Yeni Üyelik
20.
Bölüm

19.Bölüm "Taht Savaşları"

@senabookss

“Zekanın savaştığı yerde kan dökülmüyorsa o savaş değil mücadeledir.”


“Sonunda sizinle normal bir şekilde karşılaşabildik Soylu.” kibir kokan sesiyle özdeş ifadesi ona yakışır bir şekilde gıcık ediciydi. Yüzünde belirmiş arsız gülümseme insanı sınayacak kadar soğuktu. Onun yüzünün aksine benim yüzümde karşımdakini ciddiye almadığımı belli eden bir gülümseme vardı.


“Basit bir yönetici olarak Soylunla nasıl konuşman gerektiğini biliyor olmalısın.” dedim. Söylediklerim hoşuna gitmişti ki yüzünde gerçek bir tebessüm oluştu, bunu gözlerindeki bakıştan anlamıştım.


Gözleri gözlerimi hapsine aldığında bir elini serseri tavırla kumaş pantolonun cebine yerleştirdi. “Basit bir yönetici olmadığımı ikimizde biliyoruz. İkimizin arasında özel bir bağ var, beraber geçirdiğimiz anları unutmuş olamazsın.” diyerek aramızdaki mesafeyi biraz daha azalttı ve kıstığı sesiyle ekledi. “Üstünde hala izlerim var. Hem de seninle mezara gidecek kadar kalıcı.”


İmasının getirdiği sinir bedenimi sardığında yüzümdeki gülümseme donuklaştı. “O anların hepsinin bir geri iadesi olacak, merak etme. Durmam için yalvaracaksın.” dedim sert bir tonla ve aynı anda da onu iterek kendimden uzaklaştırdım. Birinin bizi böyle görmesi hoş karşılanmazdı. Gerçi bahçede kimse yoktu şu an, herkes içerideydi ama yine de tedbiri elden bırakmamak gerekliydi.


Ben etrafa bakarken karşımdakinin sesli gülüşüyle kaşlarımı çatarak başımı ona çevirdim. Diğer kızlar için yakışıklı sayılabilecek yüzünde oluşan gülümsemenin sebebini düşünürken derin bir nefes aldım. Bu ruh hastası benim dediğimi ciddiye almamış mıydı? Gülüşünden geriye sadece tebessümü kaldığında yüzüne çekici bir bakış yerleştirerek bana baktı. Çenesini hafifçe dikleştirmiş, gözlerini kısmıştı.


“Yalvartacak sensen ben her türlü varım Soylum.” hoşlanmadığım bakışına ek olarak karizmatik çıkmasına özen gösterdiği sesiyle gözlerimi devirdim. Tavırları sinirimi bozmaya başlamıştı. Köşeye sıkışmış durumda olmasam çoktan cezasını verirdim de veremiyordum işte. Bu gerçekten berbat bir durummuş, yapmak istediğin şeyi yapabilecekken yapamamak...


Sakin tavrımın zeminin oluşturan sinirli bakışlarımla “Ne istiyorsun, açıkça söyle.” diye tısladım. Bu konuşmanın amacı neydi, bunu öğrenip onunla olan şu saçma muhabbetti kesmek istiyordum. Sorumla gülümsemesi yavaşça beyaz teninden uzaklaştı. Ciddiyet maskesini yerleştirerek yavaşça etrafa bakındı ve en sonunda gözlerini topraklarıma sabitledi.


Derin bakışıyla anlayamadığım kelimeyi söyledi. “Seni.”


Kelime hazinemi karıştırırken sen kelimesinin ben anlamına geldiğini fark ederek şaşkınca yüzüne baktım. “Ne?” bunu beklemiyordum. Bunu gerçekten düşünmemiştim. Ben dosyayı istemesini beklemiştim. Şaşkın bir edayla konuşmam hoşuna gitmişti ki üst dudağı yukarı kıvrıldı.


“Dediğim gibi seni istiyorum.”


Tamam... sakinlik buraya kadardı. Kendim olma zamanı çoktan gelmişti. Öfkeyle ona doğru bir adım attım ve çenemi kaldırarak ona sert bir bakış attım. “Ne saçmalıyorsun bilmiyorum ama karşında kimin olduğunun farkında değilsin sanırım. Karşında bulunduğun şehrin soylusu var, hatırlatayım ki canın yanmasın... şimdilik.” dedim. O ise bana cevap vermeden önce benden uzaklaşarak cebinden sigarasını çıkardı ve ormanlık tarafa doğru yürümeye başladı.


