Yeni Üyelik
24.
Bölüm

23.Bölüm "Ölümün Soğuk Çukuru"

@senabookss

“Kaybettiğin ruhlar zihninden silinene kadar değil, kalbinde sönene kadar yaşar.”


Bir boşluğun içindeydim. Hissizlik tüm ihtişamıyla varlığımı sınırlarının içine almış beni benden uzaklaştırmıştı. Şu an sanki yaşamıyormuşum da bir kenara çekilmiş yaşayanları izliyormuşum gibi hissediyordum. Ben mi boşluğun içindeydim yoksa boşluk mu benim içimdeydi çözemiyordum. Kaybolmuştum ve kimse beni bulamamıştı. Dünya dönüyordu izliyordum, insanlar yaşıyordu biliyordum çünkü yanımdan geçen insanların bana tuhaf tuhaf bakan bakışlarını görüyordum. Bana neden tuhaf bakıyorlardı? Biliyorlar mıydı başıma gelenleri, yaptıklarımı, sebep olduklarımı?


Beynim durmuştu. Düşünemiyordum, hissetmiyordum. Sadece vardım.


Peki niye buradaydım? Ne zamandır bu acı içinde kıvranıyordum?


Ne kadar olmuştu Esin, bedenini terk edeli?


Bilmiyordum. Hiçbirinin cevabını bilmiyordum. Kim olduğumu bile bilmiyordum. Alisa mıydım? Alisa Havas mıydım yoksa Soylu Alisa Havas mıydım? Ya da diğer sayamadığım kimliklerim... ben ben miydim? Esin, neredeydi?


Beyaz ışıklar vardı. Tavandaki büyük floresan lambalar beyaz mermer taşlara yansıyarak koridoru aydınlatırken karşımdaki kapı arada sırada açılıp kapanıyordu. Kapının karşısında, duvara sırtımı yaslamış şekilde mermerin üstünde otururken kapı her açılıp kapandığın kapıdan çıkacak kişinin sarı civciv olmasını bekliyordum ve sadece beklemekle kalıyordum...


Gözlerim büyük çift taraflı kapının üzerindeki yazıya odaklanmıştı.


Morg. Ölen insanların getirildiği oda. Gözlerim yazıya bakarken neler olduğunu düşünüyordum.


Bize ne olmuştu?


Silah seslerini hatırlıyorum, hayır hatırlamıyorum duyuyorum. Kulağımdan zihnime yayılıyorlar. Esin’in düşen bedeni canlanıyor önümdeki kapıda, bedeni sertçe yere çarpıyor, ben belimdeki silahı çıkartmış ağaçların arasından bize ateş edenleri vurmak için ateş ettim ama kimseyi vuramadım çünkü kaçtılar. Esin’in kıyafetine kan yağdı, zaman benim için durdu. Telefonumu çıkartım acil durum tuşuna bastım, diz çöküp Esin’in kanını durdurmak için elimle yarasını kapatmaya çalıştım. Sonra ne oldu?


Ambulans ne zaman geldi, biz ne kadar süre o yol üzerinde kaldık? Hiçbirini hatırlamıyordum. Hatta buraya nasıl geldiğimi bile bilmiyordum.


Bize ne olmuştu?


Ben cevabını bulamadığım soruları hatırlayamadığım anlarla örtmeye çalışırken biri yanıma geldi. Gelen kişinin bana seslenmesiyle kafamı yukarı doğru kaldırıp ona baktım. Gözlerim, gözlerine tırmandığında gözümden bir damla yaş yavaşça göz pınarımdan süzülerek tenimde kayboldu. Bir dizini yere koyarak önümde diz çöktü ve iki eliyle yüzümü avuçlarının içine aldı. Hiçbir şey yapmadım.


“İyi misin?” acı kokan sesinden dökülen cümlenin mideme sert bir tekme attığını hissederken ifadesizce yüzüne bakmaya devam ettim. Benim yüzümde herhangi bir duygu emaresi yokken onun yüzünde bir sürü duygu vardı. Merak, telaş, sevgi, merhamet...


“İyiyim ama o iyi değil galiba.” uzun zamandır konuşmadığım için kelimeler dökülürken dudaklarımdan boğazımda acı bir tat hissettim. Gözlerim morgun kapısındayken onun iyi olmadığını biliyordum.


O, iyi değildi çünkü artık yoktu.


“Sanırım artık iyi olamayacak...” donuk bir tonda konuşmamla Yağız, beni kendine çekerek sıkıca sarıldı. Kolları bedenimi kendine sakladığında kimsenin beni göremeyeceği gerçeğiyle içimde biriken yaşlar özgürlüklerine kavuşmaya başladı. Göz yaşlarım tişörtünü ıslatırken içimdeki mahkemenin verdiği kararın suçluluğuyla kafamı kaldırıp ona baktım.


