'in avukatın ofisinde bir saatten fazla kaldığını ve dışarı çıktığında çok üzgün göründüğünü söyledi. Üzülecekti hem de çok...

 

İstanbul’daki ofis adresini bulup karşısına dikilen Sibel, elleri belinde, dimdik, mağrur bir ifadeyle Arca’ya meydan okuyordu.

 

“Meyil’e o parayı vermeyeceksin!”

 

Arca çarşambanın gelişini pazartesiden bilenlere özgü bezgin bir ifadeyle iç geçirdi. Omuz silkti ve ellerini açtı.

 

“Verdim bile.”

 

“O halde o milyoncukları soyguncu avukatın birine vermesini engelleyeceksin! Kızımın tek dayanağı o para! Okulunun seneliği dünya masraf, bursu kesilirse atılır. Şevket’in çıkmasına şurda yedi yıl kalmış, Meyil kendi hayat sigortasını olmayacak bir dava uğruna hiç edemez. Mantıklı ol Arca, kızımı seviyorsan bu parayı çar çur etmesine mani olursun.”

 

“Meyil’i seviyorum Sibel Hanım, onu sevdiğim için onun sevdiklerini de önemsiyorum. Kayınbabam hapisten çıksa fena mı olur, tanışır kaynaşırık, iki eski hükümlü belki dertleşirik, baba oğul takılırık, diyürüm.”

 

Sibel dudaklarını kemirdi ve iki adımla Arca’nın geniş ofis masasına yaklaştı. Koyu mavi iri gözlerinde çakmak çakmak alevlerle her an saldırıya geçecek vahşi bir kedi gibi tısladı,

 

“Ne saçmalıyorsun be? Şevket sana değil kız vermek, günahını bile vermez! Babasını hapisten kurtarırsan kendi ayağına sıkarsın Adanalı, demedi deme!”

 

Arca sırıttı, “Bakele, niyeymiş o?”

 

“Şevket çok değişti, eskinin düğün çalgıcısı imana geldi, tarikatlara karıştı, beş vakit namaza niyaza başladı. Eğer dönerse Meyil’e hayatı zindan eder, başını kapatır, kızı çalıştırmaz, seni de yanına yöresine sokmaz. Hem sen Aleviydin dimi? O çok bayıldığın kayınbaban için ideal damat adayı sayılmazsın be Adanalı!”

 

Arca kaşlarını çatarak düşündü, alnını kırıştırarak dudaklarını büzdü, daha önce tahmin ettiği bu ihtimali şimdi Sibel denen kurnaz kadının ağzından duymakla bu kez ciddiyetle önemsemeye karar verdi.

 

“Şevket hapisten çıktığında işsiz güçsüz, parasız, kimsesiz, yaşı geçkin ve çaresiz olacak. Bunca yıl sonra sudan çıkmış balığa dönecek. Ve ben hem kızının hem onun kurtarıcısı olarak karşısına çıktığımda söylediğin küçük şeyleri dert etmeyecek. Para her kilidi açar bence. Bende çok var.”

 

Sibel alaycı bir gülüş atıp Arca’nın ofis masasının önündeki tekli koltuklardan birine oturdu, bacak bacak üstüne attı, gergin ve öfkeli bir ifadeyle parmaklarını saçlarının arasından geçirdi.

 

“Ben de seni akıllı bir şey sanmıştım! Sen Şevketteki laz damarını bilmezsin. Üstelik o dava açılırsa Meyil çok üzülecek. Kızıma yardımın değil zararın dokunuyor. Beni dinle. Meyil’in iyiliğini benden daha fazla düşünemezsin! Ben annesiyim!”

 

“Neden üzülür peki? Babasına kavuşunca annesiz mi kalır yoksa?”

 

Sibel cevap vermedi, burnundan soludu ve bir sigara yaktı.

 

Arca öne doğru uzanıp kadının sigarasını çakmağıyla yaktı.

 

“Dosyayı gördüm Sibel Hanım. Bana Şevket’in durumu şaibeli geldi. O gün savcıyı nasılsa inandırmış ama ben cinayet nedir bilirim. Sanki birini koruyor gibi. Öyle değil mi?”

 

Sibel bıkkınlıkla sigarasının dumanını üfledi, eliyle şöyle böyle der gibi bir hareket yaptı.

 

“Birini koruyorsa koruyordur, sana ne bundan? Şevket böyle istediyse bir bildiği vardır, Meyil’e ne bundan? Kaç senelik mevzu! Sanki öleni dirilteceksiniz! O dava açılmayacak!”

 

“Anladım. Ama kızını ikna edemem. Bu mesele benden önceydi ve beni aşar.”

 

“O parayı kuzu kuzu eline saymasaydın iş buraya gelmezdi!”

