@selinsafak
|
İzmit, Körfez
Evlerinin salonundan sokağa bakan geniş bir cumba girintisi vardı, Meyil dizlerini göğsüne çekmiş orada oturuyordu. Bazı geceler buraya oturup göğe bakarak yıldızları görmeye çalışırdı fakat her daim gri olan Körfez havası, geceleri kirli bir mora boyanır tek ışıldayan nokta bile göstermezdi.
Üvey babası gece yine çok geç ve sarhoş gelip annesini hırpalamıştı. Böyle akşamlarda Meyil kapısını kilitleyerek uyuyordu. Çekmecesine bir de sustalı çakı saklamıştı, onu kullanıp adamı hadım ederek hayatının dersini verebilecek gücü olmasını diliyordu. Sonra vazgeçip gözyaşlarına boğuluyordu.
Annesi niye katlanıyordu ki? İşsiz güçsüz değildi, istese Muarrem itini başlarından atar ve anne kız gül gibi geçinirlerdi. Zaten beş kuruş faydası yoktu, tüm kazancını kendi sülalesine veriyordu. Üstelik Sibel'in kazancını da elinden alıyordu. Bir kadın kendine bunu niye yapardı, anlamıyordu. Annesi, gözünde her zaman çok güzel, çok yetenekli, çok becerikli, ağzı laf yapan, tuttuğunu koparan güçlü bir kadın olmuştu fakat potansiyelini harcadığını görmek onu üzüyor hatta öfkelendiriyordu. Sibel onca becerisine rağmen kendi elleriyle hayatını ziyan etmişti, büyük büyük konuşmayı sever fakat iş icraata gelince puf diye sönerdi. Meyil, aklı erdiğinden beri annesi gibi olmamayı en büyük takıntısı ve savaşı haline getirmişti.
Sıradan ailelerin pazar kahvaltısında bir masanın etrafında keyifle toplandığı saatlerde o yine yatak odasından yükselen seslere kulaklarını tıkamak istiyordu fakat kopası kulakları yine her şeyi duyuyordu. Duymak istemediği öyle çok şey vardı ki... Hepsi narin omuzlarının kaldırabileceğinden çok ağır şeylerdi.
Muarrem odada annesine hakaretler ediyordu, bazı patırtılar duydu. Omuzlarını kulaklarına çekti. Bu defa kendisiyle ilgili sesler yükseldi.
"Bir de üniversitesi mi çıktı başıma? Sizinle mi uğraşıcam ben? Girsin bir fabrikaya eve para getirsin ya da evlensin gitsin! Bu değirmen neyle dönüyor haberin var mı? Senin üç kuruşunla oluyor mu sanıyorsunuz siz? Ancak adamın iliğini kemiğini sömürmeyi bilirsiniz! Kim verecekmiş onun parasını? Para para diye yediniz beni!"
"Yeter Muarrem bağırma! Senin paranı filan istemiyor. Babası okutacakmış."
"Babası önce mapusta kendine sigara parası bulsun! Yalancı sürtük seni! Şevket neyle okutacakmış? Benden zırnık işlemez bunu bilsin yalnız bu evden çıkarsa bir daha da kapıma sokmam! Zaten giderse orospu olacak. Yeter be!"
Sibel odanın kapısını çarpıp soluk soluğa çıktı, kendini balkona atıp serin havayla biraz sakinleşmeye çalıştı. Az sonra içeri seslendi, "Meyil üstünü değiş, yürü dükkanı aç, gelen olur..."
Meyil çoktan giyinmişti, anahtarı alıp usulca ayakkabılarını giyip sokağa çıktı, görmez adımlar ve duymaz kulaklarla adeta bir sarhoş gibi sendeleyerek Şanzelize kuaför salonuna gitti. Otomatik pilotta ve bilmem kaç bin feette yüksek basınçlı atmosferde seyreder gibi dükkanın temizliğini yaptı. Arkadaşları öğleden sonra mesajlar atıp sahildeki kafeye gelmesi için ısrar ettiler. Annesi, bir müşteriye fön çekerken makineyi Meyil'in elinden aldı, çenesiyle kızın telefonunu işaret etti.
"Git hadi dolaş."
"Yok."
