Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13.Bölüm "Gökyüzünü Aydınlatmak"

@senabookss

“İntikam soğuk yenen bir yemek değil, zamanı gelince vurulan öldürücü darbedir.”


Telefon kapandıktan sonra süren kısa yolculuk boyunca ikimizde konuşmadık. Yağız, sessizliğe gömülmüş, muhtemelen bundan sonra olacakları düşünüyordu. Bense geçmişi düşünüyordum. Geçmişin peşimden sürüklediği lanetten kurtulmadan geleceğime bakamayacağımı bu olayla daha net anlamıştım ve geçmişi değiştiremeyeceğim için peşimdeki lanetlerden kurtulmam gerektiğini fark etmiştim. Bu sebeple saraya girdiğim gibi çalışma odama ilerledim ve aynı zamanda da Ali’yi gelmesi için çağırdım. Gecenin aydınlattığı odama girdiğimde ışıkları açarak daha aydınlık bir alan yarattım ve çalışma masama geçtim. Üstümde hem gecenin hem de olanların yorgunluğu vardı. Bedenim çoktan isyan bayraklarını çekmişti ama benim bu isyana cevap verecek zamanım şu an için yoktu. Koltuğa oturduğumda elimle boynumu ovup kaslarımın rahatlamasını umdum ama bu bile çare etmedi ağrıyan kaslarıma. Koltuğun başlığına yasladığım başımı Ali’nin odaya elindeki dosyalarla girdiğini fark edene kadar yaslı tuttum. Çarpmanın etkisi hala beynimdeki yerini koruyordu...


“Gel, otur.” ürkek bir şekilde kapıyı arkasından kapatıp kitaplığın yanında durmuş bana bakan Ali’ye bakarak onay vermemle başımı yavaşça yaslandığım yerden kaldırıp koltuğumda dikleştim. Ali'de o sıra masamın önündeki koltuklardan birine oturmuştu. Heyecanlı gözleri anlatacaklarının ilgimi çekeceğini düşünmeme sebep olmuştu. “Nasılsın? Yağız, iyi mi?” meraklı sorusuyla kafamı evet anlamında salladım. İyi değildik ama iyiydik sonuçta.


“Ben iyiyim. O da eve geçti... iyiydi en son.” umursamaz bir ses tonuyla konuşurken aynı zamanda omzumu da silkerek umursamadığımı desteklemeye çalıştım. Ali'nin gözlerinden geçen üzüntü ve merak daha fazla soru soracağının habercisiydi fakat benim o sorularla uğraşacak halim yoktu şu an. Ondan önce davranarak önünü kesmeyi seçtim. “Eee, ne buldun? Umarım işimize yarayacak sürprizlerin vardır?”


Benden kaçar mı bakışı atarak gülümseyip masaya doğru yaklaştı. “Adamı sen gittikten sonra Başkan göreve getirdi. Pezevenk tam bir şerefsiz. Yönetimde olduğu süre boyunca borçlanmış. Yönetime gelen paralar sadece ona ve adamlarına gidiyormuş, bir de yönetici olmasının avantajıyla kara para aklama işini de başarıyla yürütmüş.” her bir cümlesi sövercesine ağzından dökülürken kaşlarımı çatarak ona baktım. Dedikleri kafamı karıştıracak şekilde şaibeliydi. Kimse fark etmemiş miydi bu durumu da bu adam at koşturmuştu benim şehrimde?


“Bu zamana kadar niye görevdeydi o zaman? Kimse anlamadı mı bu işleri?” öfkeli sesimle sorduğum soru yüzünü ifadesizleştirdi. Çekik kahverengi gözleri soğuktu. “Başkan, arkasında olduğu için kimse anlamadı ya da anladıysa da anlamadı...” dedi iğrenircesine.