“Özür dilerim. Ben böyle olsun istemedim. Benim yüzümden oldu ama ben istemedim. İnanın bana, ben istemedim.” gömülen geçmiş anılar varlıklarını hatırlatırcasına kalbimin üstüne çıkıp beni on yedi yıl öncesine götürdüğünde ağlamam şiddetlendi. Göz yaşlarım yağmur olup yağarken nefesim düğüm olmuş kelimelerin dilimden dökülmesini zorlaştırmıştı. Bakışlarım inan bana dercesine hüzünlü okyanuslarına bakarken Yağız, tekrar başımı göğsüne yasladı.


“İnanıyorum. Bir tek sana inanıyorum. Senin yüzünden değildi. Güzelim, sen de bana inan; senin yüzünden değildi.” kolları yanımda olduğunu belli edercesine beni sıkıca sararken içimdeki canavar fısıldıyordu. ‘Senin yüzünden oldu, geçmişte de senin yüzünden öldüler şimdi de. Lanetin devam ediyor. Onlar haklılar sen ölmelisin. Sen ölmelisin ki onlar yaşasın.’


İçimdeki gürültü beni sustururken sıcak göz yaşlarım tenimi yakıyordu. Sık sık nefes alıp kalbimdeki ağrıyı gidermeye çalışırken birinin yanımıza geldiğini duyumsadım. Ayak sesleri çok yakındaydı. Tam yanımızda durdu. Gelen kişinin konuşmaya başlamasıyla kim olduğunu anladım. Akın’dı.


“Burada yapabileceğimiz bir şey yok. Cenaze sabah yola çıkacak, her şeyi ayarladım. Gidebiliriz.”


Akın’ın bilgilendirmesiyle Yağız, derin bir soluk aldı. Eli sırtımdaydı. “Tamam, siz gidin. Bizde arkanızdan geliriz.” dedi soğukkanlı bir tonla. Onlar konuşurken kafamı hiç Yağız’ın göğsünden kaldırmamıştım. Kimseyi görmek istemiyordum, onların acıyan ve suçlayan bakışlarını görmeyi kaldıramazdım.


Evet, bu anı yaşamamızın suçlusuydum ama suçlu olmayı ben istememiştim. Güzel sarı saçlarıyla, cıvıl cıvıl enerjisiyle günlerimizi aydınlatan kızın bu dünyadan ayrılması benim suçumdu ve bu suç içimi cayır cayır yakıyordu. Koruyamadım. Başaramadım. Öldürdüm.


Babam haklıydı, içimdeki canavar haklıydı. Ben ölümün doğurduğu ölüm getirendim.


Yağız, yavaşça başımı kaldırarak iki eliyle göz yaşlarımı sildi. İçimdeki yangından bahsetmedim. Sustum. Tereddütlü bir tavırla gözlerime bakarak “Burada yapabileceğimiz bir şey yok. Eve gidelim olur mu?” diye sordu sakin bir sesle. Gözlerindeki hüzünle acı dolu gözlerime bakıyordu ve büyük ihtimalle nasıl yandığımı da görüyor, susuyordu.


“Annesi bana güvendiği için yollamıştı Esin’i, kızmasın bana onu bıraktığım için?” sorarcasına çıkan kısık sesimle yüzümdeki saçları çekip derin bir nefes aldı. Ne diyeceğini bilemiyor gibiydi.


“Kızmaz. Senin yapabileceğin bir şey yok çünkü.” dedi ikna etmeye çalışırcasına. Söyledikleriyle kafamı olumlu anlamda salladım. Burada yapabileceğim bir şey yoktu çünkü o burada değildi...


Yağız, benden aldığı onayla ayağa kalktı ve omuzlarımdan tutarak benim kalkmama yardım etti. Ayağa kalktığımda okyanusları hızlıca üzerimde gezindi. Tişörtümdeki kan izlerini gördüğünde bir süre oraya baktı ve derin bir nefes alıp titreyen göz bebeklerini benim soğuk gözlerime çevirdi. Ne düşündüğünü az çok tahmin edebiliyordum, sol eli sağ kolumu kavrayıp beni kendine çektiğinde sıkıca bana sarıldı. Dudakları başımın üzerine değdiğinde göğsüm göğsüyle birleşmiş, ikimizin kalbi tek kalpmiş gibi birleşmişti.


“Hadi gidelim.” dudakları saçlarımın üzerinde hareket ettiğinde morgun kapısına bakarak başımı tamam anlamında salladım. Beni yavaşça kendinden uzaklaştırıp parmaklarını parmaklarıma doladı ve çıkışa doğru yürümeye başladık. Her bir adımımla bedenimin üşüdüğünü hissediyordum. Fırtınayı benimle götürürken güneşi ardımda bırakıyordum ama güneş bensiz daha iyi olacaktı, bunu biliyordum.


Hastanenin arka kapısından çıktığımızda sessiz bir şekilde ikimizde arabaya bindik. Kollarımı birbirlerine dolayıp koltukta büzülmüş bir şekilde otururken üşüdüğümü anlamıştı ki ısıtıcıyı çalıştırmıştı. Arabanın içinde sadece klimadan çıkan hava sesi dolaşıyordu. Gözlerim camdan dışarıya odaklanmıştı ama bir şey görmüyorlardı. Sadece karanlık vardı.