"Git dedim arkadaşların yazıyor, gelen giden yok, ben idare ederim."
Meyil durup kadına acıyarak baktı, yanağına döktüğü röfleli perçemlerini eliyle okşayarak geriye çekti ve yanağındaki koyu kırmızı parmak izinin üstünden usulca öptü. "Geç kalmam." Deyip çıktı. Birkaç adım ilerleyip geri döndü ve gülerek kapıdan içeri başını uzatıp seslendi,
"Kalıcı oje işine gir!"
"Git başımdan be!"
"Protez tırnak, jel tırnak, kalıcı oje, trend bunlar Sibel Hanım sen anca ağda kaş bıyık. Kıl sevici misin nesin anlamadım ki! Zuhahaaa!" Deyip kadını mahsus takıldı ve sabahki meseleyi böylece örtbas ettiğini gösterip uzaklaştı. Dolmuşa binip Batuhan'ı dershaneden almaya gitti. Yoldayken aşağı inmesi için oğlana mesaj attı, birlikte arkadaşlarının yanına gittiler.
Sibel de kızın ardından müşterisini postalayıp yakın arkadaşı Tuğba'yı dükkana çağırdı ve kahve içerek dertleşti.
"Boşayacam orospu çocuğunu ama şu kız kendini kurtarsın diye bekliyorum. Ne hayrını gördüm sanki koca deyip de üstüme çıkmaktan, hizmet beklemekten başka kocalık ettiği mi var? Başımızda erkek olsun dedim de halt ettim!"
"Boşa gülüm boşa, bu Muarrem pintisinden sana hayır yok. Gençliğin güzelliğin dururken boşa, sen kolunda altınlarla pırlantalarla gezecek kadınsın be Sibelim! Ne çektin ha!"
"Beni de rahat bırakmadılar ki be anacım, Şevket tutuklanınca ev sahibinden patronuna, toptancısından kabadayısına bir ordu herif üstüme atlamaya çalıştı. Muarrem dedim, nikahına alır, kollar bizi, evli kadına kimse hişt demez..."
"Orası öyle tabi, keşke o zaman senle tanışsaydık. Ben seni bu herif anasının gözüdür der, uyarırdım."
"Eski komşum yaktı benim başımı. Dul herif, hali vakti iyi dedi, çocuğu olmuyormuş, ilk karısı bunu bırakıp kaçmış, dedi. Ben de ohh dedim bir daha doğurma derdi yok, hem benim evladımı sahiplenir... Kızımla kapısına geldiğimde sabi daha 7 yaşındaydı, bir kere başını okşamış değil, cebine delikli bir lira koymuş değil. Şimdi de üniversiteye göndermem diye tutturdu göt herif! Meyil kazansın hele sanki Muarrem'e soracam! Ben de peşi sıra giderim. Kaparım dükkanı, girerim birinin yanına maaşımı alır mis gibi geçinirim. Kiraydı, faturaydı, malzemeydi, elemandı düşünmem. Bana iş mi yok, gül gibi sanatım var. Nerede istersem iş bulurum ben. İstanbul'a gideriz. Orada eski tanışlarım var beni bir sosyete kuaförüne bile usta alırlar, azcık giyim kuşamı düzelttim mi ohooo! Tabi oralarda şık giyinmek, bakımlı olmak lazım. Para olsun yeter ki ben bir boyanıp çıktım mı, görsünler Sibel kimmiş."
Meyil ise arkadaşlarıyla sahilde buluşup hiçbir şey yokmuş gibi doğal davrandı. Batuhan'ın kankası Tuna ve Ece, yeni çıkmaya başlamıştı, onların acemi flört halleri ile eğlendiler. Sonra Buğra, Gökhan ve Derya da aralarına katıldı. Tuna ve Batuhan, lise son sınıftaydı ve üniversite sınavına girmelerine birkaç ay kalmıştı. Çoğunlukla ikisinin İstanbuldaki üniversite hayalleri üzerine konuştular. Batuhan mühendis olmak istiyordu, Tuna ise daha çekimserdi, nereyi tutturursa gidecekti.