Babamın kanatlarının altındakilerinin pisliğin derinliklerindeki mikroplar oluşunu öğrendikçe ondan uzaklaşıyordum. Gözümden daha ne kadar düşebilir diye düşünürken her seferinde beni şaşırtıyordu ve bu sefer mikrobu bana sıçramıştı. Pisliğinin bana daha doğrusu bize bulaşmasının siniriyle yanan gözlerimin acısını hissedercesine Ali’ye baktım. “Bana onu vurabileceğim bir bilgi ver Ali.” istekli sesime ve bakışımla kafasını olumlu anlamda salladı ve elindeki dosyayı masanın üstüne koyarak anlatmaya başladı:


“Şerefsiz kaldırdığı paralarla kendine çok gösterişli bir bina yaptırmış. Binanın altı bar, üstü ise otel gibi tasarlanmış. Bardakiler için kolaylık olsun diye herhalde oteli hemen üstlerine açmış.” gülerek söylediği bel altı imayla kafamı incelediğim dosyadan kaldırıp ona ters şekilde baktım. Bakışımla hafifçe boğazını temizleyip ciddi şekilde devam etti. “Adam, tüm parasını buraya yatırıyor ama ailesi bilmiyor burayı. Sevgilisinin üstüne yaptırmış.” son cümlesiyle yüzümü buruşturdum ve dosyanın içindeki fotoğrafa baktım. Bina gerçekten gösterişli ve güzeldi. Ayna kaplama bina ışıkların yansımasıyla tam bir ışık gösterisine sahne oluyordu. Dışı böyleyse içi ne kadar renklidir kim bilir? Dışından bile herkesin girebileceği bir yer olmadığını belli ediyordu.


“Piç kurusu hem evli, çocuğu var hem de sevgilisi var ve tüm mal varlığını kapsayan iş yerini sevgilisinin üstüne yaptırmış doğru mu?” sorgulayan sesimin altında aslında hayret vardı. Kim tüm mal varlığını sevgilisinin üstüne yapardı ki?


“Aynen öyle. Ailesinin uğraştıklarını sandıkları küçük bir şirket var. Kadın kocasının şirketle ve yöneticilikle uğraştığını sanıyor. Dağın bu tarafından haberi yok.” dosyanın içinden karısının fotoğrafını buluğ elime aldım. Güzel bir kadındı, yuvarlak yüzünde senelerin yorgunluğu olduğu belliydi ama görünüşü tam bir hanımefendi olduğunu belli ediyordu. Siyah saçları sıkı bir topuzla toplanmış, yeşil gözleri sevgiyle bakıyordu. Böyle bir kadının bu şerefsizle evlenip hayatını karartması kötü olmuştu. Gerçi nereden bilebilirdi ki evleneceği adamın böyle bir şerefsiz olabileceğini? Hayatımızı sürdüreceğimiz kişiyi bulmamız gerçekten şansa bağlıydı. Ya doğru adamı bulabilirdik ya da bulamazdık, ortası yoktu. Bu kadın şansızdı, yanlış adamı bulmuştu; peki ben... ben doğru bulup kaybettiğim için ne oluyordum? İçimdeki benin konuyu bana çevirmesiyle dikkatimi toplamak için koltuğumda kıpırdanıp omuzlarımı salladım.


“Yani karısı kocasının onu aldattığını ve bar işletip pezevenklik yaptığını bilmiyor?” iğneleyici sorumla Ali, üzgünce bakıp başını olumsuz anlamda salladı. “Maalesef ki kadın ayakta uyutuluyor. Ne yapacağız buna?” beklediğim soruyu sormasıyla gülümseyerek koltukta yayılarak arkama yaslandım. İki kolumu koltuğun kolçaklarına yaslarken kucağımda birleştirdim ve bacak bacak üstüne atarken koltuğu hafifçe döndürüyordum.


“Bu akşam gökyüzünü aydınlatmaya ne dersin?” yönelttiğim heyecan verici şeyle gözleri parladı. Şaşkınlık ve isteğin yüzünde oluşturduğu komik ifadeyle yüzümdeki gülümseme daha da genişledi.


“Ciddi misin?”


“Hiç olmadığım kadar.” dedim ve uyarır tonda ekledim “Hazırlıklara başlayın ve kimseye şimdilik bu plandan bahsetme. Açıklama yapacak havamda değilim.” son sözü söylediğimi birkaç saniyelik sessizliğin ardından anlayan Ali, ayağa kalkıp heyecanla gülümsedi. “Emredersiniz, Soylum.” gülerek konuşmasıyla gülümsemeden edemedim. Yapacağımı iş için heyecanlanması eski anılarımızı tekrar anımsamama sebep oldu ve bunların eskide kalmış olması yüzümdeki tebessümü acı bir donukluğa mahkum edip acısını boğazımda acı bir tat bıraktıracak kadar derin bir hissiyatla benimle bıraktı. Geçmiş kolay kolay geçmiyordu yarım kaldığında ve benim geçmişim yarımlarla azalıyordu gün geçtikçe...


