Yeni Üyelik
17.
Bölüm

16.Bölüm "Kapının Ardında Bekleyen Fırtına"

@senabookss

“Yapılan seçimler sonuçları doğurur, sonuçlar ise sonu...”


Yapılan seçimlerin şekillendirdiği hayatımızda her bir sözümüz ve her bir adımımız gelecek olan dakikamızın yemiydi. Dakikalarımızı şekillendiren hareketlerimizin bilinçli olan tarafı mantığımızda, duygusal olan tarafı da kalbimizle yaptığımız seçimlerle biçimlenirdi. Benim biçimlendirdiğim dakikaların yemi hırsımın yoğurduğu öfkeden oluşuyordu.


Öfkemle karar verir, hırsımla uygulardım. Zekam biraz arkada kalır ama her zaman gölgesi üstümde olurdu. Kalbimse yemin tuzuydu. Bazen sağılığım için yemi tuzsuz yoğurur bazen de bir kez geliyorum hayata diyerek tadı güzel olsun diye tuzu yeterinceden fazla kullanırdım.


Kalbim geride ama gerekli parçalardandı hayatımın.


Ruhumun olmadığını söylediğinde kırıldığımı belli etmediysem de bunun sebebi haklılığından kaynaklı bir hüzündü. En çok o bilmiyor muydu ruhumun olduğunu ve elimden zorla alındığını? O, iyileştirmeye çalışmamış mıydı ruhumun eksik parçalarından kalan yaraları?


İnsanı en çok yaralayan, yaralarını gösterdiğinin seninle sardığı yaraları sana inat kanatmasaydı.


Beni en çok yaralayan yara bandımı sertçe kalbimdeki yaradan kopartmaları ve yara bandıma benim kopardığımı hissettirmeleriydi.


Ayrılık sizin tercihiniz değilse o ayrılık değil kendinize yapılan işkencedir. İşkence sizi yaralar, yaralarınızı açar, sizi kendinizden uzaklaştırır. Kim olduğunuzu düşünmez, hissettiğiniz acıdan kurtulmanın yolunu ararsınız. Ben şu an o yolu arıyordum.


Bulunmayı beklerken çıkışıma doğru koşuyor ama karanlık yolda sürekli dizlerimin üstüne düşüyordum. Dizlerim yaralıydı ama sürünüyordum çünkü sonunda ışık vardı. Işık için değerdi.


Düşünceler çığ gibi büyürken zihninizde, zaman akmaya devam eder; hayat sizi beklemeden süzülürdü yok oluşa. Mesela ben şu an hiç olmak istemediğim yerdeydim ve zamanın durmasını istiyordum. Durur muydu?


Krallığın önünde durmuş, büyük ve gösterişli yapıya bakıyordum. Gözlerimin dolaştığı binada içimden geçen düşünceler istemsizce bedenimi ürpertti. Buraya en son gitmeden, varlığımı yokluğumla silmeden önce gelmiştim. O günden ileri yokluğumla hayatımı silen geçmişi kenara bırakarak derin bir nefes alıp arabadan indim.


Serin esen meltemli rüzgar tenimi okşarken dışarıdaki kalabalıkla içimdeki sıkıntı büyüdü. Kalabalıktan hoşlanmaz, insan toplulukları gözüme pirana ordusu gibi gelirdi. Arabadan inmemi bekleyen vale eylemimi gerçekleştirdiğim anda arabamı alıp götürürken gözlerim pirana ordusunda gezindi. Bizimkiler benden önce gelmişlerdi ama şu an gözüme değinmiyorlardı. Bahçede değillerdi, içeride olabileceklerini düşünerek korkutucu binaya doğru ilerledim. Her bir adımımla ilgisini çektiğim insanların selamını alarak sarayın kapısından içeri girdim.


İkinci karşılaştığım pirana sürüsü büyük salonda avlarını kollarken kıyafetimden dolayı duyduğum rahatsızlık beni fazlasıyla geriyordu. Yaralarımdan dolayı elbisemi kapalı seçmek zorunda kalmıştım. Elbisenin üstü kapalıydı ve uzun kolluydu. Alttan derin bir yırtmacı vardı ve üstüme tam oturduğu için vücut hatlarımı belli ediyordu. Elbise güzeldi, vücuduma çok yakışmıştı ama benlik değildi. Üst tarafın fazla kapalı olması beni daraltmış, makyajım bunaltmıştı. Üstümdeki rahatsızlığı umursamamaya çalışarak dikkatimi dışarıya yöneltmeye çalıştım.


