Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12.Bölüm "Fitili Ateşleyen Gülümseme"

@senabookss

“Korkunun beslediği his, çığ olup ruhunu kapladığında ezilen duyguların senin boynundaki ipe dönüşür.”


Bir sürü korkularımız vardır hayatta. Hepsinin hissettirdiği duygu farklıdır. Bence en kötü olan korku; kaybetme korkusudur. Hayatı, kazanmak ve kazandıklarımızı kaybetmemek için yaşıyoruz çünkü.


Ve ben şu an en kötü duyguyu yaşıyordum.


Kaybetmeyi asla düşünmeyeceğim kişinin gözlerinde kaybolurken korktuğum şeyin başıma gelmemesi için içimden tanrıya yalvarmaya çoktan başlamıştım. Okyanuslarındaki duyguların benim duygularımla birleştiği sırada üstümden hareketlenerek doğruldu ve ayağa kalktı. Kalkmasıyla hızla gözlerimi üstünde gezdirdim. Düşündüğüm şeyin olmamasıyla başımın ağrısını arka plana atıp rahatlamanın verdiği gevşeme hissiyle derin bir nefes aldım. Sanki uzun zamandır okyanusun dibinde nefessiz kalmış gibiydim...


Kolundan akan koyu kırmızı kan elinden süzülerek beton zemine damlarken o bunu umursamıyormuş gibi yerde yatan bedenimde hızla hasar tespiti yaptı. Sayesinde bende bir şey yoktu ama yine de emin olmak istemiş olmalıydı. Başımın arkasındaki sızının yüz buruşturmaya sebep olacak hissiyle cam kırıklarına dikkat ederek doğruldum. İlk yağa kalktığımda başım dönme hissiyle dengemi toparlayamamış olsam da son anda arabadan destek alarak dengemi sağladım. Başımın sızlayan yerini elimle ovarken gözlerimi etrafta dolaştırdım, çoğu insan kaçışmış, olay yerinden uzaklaşmıştı. Yaralanan yoktu, bu iyi bir şeydi ki zaten direkt hedef ben olduğum için mermiler başka yerlere sıkılmamıştı. İnsanlar korkudan kaçmışken yanımıza gelenlerin bizimkiler olabileceğini fark edecek kadar kendimdeydim. Seda’nın elini omzumda hissettiğimde gözlerimi mermi izleriyle dolu arabadan çekip onun kahverengi gözlerine çevirdim.


“İyi misiniz? Vurulmadınız değil mi?” telaşlı sesi ve gözlerindeki ürkek ifade ilk başta üstümde bir etki yaratmadı. Beynim olanları algılamış ama ne yapacağını bilememiş bir haldeydi. Akın’ın sesi bakışlarımı kendine çekmiş olması bile beynimdeki dalgalanmayı bastıramamıştı.


“İyi misin lan? Başka yerine bir şey oldu mu?” Yağız’ın yanında durmuş onu incelerken bende onu izliyordum. Kolundan aşağı akan kanlara bakarken zihnim uyarılmıştı, sanki elektroşokla kendine gelmiş gibi ayıldı.


“İyiyim, sıyırdı gibi.” Yağız’ın umursamaz sesiyle Ali’ye döndüm. Pür dikkat bizi ve tepkilerimizi izliyordu. Ona dönmemle gözleri beklentiyle bana bakmaya başladı. “Kim olduklarını hemen bulun. Hemen!” dedim sinirle. Bu yapılan iş basit ve kenara atılabilecek bir şey değildi. Kim yaptıysa kuyruğuna basmış olmalıydım ki bunu yapma cesaretini göstermişti. Önceliğimi göz önüne alarak öfkemi bastırdım. Öfkemi taze tutmalıydım ki yapanı bulduğumda karşılığını hak ettiği şekilde verebileyim...


“Hadi hastaneye gidelim.” duygusuz okyanuslarına bakarken söylediğim cümleyle o bana dönüp bakmadı. O, bana uzun zamandır bakmayı kesmişti ama ben kesememiştim ona bakmayı. Beni yok sayarak Akın’a çevirdi okyanus gözlerini. “Ben tek giderim, sen burayla ilgilen.” dedi ve bizi umursamadan arabasına doğru yöneldi. Bana bakmadı ve cevap vermedi... Otoparka ilerlemeye başlamasıyla içimdeki dürtüye kulak verdim, diğerlerine bakmadan beni yok sayan adamın peşinden ilerlemeye başladım. Ondan önce arabasına ulaşıp şoför koltuğunun kapısını açtım. Bu yaptığım duraklamasına sebep oldu, kaşlarını çatarak okyanuslarına hırçın dalgalar yükledi. “Ne yapıyorsun?” diye sordu bıkkınlıkla.