Ali, baş selamı verip sessizce odadan çıktığında yalnız kalmanın verdiği rahatlamayla derin bir nefes alıp ayağa kalktım ve odadan çıkıp eve doğru ilerlemeye başladım. Saat sabahın dördüne geliyordu, yorucu bir gece oluşu da saatin üstüne eklendiğinde bünyemin yorgunluğu kabul edilebilirlik seviyesinin çok üstünde kalıyordu. Bu yorgunluğu atmak için hiç değilse iki saat uyumalıydım. Sessiz adımlarla merdivenleri tırmanıp karanlık holden geçerek odama girdiğimde ilk işim üstümdeki kanlı kıyafetleri çıkarmak oldu. Duş bile alamayacak halde olduğumdan yaralarıma dikkat ederek kendimi yatağa ruhumu da uyku alemine bıraktım...


Bedenimden yayılan titremenin göz kapaklarımı uyarmasıyla hızla aralanan gözlerime vuran ışıkla yataktan doğruldum. Kısa bir an nerde olduğumu kavramaya çalışırken etrafa anlamsız bakışlar attım. Senelerimin geçtiği odamda tek başıma olduğumu anladığımda uyandığımdan beri ilk defa nefes aldığımı hissettim. Gördüğüm kabusun beynimi etkilediğini anlayarak esneyip pencereden sızan güneş ışığına boş bir bakışla bakıp başımı komodinin üstündeki saate çevirdim. Saat yediye geliyordu... normalde yaşadığım gecenin ardından öğleden önce uyanmayacak ben, şimdi yedi olmadan uyanmıştım ve bu gerçekten sinir bozucu bir durumdu. Yatığa kafamı bastırıp hızla bedenimi yataktan çıkardım, uyuyamamak benim gibi uyku düşkünü biri için işkence görmekten farksızdı... galiba şerefsizler bedenimdeki yaralardan daha büyük bir yara bıraktıklarından habersizlerdi, eminim buna daha çok sevinirlerdi çünkü.


Daha fazla kendime işkence edemeyeceğimi düşünerek sporla kendimi avutabileceğimi düşündüm. Spor, uykusuzluğa iyi gelebilirdi. Bu düşünceyle hızla banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım ve dişlerimi fırçalayarak spor kıyafetlerimi giyip salona doğru yürümeye başladım. Evdeki sessizlik, evin boş olmasından mı yoksa herkesin çoktan işe başlamasından mıydı emin değildim ama bu uykusuzlukla kimseye rastlamadığım için mutluydum. Evden çıktığım gibi beni karşılayan yaz güneşinin aydınlattığı bahçe ve temiz hava sakin bir başlangıç için iyi gelmişti ruhuma.


Spor salonuna girdiğimde salon ilk başta boş gibi görünmüştü fakat içeriye doğru ilerlediğimde üç öğrencinin ve Akın’ın burada olduğunu fark ettim. Gözlerim, kalbimin düşmanını ararken dün geceden sonra şimdi burada olmayacağını beynim salak mısın dercesine bana söyledi. Salonda ilerlerken öğrenciler saygıyla selam verirken Akın, sadece başını eğmekle yetindi ki bunu bile sırf öğrenciler olduğu için yaptığını biliyordum. Benimle konuşmamayı tercih ediyordu ve bu tercihinde haklıydı da o yüzden üstünde durmadım. Akın'la tuhaf bir ilişkimiz vardı ama bu tuhaflığın alt zeminini oluşturan en önemli etmen güvendi. İlk aramıza girdiğinde onu istemesem de kısa sürece güvenimi kazanmış, bir ağabey edasıyla beni benimsemişti ve ben bu benimseyişi bir bıçakla kesip atmıştım. Yani her tepkisini hak ediyordum aslında...


Bakışlarımı hızla salonun içinde dolaştırdım, kardiyo çalışmak istemediğimden kum torbasına doğru yöneldim. Biraz stres atmak iyi gelebilirdi. Eldivenleri takarak pozisyon alıp kum torbasına darbelerimi indirmeye başladım. Attığım her bir yumruk ve tekmede zihnim de unutmaya çalıştığım, bilinçaltımın en derinliğine gömmeye uğraştığım anıları yaşıyor gibi hissediyordum. Ithaca’da yaşadığım o bir haftayı ve öncesinde yaptığım kötü şeyleri yok saymaya çalışsam da her an benimleydiler. Onları yaşamıştım ve silemeyeceğim kadar iz bırakmışlardı ruhumda. Yaptıklarım haricinde öldürmek için can attığım piçlerle geçirdiğim bir haftanın intikamını alsam bile unutamayacağımı yavaş yavaş kabul ediyordum. Kum torbasına attığım her bir darbede onlara vurduğumu hayal ederek içimdeki öfkeyi dizginlemeye çalışıyordum ama tam tersi şekilde onların bana vuruşlarını sanki tekrar tekrar yaşıyordum.