“Babam duydu mu?” sorunun aslı içimde farklıyken dudaklarımdan benden bağımsız olarak bu cümleyi akıttı. Hiçbir şey düşünmeden gözlerimle yolu takip ediyordum ama içimde boğuluyordum. Kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı, içimdeki sesleri bastırmam gerekiyordu.


“Seda, konuştu. Sessizce bu işi halledin demiş.” dedi sıkıntılı bir şekilde ve en sonunda birkaç saniye bekleyip ekledi. “Seni suçlamadı Alisa.” asıl merak ettiğim buydu. Bu sefer beni suçlamamış.


Ama ben kendimi suçluyordum.


Merakımın giderilmesiyle daha fazla konuşmadım. Araba ilerledi ben sustum. Sessizlik içinde geçen araba yolculuğunun sonuna geldiğimizde Yağız, arabayı park etti ve ikimizde aynı anda arabadan indik. Eve doğru yürürken de sessizdik. Ben içimde konuşuyordum peki o niye sessizdi? Beni mi suçluyordu? Bu düşünceyle kasıldığımı hissettim. Onun beni suçlamasını sindiremezdim.


Bu düşüncenin ağırlığıyla, eve girip ikinci kata çıktığımızda kendi odama doğru ilerledim. Sonuçta kimse suçladığı bir insanla kalmak istemezdi. Adımlarım odamın önünde durakladığında Yağız’ın da adımları durakladı, bakışlarım ona değmeden kapının koluna sabitlendiğinde yanımdaki varlığı beni gölgeye mahkum etmişti. Elim kapı kolunu kavramak için hareketlendiğinde başka bir elin onu kavramasıyla soğuk metal yerine sıcak bir avcun içinde kayboldu. Bakışlarım mahzun bir tavırla yanımdaki adama değdiğinde yüzüme kısa bir bakış attı ve bir şey deme gafletinde bulunmadan kendiyle beraber beni de odasına doğru yönlendirdi. Engelleme çabasına girmedim çünkü şu an onunla kavga edecek kadar güçlü değildim, hem demek ki beni o kadar da çok suçlamıyordu; varlığıma katlanabilirdi...


Odasına girdiğimizde bir oyuncak bebekten farksızdım. Ne düşünebiliyor ne de bir tepki verebiliyordum. Zihnim boştu, yeni doğmuş bir bebekten farksızdı fakat ruhum onun aksine ölüme yaklaşmış bir yaşlı kadar yorgun ve tükenmişti. Yağız, odasının lambasını açtığında yanında durup sadece bekledim, o da elimi bırakmadan beni banyoya doğru yönlendirdi. Daha bu sabah heyecanla girdiğim bu banyoda şimdi bu halde bulunmak gözlerimin dolmasına sebep olduysa da göz yaşlarım akamayacak kadar kuruydu. Yağız, ikimizde banyonun içine girdiğimizde arkamızdan kapıyı kapattı. Ben lavabonun önünde dururken o kapattığı kapının önünde durdu ve bana bakmaya başladı. Yüzümdeki ifadesizlikle gözlerim gözlerindeyken onun gözleri üzerimdeki kanlı tişörtteydi. Bundan hoşlanmadığının farkındaydım ama kendimi hareket ettirebilecek kadar yetkin hissetmiyordum. O da bunu anlamıştı ki bana doğru iki büyük adım attı ve tam önümde durarak, gözlerini gözlerimden ayırmadan iki eliyle tişörtümün uçlarından tutarak ağırlaşmış kumaşı yukarı kaldırarak başımdan çıkardı. Aynı şekilde üstümdeki tüm kıyafetleri çıkararak üzerimdeki tüm fazlalıklardan beni arındırdı. Normal şartlarda bir anda karşısında çırılçıplak kaldığım için gerilmem gerekirdi ama şu an bu yaşadığımız sahne o kadar duygusuzdu ki benim için, herhangi bir duygu da hissedememiştim.


Yanımdan geçerek küvetin önünde diz çöktüğünde beni yıkayacağını anladım, o suyu ayarlarken bende yavaşça küvetin için girdim ve oturdum. Soğuk mermer ilk başta tenimi ürpertse de tenim ona hemen alıştı, zaten bedenim fazlasıyla soğuktu bu onun için çok da zor olmadı. Yağız, suyu istediği sıcaklığa getirerek beni yıkamaya başladığında kirpiklerim birbirleriyle kavuştu. Önce saçlarımı yavaşça canımı yakmadan yıkarken kaslarımın gevşediğini hissettim. Parmakları saçlarımı okşarken kendimi güvende hissediyordum.


“Kendini yaralamışsın. Bu izleri yaparken kendinde miydin?” duygudan yoksun saf sesi yankılanarak kulaklarıma ulaştığında göz kapaklarımı araladım. Elleri saçlarımı durularken gözlerimle kollarımdaki çiziklere baktım. Yılan misali kolum boyunca uzanan izlerde kurumuş kanlar suya karışırken hissetmediğim fiziksel acıdan dolayı eğer ki bana izleri sormasaydı onları umursamazdım bile. Ne zaman olduklarını hatırlamıyordum. Bakışlarım boş bir şekilde onlarda gezindiğinde dudaklarım samimi bir tavırla büküldü. “Bilmiyorum.”