“Böyle araba kullanmana izin vereceğimi düşünmedin herhalde?” dedim sorgularcasına. Kendimden emin oluşuma bir an şaşırsa da üstünde çok durmadı ve gerilen ifadesiyle arabaya yaklaştı. “İzin istemedim. Uğraştırma beni, git hadi.” herhangi biriyle konuşur gibi konuşması kalbimi sıkıştırmıştı, bir aralar en değerlisi olduğum adamın şimdi en değersizi olmak kabul etmesem de fena koymuştu acılı yüreğime. Onun sevgisinin ayakta tuttuğu ruhum evsiz kalmış, fırtınalı hayatımda savunmasız halde yaşamaya mecbur olmuştum ve bu mecburluğu ben kendim yapmıştım ruhuma. Yağız’ın benden alacaklı olduğu kadar ruhumda, bedenim de alacaklıydı benden onlara yaşattıklarımdan dolayı... ve ben de kaderden alacaklıydım bana yaşattıklarından dolayı.


“Binde gidelim o zaman.” umursamazca konuşmamla derin bir nefes aldı. Sabır dilenir gibi bir hali vardı ama umurumda değildi. Bu halde onu bırakamazdım. “Kan kaybediyorsun. Bin de gidelim.”


Son cümlemle öfkeyle gözlerime baktı. “Her zamanki gibi sen ne dersen o olur değil mi?” nefret kokan sesiyle dudaklarından dökülen cümleyle tek kaşımı kaldırıp dalgaları tekne devirecek şekilde sert olan okyanuslarına meydan okuyan bir ifadeyle baktım.


“Aynen öyle, unutmamışsın. Ben ne istersem o olur. Şimdi bin şu arabaya kan kaybediyorsun.” emrimle pes ederek aynı nefret kusan yüz ifadesiyle arabaya bindi, binerken de öldürücü bakışını atmayı ihmal etmemişti. Şu an ben istediğim için değil Soylusu istediği için bu arabaya bindiğini biliyordum.


“İlk defa yaralanmıyorum. Çok düşünüyormuş gibi davranma.” yan koltuğa otururken söyledikleriyle hissiz bir titreme hissettim bedenimde. Gözlerimi ona çevirmeden arabayı çalıştırdım. “Doğru, benim yüzümden ilk defa yaralanmıyorsun.” cevabıma bir karşılık vermedi, gerçi verecek hali de yoktu. Boka batmış iletişimimizi daha da batırmamak adına susmayı tercih ettim ve hastaneye gidene kadar ona bakmadım... yani bakmamaya çalıştım.


“Canın acıyor mu?” iletişimimizin daha da batırmayacağını umduğum soruyu merakımdan sormuştum ve vereceği cevap fazlasıyla önemliydi. Canı acıyor olmalıydı bunu biliyordum ama acımadığını duymaya onun sesinden ihtiyacım vardı. Benim yüzümden daha fazla canı acısın istemiyordum.


“Bildiğin sorular soruyorsun.” başını koltuğa yaslamış, açmaya gerek duymadan beni umursamadığını belli eden ses tonuyla mırıldanışı dudaklarımı bükmeme sebep oldu. Omuz silkerek kendimi rahatlatmak için üsteledim. Hem uyanık da kalması gerekiyordu...


“Neden sorduğumu biliyorsun.”


“Acımıyor Soylum.” dedi gözlerini açıp yola bakarken. Sözlerinin beni rahatlatmak için olduğunu biliyordum. Benim kendimi suçlamamı istemiyordu.


“Acıyor... ama beni rahatlatmak için böyle söyledin.” muzip bir edayla ona sataşmamla yerinden kıpırdandı ve elini yarasına bastırarak koltuğunda kıpırdandı. Yan gözle ona bakarken, o bir an bile bana bakmadı.


“Acısaydı acıyor derdim. Benim bazıları gibi yalan söyleme huyum yok. Ayrıca konuşmaya devam edeceksen indir beni. Sesin başımı ağartıyor.” ilk cümlesiyle laf sokup ikinci cümlesiyle sinir kat sayımı arttırdığında sesim benden bağımsız bir şekilde arabaya döküldü.