Onlarda bana böyle vurmuşlardı, hatta vurmakla kalmayıp üstümde işkence yöntemlerini büyük bir zevkle uygulamışlardı. Çeşitli kesici aletlerin tenimin üstünde ve tenimin altına girecek şekilde derimi ayırışı gözlerim kapalı olsa da hissettiğim acıyı bana unutturamamıştı. Bunu düşündükçe daha da sert vurmaya başladım karşımdaki beden görünümlü kum torbasına.


Her bir vuruşum beni geçmişten gelen kasırganın içine katarken artık ne kadar kendimi kaybetmiştim ki Akın’ın bana seslendiğini bile duymamıştım ki kolumdan tutarak beni durdurdu. Ter içinde kalmış, saçlarım yüzüme yapış halde nefes nefese onun tedirgin gözlerine baktım. Gözlerimi ondan ayırıp etrafa baktığımda öğrencilerinde beni izlediğini gördüm.


“Sakinleş, iyi misin?” Akın’ın sorusuyla afallamış bir şekilde ona baktım. Girdiğim zihin karmaşasından çıkmam bir dakika sürmüştü. “İyiyim, kendimi kaptırmışım sadece.” söylediklerimle gözleri şüpheyle yüzümde dolaştı ama ek olarak herhangi bir şey demedi ve ağırlık bölümüne geçti. Onun yanımdan uzaklaşmasıyla kolumdaki saate baktım, saat sekiz buçuktu. Duş alıp yönetimle ilgili işlerle ilgilenmek için çalışma odama geçmeliydim. Bugün önemli toplantılarım vardı. Akşam zaten meşgul olacağımdan bugünkü işlerimi en erken zamanda bitirmeliydim. Yanıma aldığım havluyla boynumdaki terleri silerken çıkışa doğru ilerleyip salondan çıktım. Hazırlanmak için odama doğru ilerlerken bugünün hemen bitmesini diliyordum...


Kafamı önümdeki dosyadan kaldırıp saate baktığımda yelkovanın akrebin rakibi olduğunu belli edercesine hızla tam tur döndüğünü gördüm. Saat akşam yediye geliyordu ve ben bu süre boyunca bu lanet olası koltuktan kalkmaya fırsat bile bulamamıştım. Bugün sandığımdan yorucu ve hızlı geçmişti fakat şanslıydım ki istediğim gibi çoğu işimi de bitirmiştim. Oturduğum koltukta esneyerek kendime gelmeye çalıştım. Kaslarım hareket etmeyi unutmuş gibi kalıp şeklinde kalmışlardı ve her bir esneyişimde isyan edercesine sızlıyorlardı. İç çekerek önümdeki dosyalara baktım. Bir şehir yönetmek gerçekten zordu, yani aslında zor olan belge işleriydi. Sırf bunlar yüzünden bazen bu işi bırakmak istiyordum.


Elimi masanın üstündeki telefonuma götürüp ekrana baktım, Seda’nın on dakika önce atmış olduğu mesajında akşam yemeğinin bahçede yeneceğini bildirmişti ve akşam yemeği saati de gelmişti. Masadan kalkarak dağılmış halimi kendi çapımda toparlayıp odadan çıktım ve bahçeye geçtim. Yemek alanına doğru ilerlediğimde direkt bizim masaya doğru yürüdüm. Öğrencilerde bahçede bizimle yiyecekti, kumsal boyu boyunca dizilmiş masalar ışıklarla ve öğrencilerle şenlenmişti. Bizim olduğumuz masa öğrencilerden ve diğer çalışanlardan biraz daha uzaktı. Masaya yaklaştığımda bizimkilerin çoktan masadaki yerlerini almış olduklarını fark ettim. Masaya oturduğum gibi Yağız’la göz göze gelmem bir an kalp ritmimi değiştirse de bunu dışıma yansıtmadım. Tam karşımda oturuşu bu yemek işini benim için zorlaştıracaktı bunu kalbimden dolayı anlamıştım. Dikdörtgen masada bir uçta ben bir uçta o oturuyordu. Yanımda Seda, onun yanında da Akın vardı. Karşılarında da Ali.