Ben konuşurken arkasını dönüp bana cevap verme tenezzülünde bulunmamasından dolayı sinirle güldüm. Bu gülüş normal bir gülüş değildi. Fırtınanın habercisi gülüştü. Bu şahıs cidden kimdi de ben konuşurken böyle rahat davranabiliyordu benim karşımda? Yaptığı hareket bardağı taşıran son damla oldu. Yüzümdeki gülümseme bir anda yok olarak yerini öfkeye bıraktı.


Hızla arkasından ilerleyerek bir anda kolundan tutup onu çevirdim ve yanındaki ağaca yasladım sırtını. Bunu yaparken de bacağımdaki bıçağı hızla çekerek boğazına yasladım. Yüzüne baktığımda yaptığım harekete şaşırdığını gördüm, bunu beklemiyordu. Bir elimle bıçağı tutarken diğer elimi de kolundan çekip dudaklarının arasındaki sigaraya uzattım ve hızla alarak yere atıp ayağımla ezdim. Kaşları şaşkınlıkla havalanırken beyaz dişlerini gösterecek şekilde gülümsedi.


“Bende ne zaman içindeki gerçek seni çıkartacaksın diye bekliyordum. İşte şimdi konuşmaya başlayabiliriz.” dedi keyifle. Beni ciddiye almamasının verdiği sinirle bıçağı boğazına bastırdım.


“Konuşmaya başlasan iyi edersin. Zamanın azalıyor.” karşımdaki arsız adamın tavırlarına bakarsak insan olarak normal olmadığını anlayabilirdim. Gözlerinde bir gram bile korku yoktu hatta aksine bu durumdan hoşlanır gibi bakıyordu.


“Kim olduğumu biliyorsun, ben senin kim olduğunu biliyorum. Dediğim gibi seni istiyorum. Seninle beraber karşımızdakileri yıkabiliriz.” ortaklık vaat eden gizemli sesiyle boş bir şekilde ona baktım. Kaşlarım düşünceli bir şekilde çatılırken üstümdeki elbisenin beni sıktığını hissettim. Şu an boynunda bıçak tuttuğum adam, bana yani babasının katiline iş mi teklif ediyordu? Burada cidden büyük bir ruh hastası vardı.


Gülmemi engelleme gereği duymadan sırıtarak ona baktım. “Sen galiba beni tanımıyorsun?” dedim sorgulayarak. Bu dediği tamamen delilikti. Konuşmamla gözleri üzerimde hoşnut duymayacağım bir tavırla vücudumda dolaştı.


“Seni çok iyi tanıyorum Alisa Havas. Ailesinin dışladığı küçük kız çocuğu. Babasından göreceğini umduğu küçük sevgi kırıntısı için her istediğini yapan bu güzel kız...” dedi ve başını olumsuzca sallayarak bana acıyan bir tavırla baktı. “Yalnızlıkla büyümüş kız çocuğu boyundan büyük işlere kalkışarak varlığını ispatlamaya çalışıyor ama bilmiyor ki tek başına bir hiç” söylediklerinin beni bu ormanın kat be kat büyüğünde yalnız bırakacak kadar can aldığını fark etmiyormuş gibi duraklamamı fırsat bilerek beni en dibe çekmeye devam etti.


“Seninle ilgili her şeyi biliyorum. Hatta senin bilmediklerini bile... aileni, arkadaşlarını sevgilini... ama en çok seni biliyorum. Aynıyız seninle, ikimizin de tutunduğu tek dal var o da güç. En güçlü olursak herkesin bizi sayacağına, bize saygıyla bakıp seveceğine inanıyoruz.” dedi ama aslında söyledikleri sadece söz olarak kalmadı. Kalbimin üstüne oturdu ve altında kalan yaralı kalbimi ezdi. Ağırlığı fazla ağırdı.


Her bir haklı cümlesi midemi kasarken tek yapabildiğim yutkunmak oldu. Beni bana anlatmıştı, hem de gerçekleri saklama gereği duymadan yüzüme tokat atmadan küçüklüğümden vurarak.