“Zamanında şu sesi duymak için yalvardığını unuttun sanırım. Burada senin iyiliğin için konuşuyorum ve sen benim sesimden rahatsız olduğunu mu söylüyorsun?” cümlesini düzeltmesi için son bir şans verdiğimi belli eden bir edayla sesli konuşmam hoşuna gitmemişti ki başını hayır anlamında sallayıp gözlerini sıkıca kapattı.


“Bende bundan bahsediyorum işte amına koyayım. Sese bak, cam patlatır. Kolumdaki kan kaybından değil, kulağımdaki zar patlamasından öleceğim.” sinirle hızımı arttırırken bir an acaba diğer kolunu da ben mi deşsem diye düşündüm ama bu düşünce sadece bir saniye sürdü.


“Tamam susuyorum ama sende sus. Mümkünse hiç konuşma.” dedim hırsla ve ona bakmadım. Evet, hastaneye gidene kadar ona bakmayacaktım.


“Bende bunu istiyorum zaten.”


“Sus işte, niye daha konuşuyorsun?” dedim itiraz eder bir tavırla. Artık susması gerekiyordu ki susayım...


“Hep son sözü sen söylersin değil mi?” söylenir bir mırıldanmayla konuşmayı devam ettirdiğinde derin bir nefes aldım ve dişlerimin arasından tıslayarak:


“Sus bir kelime daha edersen daha susmam.” dedim ve yol boyunca sürecek o sessizliği sağlayarak içimdeki gürültüde boğuldum.


Hastaneye vardığımızda birbirimize karşı olan suskunluğumuz aynı şekilde devam etti. Doktor, yarasına müdahale ederken onları uzaktan izliyordum. Asıl yarasının, benim açtığım yara olduğunu bilirken onun için çok da önemli olmayan yara için yanında olmam saçma olurdu. Gerçi böyle düşünmeyip yanında olmak istesem bile o bunu istemezdi, o yüzden uzaktan izlemek en iyisiydi. Gözlerim yüzüne değindiğinde yüzünde herhangi bir ifade bulunmuyordu, hissizdi. Bu haline burukça gülümsedim. Canı acısa bile belli etmezdi ki zaten bu ifadesizliği sayesinde öğrenmiştim tepkileriyle hangi duyguyu hissettiğini anlamayı...


Doktor yarasını temizleyip dikiş atmıştı ve her ne kadar Yağız, istemese de birkaç serum takılması gerektiğini söylediği için biraz daha burada kalacaktık. Onun için ayarlanan özel odaya geçtiğimizde aramızdaki soğukluk bariz bir şekilde ortadaydı. Hemşirenin taktığı serumların bitmesini beklemeye başladığımızda odada yalnızca ikimizin bulunduğunu düşünmemeye çalıştım. Yağız’da böyle düşünüyordu ki sanki aramızda konuşan yanar oyunu yarışı vardı ve ikimizde bu oyunu kazanmak ister gibi suskunduk, tek bir kelime etmemişti bu süre boyunca. Bu aslında benim için iyi bir şeydi konuşmaması... ama ben konuşmak istiyordum fakat ne diyeceğimi bilemiyordum.


Alışkın değildim onun sessizliğine, alışkındım sürekli bana bakarken parlayan gözlerinin gözlerimde dolaşıp sesinin ruhuma huzur vermesine. Oturduğum tek kişilik mor kanepede ön tarafa doğru kaydım ve hafifçe boğazımı temizledim.


“Teşekkür ederim.” kısık, çekingen sesim bana yabancıyken Yağız, bunun üstünde durmadı; gözlerini bir an bile tavandan ayırıp bana çevirmedi. “Önemli değil.” iki kelime ama etkisi iki sert tekmeye bedel... söyledikleriyle afallayarak yüzüne baktım. Önemli değil miydi gerçekten?


“Önemli değil mi?” titrek çıkan sesimle dönüp bana baktı. Gözleri duygusuzdu, duygudan arınmış saf mavi gözler... buzdan kalma enkaz barındıran, ölü kokan bir çift sıradan mavi göz.


“Özellikle senin için yapmadım. Bir söz verdim ben, sözümden dönmem senin gibi.” sıradan bir konudan bahseder gibi çıkan sesiyle kurduğu cümle sövseydi daha iyiydi diye düşünmeme sebep oldu bir an ve ardından içimdeki arsız kız çocuğunun dürtüsüyle çalışmaya başlayan beynimle küçük bir ışık buldum söylediklerinden. Verdiğimiz sözleri tek taraflı bozmam onun için geçerli değildi demek ki...


