Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3.Harbiyeli✈️

@selinsafak

Hani Allah'tan başka bir şey isteseymişim olacakmış dediğimiz anlar vardır. Herkesin başına gelir. Kendinize bile itiraf etmediğiniz ya da ne kadar çok istediğinizin farkında dahi olmadığınız ufak tefek önemsiz görünen dilekler... Benimki henüz dilek aşamasında bile değildi. Ama o gün ansızın gerçek oldu.

 

Cuma gecesi evde telaşlı bir hazırlık vardı. Abim çocukluğundan beri futbol oynuyordu ve iyi bir futbolcuydu. Sol ayağını kullandığı ve çok çevik olduğu için ileride büyük bir futbolcu olacağı söyleniyordu. Liseye başladığından beri Bursaspor'un altyapısında eğitim görüyordu. Lise son sınıfa gittiği o yılın başında ise Fenerbahçe'nin teknik direktörü ve altyapı transferinden sorumlu seçici ekibi Bursa'ya abimleri izlemeye geliyordu. Abimin futbol kariyeri için çok önemli bir gündü. Seçilirse İstanbul'a gidebilecekti. Annem ve babaannem 40 Yasinler okumuş, lokmalar döküp konu komşuya dağıtmış, babam adaklar adamıştı. Babamın çırağı da o gün futbolcu seçmelerine katılacağı için bana ise ertesi gün babamın nalbur dükkânını açma görevi verilmişti.

 

Bizim ailede ilkokul üçüncü sınıfa geçen her birey, yaz tatillerini bir esnafın yanında çalışıp zanaat öğrenerek ve cep harçlığını çıkarıp, kendine, aileye, vatana, millete hayırlı evlat olmakla mükellefti. Biz kardeşlerimle babamız nalbur dükkânı işlettiği için zorunlu yaz stajlarımızı babamızın dükkânında yardım ederek geçiriyorduk. Bu part time stajın arta kalan diğer yarım günlerini ise mahallenin camisinde verilen Kur'an kursuna gitmek oluşturuyordu. Nitekim nalbur dükkânının işleyişine hakimdim.

 

O sabah babam beni dükkâna bırakıp ağır olan demir kepenkleri kendisi kaldırdı ve besmeleyle dükkânı açtı. Sanırsın Maradona havalarındaki artist abimse arabanın ön koltuğuna kurulduğu yerden zahmet edip inmedi bile.

 

Biz yeteneksiz biçarelere, 'Bi futbolcu olayım, hiçbirinizi tanımayacam!' der gibi küçümser bakışlar atarak arabanın teybini kurcalayıp bir haftadır zibilyon kere dinlettiği Cengiz Kurtoğlu şarkısını başa aldı.

 

Babam alnımdan öpüp saçımı hafifçe okşayarak,

 

"Hadi kızım tekne sana emanet, önce kapı önünü süpür sonra içeriye güzelce paspas çek, toz al. Allah kolaylık versin, hayırlı işler." deyip cebinden bir demir bir milyon lira çıkarıp yere siftah parası attı bereket olsun diye.

 

"Sağ ol baba merak etme. Abim için dua edicem güle güle." dedim.

 

Arkalarından el salladım ve gerçekten içimden dualar ede ede babamın sıraladığı işleri yapmaya koyuldum. Dükkan komşularımız gelip geçerken kolay gelsin diye seslenip, 'Bir ihtiyacın olursa seslen. Tek başına ağır kaldırma emi kızım.' Diye tembihlediler. Hepsi babamın dedemden kalma 30 yıllık nalbur dükkanının hatırlı komşuları ve çok iyi insanlardı.

 

Dedemin yanında çıraklık ettiği zamanlardan beri belki de 30 yıldır babamın her gün aksatmadan yaptığı ve artık el pratikliği ve günlük rutininin otomatiğe bağlandığı işleri yaparken ailemizi düşündüm.