“Bitkin görünüyorsun.” Seda’nın sakin sesiyle dikkatimi ona verdim. Gerçi bu bir kaçışta olabilirdi... karşımdaki ritim bozan adamdan kaçış. “Bıktım şu evrak işlerinden. Masa başı çalışmak bana göre değil.” yüzümü buruşturarak bıkkın konuşmamla araya giren şahsa döndü bakışlarım. “Gittiğin yerde bunlarla uğraşmadın, rahat etmişsindir o sürede.” Akın’ın ciddi şekilde laf atmasıyla kaşlarımı çattım.


“Daha ne kadar on yaşında gibi laf atacaksın?” onun kadar ciddi konuşmamla sert bakışları bana döndü. Masadaki gerilim ikimizin arasındayken her birimiz bu gerilimden nasipleniyorduk.


“Sen hiçbir şey yapmamış gibi davranmayı kesip bize doğru düzgün bir açıklama yapana kadar.” öfkeli sesiyle sertçe nefes aldım. Anlatmanın kolay olduğunu mu sanıyordu? Konuşmak her zaman basit bir şey değildi, bazen öyle anlar olur öyle şeyler yaşardı ki insan konuşmak en zor davranış gibi gelirdi ve ben şu an o durumdaydım. Ne anlatabilirdim ki veya hangi birini anlatabilirdim? Daha ne yaşadığımı ben bile bilmiyordum.


“Açıklama zamanı gelince yapılır. Yaptıklarımın arkasındayım ki şimdi buradayım. Daha fazla beni sıkıştırma ve üstüme oynama Akın. Sakin kalışım haklı olduğunuzdan ama onun da bir sınırı var.” uyarı tonlu konuşmamla Akın, cevap verecekti ki Seda’nın onu bakışlarıyla uyarmasıyla susmayı tercih etti. Yaşanan küçük gerilimin ardından kimse daha konuşmadı, yemeklerin yenmesiyle masaya gelen içkilerin eşliğinde yudumlanması akşam sefası olarak anılıyordu. Ben denizi izlerken diğerlerinin sohbetine de kulak misafiri oluyordum ama konuşmuyordum. Sessizliğim aslında fazlasıyla konuşuyordu, sadece duyan tek bendim.


“İstediğin her şey halledildi. Akşam için hazırız.” Ali’nin heyecanlı sesiyle denizin dalgalarını izleyen gözlerimi ona çevirdim.


Günlük, sıradan bir konudan bahseder bir tavırla “Tamam, on bir gibi çıkarız.” dedim ve masadaki bira şişesini alıp dudaklarıma götürdüm. Saat belirtmemle Ali, anlaşıldı dercesine başını salladı. Konuşmamız masadakilerin de dikkatini çekmişti ki Seda, ilk olarak tepki verdi. “Ne işiniz var?”


“Dün akşamki olayı kapatacağımı düşünmedin herhalde?” hayret barındıran umursamaz konuşmamla duymayı sevdiğim ses kulaklarıma ilişti. “Ne yapacaksın adama?” dedi ve ekledi “Bırak, yargılanması için Krallığa gönderelim.” Yağız’ın ifadesiz sesiyle gözlerimi okyanus rengi gözlerine çevirdim.


“Hayır, öyle yaparsam diğerlerinin önünü açmış olurum. Otoritemi korumak için karşılık vermem gerek.” dedim net bir şekilde. Kelimeler çığ olup dudaklarımdan yuvarlanırken göz gözeydik... diğerleri konuşmaya girmiyorlardı.


“Öldürecek misin adamı?” sert sesi ve dalgalanan okyanusları...


“Bilmiyorum. Daha karar vermedim.” omuz silkerek konuşmamın şu an onu sinirlendirdiğini biliyordum ve nedense önceden olduğumu gibi şu an da damarına basmak hoşuma gidiyordu.


“Öldürmeyeceksin.” sert sesiyle emir vermesi kaşlarımın çatılmasına sebep olduğunda hoşuma giden takılma olayı çoktan hoşnutsuz bir konuşmaya evrilmişti. Elimdeki şişeyi sıkarken sorgularcasına ona baktım.