“Yani verdiğin sözler hala geçerli?” bir umut içinde konuşmamla biçimli kaşları çatıldı. Söylediğini kendi lehime çevirmem hoşuna gitmemişti. “Sadece bir tanesi, o da sana değil sekiz yaşındaki kız çocuğuna verdiğim söz. Diğerleri çoktan çöp oldu.” ilişkimize dair her şeyin çöp olduğunu söylemesinin etkisi ağır hissiyat yarattı ruhumda. Aslında neyi zorluyordum ki? Tekrar birleşebileceğimizi mi düşünüyordum, hayal dünyasında yaşamayı en son beş yaşında bırakmamış mıydım ki ben?


“Haklısın, zaman aşımına uğrayan kelimelerden medet ummak aptallık olurdu zaten.” dedim ve ona bakmadan pencerenin önüne doğru ilerlerken ekledim. “Neyse ne, sen dinlen.” İçimdeki yangını serinletmesini umarak camı açtım, tam önünde durarak esen ılık rüzgarı bedenime siper ederken gözlerimi kapattım. Temiz hava tenimi okşarken içimdeki yıkımın tozları ciğerlerimin havaya doymasını engellediğini hissettim ve bu nefessiz bırakan histen kurtulmak için peş peşe derin nefesler aldım.


Her hatanın bir cezası, her yapılanın bir sonucu olurdu. Ben hep yaptığımın sonucunu hem de hatamın cezasını çekiyordum. İsyan etmeye hakkım yoktu, geriye bakmayı değil ileriyi güzelleştirmenin yolunu bulmalıydım çünkü elimden başka bir şey gelmezdi. Zaten başımda birkaç bela varken yeni bir bela olan aşkı da ekleyemezdim hayatıma. O yüzden unutmalıydım... unutmak bazen en iyi seçenektir, unutursan devam etmeye cesaretin; eğer ki unutmazsan da geçmişin hatası yüzünden devam etmeye cesaretin kalmazdı.


Zihnimde girdiğim savaşla arama giren telefon titremesiyle elimi ceketimin cebine attım. Ekrandaki isim gözüme çarptığında onu özlediğimi fark ettim. Üst dudağım üzgün bir kıvrımla üste kıvrıldığında derin bir nefes alarak aramayı onayladım.


“Efendim dünyanın en iyi ajanı?”


“İyi misin? Lan insan değil misin, arasana hemen iyiyim diye! Öldüm meraktan.” telaşla bağırışı kulaklarımca hoş karşılanmadığından yüzümü buruşturarak telefonu kulağımdan uzaklaştırıp susmasını bekledim. “Sakin ol. İyiyim, merak etme yaralanmadım.” sakince söylediklerimle rahatlamışçasına nefes verdiğini işittim.


“Aklım çıktı kızım nasıl merak etmeyeyim?” benim için korkmasının verdiği tuhaf hazla önemsendiğimi hissettim. Bu yanlış hoşnutluk bedenimi sardığında gitmemin tek iyi yanının onunla tanışmam olduğunu bir kez daha anladım.


“Ya ne merak ediyorsun, unutma kötüye bir şey olmaz. Karşında bir Havas var farkındaysan?” sorgular bir edayla güldüğümü belli eden sesim, ortamı yumuşatmak için tek çıkış kaynağımdı ve umarım işe yaramıştı. “Biliyorum, kötüye bir şey olmaz da yanında yokum. Aklım sende kalıyor.” dedi kısa süren bir beklemenin ardından bana fırsat vermeden öfkeli sesiyle ekledi; “Yapanları buldun mu?”


Sorusuyla bıkkın bir nefes verdim. Bir de bu sıkıntı eklenmişti belasız kalmayan başıma. “Araştırıyorlar. Dua etsinler bulamayayım onları. Bulduğumda neler yapacağımı ben bile bilmiyorum düşün.” dedim. Her ne kadar belli etmesem de aslında çok öfkeliydim. Bana bir şey olmamıştı evet ama daha kötüsü Yağız’a bir şey olmuştu. Basit bir yaraydı belki ama ya basit bir yara olmasaydı? Bunu affedemezdim.


“Umarım senin eline düşmektense kendileri kendi işlerini bitirir. Yoksa ebelerini ararlar bizi geri sok diye.” gülerek söylediği cümlenin beni güldürdüğünü duyduğunda ciddi sesiyle devam etti konuşmaya: “İstersen bende araştırabilirim.”