 

Babam ve annem nasıl sabırlı insanlardı? İnsan her gün aynı şeyleri yapmaktan sıkılmaz mıydı? Bir kere bile yanlışlıkla işlerinden söylendiklerini duymamıştım. Yoksa yetişkin olmak böyle bir şey miydi? Ama yaptıkları şeyler bana fevkalade yararsız ve sıkıcı görünüyordu. Nalbur dükkânının rafları hiç değişmezdi mesela. Evdeki dantelli vitrinin kavuniçi fincanlarının yerleri değişmediği gibi... Bir gün olsun bugün bu rafları sarıya boyayacağım diye geçmez miydi içinden? İnsan şuraya yeni bir masa sandalye alırdı en azından? Dedemi toprağa kendini de bu boya kokulu loş dükkâna mı gömmüştü babam?

 

Meraklı ve kurnaz tilki kulaklarım kim bilir hangi bayram gününün birinde maaile yenen yemek sofrasından sonra, küçüklerin top oynamaya dışarıya kovulduğu, büyüklerin masa başında çay sohbetine başladığı bir gece işitmişti; babamın mühendislik fakültesine başladığı sene dedemin aniden vefat edip babamın nalbur dükkânının başına geçmek için okulunu bırakıp Bursa'ya döndüğünü... Duyduğumu hiç unutmamıştım ve o günden sonra babamın yüzü bana hep daha bir hüzünlü gelmişti. Öyle olmasa bile ben babamın hep okulunu bırakmak zorunda kaldığı için üzüntü duyduğunu ve içinde ukde kaldığını düşünmüştüm. Biri hukuk fakültesinde okuyan, diğeri hemşirelik okulunda okuyan iki ablasını nalbur dükkânından kazandığı ile okutup evlendirmişti. Annesine ve iki ablası ile bir erkek kardeşine hem abilik hem babalık etmişti yıllarca. Erkek kardeşini de okutup evlendirmişti. Sonra en son kendisi annem ile tanışıp evlenmişti.

 

Hep soracak olurdum babama. Okulu bırakmak nasıl hissettirmişti? Okusaydı nasıl olurdu? Ama soramazdım. Babaya öyle büyük büyük sorular sorulmazdı ki... Belki büyüyünce...

 

O gün aklıma yine o mesele takılınca bir tilkilik daha edip babamın çekmecelerini karıştırmaya başladım. Zaten konuyu bildiğimi de kimse bilmiyordu. Ben balkon altından gizlice dinlemiştim. Paslı ağır demir çekmeceleri karıştırırken en altlarda çok eski bir ajanda buldum. Zaten mevzuların tam ortasına düşmek gibi tuhaf bir özelliğim vardı. Annem kısmetli kızım derdi bana. Ajanda babamın üniversite günlüğü gibi bir şeydi. Her zaman imrendiğim inci gibi eğik el yazısıyla yazılmış sayfaları karıştırmaya başladım. Günlükten ziyade not defterine benziyordu. Hangi tarihte okula başladığı, İstanbul'da önemli adresler, acil durumda ulaşabileceği İstanbullu akrabalarının telefon numaraları vardı en başlarda. Sonra babamın okul valizi için çıkılan alışverişte iğneden ipliğe, gömlekten çoraba alınan her şeyin tam bir listesi ve karşısında kuruş hesabıyla fiyatları ve toplam tutarı hesaplanmıştı. Tutarı kırmızı kalemle daire içine alıp not düşmüştü:

 

"Kırk sekiz lira seksen kuruş, babama mezun olunca ödenecektir"

 

İmza 

 

İnşaat Mühendisi Osman Evirgen.

 

Gözlerimi sıkıca yumup nefesimi tuttum ve defteri ağır ağır kapatıp yerine bıraktım. Gözlerim dolmuştu.

 

Canım babam...

 

Emin ol borcunu misli misli ödedin! Kardeşlerini okuttun. Baba mirasına sahip çıktın, ailene kol kanat gerdin. Ah babam!

 

O zamanlar işlerimiz epey iyiydi. Daha büyük zincir yapı marketler şehirleri sarmamıştı. Yıllardır işinde ustalaşmış, herkes tarafından sevilen bilinen yerli esnaf veresiye peşin fark etmeksizin kendi ekmek davasındaydı. Gelen müşterilerin çoğu tanıdıktı. Dükkânda beni tek başına gören hep babamı soruyor, abimi futbolcu seçmelerine götürdüğünü söyleyince iyi dileklerde bulunuyor, alacaklarını hatta raflardan kendileri topluyordu. Veresiye hesabı olanlar bile bana zahmet ve eziyet olmasın diye ceplerindeki son kuruşlarına kadar denkleştirip peşin veriyor ve 'Osman Ustaya selam söyle kızım' deyip gidiyordu. Hesabıma göre öğlene kadar kasada iyi bir miktar birikmişti. Annem 'bulaşık makinesi isterim' diye tutturmuştu kaç aydır. Babam 'hele bi yılbaşını görelim alırız hanım acele etme' demişti de, bugünün cirosu bir bulaşık makinesi almaya yarı taksit kadar ederdi.

