Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2.Bölüm "Dönüşün Başlangıcı"

@senabookss

“Her kaçış içinde geri dönüş barındırır çünkü her katil olay mahaline geri döner... er ya da geç.”


Başınızın sıkıştığı anda geri dönebileceğiniz evinizin olmasının hissettirdiği güvenin tersindeki acı, döndüğünüz yerde hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını size hatırlattığında, duyduğunuz güven hissinin parçalanmasının duygusunu bilir misiniz?


Aile... dört harf, kalbinizin dört odasına bıraktığı farklı yara. Ben aileme dönmüyordum, ben kurduğum aileme dönüyordum. Çünkü bir ailenin aile olması için anneye ihtiyacı vardı. Annenin olmadığı aile sadece kanla bağlanmış bir mühürdü.


Havas ailesi kanla bağlanmış bir mühürdü. Benim kurduğum aile ise dostluk ve güvenle bağlanmış bir zincirdi.


Ama ben ikisini de kaybetmiştim. İki ailemde benden çok uzakta, geçmişin kuytularında gizlenmiş bir hatıraydı artık. Ve bu benim tercihimleydi...


Tercihlerimin kölesiydim ama bu kölelik benimle mi alakalıydı yoksa onunla mı emin değildim...


Şu an ki tercihimin doğurduğu sonuçla arabamın şoför koltuğunda oturmuş uzun yol boyunca ilerliyordum. Aras’la konuşmamızın üstünden iki hafta geçmişti ve ben bu iki haftada yazlık evden hiç çıkmamış, dinlenmiştim. Zamanın, fiziksel yaralara iyi geldiğini tecrübeyle sabit biliyordum. Zaman yaralarıma iyi gelirken dinlendiğim her bir günde eski gücümü toplama peşindeydim. Çünkü Alisa Havas’ın kendini bırakıp, uzun süre güçsüz olması yasaktı... Her zaman ayakta ve tetikte olmalıydım. Yoksa canım yanardı.


Sıcak yaz gününde sürdüğüm arabanın varacağı nokta geçmişe gömdüğüm ama her zaman kalbimin attığı yer olan şehirdi. Evet, varış noktam Delphi’ydi. Aras’la yaptığımız konuşma sonucunda zor olsa da haklı olduğunu kabullenmiştim. Ithaca’da durup saklanmaktansa gücümün kaynağına gidip işi kökünden bitirmeliydim.


Bu geçen iki haftada kendimi fazlasıyla toparlamıştım. Tabi bunda Aras’ın sağlıklı yaşam koçluğu büyük etki sağlamıştı. Yaralarımın çoğu iyileşmişti, sadece tek bir sıkıntım vardı o da sırtımdaki ve karnımdaki izlerin geçmemiş olmasıydı. Büyük ihtimalle de tamamen geçmeyeceklerdi... o sebeple bu yaz gününü üstümdeki uzun kollu, üst bedenimi tamamen saran bir body ile geçiriyordum.


Bir Soylu olarak yaralı şekilde şehrime geri dönemezdim. Eğer bir Soyluysanız ve artı olarak da Başkan’ın kızıysanız her zaman güçlü ve dokunulmaz olarak görünmeliydiniz. Başka alternatifi asla olamazdı. Ben zaten esir düşerek büyük bir hata yapmıştım, daha da kendimi küçük düşüremezdim. Kimse esir düştüğümü bilmemeli, yaralı olduğumu anlamamalıydı.


Tırnaklarımla kazıyarak geldiğim konumum gereği bu sıcaklara dayanmaktan başka çarem kalmıyordu vesselam...


Denizle dağın arasındaki yol akıp giderken radyoda çalan şarkı zihnimim derin kuyusundaki düşünceleri yavaşça gün yüzüne çıkarmaya başladı. İki sene önce soğuk bir gece vakti ayrıldığım şehre şimdi güneşin can yakıcı sıcaklığıyla geri dönüyordum. Ama bu bir geri dönüş mü yoksa kaçış mı emin olamıyordum İçimdeki tedirginlik ve huzursuzluğun sebebinin şehre geri döndüğüm için olmadığını kalbim çok iyi biliyordu. Hissettiğim duyguların asıl sebebi arkamda bıraktığım insanlardı...