Batuhan, "Babam beni özel üniversiteye göndermeyecek, akşam söyledi. Eylülde seçimler var, siyasi itibarı kötü etkilenirmiş, sosyal demokrat birisi olarak görülmesi için benim iyi bir devlet üniversitesi kazanmam lazımmış. Hatta direkt nereye gideceğimi buyurdu: İTÜ- Makine Mühendisliği! Adam benim üzerimden bile prim kasacak şuna bak!" Diye dert yandı. "Arabamı elimden almazsa iyi." Diye de ekledi.
Kimse sınava tekrar hazırlanmak istemiyordu. Her biri, kendi ailesinden biran önce kaçıp kurtulmak ve özgürlüğe kanat çırpmak hayalindeydi.
Meyil, arkadaşlarına bakınca kimsenin halinden memnun olmadığını görüyordu. Ona göre hepsinin tuzu kuruydu, varlıklı ailelerin çocuklarıydı, son model ı-phonelar, marka ayakkabılar, kredi kartları, oğlanların altında arabalar... Her şey tıkırındaydı. Kendi evlerinde sürekli para kavgası edildiği için başka türlüsüne aklı ermiyordu. Para varsa huzur da olmalıydı, meğer olmuyordu. Neden olmuyordu acaba?
Ne kadar sıkıcıydı her şey! Herkes neden mutsuzdu? Şikayetçi olmayan kimse yok muydu? Böyle nasıl yaşanırdı? Neden kimse değiştirmek istemiyordu? Değiştirmenin öncülü değişmek miydi? Bu yüzden mi her şey yerinde sayıyordu? Oturdukları sandalyeyi bile değiştirmeden bütün gün boş boş hatta konuşmadan pinekleyip durdular.
Meyil, son izlediği yabancı dizide, gençlerin arkadaş grubuyla buluştuklarında sürekli sportif bir faaliyet yaptığını görüyordu. Şimdi yanındaki bu tikilere okula gidip voleybol oynayalım dese, biri bile kıçını kaldırıp gelmezdi. Ne hantal ne miskin şeydiler! Yapacak öyle fazla sportif faaliyet de yoktu hani... O yabancı dizide gençler ormanda hiking, trekking filan yapıyordu, çok özenmişti ancak İzmit'te bildiği bir orman yoktu olsa da herhalde iki ayaklı ayıların saldırısı kaçınılmaz olurdu. Sinema dese, dünyanın parasıydı ve erkekler sinemaya gitmekten sadece öpüşüp elleşme anlamı çıkarıyordu. Sene başında bir defa tiyatroya gitmişlerdi, o zaman da erkeklerin gürültüsü yüzünden salondan atılmışlardı. Tanıdığı erkeklerin hiçbiri henüz evrimi tamamlayamamıştı.
Saçma sapan düşüncelere daldığını ve yine hayalleri tarafından ele geçirildiğini farkedince silkindi. Bu arada Batuhan, kafede durup dururken herifin birine sataşmıştı, masada gülüşmeler yükselip durmuştu ama neye güldüklerini anlamamıştı. Eğlence anlayışına bak, mal! Diye söylendi ve masaya yatırdığı ödevlerini toparlayıp aniden ben gidiyorum dedi.
Annesinin dükkanına gidip ödev bahanesiyle laptopunu açtı ve Körfez iş ilanlarına bakmaya başladı. Şu, sabahki meseleyi yabana atacak değildi. Annesi, 'Senin paranı istemiyor, babası okutacakmış.' Demişti ya acaba nerden çıkarmıştı? Gerçek olabilir miydi, Şevket onca yıl sonra hapiste lotoyu tutturmadıysa nasıl olsundu? Muarrem'in sözleri kulaklarında çınlıyordu. 'Babası mapusta kendine sigara parası bulsun!'
Kimseye bel bağlayamazdı. Doğrusu hayallerini kimsenin lütfuna, vicdanına bırakamazdı. Acilen bir iş bulup dershane parasını biriktirmeliydi. Üç ilanı başvurmak için işaretledi ve numaraları telefonuna kaydetti. İlanlardan bir tanesini incelerken "Çok ilginç!" Diye düşünüp saçlarını ucuyla oynayarak bir süre daldı.