“Adam beni öldürmek için silahlı adamlar yollayıp saldırdı. Seni yaraladı. Ha bir de en başta isyan çıkarmak için saraya geldi ve sen şimdi bana emir veriri gibi onu öldürmeyeceksin diyorsun. Bazen kiminle konuştuğunu unutuyorsun Yağız.” bir hışımla gözlerine bakarak söylediğim cümleler, uzun süre sonra ilk kez böyle konuştuğumuzu çok sonradan fark ettirdi bana. Ona karşı olan ilgim şu an sinirimin altında kaldığından gözlerimi kaçırdım. Bozuk olan iletişimimizi daha da bozmamak için bir şey söylemeden masadan kalktım. Kalkmayıp oturmaya devam etseydim daha ileri seviyede kavga edecektik ki bunu şimdi göze alamazdım. Sakinleşmek umuduyla derin derin nefesler alırken öğrencilere bakmadan operasyonlar için hazırlandığımız odaya doğru ilerledim. Akşam için hazırlıklara başlamalı şimdiyi ve sabahı unutmalıydım...


Saat akşam on buçuk sularıydı. Tüm plan hazırdı, yanıma alacağım birkaç askerle bu işi kolayca bitirecektim. Ekibim benimle gelmeyecekti, Yağız son noktayı masadaki konuşmamızla koymuş, bu işi onaylamadığını belli etmişti. Tüm silahların ve operasyonlar için gerekli olabilecek araç-gereçlerin bulunduğu odada askerler ve Ali’yle son hazırlıkları yapıyorduk. Telefonumu elime alarak yöneticinin numarasını tuşladım. Telefon çaldı, çaldı... tam açmayacağını düşünüyordum ki telefon açıldı.


“Evet.” mide bulandıran sesi içimde hazımsızlık yaratacak kıpırdanmalara sebep olduğunda yüzümü sabit tutmak için fazladan çaba sarfettim. Ne tür bir pislik olduğunu bilirken onunla normal konuşmak zordu.


“Bir saat sonra Şahintepe’ye gel. Konuşmamız gereken konular var. Tek gel ben tek olacağım, özel konuları başkalarının yanında konuşamayız.” açık uçlu konuşmamla bir süre düşündü ki sessizlik oluştu. “Bende konuşarak anlaşabileceğimizi düşünüyordum. Bir saat sonra orada olacağım.” deyip bana aman vermeden telefonu kapattığında sinirle telefona bakıp dudağımı ısırdım. Bu adam gerçekten dünyaya sinir bozmak için gelmiş olmalıydı. Öfkemi bastırarak arkamda hazır bekleyen ekibe döndüm. Her biri benim vereceğim emri bekliyordu.


“Çıkıyoruz. Tek bir hata istemiyorum. Her şey planlandığı gibi halledilecek!” sert sesimle hepsi hazır ola geçip başlarını eğdiler.


“Emredersiniz. Soylum.” gür sesleriyle bağırdıklarında el hareketimle rahat olmaları için izin verdim. İznimle hepsi odadan çıkıp arabaya bindiklerinde bende arkalarından çıkıp arabama bindim. Sarayın topraklarından çıkarken içimde herhangi bir heyecan kırıntısı aradım ama bulamadım. Galiba alışmıştım yaptıklarıma.


Spor araba yolda akarken aklımda bir adet kumral vardı. Onun onay vermediği şeyleri yaparken hep tedirgin olurdum ve şu an da tedirgindim. Onun benim iyiliğim için düşünceleri maalesef ki yaşadığım hayat için fazla iyiydi, bu da bizi ayrı köşelere çekiyordu. Bu yapmam gereken bir şeydi, otoritemi korumam gerekiyordu ama o bunu anlamamakta ısrar ediyordu. Zaten aramızdaki tek sorunda buydu ayrılmadan önce. Böyle olmamı istemiyordu fakat şunu da biliyorduk ki o bu halime aşık olmuştu... karmaşık bir araftaydı ve ben onu terk ederek bu araftan kurtarmıştım. İstemeyerek.


Düşüncelerin sardığı beynimle oynarken yol tükenmişti ve be buluşacağımız yere varmıştım. Tepede tek başımaydım, şerefsiz daha gelmemişti. Askerleri buradan uzak ama beni görebilecekleri yerlere konumlandırmıştım. Salak değildim, o da tek gelmeyecekti. Önlemimi almalıydım, böyle bir pisliğe karşı kaybedecek kadar seviyesiz olamazdım.