İçerideki kalabalık dışarıdakinden fazlaydı. Giriş kapısından ilerleyerek bizimkileri görmek için etrafa bakınıyordum ki en sonunda gözlerim onu buldu. Tüm heybetiyle ben buradayım dercesine ayakta duruyordu. Adımlarım ona doğru ilerlerken gözlerim üstünden ayrılmıyor sanki ona doğru attığım her bir adımda uzaklaşıyorduk. Bakışlarım etrafına kaydığında bizimkilerin yanında olduğunu fark ettim. Yavaş adımlarım heyecanımda dolayı küçük küçük olduğundan duruş pozisyonundan kaynaklı beni ilk Seda, fark etti. Gözleri beni bulduğunda yüzündeki ifade yerini hızla gülümsemeye bıraktı. Ona baktığınızda size gülümsüyorsa gülümsemesinin bulaşıcı olduğunu bilmeniz gerekirdi. Güzel gülüşü beni de gülümsetirken bakışlarım kıyafetine kaydı. Altın sarısı uzun bir elbise giymişti ve çok güzel görünüyordu.


Onun bakışlarını takip eden okyanus gözlerin bana dönmesiyle sanki sert bir rüzgar esti. Heyecanlandığımı gizlemek istercesine kendimi kastığımda bakışları beni süzdü. Saçlarımdan başlayan gözleri yavaşça aşağı inerken herhangi bir duygu sunmadı bana. Evet... bir darbe daha geldi kalbe. Beni beğenmemişti.


Onun aksine ben onu beğenmiştim halbuki. Siyah takımının içinde fazlasıyla yakışıklı görünüyordu. Kumral teni ve kumral saçları ten ısıtırken, yüzünün güzelliği ve bakışlarındaki gizemli derinlik kalp hızlandırıyordu. Her zaman benim gözümde yakışıklı olan bu adam şu an daha fazla yakışıklıydı. Yanlarına ulaştığımda Seda’nın yanında durarak masadakilere sadece selam diyebildim. Dilim dönmüyordu. Yanımdaki güzelliğe eğilerek “Çok güzel olmuşsun.” diye mırıldanırken bile kendimi kasmak zorunda kalmıştım. Bildirişim hoşuna gitmişti ki gülümseyerek bana bakıp çekici şekilde göz kırptı. Hadi ama kim bu kadının daha üç ay önce doğum yaptığına inanırdı ki? Çok güzeldi.


“Teşekkür ederim tatlım. Sende çok güzel olmuşsun ama bu sıcakta keşke bu kadar kapalı giyinmeseydin.” dedi şüpheyle. Sıkıştırmaya çalışacağını anladığımda hızla önünü kesmeyi seçtim çünkü şu an dilim tutuşmuşken konuşacak hava da değildim. “Hasta gibiyim o yüzden. Soğuk almak istemedim.” dedim yalanımı anlamamasını umarak. Aslında bir şeylerin ters gittiğini anlıyordu ama çözemiyordu.


Gözleri kısılırken irisleri anladığını belli ediyordu ama dili tam tersini söylemeyi seçti. İnanmış gibi yaparak “Dikkat et, lazımsın bize.” dedi koluma sarılıp samimi bir abla edasıyla sırtımı sıvazlayarak. Dokunuşuyla gülümserken kafamı olumlu anlamda salladım. Sevdiğim insanlara yalan söylemenin kelepçesi bileklerimi gün geçtikçe sıkarken hemen bu gecenin bitmesini diledim.


Biz Seda’yla konuşurken erkeklerde kendi aralarında muhabbet kurmuş konuşuyorlardı. Ne konuştukların dair bir fikrim yoktu ve açıkçası merak da etmiyordum. Beni beğenmemiş birinin ne konuştuğu çok da ilgi alanımda değildi. Onlar konuşurken ben de etrafa göz gezdirmeye başladım. Binanın içi dışı kadar gösterişliydi. Diğer odaları bilmiyordum ama bulunduğumuz salon kesin sarayın en büyük alanıydı. Tavanda kocaman beş büyük kristal avize asılıydı, her bir avize beş ana şehri temsil ediyordu. Krallığın ışığı olan şehirler... oda kırmızı ve altın renkleriyle zenginliği ve gösterişi temsil ediyordu. Şamdanlar, kadehler, masalar... hepsi ben pahalıyım diye bağırırken içindeki insanların ucuzluğu daha çok göze batıyordu.