Verdiğim cevapla derin bir nefes aldı ve eline aldığı life duş jelinden dökerek onu köpürttü. Duş jelinin okyanus kokusu banyoya yayıldığında içime kokusunu doldurdum. Kan kokusundan daha iyiydi. Yağız, bir eliyle sol kolumu tutarken diğer eliyle canımı acıtmayacak kadar yumuşak hareketlerle lifi kolumda gezdirmeye başladı.


“Canın acıdı mı?” diye sorarken titreyen sesiyle bakışlarım yüzüne devrildi. Yüzü ifadesizdi. Gözlerime bakmıyordu, dikkati yaptığı işteydi.


“Bilmiyorum.”


“Bilmiyorsun...” dedi ve duraksadı. Gözleri gözlerime çarptığında eli de yavaşlamıştı. İlk başta öfkeli bakışlarıyla benim boş bakışlarıma baktı, ardından da gözleri akan suya karışan kırmızı lekelere kaydı. Merhamet ve korkunun yavaş yavaş yüzünü ele geçirişini izlerken çenemin titrediğini hissettim. Sanırım tekrar ve tekrar ağlayacaktım.


“Bilmiyorsun. Tamam, peki bana bildiğin bir şeyi söyler misin?” Benim topraklarımla onun dalgalı okyanusları birbirlerine çarptığında ikimizde duraksadık.


“Bildiğim tek bir şey var, o da bu gece kanı akan kişinin ben olmam gerektiği.” dediğimde Yağız, bakışlarını kaçırdı ve işine kaldığı yerden devam etmeye başladı. Bu sefer deminkinin aksine daha hızlı hareket ediyordu. “Hiçbir şey bilmiyorsun ve sadece her zaman yaptığın gibi kolay yolu seçip kendini suçluyorsun.” dedi bana bakmadan bedenimi elindeki su başlığından akan suyla durularken.


“İsteselerdi o siktiğim kurşunları sana sıkarlardı. Iskalamadan hem de.” bir anda bana dönerek sesini yükselttiğinde irkilerek titredim. Cümlesini öfkesiyle akıtırken irkilmem onu etkilemişti ki duraksadı ve gözlerindeki sevgiyle bana doğru eğilip alnını alnıma yasladı. Üstünün ıslanmasını umursamadan kollarını bana doladı ve sıkıca sarılarak başımı boynuna gömdü. Biraz önceki sesli sesinin aksine daha yumuşak bir tonla “Hedef sen değildin Alisa, kabul et. Yapabileceğin bir şey yoktu... Üzül... üzül, acını yaşa ama canını yakma. Lütfen.” diye mırıldandı. Sesi yalvarır gibi acılıydı. Kendime zarar vermem canını sıkmıştı, belliydi.


Beni yavaşça kendinden uzaklaştırıp ayağa kalktığında bende ayağa kalktım. Arka taraftaki cam kapaklı dolabı açıp içinden beyaz bir havlu çıkararak yanıma geldiğinde ona bırakmadan havluyu elinden alıp bedenime sararak kurulanmaya çalıştım. Ben havluyla kurulanırken Yağız da giyinmem için içerden pijama takımı ve iç çamaşırı getirdi. Kıyafetleri giymeme yardım ederken ikimizde sessizdik. Deminki konuşma sanki ikimizin de ağzını mühürlemişti. Halbuki mühürlenen şey duygularımız değil miydi? Hislerimin bir kutuda kapalı kaldığını ve onlara ulaşamamam için kutunun kapağının mühürlendiğini hissediyordum. Hissedebildiğim tek şey buydu.


Kıyafetleri giydikten sonra banyodaki aynanın önüne doğru ilerledik. Yüzlerimiz aynaya bakacak şekilde durduğumuzda Yağız, lavabonun üzerindeki kutunun içinden tarağımı alarak saçlarımı taramaya başladı. Saçlarımı o kadar yavaş ve acıtmadan tarıyordu ki ben bile hiçbir zaman saçlarımı bu kadar değerli bir şeymiş gibi taramamıştım. Ben aynadan onu izlerken o, bana hiç bakmadan saçlarımı güzelce taradı ve kurutma makinesiyle onları hiç sıkılmadan kuruttu.


Ne kadar süre onları kurutmakla geçti bilmiyorum ama kuruduklarından emin olana kadar işine devam etti. Sonunda kuruduklarına ikna olmuştu ki onları tekrar taradı ve sonunda banyodan çıkmak için beni yönlendirdi. Odaya girdiğimizde bakışları bana değdi ve yüzümün her bir noktasına itinayla bakarak “İstediğin bir şey var mı?” diye sordu.