 

O gün son müşterilerimden birinin hikâyemin asıl kahramanı olacağını henüz bilmiyordum. Ben can sıkıntısından babamın tezgâhının arkasında stok sayımı yapıp, hırdavat çarşısının kahvesinden pul ödeyerek kendime çay söyleyip oyalanırken üç delikanlı hızlı ve telaşlı adımlarla kendi aralarında yüksek sesle konuşup gülüşerek dükkâna girdiler. Hatta daldılar!

 

Uzunca boylu, geniş omuzlu, iyi giyimli, temiz yüzlü üç oğlan olsa olsa abim yaşlarındaydı. Dükkânın ortasına kadar gelip tezgâh arkasında beni görünce üçü birden duraksadılar.

 

"Buyurun." dedim.

 

Biri etrafa bakındı ve üst kata doğru yüksek sesle,

 

"Selamın aleyküm!" diye seslendi sanki dükkânda benden başkası daha olmasını umar gibi.

 

Biri utangaç bir tavır takınarak sırıtıp başını önüne eğdi.

 

Tekrar konuştum, "Aleyküm selam, buyurun?"

 

Biri, en önde dikilen en uzun boylu olanları şaşkınca, "Siz mi bakıyorsunuz?" diye sordu.

 

Az daha aptal aptal bakınmaya devam ederlerse sinirlenecektim. Başımı salladım.

 

"Evet, ne aramıştınız?"

 

Oğlanlar karşımda utanmadan birbirlerine bakıp gülüştü. Az önce yukarıya doğru seslenen sivilceli olan fısıltıyla diğerlerine, "Oğlum kız nalbura bak!" deyip boğazından hıçkırığa benzer kıkırtılar çıkardı.

 

Sanki ben duymuyordum! Tezgâhın ardında gözlerimi devirerek sabırsızca üç liseli dangalağın alışverişe başlamasını beklerken en öndeki uzun boylu ve siyah deri ceketli olan arkadaşını dirseğiyle dürttü. Aptal sivilceli, gülmesini dudaklarını ısırarak bastırdı arkadaşının dirsek darbesiyle ama yüzüme öcü görmüş gibi bakmaya devam etti.

 

Uzun boylu siyahlı olan iki adım atıp tezgâha yaklaştı. O da şaşkın bakıyordu ve biraz da mahcup olmuş gibiydi.

 

Boğazını temizleyip "Kolay gelsin." dedi.

 

Yakından bakınca fevkalade yakışıklı bir şeydi. Şaşırıp aptallaşma sırası bendeydi. Esmer, uzun boylu, iri siyah gözlü, bebek yüzlü, kısacık traşlı saçları özenle taranıp jölelenmiş yakışıklı oğlana başımı salladım.

 

"Bize biraz çivi, çekiç, fırça ve boya lazım. Çarşıda sorduk burayı tarif ettiler." dedi.

 

Evet, konuşma sırası bendeydi. Kırk metrekarelik dükkânda nefes alacak tek bir oksijen zerresi kalmamış gibi bunalmış hissettim. Öndeki yakışıklı ve girişken arkadaşlarından cesaret alan diğer iki oğlan da tezgâha yaklaşmış dikkatle yüzüme bakıyordu.

 

"Tabi. Hangi boy? Kaç Numara?" dedim bakışlarımı kaçırıp kesik kesik.

 

Siyah deri ceketinin cebinden katlanmış küçük bir kâğıt çıkarıp tezgâhın üstüne bıraktı. Galiba grup lideri oydu.

 

Listeye bakıp "Tamam" dedim ve tezgâhın arkasından dolaşıp raflarda aranmaya, bulduklarımı tezgâhın üstüne dizmeye başladım. Üç boy çekici elime alıp yakışıklı olana gösterdim.