Can sıkıntısını kafesine aldığı ruhumu rahatlatmayı umarak gözlerimi insanlarda gezdirmeye başladım. Bakışlarım biraz ötemizde bulunan masaya takıldığında yöneticilerimi gördüm. Emir, Sedef ve Afra bir masa etrafında konuşuyorlardı. Emir, beni fark ettiğinde yüzündeki arsız gülümsemesini genişletip başını eğerek selam verdi. Kadehini de kaldırmayı ihmal etmemişti. Bu gülümsemenin sahteliği midemi bulandırsa da aynı şekilde karşılık verdim. O günkü isyanlarının sonucunda üçü de ceza almıştı, o yüzden de emindim ki şu an ellerinde olsa beni şimdi öldürürlerdi. Etkisiz eleman olduklarını bildiğimden boş muhabbetlerinin üstünde durmayıp gözlerimi onlardan çektim ve diğer gelenlere bakmaya başladım. Diğer şehirlerin soylularının da burada olmasıyla kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Avalon şehrinin soylusu Çağıl, Dion şehrinin soylusu Barlas, Pelion şehrinin soylusu Deniz ve Ithaca’nın soylusu Pars... onların hepsi de bir masada oturmuş konuşuyorlardı. Ne konuştuklarını merak etsem de yanlarına gitmedim. Kendi sorunlarım beni aşarken başıma daha fazla konu eklemek istemiyordum.


Bazen bilmemek daha iyiydi. Özellikle bu Krallıkta en iyisiydi.


Koyu bir sohbetle masalarını meşgul eden Soyluların yanlarına gitsem hepsi de gitmem hakkında sorular sorup beni sıkıştırmaya çalışacaklardı. Ithaca’da olduğum zamanlarda Pars’la zaten sürekli iletişim halindeydim. Tabii bu iletişim sağlıklı bir bağla düğümlenmemişti. Mecburiyetten kaynaklı zorunluluk adı altında can sıkan bir iletişimdi aramızdaki çünkü ikimizde birbirimizden nefret ediyorduk. Benim ona karşı nefretim karakteriyken onun bana karşı nefreti en büyük rakibi olmamdandı. Ben rakiplerim arasında kendime rakip görmezken onun en büyük rakibi bendim. İkimizin de hedefi en üste çıkmaktı ve ben her zaman bir şekilde onun üstünde olmayı başarıyordum ve bu durum onun küçük kalbi için fazla kırıcıydı.


Kendi içimde girdiğim koyu muhabbetin salondaki değişimle kesilmesi derin bir nefes almama sebep oldu. Çalan klasik müzik daha resmi bir tonla kulakları tırmalarken ışıklar tek bir noktaya çevrilmişti. Evet, tören başlıyordu. Bakalım kim bu meşhur yeni yönetici?


Herkesin odaklandığı yere gözlerimi diktiğimde bulunduğumuz masanın konumundan dolayı sahneyi çok açık bir şekilde görebiliyordum. En önde tüm Krallığın sahibi ve düzeni koruyan kişi vardı: Kral.


En önde olduğu için en dikkat çeken oydu. Bakışlarım yüzünde gezinirken istemsizce kendine çok iyi baktığı düşüncesi geçtim içimden. Gittiğim zaman gördüğüm yüz aynı şekliyle karşımdaydı. Hiç yaşlanamamıştı ki gerçi çok da yaşlı bir adam değildi, altmış yaşlarında olduğunu biliyordum. Tip olarak babama benziyordu, esmer bir adamdı. Uzun boylu ve kalıplıydı, gençken güzel bir görüntüsünün olduğu aşikardı. Dikkatimi ondan alarak arkasındaki ikiliye baktım. Beş adım kadar arkasında babam ve bir adam vardı.


Bakışlarım ilk olarak varlığıma sebep olan ve yaralarımın asıl sahibini buldu. Ciddi ifadesiyle yanındaki kişiyle konuşurken en son ki görüşmemiz zihnimde canlandı. Tartışmamızdan sonra beni bir kere bile aramamıştı. Ne kadar da güzel baba kız ilişkimiz vardı...