“Bana edebiyat yapma Karan. Sonuca gel, hemen.” haklı çıkamayacağımı bildiğimden konuyu bastırma gereği duyarak sesli şekilde bağırdım. Tavrımın onu korkutmasını beklerken o bana hüzünle baktı.


“Söylediklerimin doğru olduğunu biliyorsun. Yalnızsın.”


Kafamı hayır anlamında salladım. “Hayır, yalnız değilim.”


Alayla yüzüme baktı. “O kadar yalnızsın ki, kimsesizliğe o kadar alışmışsın ki bunu benimsemişsin bile. Yalnızlık sana sıcak bir yuva gibi hissettiriyor çünkü ondan başka hiçbir şeyin yok.” dedi beni ayağıyla ezermiş gibi inatla gözlerimin içine doğru konuşurken.


“Ben, yalnız falan değilim beni kendinle karıştırma.”


“Yalnızlığı kabullenmiş her insanın içinde ulaşılmayı bekleyen küçüklüğü vardır.” dedi ve burnundan sert bir soluk verdi. “Hala bulunmayı bekliyorsun değil mi küçük prenses?” sorusunun cevabı yoktu ki o da bunu beklemiyordu.


“Arkadaşların seninle konuşmuyor, sevgilin yüzüne bakmıyor. Baban seni sattı. Kral tarafından da cezanın kesilmesi bana bırakıldı. Köşeye sıkıştığının farkındasın.” ben cüce, o deveymiş gibi üstten konuşmasıyla bıçağın ucunu boğazını bastırdım. Derisinin üstünde beliren kanla daha fazlası için bastıran içimdeki canavarı dizginlemeye çalışıp gözümü boğazından çektim. Canı şu an acıyordu ama o bunu umursamıyor gibi tüm dikkatiyle bana bakıyordu.


“Kessene cezamı.” diye tısladım dişlerimin arasından.


“Amacım farklı.” bilerek konuyu uzatmaya çalıştığının farkındaydım. Şu an ki halimiz fazlasıyla hoşuna gidiyordu ama benim gitmiyordu. Hatta aksine o kadar sıkıcıydı ki zamanımı çaldığı için canını yakmak istiyordum. “Amacın ne?” sıkıldığımı belli eden sesimle gözlerini gözlerimden çekerek elimdeki bıçağa baktı.


İğrenirmiş gibi yüzünü buruşturarak “Önce şunu bir çeksen?” dedi. Oyuncağıyla oynayan bir kız çocuğu edasıyla keyif alarak bıçağı boynuna sürttüm. Biraz fazla bastırmış olmalıydım ki nefesini tuttu.


“Anlatmaya başla yoksa olacaklardan sorumlu değilim. Canım çok sıkıldı ve oyun oynamak istiyor çünkü.” dedim.


Başını onu yasladığım kovuğa yaslarken oflayarak tamam anlamında ellerini teslim oluyorum dercesine kaldırdı. “Tamam, sen nasıl istersen. Durum şu ki hakkım olan Krallığı istiyorum. Elinde sonunda elde edeceğim ama sen benimle olursan bu süreç daha kısa olur. Ha tabii sana seçenek sunuyorum sadece. İstersen reddedebilirsin ama şunu bil, babanda Kral’da seni bana bıraktı. Sana istediğimi yapabilirmişim, sonuçta babamı öldürdün.” dedi gülümseyerek.


“Babanı öldüren birine neden iş teklif ediyorsun?” diye sordum sorgulayıcı bir tavırla. Sorumu bir süre bekletti, elini kafama doğru götürerek yüzüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Bu yaparken de hafifçe dudaklarını ıslattı.


“Senin babanla benim babam aynıydı. Anlayacağın varlığı yokluğundan daha kötüydü. Ölmesi işime geldi ki ayrıca Alisa...” kısa bir an durdu ve kalbimi hızlandıran cümleyi kurdu. “Babamı sen öldürmedin, yanındaki sırık yaptı.” dedi.