Kafamı hayır anlamında sallayarak “Uyumak istiyorum.” diye mırıldandım. Başını onaylayan bir tavırla sallarken burukça gülümsedi ve beni yatağa doğru çevirdi. Kendi adımlarımla yatağa girerek ayaklarımı karnıma doğru çekip uyuma pozisyonuna geçtim ve hızla gözlerimi kapattım. Belki uyursam bu acı geçerdi. Sonuçta her şey geçiciydi sadece uyumak yeterdi hissetmemek için. Gözlerimi kapatarak kendimi karanlığa hapsettiğim birkaç dakikanın ardından Yağız da yatağa gelerek sırtımı göğsüne yasladı ve kollarını bana dolayarak beni kendine gizledi. Gözlerim güven hissiyle aralandığında odanın karanlığı beni karşıladı. Sadece ay ışığının yansıması vardı koca dört duvarın içinde.


Kalbimin düşmanının kolu belime sarılmış, eli karnıma üstüne yaslanarak oraya ısıtırken hissettirdiği güven hissiyle kaslarımla beraber zihnimdeki gerginliği de rahatlattım. Burada bana hiçbir şey olmazdı.


Nefesi kulağımın arkasına çarparken dudaklarının ensemde hareket ettiğini hissettim.


“Alisa, senin suçun değildi.”


“Benim suçum değildi.” diye mırıldanırken gözlerim ayın gölgesinin yansıdığı perdedeydi.


“Bu olay senin suçun değildi. Önceki de senin suçun değildi.”


“Bu olay benim suçum değildi. Öncekiler benim suçumdu.”


Kolları belimi sıkarken “Geçmişin yükünün altında ezilme artık. Geçmiş geçmişte kaldı.” dedi. Sesi gergindi.


“Artık ezilecek bir ben kalmadı.” diye mırıldandım ve gözlerimi kapatarak elimi elinin üstüne yerleştirdim. “Geçmiş geçmişte kaldı, acısı da bende. Yaralar iyileşir Yağız ama izleri kalır. Geçmişin izi benim kalbimde kaldı ve ben ölene kadar da geçmeyecek.”


Dudakları enseme güven dolu bir öpücük bıraktığında dudaklarım duygulu bir ifadeyle kıvrıldı. Şakağımdan aşağıya doğru bir damla süzülüp yastığa çarptığında ağladığımı anlamaması için nefesimi düzenli tutmaya özen gösterdim.


“Bu düşüncenden seni kurtaramam biliyorum ama şunu unutma. Biz biriz. Sen ağlarsan ben yıkılırım, sen yıkılırsan ben ölürüm. Yanındayım, yanımdasın. Bitti. Her şeyin üstesinden geliriz biz, kendimizin bile.” dedi ve beni kendine iyice yaslayarak ekledi. “Senin gözlerinden akan her bir yaş, benim canımın her bir noktasına ateş. Ağlama, ağlayacaksan da benden saklama. Bırak canım yanarken yanında olayım.” son söylediğiyle hıçkırığımı tutamadım ve onun kollarında, sıcak göğsünün verdiği ev hissinde yaralarımı kanatarak ağladım. Her bir göz yaşımda bir kabuk koparken onun kolları yara bandı gibi sardı yaralarımı ve ben bir kez daha onun sevgisi için şükrettim. Ağlamam sakinleşirken elinin üstündeki elimle elini kavrayarak parmaklarımı parmaklarına doladım ve elini kalbimin üstüne getirdim.


“Seni seviyorum aslancık.”


“Seni seviyorum kelebek.” dedi ve enseme mühür niteliğinde bir öpücük kondurdu. Gözlerim güven hissiyle kapanırken son bir damla süzüldü göz pınarımdan. Bu son damlaydı.


Şu an hayattaki en güvenilir yerde olmanın verdiği huzurla uykunun hissizliğinde kendimi bulmayı dileyerek kendimi uykunun derinliğine bıraktım.


Gün ışığı ayın yerini aldığında sabahın ilk ışıklarında uyanık halde geceki pozisyonumuzu bozmadan saatleri devirmiştik. Gece boyunca uyuyup içimdeki acıyı dindirmek için çok uğraşmıştım ama gözlerimi her kapattığımda Esin’in son halini görmem bunu engelliyordu. Sanırım uzun bir süre de engelleyecekti.


Daha fazla zaman geçirmenin anlamı olmadığından ikimizde sessizce hazırlanarak odadan çıktık. Yağız, uykusuzluğunu belli etmeyecek kadar dinç bir şekilde uyanmış, üzerine geçirdiği siyah salaş tişörtü ve siyah kot pantolonuyla hazır bir şekilde benim hazırlanmamı beklemişti. Gözleri her bir hareketimi itinayla takip ediyordu. O, beni izlerken bense tamamen sakindim. Uykusuzluğumdan ziyade yaşadıklarımdan dolayı tükenmiş bir biçimde, üzerime geçirdiğim siyah uzun kollu bir tişört ve siyah pantolonumla merdivenleri iniyordum. Daha sabahın en erken sularıydı, saat altı bile olmamıştı. Evdeki sessizliğin de bu erken saati desteklemesiyle evde durmadan kapıdan çıkarak otoparka doğru ilerlemeye başladık.