 

"Hangisi olsun?"

 

"Hım... Orta boyu alalım işimizi görür"

 

Artık sadece ikimiz konuşuyorduk ve arkadakiler film izler gibi bizi şapşal bir ifadeyle izliyordu. Ben çivileri, vidaları çıkarıp kullanılacak yerlerini söyleyip, oğlan "Bu olur sanırım?" dedikçe tezgâha dizerken...

 

Sanki yüzyılın aşk filmi oynuyordu ve biz başroldeydik. Ama başrollerin konuşması nalburiyeden ibaretti.

 

"Fırçalar burada ne boyayacaksınız?" deyip fırçaların asılı olduğu askılı rafı gösterdim dükkanın diğer köşesinden.

 

Yakışıklı olan kavisli güzel kaşlarını çatarak dikkatlice baktı ve dudak bükerek

 

"Beşe onlardan proje yapıcaz da... Okul projesi için. Bir kestirme, bir de saplı mı alsak? Oğlum baksanıza siz de hoop! Metin, Rıza?" diyerek arkadaşlarına döndü.

 

Dükkanın diğer kısmında kalıp kendi aralarında fısıldaşıp gülüşen diğer ikisi liderlerinin emrine itaat eden askerler gibi derhal toparlanıp yanımıza geldiler. Baktılar, anlamadılar, yakışıklının dediklerine laf olsun diye,

 

"Bunlar olsun abi." dediler.

 

Abi dediler ama anladığım kadarıyla sınıf arkadaşıydılar çünkü laf arasında bir hocalarından ve proje ödevi detaylarından söz ediyordular. Keşke adını telaffuz etseydiler. Dikkat kesildim ama yakışıklı olanın adı hiç geçmedi.

 

"Peki sizde beşe on bulunur mu?"

 

"Bizde yok, keresteciden alabilirsiniz."

 

Esmer yakışıklı gülümsedi. "Doğru tabi... Haklısınız." dedi.

 

Ben o an buharlaşıp uçmak ya da yerin dibine girmek istedim. Hem muzipçe gözümün içine bakıyor, hem inci gibi pırıl pırıl dişleri ve tek gamzesiyle karşımda öldüresiye bir cazibeyle gülümsüyordu. Zalimin oğlu insan mı yedin? Maksimum on sekiz yaşında daha sakalı bitmemiş bir oğlan bu kadar yakışıklı olabilir mi? Hayranı olduğum film artistlerinden bile güzeldi gözleri, burnunun biçimi, kavisli ve ucu hafifçe yukarı kalkık kalın kaşları, uzun siyah kirpikleri, iri siyah zeki bakan gözleri, sevimli dudakları ve sol yanağındaki tek derin gamzesi... Hele boy endam... On dört yaşındaki gün görmemiş bir zavallı ergen kız için kalp krizi sebebiydi. Bakışlarımı o güzel surattan istemeye istemeye ama mecburen, yani biraz daha alık alık bakarsam rezil olacağım korkusuyla kaçırıp elime hesap makinesi aldım ve hesaplamaya başladım. Ben hesaplarken kendi aralarında fısıldaşıp gülüştüler.

 

Sizi duyuyorum dememek için kendimi zor tuttum. "Oğlum kız nalbur mu olur lan?"

 

"Ama ne tatlı baksanıza maviş maviş!"

 

"Oğlum babasının dükkânına bakıyordur salak mısınız?" dedi benimki. Hemen benimki oluverdi. Ben erkeğin mantıklı, zeki, zevzek olmayan ve hazırcevap olanını severim...

 

Derken babam geldi. Arabanın sesini de duymamıştım ki yer uğulduyordu sanki son beş dakikadır zaten kulaklarımda.

 

Babam bir bana bir karşımda sırıtıp bana gözlerini ayırmadan bakan üç oğlana baktı.

 

"Buyurun gençler?" deyip aramıza girdi.

 

"Hayırlı işler abi, biz okul projesi için malzeme almaya gelmiştik" dedi benimki.

 

Babama listeyi ve poşetlediğim malzemeleri gösterdim. Hesap makinesini uzatıp, yılların esnafı gibi küsuratı atıp

 

"On iki milyon tuttu baba" dedim.