Öfkenin yerleştiği gözlerimle başımı omzuma sürterek sıkıştırdığı saçımı kulağımın arkasından çıkardım ve sinirle nefes alarak “Birincisi o eline koluna sahip çık, dağıtmayayım o beynini; ikincisi de babanı ben öldürdüm Karan. İnanmayacaksın ama çok zevkliydi onu acı içinde görmek.” dedim. İçimden bir ses dediklerime inanmayacağını fısıldarken bir yanım umutla yalanıma inanmasını bekliyordu.


“Senin en büyük hatan ne biliyor musun? Herkesi çok hafife alıyorsun. Alma. Yoksa böyle sıkışırsın.” dedi ve beklemediğim bir anda bıçağı tutan kolumu çevirerek bıçağı elimden aldı. Belimden tutarak beni itip onu yasladığım ağaca yasladı. Aynı zamanda da bıçağı yere atmıştı. Şimdi geldiğimiz pozisyonda ben onunla ağacın arasında kalmıştım. Aramızda çok az bir mesafe vardı. İki eliyle ellerimi tutmuş beni bedeniyle sıkıştırmıştı.


“Sana işkence ederken anladım nasıl biri olduğunu. O kadar acıya rağmen konuşmadın. Ne babanı sattın ne de dosyanın yerini söyledin. Güçlüsün, tam bir asker gibi yetişmişsin... yaşadıklarından dolayı hem babandan hem de Kral’dan nefret ediyorsun yani tam bana göresin. Düşünmen için iki günün var. Cevabını bekliyorum. Ha eğer ki cevabın olumsuz olursa...” dedi ve durdu. İki elimi bir eline alıp tutarken diğer elini yanağıma getirdi. Gözlerime derin bir şekilde bakarak:


“Senin canını zaten yaktım. Bu sefer sevdiklerinin canını yakarım. Özellikle de sevgilininkini yakarım. Zaten sana sahip olması onu sevmemem için büyük bir neden, o yüzden hiç düşünmeden harcarım onu Alisa.” dedi.


Son dediği cümleyle hissettiğim hislerin beni kenara bırakıp sadece tek bir şeye odaklandığını hissettim. Korku. Kendime ne yaptığımı sormadan hızla ona kafa attım. Ellerimi elinden kurtardığımda gibi omuzlarından tutarak karnına dizimi geçirdim ve onu yere yatırdım. Yere attığı bıçağı alıp kucağına çıkarak oturur pozisyona geldim. Bir an bile düşünmeden bıçağı sapından tuttuğum gibi hızla yukarı kaldırarak tam göz bebeğine doğru indirdim.


Hareketimle gözlerini korkuyla kapattı. Gözüne tam üç santim kala durdum. Ben ona hissizliğin öfkesiyle bakarken o, darbe gelmemesine güvenerek yavaşça gözlerini araladı. Bana afallamış bir şekilde bakarken ben hiç tavrımı bozmadan yüzüne doğru eğildim.


“Sakın bir daha beni sevdiklerimle tehdit etme gibi bir yanlışa düşme. Yağız’ı bu işe karıştırdığın anda gözümü kırpmadan öldürürüm seni. Duydun mu? Acıyla yaka yaka öldürürüm seni.” dedim ve üstünden kalkarak ona son kez bakıp arkamı dönerek yürümeye başladım. O sıra da o da üstündeki korkuyu ve afallamayı atlatmıştı ki bağırdı:


“Onlar seni anlayamazlar Alisa. Bu işin sonunda bana geleceksin. O çok sevdiğin adam bile gerçekleri öğrenince bırakacak seni.” dedi ve sesini yükselterek ekledi. “İki günün var iyi düşün!”


Sesi ardımda kalıp yok olurken ben geri dönüp bakmadım. Hızla saraya doğru ilerledim. Yürürken de dediklerinin ağırlığını düşündüm. Her ne kadar inkar etmek istesem de haklıydı. Haklılığı cam kırıkları şeklinde tenime saplanırken terlediğim için elbisenin boğazını çekiştirip saçlarımı düzeltmeye çalıştım. Sanki demin hem sinirle can çekişmemiş hem de gerçeklerin hüznüyle yerden yere vurulmamış gibi salona tüm özgüvenimle girdim. Kalabalık artmış herkes birer topluluk halinde klasik müzik eşliğinde sohbet ediyordu. Kalabalığın beni korkuttuğunu hissederken gözlerimi hızlıca salonda dolaştırdım. Gözlerim sahnenin ön tarafındaki gösterişli kişilere takıldığında nefesimi tuttum. Babam, yanında Azra’yla beraber Kralla gülerek sohbet ediyordu.