Bu aralar ne çok dalıp gidiyordu, kafasını bir türlü toplayamıyor ve hiçbir şeye odaklanamıyordu. Zihninde daldan dala atlayan fikirler adeta halay çekiyor, huzur vermiyordu. İlandaki iş üzerine 'Acaba?' dedi. Bir muhakeme yaptı, kendi kendine cık, dedi. Gözlerini kırpıştırdı, düşündü, ihtimal vermedi. 'Yok canım ne alaka' diyerek kestirip attı.
Fön makinesinin sesini duyduğunda başını kaldırıp müşteri mi geldi diye şaşırarak baktı ki annesi, kendi saçlarını fönlüyordu. Meyil bir saattir lap topun adeta ekranına girmiş etrafın farkında değilken Sibel üzerine oturan dizüstü kırmızı bir elbise giymiş ve makyaj yapmıştı. Onu uzun zamandır öyle süslü püslü görmediği için iyice şaşırdı. Nereye diye sordu, sabah dayak yediği pis kocası için böyle hazırlanıyorsa çok pis kavga edecekti.
"Düğün varmış, bir müşterimin... Sen Ece'de kal ben geç gelirim."
"Siz yokken ben de evde kafamı dinlerim bari."
"Muarrem benimle gelmiyor, akşam evde olabilir, yalnız kalma. Ece'ye git işte Meyil, Allah Allah!"
Ece'nin annesi ile son olanlardan sonra gidemezdi ama annesine söylemedi. "İyi tamam." Dedi ve Batuhan'ı aramayı düşündü. Zaten oğlan da sürekli gece çıkalım, partiye gidelim deyip trip atıp duruyordu... ...
Arca, şehirlerin de insanlar gibi insanda bıraktığı ilk izlenimin en sahici his olduğuna inanırdı, Körfez onda hiç iyi hisler bırakmamıştı, burada fazla kalmayı düşünmüyordu. Fazla vakit kaybetmeden işadamı ve siyasetçi Mehmet Karadeniz hakkında topladığı bilgilerden adamın tam bir baş belası olduğunu anlamıştı. Yeni patronu, Ferman Tanrıöver mafya ile bağlantısı olduğunu gizlemek için Arca ve Nedim'i olağanüstü gizlilik içinde görüyordu. Seçimlerdeki en büyük rakibinin gizli işlerini ve yolsuzluklarını ortaya çıkarmayı başarırsa çok büyük bir servet başışlayacağını ve onu çok iyi yerlere getireceğini vaat etmişti. Ne pahasına olursa olsun, seçimlerden önce Mehmet Karadeniz'in bir sırrı, açığı, yolsuzluğu, skandalı, kaçak faaliyeti bulunacaktı.
Türkan Teyzesinden, İzmitteki genelevlerin patroniçeleriyle görüşüp hem Ferman hem de Mehmet hakkında bilgi toplamasını da istemişti. Yeraltı dünyasının en iyi sırdaşları ve istihbarat kasaları hatta şantaj kaleleri bazen bu kadınlar olabiliyordu. Onlardan gelen bilgiler her zaman en can alıcı, en nokta atışı, en bam teli şeylerdi.
Araştırmasına devam ederken bir yandan Ferman Tanrıöver'in emriyle Mehmet'i ve ailesini uzaktan uzağa takip ediyor ve neler yaptıklarını adama gün gün rapor ediyordu. Bu takiplerden birinde adamın lise öğrencisi oğlunu radarına almıştı. Aslında birkaç saatlik gözlemle oğlanın sadece zengin çocuğu bir züppe olduğunu ve ondan kendisine iş çıkmayacağını düşünmüştü ancak o günki aylaklık ve can sıkıntısı seviyesi onu oğlanın peşinde oyalanmaya sevketti. Pazar günü oğlan dershane çıkışında bir kızla elele gözgöze spor arabasına binip sahile yönelince merakı arttı ve peşlerinden sahilde gittikleri kafeye kadar onları izledi.
Arabasını park edip biraz oyalandıktan sonra dikkat çekmeyecek şekilde kendisi de kafeye gidip bir masaya oturdu. Telefonunu kurcalayarak bir süre bekledi, sonra sağa sola bakındı, garson arandı. Kasanın üstündeki self servis yazısını görünce yerinden kalkıp kasanın olduğu yere seğirtti.