Adımlarım taşlı yolda kendinden emin bir şekilde ilerlerken ben arkasında kalmış gibi ürkek bir tavırla ilerliyordum. Nereye gittiğimiz belliydi ve ben kendimde gideceğimize yere ulaşabilecek cesaret kırıntısı hissetmiyordum. Yağız, bir adım arkamdan gelirken bakışlarım otoparkın ilerisinde, arabanın yanındaki kişilere odaklandı. Bu saatte uyanmalarını beklememiştim, şaşırdığımı belli etmeden yanlarına ulaştığımızda Seda, durgunluğumu umursamadan kollarını sıkıca bana sardı. Sözlerin önemi olmadığını belli eden sessizliğine destek çıkan sarılışıyla bende kollarımı ona sardım. Bedenlerimiz birbirinden ayrılırken yüzüme teselli edercesine baktı. Bir şey diyemedi.


Diyecek bir şey var mıydı ki zaten?


Onun ardından Ali, bana sarıldı. Başı omzumun üzerindeyken sadece “Üzgünüm.” diye mırıldandı. Elimi sırtına vurarak ondan uzaklaştığımda anlıyorum dercesine tebessüm edebildim çünkü ne diyeceğimi bilemiyordum. Üzgünüm mü demeliydim yoksa nasıl bir yangının içinde kül olup uçuştuğumu mu anlatmalıydım. Hayır.


Bence en iyisi susmaktı. Sonuçta anlatsam bile anlaşılmazdım.


Ali, benden uzaklaştığında bakışlarım Akın’a kaydı. Gözleriyle bana sarıldığında aynı şekilde ona gülümsedim. Böyle durumlarda teselli vermenin bir işe yaramadığını düşünürdü hep ve bence haklıydı da hiçbir boş laf sevdiği insanı kaybeden kişinin acısını dindirmezdi çünkü.


Her birinde gözlerimi gezdirerek “Sizin gelmenize gerek yok. Cenazeye gitmeyeceğim. Hastaneye gidip döneceğiz.” dedim. Konuşmamla hepsi bana şaşkın bir anlayışla baktığında bu düşünceme tek şaşırmayan Yağız’dı. Böyle yapacağımı tahmin etmiş olmalıydı çünkü beni tanıyordu. Üzgün olduğumda, haksız olduğumda, kaçtığımı biliyordu...


Seda tereddütle bana yaklaşıp elini omzuma koyarken abla edasıyla gözlerime baktı. Gözlerinde acıma vardı, bunu hak etmiştim. “Emin misin? Sonra pişman olma.” diye söylendiğinde kafamı evet anlamında sallamakla yetindim. Zaten yeterince pişmanlık duyuyordum bir de bunun için pişman olmak yük olmazdı bana. Kafamı Yağız’a doğru çevirerek “Gidelim.” dedim ve diğerlerine bir şey demeden arabaya bindim. Benden bir süre sonra da Yağız, arabaya bindiğinde hastaneye doğru yol almaya başladık.


Akan yol her bir saniyeyi ardında bırakırken yaklaştığım gerçeklik tekrar beni dün geceye götürüyordu. Yağız, hastanenin arkasında, morg kapısının önünde arabayı durduğunda elim kapı kolunun üzerinde asılı kaldı. Dün yaşanmıştı, unutamayacağım kadar sancılıydı bu gerçek ve ben bununla yüzleşmek zorundaydım. Buradan kaçma şansım yoktu ama olsaydı, hiç düşünmeden kaçardım. Her zaman yaptığım gibi.


Kaçmak bazen korkaklık değil korumaktı. Kendini korumak. Benim kendimi korumaya ihtiyacım vardı çünkü kimse beni kaçtıklarımdan koruyamazdı.


Aldığım destek verici nefesin ağırlığıyla kapıyı açtım ve arabadan indim. Gözlerim ilerideki cenaze araçlarına asılı kalırken yavaşça ilerleyerek arabanın kaputuna yaslandım. Dün akşam Yağız, Aras’la konuşmuş ona olanları anlatmıştı. Ne konuştuklarını bilmiyordum ama ikisi her şeyi halletmişti. Aras, gelip cenazeyi alacak ve ait olduğu yere götürecekti. Şimdi ise ben gözlerim yeşil-beyaz arabada takılı kalmışken burada durmuş onun yüzüne nasıl bakacağımı düşünüyordum. Hem bunu döndürüyordum beynim de hem de Esin’in annesini... şu an ne haldeydi? Yüreği nasıl yanıyordu? Peki ya Aras? O ne düşünüyor ne hissediyordu?


Derin bir nefes alarak gözlerimi takıldıkları yerden çekip ayaklarıma düşürdüm. İçim içime sığmıyor taşmak istiyordu. Ruhumdan bedenimin içine yayılan bir sürü duygu vardı ve ben hangisini hissedeceğimi bilmiyordum. Karmakarışıktım ve düğüm yeri yoktu. Çözülmezdim.


Ben bu halde, kendi içimdeki çözülmez karmaşanın derinliğinde kaybolmuşken yanımıza bir araç yaklaştı. Motorun sesi araba modelini ele veriyordu ve kimin geldiğini belli ediyordu. Kafamı kaldırıp bakmadım, bakamadım. Gözlerim ayaklarıma odaklanmış bir şekilde tepkisizce bakarken, bir çift ayağın görüş alanıma girmesiyle göz bebeklerimin titrediğini hissettim.