Azra’yla... Azra Havas.


Azra, benden iki yaş büyük kardeşimdi. Babamın prensesler gibi büyüttüğü biricik kızı. Normalde onu bu tarz yerlere getirmez, göz önüne sokmazdı. Azra'nın burada olmasına şaşırma sebebimde buydu ama şaşkınlığımı gölgede bırakan bir duygu içimde filizlendiğinde boğazımdaki düğümlenen nefesi yutmak istercesine yutkunmaya çalıştım. Babam, Azra’nın elini eline alarak tutup onu kendine çekti ve onu göğsüne yasladı. Pardon sarıldı. Babam, kızına sarıldı. Üçü de gülümsüyordu. Ben izliyordum.


İçimde adını bilmediğim bir his oluştu. Kıskançlık belki, yalnızlık, muhtemelen, üzüntü kesin.


Daha fazla onları izleyemeyeceğimi düşünerek kafamı çevirdim ve gözlerim kalbimin düşmanını aradı. Salondan çıkmadan önce bulunduğumuz masayı göz hapsime aldığımda onun Akın’la ciddi bir şekilde konuştuğunu gördüm. Seda’da Ali’yle sohbet ediyordu.


Herkes bir şekilde bir şeyler yaşayıp paylaşıyordu. Bense uzaktan onları izliyordum. Kapının eşiğinde her an gidecekmiş gibi, hiç var olmamış gibi dışarda kalmış içerdeki kalabalığı seyrediyordum. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Yoğun hislerin bedenimden çıkış aradığını ve buldukları ilk çıkış yolunun gözlerim olduğunu anladığımda hızla arkamı dönerek çıkışa yöneldim. Burada durmamın hiçbir anlamı yoktu, göz yaşlarımı göstermemin sebebi yoktu. Kimseye bakmadan, benimle konuşmak isteyen kişilerin yüzlerine bakmadan saraydan çıktım ve arabama doğru ilerledim. Valenin getirmesini bekleyemeyecek kadar buradan gitme isteğiyle doluydum. Vale arabanın anahtarını bana verdiğinde yüzündeki şaşkın ifadeye aldırmadan arabama bindim ve hızla Krallığın sarayından çıktım. İçimde öyle bir boşluk vardı ki ne yapacağımı bile bilmiyordum. Aklım beni istemsizce bir yere doğru çekerken tek tapabildiğim ıslanan yüzümle zihnimdeki rotayı takip etmek oldu...


Zaman bana düşman gibi benden kaçarken dakikalar saate evrilmişti. Sığındığım deniz ve kumsal bana kucak açtığında yanımda sadece yol üzerinden geçerken aldığım içkiler vardı. Tabi bir de benden içeri olan benin acıları.


Hayatımı sorguluyordum ama sadece düşünmekle kalıyordum. Hayatım yönetimimden çıkmıştı, hayatım bana kalmamıştı artık ve bunun yanında sahip olduklarımda benden çalınmıştı.


Kumların ıslak dokusu elbisemden içeri tenime nüfuz ederken denizin her bir dalgası beni belime kadar sarıyordu. Serin su bana her sarıldığında yüzümde gülümseme oluşurken tenim ısınıyordu, kalbimse soğuyordu çünkü ona dokunan acıdan başka bir şey yoktu.


İçmeye başladığım ikinci şişenin de sonun gelmesiyle gözlerimden yanaklarıma ulaşan damlaların gökyüzünden bana değindiğini düşünürken aslında içten içe acılarımın kabuklarının döküldüğünü biliyordum gözlerimden. Biten şişeyi elimle denize doğru kaldırırken bitmesine üzüldüğümü hissettim. Kafamı ağır bir tavırla gökyüzüne kaldırırken dudaklarım bükülmüştü.


“Niye sevdiğim her şey bitmek zorunda? Mutlu olmayı hak etmiyor muyum ben?” diye sordum yıldızlara. Acılarım bile bana dayanamıyor gözlerimden kaçıyorlardı. İnsanlar nasıl bana dayansın ki?