 

Sırıtmalar son bulmuştu da babam tek kaşı havada başını sallayıp

 

"Tamam, kızım sen çık depodan bana alet çantamı getiriver hesabı ben görürüm" dedi. Son bir bakış dahi atmadan yerimden fırlayıp üst kata çıktım. Mesaj gayet net ve babam tarzı bir koruma üslubuyla açıktı. Babamın alet çantasını kucakladım ama merdivenlerde bekleyip oğlanlar dükkândan çıkana dek aşağıya inmedim.

 

Babam oğlanlara sordu

 

"Ne projesiymiş bu?" derken sesi biraz dik ve hesap sorucuydu.

 

"Proje derken abi aslında biz... Yatakhanedeki ranzaları taşıyorduk ta... Yanlışlıkla iki tanesi kırıldı. Onları tamir edeceğiz yoksa disiplin cezası alırız"

 

"Yanlışlıkla mı yoksa haytalık ederken mi kırdınız doğru söyleyin?"

 

Bakışıp gülüştüler.

 

"Valla yanlışlıkla oldu." dedi biri.

 

Babam tekrar sordu,

 

"Hangi yatılı okullusunuz siz?"

 

"Biz Işıklar Hava Harp Lisesi son sınıfındayız."

 

"Ooo Havacı Adayları? Maşallah aferin oğlum ne güzel meslek seçmişsiniz, ana babalarınız gururlanıyordur sizinle."

 

Ben düşüp bayılayazdım ve demir korkuluklara tutunurken derhal kafamda yanan parlak bir ampulle aydınlandım! Merve'nin iki ay önce okulun ilk günü söyledikleri ve uydurduğum 'baktığım çocuk' hikayesi aklıma geldi. Eğer birine bakacak olsaydım ondan yakışıklısını tarif edemezdim kuş kadar küçücük hayat ve erkekler bilgimle. O! Aşağıdaki akıllara zarar bebek yüzlü Şey! Harbiyeli! Benim platonik Furkan olacaktı.

 

Babam Furkanlara(?) fiyatta indirim yaptı, karnınız aç mı diye sordu.

 

Oğlanlar, "Yok abi sağ ol" dediyse de babam yemek ısmarlamakta ısrarcı oldu.

 

"Siz burada gurbettesiniz, ananız babanız sizi asker ocağına emanet etmiş, biz emanete bir öğün ısmarlamışız çok mu? Sonra gittiğiniz memleketlerde Yeşil Bursa'mızı güzel hatırlayın, hem askeri talebeyi doyurmak çok sevaptır. Gelin bakalım az ileride bizim Hasan Usta var bir İskender sarar parmaklarınızı yersiniz" diye diye çocukların omuzlarına kollarını sarıp lokantaya götürdü.

 

Beş dakika sonra halinden memnun halde yüzünde huzurlu bir ifadeyle geri geldi. İlk sorusu

 

"Sen karnını doyurdun mu kızım?" Oldu. İş veya dükkân değil.

 

"Yedim baba. Siz ne yaptınız? Seçmeler nasıl geçti?"

 

"İyi geçti şükür. Kerata dört gol attı, teknik direktörler yıldızı çok parlak dediler. Olacak bu iş. Hayırlısıysa tabi."

 

"İnşallah baba. Ben eve gideyim artık?"

 

"Git git tabi anan da merak eder. Hadi servise bin oyalanmadan gidiver. Ekmeği de alıver geçerken fırından, ben akşam esnaf arkadaşlara söz verdimdi"

 

"Tamam, baba hayırlı işler. Ne satıldıysa deftere yazdım"

 

Başını hızlıca sallayıp hadi hadi der gibi uğurladı beni. Bense aklım hatta tüm uzuvlarım bir0dakika önceki en hoş müşterimde ve bir genç kızın başına gelebilecek en tuhaf bakışma anısından yarı sarhoş adımlarla çıkıp minibüs durağına yürüdüm. Nalbur olabilirdim mesela büyüyünce? O denli sevmiştim babamın mesleğini O Gün!

 

Tekrar karşılaşıp karşılaşmayacağımızı bilmiyordum.

 

Fakat!

 

Pazartesi kızlara anlatacak nefis bir hikâyem olmuştu! Bayılıp tekrar tekrar dinlemek isteyeceklerdi.

 

***

Loading...
0%