O sırada arkadaşlarıyla toplaştıkları masada herkes lak lak ederken Batuhan sıkıntıyla etrafa bakınıyordu, son gelen esmer, sakallı herife gözü takılmıştı. Laf olsun diye onu işaret etti. "Şu kekoya bakın."
Birkaçı dönüp baktı, Meyil yazmakta olduğu ödevinden başını kaldırıp bakmadı. Diğerleri neye bakacaklarını anlamadı, sıradan biriydi işte ve telefonlarına döndüler. Batuhan izlemeye devam etti, kendi kendine eğlence bulmuştu.
"Tipe bak orman kaçkını! Mal, oturdu yarım saattir garson bekliyor sonunda self servis olduğunu anlayıp kahve almaya kalktı. Şimdi de Türk kahvesi soruyor. Böyle kırolar kaldı mı ya?
Diğerleri gülüştüler, dünyaca ünlü kahve zincirinin şubesinde Türk kahvesi satılmıyordu sadece espresso türevleri ve envai çeşit sütlü ve aromalı kahveler vardı. İzledikleri takım elbiseli, kirli sakallı, ayağında deri kunduralar olan genç adam, kasadaki görevliyle neden Türk kahvesi yok diye tartışıyordu. Ece ve Derya yüksek sesle kahkaha attılar. Batuhan iyice havaya girdi ve Meyil'i dirseğiyle dürttü.
"İzle bak şimdi elemanı nasıl ti'ye alıcam." Deyip yerinden kalktı.
Meyil'in otur ne yapıyorsun, demesine kalmadan Batuhan kasaya seğirtti. Bir kaç saniye adamın arkasında dikilip sipariş verecek gibi sıra bekledi. Sonra başını öne uzattı.
"Pardon, bir sorun mu var?"
Kasiyer yok, dedi.
Batuhan arkadaşlarına hava atmak ve biraz eğlenmek için önündeki genç adamı işaret etti, "Türkçe bilmiyor galiba?" Dedi.
Masadan kahkahalar koptu. Arca kaşlarını çatarak bir liselilerin olduğu masaya bir de kucağına düşen Karadeniz soyisimli çocuğa baktı. "He gardaş, Suriye'den dün geldim!"
"Anladım bro belli oluyor zaten. Yalnız şey... Burada Türk kahvesi satılmaz."
"Ha? Peki mırra?"
Şaşırma sırası Batuhandaydı, ava gelirken avlandığından habersiz kıs kıs gülerek "O ne?" Dedi.
Arca gayet ciddi bir yüz ifadesi takınarak "Hani közde oluyür, cezveylen? Bildin?"
Batuhan alaycı bir sırıtışla elini adamın omzuna koydu, "İleride bir nargileci var, sen oraya bir sor!"
Artık sadece Meyil'in olduğu masa değil yakındaki tüm masalar da onları dinliyor, bazıları kıs kıs gülüyor, bazıları bu sahnede kimin alay kimin alaycı olduğunu kestirmeye çalışıyordu.
Arca dudak bükerek başını sakince salladı, omuz silkti. Arapça bir şeyler mırıldandı, çat pat bir kaç kelime biliyordu, tabii ne kasiyer ne Batuhan bir şey anladı. Herkes birbirine uzaylı görmüş gibi tuhaf tuhaf bakarken
"Çattık, Allah'ın Daeş militanı çekil şurdan! Bir saat seni mi bekleyecez." Diye söylenerek öne geçip kendine upuzun İngilizce ismi olan özel aromalı, bitkisel sütlü, laktozsuz bir içecek söyledi. Kasada kendisini hayretle izleyen kasiyer kıza göz kırptı ve karton bardağına yazması için ismini söyledi. "Batu." Geçerken sırasını aldığı adama bakıp sırıttı.
"Go home, ya habibi! Anladın?" Deyip neredeyse omuz atarak yanından geçti. "Her yer bunlardan dolu her yer... Tipini siktiğim nargilecisi!" diye söylene söylene masasına döndü.
Arca, askerde en gıcık angarya işlerde edindiği bir alışkanlıkla sakinleşmek için, içinden plakaları saymaya başladı. Neyse ki liste Adana'dan başlıyordu.