Yıldızlara ettiğim isyanla hislerim arasında girdiğim kovalamanın ortasında arkamdan birinin geldiğini duydum ama umursamadım. Öldürmek için geldiyse şu an tam zamanıydı fakat gelen canımın düşmanı değil kalbimin düşmanıydı. Arkamdan esen kokusunu gölgesinden önce ulaştırmıştı bana.


Gölgesi önce düştü yanıma, deniz boyunca uzadı her bir adımında. Sonra ise bedeni tam yanımda durdu. Artık yalnız değildim.


“Ne yapıyorsun burada?” diye sordu telaşlı sesiyle. Kafamı hiç çevirmeden, ona bakmadan denize bakarak iç çektim. Nedense rahatlamış hissediyordum.


“Kendimle dertleşiyorum. Sen ne yapıyorsun?” sakince dudaklarımdan dökülen kelimelerin ardından da elimdeki üçüncü şişeden bir yudum aldım. Galiba sarhoş olmuştum ama şu an umurumda değildi bu durum. Şu an umurumda olan tek şey içimdeki acıydı ve o da bir türlü geçmiyordu. Deniz bir hareketle daha beni sularıyla sardığında gülümseyerek boştaki elimi suyun altında kalan kum tanelerine yasladım. Avcumdan aşağı ağır ağır akan kumlara bakarken yanımda adamın varlığı güven veriyordu. Bu hisse bir süre alışmaya çalıştım.


“Hadi kalk, ıslanıyorsun orada. Eve gidelim.” deminki tedirgin sesinin yerini alan anlayışla sarhoş olduğumu anladığını anladım. Yavaşça başımı çevirerek çenemi yukarı doğru kaldırıp ona baktım tedirginlikle bana bakıyordu.


Dikkatlice, sessizce yüzüne baktım. Buradaydı. Çok yakışıklıydı. Benimleydi. Gözlerim yüzünü tararken zihnimden kulaklarıma onun sesi çalındı. Karan, aynı acıma duygusuyla bana bakıyordu sanki ve konuşuyordu. ‘Gerçekleri öğrenince o bile seni bırakacak.’ Bırakır mıydı beni? Düşüncenin sardığı korku bedenimi titretirken gözlerimin tekrar dolduğunu, gözümden akan tek damlayla anladım.


Yağız, ona dolu dolu bakan gözlerime bakarak “Hadi gidelim.” dedi ve elini uzattı. Gözlerim yavaşça benim elimi bekleyen eline kaydı. Elimle gözlerimi silerek akmaya meyil etmiş burnumu küçük bir kız edasıyla çekip “Bir şartla gelirim.” dedim. Topraklarım okyanuslarına değindiğinden şart koşmam onu şaşırtmıştı ki kaşlarını çatarak bana baktığını gördüm.


“Neymiş şartın?”


Gülümseyerek ona bakıp “Bu gece seninle uyuyacağım.” dedim. Cümle dudaklarımdan döküldüğünde onun dudakları şaşkınlıkla aralandı. Bana doğru uzattığı eli yavaşça aşağıya düştü. Bense gözlerimi kaçırmadan gözlerini izliyordum.


Kısa bir an bakıştık, kendini toparlayarak hafifçe boğazını temizledi ve başını iki yana salladı. “Saçmalama Alisa, hadi kalk gidelim.” soğuk sesi denizin ısıttığı tenimi soğuturken yüzüm asıldı. Beni istemiyordu.


Bana uzaktı, vardı ama yoktu.


Anladım dercesine başımı sallarken önüme dönüp denize bakmaya başladım. Elimdeki şişeyi tam içmek için kaldırmıştım ki Yağız, hızla onu elimden aldı ve yere fırlattı. Bu yaptığı davranışla ona bakmadan “Gelmiyorum, git.” dedim. Madem beni istemiyordu, niye başımda bekliyordu?


Benim sakin sesime zıt şekilde sinirli bir tonda “Alisa, kalk hadi. Eve gidiyoruz.” diye söylendi ama umursamadım.


“Ev? Orası benim evim değil. Gelmiyorum zorla mı kardeşim? Defol git. Beni istemeyen biriyle ait olmadığım yere niye gideyim?” ses tellerimi zorlayacak haykırışım dudaklarımdan firar ederken aynı zamanda da ayağa kalkmaya çalışıyordum. Dengemi kuramayınca Yağız, omuzlarımdan tutarak beni doğrulttu. Dengemi sağlayınca hızla ellerini ittim.