Gözlerimi karşımdaki ışık cümbüşüyle ay ışığına meydan okuyan manzaraya çevirdim. Tepenin manzarası onun çaldığı paralarla yaptırdığı binaya bakıyordu. Her ne kadar şehrin bütünlüğünü bozduğunu düşünsem de bağımsız baktığımda bina gerçekten gösterişli ve göz alıcıydı. Arabamın kaputuna yaslanmış şekilde binanın içindeki pislikleri düşünüyordum ki başka bir arabanın toprak yolda çıkardığı seslerle yöneticinin geldiğini anladım. Arabasını benim arabamın yanına çekti ve arabadan inerek sakin, kendine güvendiğini belli edercesine benim gibi arabasının kaputuna yaslandı. Davranışları bulunduğumuz durum içinde fazlasıyla rahattı, buradan bile yalnız gelmediğini belli ediyordu.


“Kurtulmuşsun, üzüldüm. O kadar hazırlık yapmıştım.” keyifli sesinin ve yüzündeki piç sırıtışın kafasına sıkmam için beni sıkıştırdığından haberi yoktu ki böyle davranabilme cürretini gösteriyordu. İçimdeki dürtüyü dizginledim ve ciddiyetimi bozmadan binaya bakmaya başladım.


“Beni, senin gibi basit birinin öldürebileceğini düşünmek senin aptallığın.” dalga geçer bir alayla konuşmam moralini bozmuştu ki yerinde kıpırdandı, göz ucuyla ona baktığımı anlamayacak kadar kendi öfkesinin içine çekilmişti. “Beni buraya binamı izletmeye mi çağırdın? Ne söyleyeceksin?” huzursuzluğu yüzümde keyif gülümsemesi yarattı. Yaslandığım yerde daha da rahat bir pozisyona geçtim. Gözlerim binadaydı...


“Yolsuzluklarla cebine indirdiğin bina... ne kadar da gösterişli. Tam bana layık.”


“Burası sana büyük gelir ama içeriye göz atabilirsin, içeride sana çok iş çıkar. Müşterilerim artar.” piç şeklinde sırıtışının üstüne beni süzmesiyle hafifçe yerimden doğruldum. Dudaklarımdaki gülümsemenin benim değil de içimdeki öfkenin izi olduğunun bilincindeydim. Ona yaklaşarak önünde durdum, yüz yüzeydik.


“Bana büyük sana küçük... o zaman burası niye var?” afallayan gözleri titreyerek dediklerimi anlamadığını belli ettiğinde “Ne demeye çalışıyorsun? Açıkça ne istediğini söyle!” dedi sesli bir tonla. Çenemin ucuyla binayı işaret ettim.


“Sevgilin ve kardeşin orada seni bekliyor değil mi?”


“Evet de sana ne bundan? Biz işimize bakalım. Ne yapacaksın, beni Krallığa mı şikayet edeceksin babasının prensesi?” alaycı sesiyle gözlerim biçimsiz yüzünde dolaştı. İşte tam o anda Ali’nin sesi kulağımdaki kulaklıkta duyuldu: “İşlem tamam!” aldığım onayla gülümsedim ama bu gülümseme keyfi değil ateşliydi.


“Evet, işimize bakalım. Alamadığın canıma karşılık binana, sevgiline ve kardeşine veda et!” dedim ve hızla elimi binaya doğru uzatıp parmaklarımı şıklattım. Hareketimle aynı anda bine bir anda yüksek sesle alev topuna döndü. Başımı yavaşça yöneticiye çevirdiğimde gözlerinde alevlerin yansıması olduğunu gördüm. Hiçbir tepki vermeden alevlerin dansını izliyordu. Şok tüm bedenini etkisi altına almıştı, ne yaşadığını anlayamayacak kadar bocalamış ve kaybetmiş durumdaydı. Yani tam da benim istediğim durumda...


“Sen... sen ne yaptın?” diye mırıldandı yanan binaya bakarken kendi kendine. “Kardeşim içindeydi lan! Sevgilim oradaydı sen ne yaptın cani!” diye bağırarak belindeki silahını bir anda çekip bana doğrulttu. O belinden silahını çıkarttığı anda kırmızı lazer gömleğinin üstünde kalbini buldu. Bunu fark ettiği için parmağını hafifçe tetikten çekti. Lazerin beni de afallattığını ona belli etmedim. Akın’ın burada olması beni de şaşırttı ama şaşırttığı kadar da mutlu ve güvende hissettirdi.