Gözlerimi hüznün buğulağı hisle acılarımın tohumundan çekerek yanındaki adama çevirdim. Tanımadığım biri gibiydi. Bizimle yaşıt bir görüntüsü vardı, uzun boylu ve yapılı biriydi. Tahminimce yeni yönetici oydu, bu fikirle onu biraz daha derin incelemeye başladım. Gözlerim bedenini süzerken bir noktası dikkatimi çekti. Tüm elini kaplayan bir dövmesi vardı, dövmesi fazlasıyla ilgi toplayacak bir şekilde. Ayaklarım istemsizce ona doğru adım atmıştı, gözlerim sadece o elindeydi ve kalbim zihnimle beraber benden uzaklaşmıştı. Salon soluklaştı, anılar sahneyi ele geçirdi.


Bu dövmeyi tanıyordum...


Dövmenin hissettirdiği duygular gölgelerle örülü bir dört duvarın içinde beni kendine çektiğinde oyun başlamış, oyuncular yerlerini almıştı.


Aldığım nefese isyan edecek kadar kendimde değil, benliğimin uzağında yarı baygın bir haldeydim. Hiçbir şey hissedemiyor sadece boş mideme aldığım darbelerin sızısını anımsıyordum. Önümdeki adamın karnıma attığı tekme bedenimi yerde buldum. Ellerim bağlı olduğu için beton zemine sert bir şekilde çarpmış ruhum ve vücudumun bir an birbirinden ayrıldığını hissetmiştim. Çarpmanın etkisiyle yüzümü buruştururken hızla dudaklarımı birbirinize düğümleyip içten ısırdım. Acımı yansıtacak çığlığımı onlara sunmayacaktım. Gözlerimdeki şişkinlik yüzünden net göremiyordum ve şu an bana vuran bu şerefsizin yüzü pusluydu. Mırıldan Alisa... bir varmış bir yokmuş, acı gidermiş izi kalırmış. Acı gider, unutma. Ağlama. Bağırma. Acı gider, izi kalır.


İzler hissizdir, acılar gidicidir. Yara bandı yapıştır ve unut. Yarana bakmazsan görmezsin.


Bir tekme daha atarak beni yaşamla ölüm arasında bırakan adam üstüme oturarak sertçe çenemden beni sıkıştırıp dosyanın nerde olduğunu sorduğunu duyuyordum ama sadece duymakla kalıyordum çünkü konuşacak halim olmadığından bu boktan işkencenin bitmesini susarak, çığlıklarımı sessizliğimle bağırarak bekliyordum. Gerçi konuşacak halimde olsa nerede olduğunu bu yavşaklara söylemezdim.


Adam, konuşmayacağımı anlayarak yüzüme sert bir tokat attı. Tokadın etkisiyle yanağımda hissettiğim ağırlık ve yanma başımı yan tarafa döndürdüğünde dudağımdan süzülen kanın yanağıma iz bıraktığını duyumsadım. Adam bir elini kafamın yan tarafına koyarak kulağıma doğru eğildiğini nefesini tenimde hissedince anladım.


Nefesi tenimi yakarken üstümdeki ağırlığının bedenimi zorladığının bilincindeydi. “Susmak mı istiyorsun, sus. Her halin şu an beni tatmin ediyor ama şunu bil elinde sonunda konuşacak, bana istediğimi vereceksin. Prenses.” söylediklerinin üstümde zerre etkisi yoktu. Şu an tek düşündüğüm uyumaktı, canımın acısını bastırmak ve bu bok çukurunda olduğumu benliğime unutturmaktı. Gözlerim yarım yamalak açıkken başımın yanında duran eli tek gördüğümdü. Elinden koluna doğru uzanan ve tüm kolunu kaplayan ejderha dövmesi gözlerimin kapanmasından önce beynime yansıyan son görüntüydü.


Zihnimde canlanan ve anıyla karşımdaki adama yangının harlanan turuncu alevleriyle baktım. Anılar acısını bırakıp zihnimi terk ederken salon hala netleşmemişti. Sadece o ve ben vardık şu an. Beni yakan, beni yaktığı için küle döndüğüm ben vardık.


Şu an nerede olduğum ve karşımda kimlerin olduğu umurumda değildi. Tek istediğim karşımdaki bu piçi hemen şimdi burada öldürmekti. Bana yapılanları yapmaya cesaret eden şerefsizi bu yeryüzünden silmek... evet, bunu hemen şu an istiyordum. İçimdeki kelebeğin, kilitlediğim canavarın kafesinin kilidini açmasıyla hırsla ileriye doğru üç adım attım. Tam bir adım daha atacaktım ki birinin kolumu kavraması durmama sebep oldu. Kim olduğuna bakmadan kolumu çekmeye çalışmıştım ki tutan kişi konuşmaya başladı. Tam arkamdaydı, kokusu burnuma dolmuştu.