“Sevmediğin, iğrendiğin birine dokunma.” dedim. Benim hislerime, söylediklerime karşı ise onun yaptığı sadece bakmak ve bakmak oldu. Gözleri ifadesizdi, ya da benim çözemeyeceğim kadar karmaşık.


“Alisa, abartma sarhoşsun, ne istediğini ne dediğini bilmiyorsun. Hadi evimize gidelim.” dedi. Evimize gidelim dedi... gözlerim dolmaya başlarken birkaç damla süzüldü yanaklarıma, hatta bir tanesinin tadı dudaklarımdan içeri süzüldü. Hissedemediğim hislerin özlemiyle gözlerimi bakmaya doyamadığım gözlere bağladım.


“Hiçbir zaman affetmeyecek misin beni?” diye sordum titreyen sesimle ve yutkunarak devam ettim. “Gidişimi affettirmez mi gelişim?”


Beklemediği soru beklemediği konudan gelince gözlerindeki kırılmaya şahit oldum. Göz bebeğinde oluşan kırıktan akan duygu seli ikimizi vurduğunda sadece gözlerime baktı. Kalbim bir cümleyle ya yeninden atacaktı ya da duracaktı. Bekliyordu hissediyordum çünkü acıyordu.


“Sen şehrine geri döndün. Bana geri dönmedin ki. Benim sevdiğim kadın gittiği gün öldü.” eğer karşımdaki adamı görmesem, onu tanımasam bu cümlelerin bir robottan çıktığına inanırdım. Hiçbir his barındırmayan sesin, hiçbir duygu belirtmeyen kelimelere ev sahibi olduğu konuşma benim için yeterliydi. Kalbim duymak istemediğini duymuştu ve bitmişti.


“Ben ölmedim. Tam karşındayım. Gözlerine bakıyorum çünkü yanındayım.” dedim fısıltıdan ibaret sesimle. Niye burada olduğumu görmek istemiyordu? İkimizde yara almamış mıydık? Niye daha fazla yaralıyordu, sarmak varken?


“Sarhoşsun, ayıldığında konuşuruz. Gidelim artık.” konuyu kapattı çünkü konuşmak istemiyordu. Beni bitirmişti içinde ki konuşmaya bile değer görmüyordu. İstemediğimi belli ederek omuz silkip dudaklarımı büktüm.


“Benimle uyuyacaksan gelirim. Tek uyumak istemiyorum.” mızmızlanan ruhum huysuzca içimdeki dönme dolapta dönerken başımın ağırdığını hissettim. Esen rüzgar ikimizin üzerinden geçerken ıslandığım için daha fazla üşüdüğümü duyumsadım ve kollarımı belime sararak kendimi ısıtmaya çalıştım. Yağız, huysuz bir tavırla beni süzdü ve omuzlarını düşürerek elini bana doğru uzattı. Tekrar tutmam için uzattı... bana.


“Tamam, hadi gidelim. Beraber uyuyacağız.” dedi. Önce eline baktım, ardından da istemediğini belli eden gözlerine. Onun gözlerindeki ifadenin zıttı olan ifadeyle arsız bir şekilde gülümsedim.


“Söz ver.” dedim sevinçle. O ise bu sevincimi göz ardı ederek hızla elimi tutup beni kendine doğru çekti. “Söz lan söz, gidelim artık. Hasta olacaksın.” diye sesli bir şekilde söylenip beni yürütmeye başladı. Bense bana bağırmasını umursamayarak ona yandan baktım.


“Sen söz verdiysen sözünü tutarsın, gidelim.” dedim. Cümle dudaklarımdan döküldüğünde adımları yavaşladı ve başını hafifçe çevirerek bana baktı. Gözleri gözlerim ve dudaklarım arasında gidip gelirken bir şey demesini bekledim ama demedi. Hızla arabanın kapısını açarak beni arabaya bindirip kapımı kapattı. Arabanın ön tarafından dolanarak arabaya binip motoru çalıştırdığında ilk işi ısıtıcıyı açmak oldu. Araba eve doğru ilerlerken içi ısınmaya başlamıştı. Sıcaklık beni mayıştırırken koltukta biraz daha da rahat bir pozisyona geçtim.