Her ne kadar göremeyeceğini bilsem de başımı olumsuzca salladım. “Hayır gerek yok, sen diğer sorunla ilgilenmeye devam et. Burası benim sorumluluğumda.” dedim ve gözlerimi kısa bir an dönerek Yağız’a çevirdim. Gördüğüm manzarayla istemsizce heyecanlanarak “Hadi, iyi geceler.” diyerek telefonu kapatıp cebime sıkıştırdım. Pencereye sırtımı dönüp gözleri kapalı şekilde yatan aslancığı incelemeye başladım. Uyumuş muydu acaba? Bu düşünceyle yavaş adımlarla uyuyup uyumadığını kontrol etmek için yatağa doğru ilerledim. Nefes alması düzenliydi. Yatağın tam yanında durup ezbere bildiğim yüzüne tekrar ezberleyecek derinlikte baktım ve o an kafamdaki tüm düşünceler silindi.


Sadece o ve ben vardı. O vardı, ben vardım, biz yoktuk.


Kahverengi gözlerim acıyla yüzünde dolaşırken kalbimin hızlanması bile üstümdeki etkisini gösteriyordu. Kumral saçlarının ön tarafı alnına düşmüş, tatlarını bildiğim ve bir kez daha tatmak için can attığım dudakları birbirinize yapışmıştı. Yüzü çok güzeldi... ne zaman kaldırdığımı anlamadığım elim yanağını bulduğunda nefesimi tuttum. İki senenin özlemi bakarak geçmiyordu. Kalbimdeki yangın bir sözle geçmiyor, onun bana karşı kullandığı her bir nefret cümlesi hançerle kan akıtıyordu kalbimden ve bu kanlar kimsenin olmadığı bir zamanda göz yaşlarımla ayrılıyordu bedenimden. Elim, sıcak yanağı boyunca tüy hissi yaratacak yavaşlıkla kumral saçlarını buldu ve huzura kavuşmuşçasına tuttuğum nefesi bırakıp onun kokusuyla karışmış hastane kokusunu içime çektim. Yumuşak saçlarını okşamayı çok özlemiştim.


Yüzünün her kısmını ezbere bildiğim halde sanki hiç bilmiyormuş gibi keşfediyordum. Gözlerim istemsizce tekrar dudaklarına kaydı. Bir zamanlar her istediğimde öptüğüm dudaklar şimdi bana yasaktı. Aslında şu an bile ona bu kadar yakın olmamalıydım ama içimdeki dürtüye engel olamıyordum.


Yüzüne biraz daha yaklaştım, aramızda çok az bir mesafe vardı. On saniye sonra bu yaptığıma pişman olacaktım ama şu an umurumda değildi bu. Ben tam yüzüne odaklanmıştım ki kalbimin düşmanı gözlerini açtı ve o on saniye dünya durdu. Okyanusları durgun sularıyla topraklarımı beslerken birbirine düğümlenen göz bebeklerimizde biz vardık. Gözlerinde bizi görüyordum, o uzaktı ben yakın... nefesi nefesimdeydi tıpkı eskiden olduğu gibi.


Geçen on saniyenin şoku bedenimi terk ederken utangaçlığın midemden yüzüme yansıdığını hissettim. Bir an durumumuzu hatırladım ve hızla dikleşerek yataktan uzaklaştım.


“Serumuna bakıyordum bitti mi diye. Başka bir şey yok yani. Aklına kötü, sapık düşünceler barındıran şeyler gelmesin. Tamamen saf, iyi niyetimle sağlığınla ilgileniyordum.” hızla konuşmamla yanaklarımın ısındığını hissettim. Bunları söylerken odada yürümeye de başlamıştım. Yağız, hiçbir yüz ifadesi sunmadan bana bakıyordu. Düşünceliydi...


“Yatağın yanından geçip bakmak yerine üstümden mi bakıyordun?” muzip bir eda barındıran sesiyle sorduğu soruya ne diyeceğimi bilemedim.


“Üstüne çıkmışım gibi niye lanse ediyorsun? Sadece hafifçe eğildim hem oraya yürümeye üşendiğim için oradan baktım. Unuttuysan olay anımda dev cüssenle üstüme düştün ve ben senin yüzünden kafamı vurdum. Bende yaralıyım yani! Yorgun ve düşüncesiz olmam normal.” aceleci konuşmamla kaşları ciddi misin sen dercesine havalandı. Utandığım için kalbim hızlanmaya başlamıştı ve tek sebebi utanmam değil beni aslancığın utandırmasıydı. Ne kadar zaman geçerce geçsin yakınlaştığımızda şu kalbime söz geçiremiyordum.