“Sakin bir şey yapma, yoksa ikimizde buradan sağ çıkamayız.” duyduğum sesle kaşlarımı çatarak arkamdaki adama baktım. Kahverengi gözlerine öfkeyle bakarken sinirden bedenimin titrediğini hissettim. Nefesim boğazımda inci taneleri gibi sıralanırken terliyordum, sıcaktım. Alevler saçlarımdan başlayarak ayaklarıma kadar beni kucaklamış, beni kendine katmıştı. İçimde büyük bir fırtına vardı ve ben bu fırtınayı kopmadan bastırmak istiyordum. Yumruk yaptığım ellerime tırnaklarımı geçirirken kesik kesik nefes almaya çalıştım. Şu an girdiğim durumun bir başlangıç olduğunu bile Aras, kolumdaki elini elime kaydırarak parmaklarını parmaklarıma dolayıp beni dışarıya doğru yönlendirmeye başladı.


O kadar kilitlenmiştim ki ne tepki gösterebiliyor ne de olanları çözebiliyordum. Kafamda mantıklı cevaplar bulmaya çalışırken daha da batıyor gibi hissediyordum. Gölgeler peşimdeydi, hatta bir tanesi boğazımı ele geçirmiş sıkmaya başlamıştı. En sonunda Aras, kimsenin olmadığı bir yerde elimi bırakıp omuzlarımdan tutarak bana baktı. Sarayın arka tarafındaki ormanlık alanın içinde yalnızdık, herkes içeride töreni izliyor olmalıydı.


“Derin derin nefes al Alisa.” emir veren sesiyle ona kötü kötü baksam da bu onun umurunda olmadı ve dediğini yapmam için omuzlarımı sıktı. Araladığım dudaklarımdan içeri çektiğim nefesin hiçbir işe yaramayacağını bilerek birkaç saniye bekledim. Acıdan yanan gözlerim onun düşünceli gözlerini bulduğunda duyacaklarımdan korksam da geri adım atmadım.


“Bana mantıklı bir açıklama yap.” dedim titrek çıkan soluk sesimle. Büyük darbe yemiştim. Babam beni sırtımın en can alıcı yerinden vurmuş ve bunu büyük bir törenle kutlamıştı. Kutluyordu. Bu sindirebileceğim bir şey değildi, bu yutulacak bir lokma değildi.


Bu cinayetti. Sevginin cinayeti. Bir kız çocuğunun babasına duyduğu sevginin cinayeti ve bu cinayeti kutlayan da katil olan babamdı.


Bu savaş çıkaracak bir sebepti.


Aras'ın tedirgin bakışları toprak rengi gözlerimi delerken ellerini yavaşça bedenimden çekti. “Öncelikle sakin ol.” beni sakinleştirmeye çalışması daha da sinirlenmeme sebep oluyordu ve bu onu görmüyordu. “Aras, başlatma sakinliğine! Benim babam bana işkence eden piçle karşımda konuşuyor. Ne demek sakin ol!” diye bağırırken sesim ağlıyordu. Gözlerim dolarken içimde hissettiğim yıkılmışlığa da sinirleniyordum. Neden önemsiyordum ki onları? O, beni önemsemiş miydi?


Aras, benim aksime sakin bir şekilde ilk darbeyi vuracak o cümleyi kurdu. “Alisa, bir bittik.” kendi kendine konuşurcasına söylenmesi kaşlarımın çatılıp içimin titremesine sebep oldu. Bir bitmiştik... biz neden bitmiştik? Afallayarak omuzlarımı dikleştirdim. Biz asla bitemezdik.


“O ne demek?” korkuyu derinliğinde gizlediğim soğuk sesimle ifadesiz bakışları gözlerimi ezdi.


“Elif’i öldüren orospu çocuğu yönetici, Kral’ın sürgüne yolladığı kardeşiymiş. O sana işkence eden piçte onun oğlu Karan.” kısık sesi bir an algılayabileceğimin çok uzağında kaldı.


Damarlarımdaki kan çekildi, içim üşüdü. Sert bir kar fırtınası göğüs kafesimi kapladı. İdam sehpası benim için boşaldı.


Şaşkınlık, korkuyla gerilimi birbirine bağlarken midemden acı bir tat yükselerek damağımda yer edindi.


Ne yani biz şimdi Kral’ın kardeşini mi öldürmüştük?


Loading...
0%