Belimi kaydırarak sırtımı tam anlamıyla koltuğa yaslayıp bedenimi ona doğru çevirdim. Gözlerim yan profilinden her bir hareketini izlerken. Gözlerim, önce biçimli parmaklarının direksiyondaki hareketine sonra da yüzüne takıldı. Onu izlerken içimden geçen şarkının sözleri istemsizce dudaklarımdan döküldüğünde kendimi susturmak istemedim. Halbuki sesimin kötülüğünden de nefret ederdim...


“Sevgi anlaşmak değildir, nedensizce de sevilir. Bazen küçük bir an için ömür bile verilir.” şu an bunu niye yaptığımı ben bile bilmiyordum ama onu izlerken kalbimden bu şarkı yayılıyordu. Bunu bilmeliydi.


Şarkı, çirkin sesimle arabayı doldururken araca bindiğimizden beri ilk defa başını çevirip bana baktı. Yüzünde şaşkınlık, gözlerinde ise sevgi vardı. Yol boyunca aramızda geçen tek iletişimse bu oldu.


Saraya geldiğimizde güvenliklerden başka kimseyle karşılaşmadık. Yağız, onlara selam vererek arabayı otoparka sürdü. Ona ait kısma arabasını park ettiğinde merakın beni sardığını midemdeki çırpınmadan anladım. Yavaşça onu beklemeden arabadan indiğimde o da peşimden indi ve eve doğru yürümeye başladık.


“Eve geldik.” diye mırıldandım bahçe yolunda ilerlerken kaşımdaki eve bakarak.


“Evimize geldik.” dedi ve evin kapısını geçmem için araladı. İkimizde birbirimize bakmadık. Adımlarımız merdivene doğru tırmanırken tedirginlikle avuçlarımı mahvolmuş elbiseye sürdüm. Ensemdeki titreme omurgamdan aşağı süzülürken odalarımızın bulunduğu kata geldiğimizde adımlarım yavaşladı.


Ne yapacağını merak ediyordum.


Adım beklediğimi anlamıştı ki bana baktı ve eğilip elimi eline aldı. Soğuk elim sıcak elinde kaybolurken kalbim rahatlamış bir şekilde ritim tutturdu. Odasının kapısını açıp önce benim geçmemi beklediğinde, gözlerimi kaçırarak içeriye girdim.


İçimdeki kelebekten yansıyan cesaret kırıntısının desteğiyle adımlarımı arttırdım ve tam odanın ortasında durdum. Ardımdan o da girip kapıyı kapattı. İki sene sonra ilk defa odasına giriyordum. Hızlıca gözlerim odasında gezindiğinde hiç değiştirmediğini fark ettim. Krem rengi mobilyalar bıraktığım gibi dururken tek farkın benim aldığım eşyaların ve fotoğrafların odadaki boşluklarıydı. Ben ayakta hiç kıpırdamadan durmuş odayı incelerken o, giyinme dolabına ilerlemiş benim için pijama çıkarmıştı.


Elindeki bana ait olan kırmızı saten pijama takımını bana uzatırken “Üstünü değiştir.” dedi. Söylediğiyle bir an kalakaldım. Kıyafetlerim hala odasına duruyordu. Bunun körelmiş hislerimi canlandırmasıyla fotoğraflarımızın yokluğunu bastırmaya çalıştım. Benimle ilgili olan şeyleri saklıyordu, bu önemliydi.


Elindeki pijamaları alıp giyinmek için banyoya yönelmiştim ki kolumu hafifçe avcuna yasladı. “Eğer benimle uyumak istiyorsan, yanımda üstünü değiştireceksin.” dedi net bir tavırla. Şartıyla kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken boş gözlerle ona baktım. Bunu beklemiyordum.


Aklıma vücudumdaki yaralar geldiğinde kalbim tekrar hızla atmaya başladı. Bunu ona açıklayamazdım. Yağız’sa girdiğim savaşı fark etmişti ki kuşkuyla bana bakıyordu. Ne yapamayacağımı bilemeyerek bir kapıya bir de ona bakakaldım...


Loading...
0%