“Sen de tedavi ol o zaman”


“Ne?” bir şey mi olmuştu ki tedavi olacaktım? Gözlerimi hızlıca üstümde gezdirdim, onun kanı haricinde kan yoktu üstümde...


Yağız, sanki kendini sıkıyormuş gibi bir duruşla sanki gülmemek için artı bir çaba harcıyormuşçasına boğazını temizleyerek, sesini kalınlaştırıp ciddi bir tonla “Kafamı vurdum dedin ya, git baktır.” dedi ama ses tonu ne kadar ciddiyse konuşma tarzı ve mimikleri o kadar değildi. Omuz silkerek kafamı hayır anlamında sallarken bu tavrının hoşuma gittiğini hissedip oyuna devam ettim. “Yok ya iyiyim ben. Kalın kafalıyımdır.” söylediklerimle kısa bir an üst dudağı kıvrıldı ama bu o kadar kısa bir andı ki kafamı çarptığım için hayal bile görmüş olabilirdim. Ben gözlerimi kaçırıp ayaklarıma bakarken acaba tebessümü hayal miydi gerçek miydi diye düşünüyordum ki odaya giren hemşireyle konuyu zihnimde kapattım. Hemşire, odaya girip önce bana gülümsediğinde aynı şekilde ona gülümsedim. Kadın, Yağız’a da aynı şekilde selam verip biten serumlara baktı ve yaralı şahsın kolundaki damar yolunu çıkardı. “Çıkış işlemlerini yapıp gidebilirsiniz. Doktorun yazdığı ilaçları aksatmadan kullanın lütfen. Geçmiş olsun.” hemşirenin kibar sesiyle başımı olumlu anlamda sallayarak:


“Teşekkür ederiz.” dedim.


“Teşekkür ederim.” dedi. Bana bakma gereği duymadan ayağa kalkıp kolundaki sargıya bakarken odadan çıkmakta olan hemşireye dönüp bakmadım. Ondan utandığım için mi bakmadım yoksa kırıldığımı belli etmemek için gözlerimi mi çevirmedim bilmiyordum ama çıkış işlemlerini yapıp arabaya binene kadar hiç konuşmadım.


Araba asfalt yolda akarken yine aramızdaki konuşan yanar oyunu tekrar başlamıştı ve bu sefer oyunu başlatan bendim. İkimizde konuşmasak da düşünceli olduğumuzu hissediyordum. Onun düşüncesini bilemiyordum ama benim aklımda şu an tek bir düşünce vardı:


Acaba ona yaklaştığımda bir şey hissetmiş miydi?


Zihnimdeki iç kemiren soruyla kafamı çevirip ona baktığımda kesin hoşlanmadı diye düşünmeden edemedim ve bu düşünce bozuk olan moralimi daha da bozdu. Sonuçta hoşlanmış olsaydı biz dediğimde ben demezdi...


Camı açarak hızımı biraz daha arttırdım. O sırada telefonumun sesi arabaya yıldığında gözlerim ekrana kaydı. Arayanın Ali, olduğunu gördüğümde hiç tereddüt etmeden aramayı hoparlöre alarak cevapladım:


“Efendim Ali?”


“Yapanları buldum.” direkt konuşmaya girmesiyle göz ucuyla Yağız’a baktım. Sert çehresiyle telefona bakıyordu, duyacağı ismi merakla beklediğini anlamamak için salak olmak gerekirdi.


“Kim?”


“Yönetici. Kovduğun yönetici yaptırmış.” öfkeli sert sesi kulaklarımıza ulaştığında Yağız, sessizce küfrederken benim yüzümde fırtınanın habercisi olan sinir gülümsemesi oluştu. Bu gülümseme güzel bir intikamın fitiliydi...


“Tamam, geliyoruz birazdan.” diyerek telefonu kapatıp yola çevirdiğimde gözlerimle hızımı daha da arttırdım. Bir an önce saraya gidip neler olduğunu öğrenmeliydim. Bu basit gibi görünen büyük olaya güzel bir karşılık vermeliydim ki Alisa Havas’ın döndüğünü herkes anlamalıydı...


Loading...
0%