01 Adana, 02 Adıyaman, 03 Afyon, 04 Ağrı, 05 Amasya, 06 Ankara... Liste uzarken kendine bir espresso alıp masasına döndü, liseliler hala gülüşüyordu. Batuhan denen oğlan bir şeyler söylüyor, diğerleri patlayana kadar gülüyorlardı.
Açıkta bir şey mi gördüler acaba diye düşünerek fermuarını kontrol etti, elbette kapalıydı ama acaba arkasında mı bir anormallik vardı? Masadaki donuk ifadeli güzel sarışınla göz göze geldi, kız gülmüyordu, sadece dalgın dalgın bakıyordu hatta bakışları kesiştiğinde gözlerini kaçırmamasından kızın kendisine bakmadığını sadece onun olduğu yöne dalıp gittiğini anladı.
Suratları tek tek hafızasına kazıdı, hangisinin ne zaman lazım olacağı belli olmazdı. Batuhan Karadeniz denen züppe oğlan ve küçük sarışın sevgilisi artık gözünde mimliydi. Mehmet Karadeniz ne kadar güçlü ve temkinli bir adam olsa da böyle gerzek bir oğlu olduğunu öğrenmesi iyiydi. Bundan sonrasını onlar düşünsündü. Hedefe giden yolda çoluğa çocuğa, kadına, aileye zarar vermekten geri durur muydu? Asla!
Kahvesini eline alıp plaka saymaya devam ederek kafeden çıktı. Çoluk çocuk izlemek bu kadar yeterliydi. 20 Denizli, 21 Diyarbakır, 22 Edirne, 23 Elazığ...
Açık otoparkta oyalanıp peşinden gelen olmadığına emin olduktan sonra arabasına yöneldi.
39 Kırklareli, 40 Kırşehir, 41 Kocaeli...
Kocaeli'yi sevmemişti, çirkin bir şehirdi göz zevkine göre... Yapılaşma korkunç, binalar üstüste, sokaklar daracık, caddeler daracık ve düzensiz, hava kirli, insanları suratsız ve aksiydi. Burada deniz bile körfez bile güzel değildi, bakınca insanın içi açılmıyor, deniz iyot kokmuyordu.
Eşyalı olarak kiraladığı körfez manzaralı villasına gidip aynaya baktı, her zamanki gibi görünüyordu. Arkasını dönüp baktı, pantolonu da yırtık falan değildi. Nedim'e sordu,
"Aga bende bir tuhaflık mı var?"
Nedim gözlerini kısıp bakarak genç adamı iyice inceledi. Zaten Nedim hiç şakadan anlamaz her şeyi ciddiye alırdı, Arca onun kadar buz kalpli ve taş kafalı bir başka adam daha tanımamıştı.
"Yok ciğerim, filinta gibisin."
"Bugün liseliler bana keko dediler. Aga niye bu Angara'nın batısında, doğudan gelen herkese keko diyürler? Manyak mı bunlar, ne yapak concon olmak için hepimiz tası tarağı toplayıp İzmir'e mi gidek?"
Nedim hayret ve dehşetle gözleri fal taşı gibi açılarak bakarken herhalde Arca'nın o gün ergen katili olduğundan endişe ediyordu. Çünkü böyle bir olay Adana'da yaşansa Arca, o lafı söyleyenleri sekize katlayıp dokuza bükerek origami yapardı.
Arca ayna karşısında yüzüne gözüne yakından bakarken, "Ulan bakma öyle kimseyi dövmedim."
"Trakya'ya da çingene diyorlar." Dedi Nedim.
Arca yine her zamanki üslubuyla ona takıldı, "Değil mi?"
Nedim yine gülmedi. "Yoook!"
Arca aylar sonra bir kahkaha attı, Nedim'e takılmayalı epey olmuştu, adam da mahcup bir ifadeyle yüzünü eğerek hafifçe güldü.
Adana il sınırları dışında adam dövme hobisi pek zevk vermiyordu. Ancak bir Adanalı dayak yedikçe vur, Allahına kurban vur, diye yalvarırdı ve ancak o zaman dayağın zevki çıkardı. Gerçi hapiste birkaç laz dövdüğü de olmuştu, o manyaklar da görece iyi dayak yiyordu. Dayak atmak kadar dayak yemek de incelik isteyen bir sanattı. Sıradan bir Adanalının aldığı darbeyi hazmetme kapasitesi ortalamanın üstündeydi, o yüzden bir adamı döverim diye kendine güvenip kavgaya girmek büyük hataydı, Adanalıya on vursan on biri ver hele, diye gülerdi.