Aras, tam önümde duruyordu ama ben kafamı kaldırıp ona bakmıyordum. Doğrusu bakacak cesaretim yoktu. Sinirli miydi, bağırıp suçlayacak mıydı, bilmiyordum. Belirsizlik korkutuyordu.


“Alisa?” ses tonu saftı. Bir karşılık beklercesine adım döküldüğünde dudaklarından kafamı kaldırmadan “Özür dilerim.” diye mırıldandım çünkü diyecek başka bir şey bulamıyordum.


“Bana bak.” dedi ciddi bir şekilde. Ses tonunun beklediğim raddeye gelmesiyle sertçe yutkundum. Kafamı hafifçe kaldırarak önce Yağız’a baktım. İfadesizlikle harmanladığı ciddiyetin altında yatan korumacı hissiyatı hissetmiştim. Öyle bir bakıyordu ki sanki Aras, bir şey dese hemen müdahale edecek gibiydi. Bu daha da gerilmeme sebep oldu.


Daha fazla karışıklık istemiyordum.


Çekinerek yavaşça Aras’a baktım. Kahverengi gözleri kızarmış, esmer teni soluklaşmıştı. O da perişan olmuştu belliydi. Gözlerimin içine bakarak beklediğim yakarışın aksine beklemediğim bir soru sordu.


“Elif, öldüğü zaman bana dediklerini hatırlıyor musun?” sesi sert ve ciddiydi. Yutkunarak başımı evet anlamında salladım.


“O zaman şimdi seni teselli etmemi bekleme. Senin yapabileceğin bir şey yoktu. Kendini suçlaman hiçbir şeyi değiştirmeyecek.” dedi. Her bir kelimesinin hissettirdiği ağırlıkla gözlerim doldu. Yüzümde hiçbir tepki olmadan ona bakıyordum. Stresten ve yansıtamadığım duyguların boğucu hissinden dolayı ayağımı sallamaya başlamıştım. Gözlerimdeki suların intihar edeceğini anladığımda kafamı başka tarafa doğru çevirdim. Bakışlarımı kaçırma sebebimi anladığı için mi bilmiyorum ama beni tutup kendine çektiğinde göz yaşlarımı daha fazla tutamadım. Kolları bana dolandığında sarılışının verdiği duygunun önünde çaresizce boyun eğdim ve bende kollarımı ona dolayarak ağlamaya başladım.


Eli sırtımı ben yanındayım dercesine sıvazlarken konuşmaya başladı. “Ben özür dilerim asıl. Nasıl bir belanın içinde olduğumuzu bildiğim halde onu yolladım. Sakın tüm sorunluluğu üstüne alma. Bunun olacağını bilemezdik. Kendini suçlayarak daha fazla yıpratma kendini.” söylediklerinin içten içe haklılığına kendimi inandırmaya çalışırken kafamı tamam anlamında salladım.


“Sen beni anlayabilirsin ama oradakiler anlayamaz. Ben gelemeyeceğim. Annesinin yanına bu yüzle gidemem. Elimde kızının kanı değil de katilinin kanı olduğu zaman gelip göreceğim onu.” dedim kısık bir sesle. Aynı zamanda da elimle gözlerimdeki yaşı siliyordum.


Aras, düşüncelerime sebep olan hislerin bilinciyle sakin bir tonda “Sen nasıl istersen, bu senin vereceğin karar fakat diğer dediğine gelirsek senin elinde kan falan yok, saçma sapan düşünmeyi bırak ve sakın kendi başına aptalca bir şey yapma.” dedi net bir tavırla.


O, konuşurken de yanımıza gelen görevli hazır olduklarını söyleyip biraz önce bakışlarımın asılı kaldığı arabanın yanına geçmişti. Aras’ın söylediklerine cevap vermeyerek görevlinin yanında durduğu arabaya baktım. Esin, arabadaydı. Akşam sevinçle gelip bana sarılan kız şimdi cansız bir şekilde geri dönüyordu. İç çekerek yanımdaki adamlara döndüğümde benim onları dinlemediğim bir dakikada birbirleriyle konuştuklarını gördüm. Aras, onları izlediğimi fark ettiğinde susarak bana doğru yaklaştı.


“Cenaze işini halledip yanına geleceğim ve sen o süre zarfında hiçbir şey yapmayacaksın. Ben gelince bu işi bitireceğiz, tamam mı?” diye sordu. Gözleri onay beklercesine bana bakarken olumlu anlamda başımı sallamakla yetindim. Aldığı dönütle rahatlamış bir şekilde nefesini vererek arkasını döndü ve arabasına binerek bizden uzaklaşmaya başladı. Arkasından da cenaze arabası yola çıktı. Esin, gitmişti.


Onların arkasından bakmayı keserek Yağız’a döndüm. Bakışlarım ona çarptığı an göz göze gelmemizle yutkunarak omuzlarımı kaldırıp indirdim. Bakışlarımdaki hüznü görmesiyle kolunu kaldırarak beni göğsüne çekip başımı öptü.