 

“Sen kızını tanımıyor musun? Ne yapar eder o parayı bulur ve o davayı bensiz de açardı. Şevketle madem bir sır saklıyorsunuz, kızı bunca yıl babasının suçsuz olduğuna inandırmasaydınız! Şevket için avukat olmayı seçti. Gerçeği öğrendiğinde büyük hayal kırıklığına uğrayacak. Babası yalancı… Annesi?”

 

Duraksadı, ayağa kalktı, Sibel’in karşısına geçip oturan kadının göz hizasına eğildi, “Sahi annesi? Sen ne halt ettin de kocan kendini feda etti?”

 

Sibel dişlerinin arasından tısladı, “Seni ilgilendirmez! Beni yakarsan ben de seni yakarım! Körfez’deki o gecenin şahitlerinden biriyim, unuttun mu?”

 

“Eyvallah, birbirimizi bu kadar iyi anladığımıza sevindim. Sen benim ne olduğumu biliyorsun ve beni kolladın. Şimdi sen anlat, ben de seni kollayayım? Meyil’in görüştüğü avukata gider ve dava dosyasını istediğim gibi yönlendiririm, bu işten hem Şevket’i hem gerçek katili sıyırabilirim.”

 

“Nasıl olacakmış o?”

 

“Delil değiştirme, yalancı şahit, suçu üstelenecek sahte itirafçı… Bu işi ilk kez yapmayacağımı tahmin edersin.”

 

“Şunu baştan söylesene!”

 

“Anlat!”

 

Sibel, sonunda Şevket’i mahpusa sürükleyen o elim gecede olanları Arca’ya anlatmaya razı oldu. Soğukkanlılıkla, takır takır her şeyi saydı döktü.

 

O adamın katili Sibeldi, düğün devam ederken arka sokakta kendisini sıkıştırıp tecavüze yeltenen adamı yanlışlıkla öldürmüştü ve olayı Şevket üstlenmişti. Bu olay ikisinin büyük sırrıydı. Şevket, maktule ait silahı Sibel’in titreyen ellerinden alıp kararlı bir ifadeyle eve git! demiş ve gerçek, ikisi arasındaki derin sadakatin içine gömülmüştü.

 

-Kızım üzerine yemin et ve bu geceyi unut! Eve git Sibel!

 

Sibel eve gitti, Şevket hapishaneye. Hikaye, Meyil’e anlattıkları gibi değildi. Yok düğünde kavga çıkmıştı, silahlar patlamıştı da, kurşunun biri yanlışlıkla mahallenin en zengin adamına isabet etmişti de, cinayet Şevket’in üstüne kalmıştı. Bu, aralarında uydurdukları suskunluk yeminin kılıfıydı. Sibel’i kimse görmeden arka bahçedeki derme çatma cinayet mahallinden uzaklaştıran Şevket, silahtan karısının parmak izlerini silmiş, silahı kendisi güzelce avuçlayıp her yerine parmak izlerini bırakmıştı. İlk iki el silah sesinin ardından başka silahlar da patlamıştı, düğün yeri mahşer meydanına dönmüş, onlarca erkek birbirine girmişti. Suçun sahibiyle piçin babası belli değildir deyişindeki gibi herkes bir başkasını suçlamış ve maktulün yakınları Şevket’i linç etmeye kalkışmıştı. Müzisyen arkadaşlarının yardımıyla Şevket olay yerinden kaçıp evine gitmişti. Birkaç saat evde saklanıp Sibel ile vedalaşacak, son kez gözyaşlarıyla ayaküstü sevişecek zamanı olmuştu. Meyil, kapının aralığından onları görmüştü, ne olduğunu anlamadıysa da içine yüklenen derin korkuyla bir şeylerin ters gittiğini anlamış, yanlış bir şeye şahitlik etmenin kavurucu utancıyla odasına saklanmıştı.

 

Sabaha karşı evine helen polislere teslim olurken, ‘Ben öldürdüm, paramı vermedi, anama, dinime kitabıma küfretti, silah çekince kendimi savunmak zorunda kaldım, korkutmak isterken yanlışlıkla vurdum’ diyerek gayet soğukkanlılıkla olayı üstlenmişti.

 

Ofiste kayıt yapan gizli kamera, Sibel'in itirafını an be an kayda alırken, Arca kendisi için ömürlük bir garanti belgesi edinmişti. Sibel’in kendisini bir daha Körfezde yaşananlarla ilgili olarak asla tehdit edemeyeceğinin garantisini edinmeyi uzun zamandır kafasında kurguluyordu. Ola ki aralarındaki ilişki bozulursa, bir gün kafası atarsa, avukatlık kariyerinde hukuka olan inancı aşka olan inancına baskın gelirse Meyil de, Arca’ya o geceyle ilgili karşı ifade veremeyecekti.

 

Olur ya… İnsanoğluna güven olmazdı. İşte Sibel ayağına gelmişti. İkisi de suçluydu ve eşit başladıkları blöfleşmede kazanan yine kasa olmuştu. Zaten kasa hiç kaybetmezdi, bu yalnızca kumar değil hayatın matematiğiydi.

***

Loading...
0%