"Haa... İyi... Ama bir sakal tıraşı olman gerek yeğenim."
Genç adam esmer yüzünü ipek bir peçe gibi çevreleyen gür, simsiyah, pırıl pırıl sakallarını sıvazladı. Cenazeden beri iki aydır berbere gitmemişti ve daha önce sakallarını hiç bu kadar uzattığı olmamıştı, doğrusu farkında bile değildi. Aynaya bakmayı unuttuğu zamanlardı. Akşam artık tıraşa gitmeye karar verdi. Zaten Ferman Tanrıöver de kendisini her gördüğünde at hırsızı görmüş gibi bir süre tip tip bakıyordu. Şu işi selametle bitirmek için bir an önce yasını kalbine gömüp kendini toparlaması ve girdiği yeni çevreye uyum sağlaması gerekiyorsa gerekeni yapacaktı.
İzmit'in havasını suyunu sevmemişti ama kızları güzeldi. Ne var ki kendisine pek bakmıyorlardı. Henüz 22 yaşında bir genç adam olarak haliyle kızların beğenisini önemsiyordu. Adana'da yaşıtı olan karşı cinslerin ilgisine epey alışıktı, bir mekanda otururken veya yolda yürürken evlenme teklifi aldığı bile olmuştu. Normalde Adana'da kızlar teklif etmiyordu ama kendisinde şeytan tüyü olduğu doğruydu. Ne yani, buradakilerin gözüyle onların gözü mü farklıydı?
Eli yüzü düzgün çocuktu hatta yakışıklı olduğu söylenirdi, pek emin olmamakla birlikte söyleyenlerin yalancısıydı. Boyu uzundu, kalıbı iyiydi hatta soyunduğu zaman kadınlar ona hepten deli oluyordu. Epey kaslı kollarında, sırtında ve göğsünde yaşı sayısınca dövmesi vardı. Hepsi de profesyonel dövme sanatçılarının elinden çıkmış kaliteli desenlerdi.
Acaba giyim kuşamı mı tuhaftı? O gün üzerinde açık bej rengi bir gömlek ve siyah bir keten kumaş pantolon vardı. İkisini de bir avmnin en pahalı erkek giyim mağazasından almıştı, satış görevlisi çocuk, üzerine şahane uyduğunu söylemişti. Ayakkabılarına baktı, siyah deri iskarpinleri de yeni ve çok pahalı bir markaydı. Çorapları da elbette siyahtı! Total olarak değerlendirdiğinde kıro kriterlerini karşılamıyor hatta külliyen reddediyordu. Adana kızlarının harbiliğine güveni tamdı. Onlar bir erkeğe yakışıklı diyorsa muhakkak öyleydi.
"Aman!" dedi, "Zaten kebap yapmayı da bilmiyürler. Gül gibi eti pilavla mındar ediyürler. Dinime küfret daha iyi!"
Nedim bir şey anlamadı, Arca da cevap beklemiyor kendi kendine konuşuyor, çıkarımlar yapıyor, yargılara varıyordu.
Hala aynanın karşısındaydı. Elinde sigarasıyla kendine son ve haşin bir bakış attı. "Şu şiveni de biraz kır dedi Ferman Bey. Nasıl olacaksa! Kırk metre ileriden ben Adanalıyım diye bağırıyürmüşüm! Heye öyle, Adanalıyık Allahın adamıyık... Yalan mı diyek?"
Acemi birliğindeki komutanını hatırladı, İstanbullu albay, bu meseleye takıktı. Bölükte iki Adanalıydılar ve onları bir keresinde karşısına alıp 'Cümle sonundaki fiilin sonuna -yür değil, -yor gelecek! Çok basit! Açık e'leri de söylerken biraz incelteceksin.' diye diye beynine kazımıştı.
"Neyse ne! Her şey değişebilir ancak kebap ince çizgimiz... Güzelim kebap, o pilav denen lapayla malamat olu-yüor- yör-yor, olu-yor! Oldu."
***** |
0% |