Ona sarılırken “Gidelim.” diye mırıldandım. Elimi tutarak beni arabaya yönlendirdiğinde ona ayak uydurdum. İkimizde arabaya bindiğimizde saraya doğru yola çıkmıştık.


Güneş, aya yenilmiş; gündüz geceye boyun eğmişti. Kararan hava içimdeki karanlıkla bütünleştiğinde gözüm oturduğum koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde tik tak öten saati buldu. Ona çeyrek vardı. Hastaneden eve geldiğimizden beri Yağız’ın odasındaki koltukta oturmuş pencereden dışarıya bakıyordum. Aklımdaki düşünceler kılıç kuşanıp benimle savaşırken kalkanımın olmayışıyla bir hayli kan kaybetmiştim.


Nerde hata yapmıştım? Neden bu hayatı yaşıyordum? Şimdi ne yapacaktım? Gelecekte ne olacaktı? Esin’in annesi nasıldı? Kılıç şeklini almış can yakıcı düşünceler canımdan can koparırken damarlarımdan akan kan zehir olmuştu organlarıma ve en çok zarar gören organımda kalbimdi. Zaman, ben zehirlenirken akmış geceyi bana getirmişti.


Ben bunları düşünürken kapı açıldı, açılan kapıdan içeri süzülen loş ışık eşliğinde Yağız, içeri girdi ve baktı. Gözlerim onu izlerken yüzünde gördüğüm yorgunluk ve uykusuzluk içimi yaktı. Saraya geldiğimizde beni odasına çıkarmış ve dinlenmem gerektiğini söylemişti ama kendisinin de dinlenmeye ihtiyacı olduğunu fark etmeyip çalışmaya gitmişti. Dinlenmeliydi.


Yüzümdeki küçük tebessümle ona baktım, dudaklarım bükülmüştü. “Çok yoruldun bugün.”


Konuşmamla gülümseyerek bana baktı. Gözlerindeki parıltı yorgunluğumu geçirecek kadar dinlendiriciydi. “Hayır, hiç yorgun değilim. Sana öyle gelmiş.” beni kandırabileceğini düşünmesi gülümsememe sebep olduğunda iç çekerek yatağa kısa bir bakış attım.


“Uyumak için seni bekledim. Gerçi yorgun da değilsin ama benimle uyur musun?” diye sorduğumda sanki bunu bekliyormuş gibiydi ki gözlerindeki parıltı aratarak bana hevesle baktı.


“Yorgun değilim ama senin için uyumaya çalışırım.” dedi yardımcı olurum edasıyla. Bu tavrıyla gülümsemem daha da derinleşti. Koltuktan kalkarak yatağa uzanıp ona baktım. Bakışlarım eşliğinde dolabına ilerledi ve üstündekileri çıkartarak dolabından bir eşofman altı alıp giydi. Üstü çıplaktı. Banyonun kapısının önüne geldiğinde kapıyı açtı ve dönüp bana baktı.


“Bir elimi yüzümü yıkayıp geleyim, sorun olmaz değil mi?” diye sordu. Soruş tarzı o kadar tuhaftı ki ciddi miydi yoksa şaka mı yapmıştı emin olamadım. Kıkırdamam engel olamadan başımı sorun olmaz anlamında salladım. İçimden o gelene kadar saymaya başladım. Bir, iki, üç, yedi... yüz iki.


Yüz üçüncü saniyede banyodan çıktı ve banyonun ışığını kapatarak yatağa geldi. Sırt üstü yatağa uzandığında kolunu başımın altından geçirdi ve beni kalbinin üzerine yatırdı. Kalbinin ritmi bir ninni gibi ruhumu sardı.


“Dün için, bugün için... yanımda olduğun ve yanımda olmayıp kalbimde olduğun tüm günler için teşekkür ederim.” diye mırıldandım varlığının huzuruna sarılarak.


O da eliyle sırtımı okşarken “Beraber olduğumuz, beraber olmadığımız tüm o günler boyunca beni sevdiğin için teşekkür ederim.” dedi.


Ve ikimizde sessizce, uykuya daldık. Ya da sadece o öyle sandı...


Gecenin karanlığında gözlerimi açarak etrafa kısa bir bakış atarak yataktan doğruldum. Oturur pozisyonda yanımda uyuyan aslancığa baktım. Nefes alışı düzenliydi, uyuduğuna emin olarak parmak uçlarımda yürüdüm ve odadan çıkıp kendi odama geçtim. Hızlıca odamda üstümü değiştirerek evden çıktım ve arabama doğru yöneldim.


Saat gecenin ikisiydi, çevrede kimse yoktu. Otoparka vardığımda zaman kaybetmeden arabama bindim ve motoru çalıştırarak saraydan çıktım. Araba ormanlık alanda yol alırken telefonumu elime aldım ve ona buluşmak istediğimi yazarak gelmesini istediğim adresi yazdım.


Teklifimi reddetme gibi bir lüksü yoktu. Mesajımdan kısa bir süre sonra gelen bildirimle düşüncemin doğru olduğunu kanıtladı. Verdiği olumlu cevapla hızımı arttırarak arabayı adrese doğru sürmeye başladım.


Loading...
0%