“Sen de bana aynısını yaptın ama... şimdi niye üzüldün bu kadar?” masumca gülümsememle gözleri öfkenin en koyu tonuna büründü. “Sen iki yıl boyunca benim halkımı dolandırıp zengin olacaksın. Bir de üstüne beni öldürmeye çalışıp benim adamımı vuracaksın. Sen kimsin lan şerefsiz?” dedim ve bir adım daha atarak ona yaklaştım. O sırada onun adamları geldi ve arkasına geçerek beklemeye başladılar. “Beni çok hafife aldın be yönetici. Hadi hareketlerimi hafife aldın, kimin kızı olduğumu da mı unuttun bana karşı gelirken? Kendi kendini bu bok çukuruna düşürdün.” her kelimemle tükendiğini belli ediyordu. Silahı tutan eli titriyor, kaybetmenin acısının yangını onu terletiyordu. Gözleri dolu doluydu, ağlamamak için kendini zor tutuyordu.


“Derdin benimleydi, onlardan ne istedin kaltak?” diye bağırdı. Silahı bana doğru tutuyordu ama ateş etmiyordu. Daha doğru edemiyordu çünkü götü yemiyordu...


“Senin de derdin benimleydi ama Yağız’ı vurdun. Ödeştik.” gülümseyerek omuz silkişim onu daha da çıldırttı. Rahatlığım ve kazanmış olmam erkekliğini adamları önünde ezdiğimi açıkça belli ediyordu.


Ben ona küçümseyen bir ifadeyle bakarken arkadan gelen araba sesiyle kafamı o tarafa çevirdim. Yağız ve Seda’nın araçtan inmesiyle görevlendirdiğim askerler arkama geçtiler. Yağız ve Seda’nın yanımda durmasıyla başka bir araç daha geldi bulunduğumuz yere. Asıl beklediğim arabanın gelmesiyle keyifle gülümsedim. Yönetici olanları anlayamayacak kadar kendini kaybetmişti, gelenlere bakmıyordu bile. Şu an kendi içinde yüzleştiğini biliyordum, beni vurup vurmama arasında kalmıştı.


“Arabaya bak.” gözlerine bakarak emir vermemle dönüp arabaya baktı. Arabadan karısı, sevgilisi ve kardeşinin inmesiyle yüzünde oluşan şaşkınlık karşımdakinin benim seviyemde olmadığını bir kez daha fark etmemi sağladı. Yüzümdeki gülümsemeyle aptalın şaşkınlığının keyfini sürdüm. Hem öldü sandıkları karşısındaydı hem de sevgilisi ve karısı yan yanaydı. Aramızdaki üç adımı kapatarak ona yaklaştım ve çenesini tutarak yüzünü yüzüme hizaladım. Gözlerimde öfke ve canavarın yansıttığı ateş onun afallamış gözlerini yakıyordu.


“Tüm paranı kaybettin. Karın gerçek yüzünü gördü, kardeşinin ve sevdiğin kadının ölümüyle yüzleşerek delirdin. Şimdi de Krallığa yargılanmak için götürüleceksin ve büyük ihtimalle de içeri atılacaksın. En başta bana bulaşmamalıydın be yönetici. Kendi kendini devirdin.” içimdeki öfkeyi dökerek elimle kafasını sertçe itip ondan uzaklaştım. Arkamı dönerek ilk önce kalbimin düşmanına baktım. Uzun süre sonra okyanuslarının bana gururla bakması içimdeki kelebeğin kanatlarının heyecanla çırpışmasını sağladı. Bu bakışı bile yeterliydi nefes alıp vermem için. Ona bakmaya devam ederken “Alın bunu götürün. Adamları da sorgulayın.” dedim askerlere. Verdiğim emirle askerler yöneticiye ve adamlarına doğru yöneldiler. Bir asker yöneticiyi tutup arabaya doğru götürüyordu ki yönetici bana dönüp bağırdı.


“Sen var ya sen, daha kim olduğunu bile bilmiyorsun. Bekle... beni bekle Soylu! Babanla ikinizi bitireceğim!” bağırmaya devam edeceği sırada asker onu arabaya bindirdi. Bense ikinci dediğinden çok ilk dediğiyle ilgilenmiştim.


Kim olduğunu bile bilmiyorsun ne demekti?


Loading...
0%