Hiç kimseye haber vermeden ayrılmıştım şehirden; en yakınlarıma bile haber vermemiştim. Hatta ona bile söyleyememiştim gideceğimi, doğrusu diyememiştim...


Nasıl diyebilirdim ki gidip seni arkamda yalnız bırakacağım diye?


Düşüncesinin bile vücuduma yaydığı stresle direksiyonu sıktığımı elimin acısıyla anladım ve hızla kafamı olumsuz anlamda sallayıp zihnimin derinine gömdüğüm düşüncelerden uzaklaştım. Bunları şimdi düşünmenin bir yararı yoktu. Geçmiş değişmez, gelecek bilinemezdi. Gidince neler olacağını bizzat yaşayarak öğrenecektim. Kilometreler azalırken zamanda onunla zıt şekilde artıyordu. Beş saat süren yolun ardından gördüğüm şehir tabelası mideme ağır bir darbe atılmış gibi sancı yarattı.


Delphi’deydim. Soylusu olduğum şehirdeydim.


İlk önce geçtiğim az nüfuslu kasabaların ardından ulaştığım şehir merkezine girerken hızımı düşürdüm. Dışarıda dolaşan gözlerim iki senede oluşmuş olabilecek farklılıkları tarıyordu ama kalbim emindi ki burası yuvamdı. Yuvam bıraktığım gibi değildi ama yine de aynıydı. Tüm yaşamımın geçtiği şehir hiç değişmemişti, geçen senelerde ama sanki daha da canlanmış gibiydi de. Sokaklar saat daha erken olduğu için çok fazla kalabalık değildi, temiz hava camdan içeri süzülürken insana memleket hasretini hissettiriyordu. Sanki havası bile kendine özgüydü şehrimin. Her bir sokağında anılarımın olduğu şehir iki senedir duyumsayamadığım güveni anımsatıyordu bana.


Evimdeydim.


Merkez, ardımda koca bir anı defteri olarak kalırken çocukluğumun geçtiği saraya doğru sürdüm kızımı. Gittiğim yer aslında hem ev hem okul hem de yönetim merkeziydi. Büyük, birçok alanda kullanılan bir saraydı. Deniz kıyısında konumlanmış olan saray kale şeklinde tasarlanan içinde binlerce insanın yaşadığı bir binaydı. Öğrenciler, görevliler, yönetimdeki bazı çalışanlar, bizler...


Ormanlık alandan geçerek sarayın giriş kısmına ilerledim. Aracı gören güvenlik görevlisi demir kapının açılması için elindeki kumandaya bastı ve büyük görkemli, aslan işlemeli demir parmaklıklı kapı yavaşça açıldı. Kapının ardına kadar açılmasıyla yavaşça arabayı sarayın içine sürdüm. Tam tamamen ilerleyecektim ki güvenlik görevlisinin dur işaretiyle durdum ve açık olan camdan ona doğru baktım. Fit görünümlü, otuz küsür yaşlarındaki esmer güvenliğin yanımda durmasıyla ciddi bir ifadeye büründü yüzüm.


Bu tavrından belliydi ki beni tanımamıştı...


“Geliş amacınız neydi? Kimliğinizi görebilir miyim?” demesiyle yüzümde tebessüm belirdi. İki senede unutulmak içimde bir yerlerin sızlamasına sebep oldu. Hadi ama ben unutulacak bir insan mıydım?


Giydiğim bodynin yakasını aşağı doğru çekerek boynumdaki sadece soylulara ait olan dövmeyi gösterdim. Adamın dövmeyi görmesiyle yüzündeki ifadenin değişmesinin arasında saniye bile yoktu. Gözlerindeki titreme ve hazır oluşa geçişi benim elimi kıyafetimden çekene kadarki süreyle aynı anda gerçekleşti. Bu korkuyu özlemiştim ki içimdeki tatminlik hissi yüzümdeki gülümsemeyi genişletti.


Güç iyi bir şeydi. Sizi yenilmez hissettiriyordu.


“Kolay gelsin. Sakin olsun gününüz.” diyerek başımla selam verdim ve adamın cevap vermesini beklemeden gaza yüklenip yöneticiler için ayrılan otoparka sürdüm. Kimseye geleceğime dair bir haber vermemiştim. Şu andan itibaren yaşayacaklarım tamamen şüpheliydi...


Otoparkta ilerlerken gözlerim yerime kaydığında boş oluşu hoş hissettirdi. Benim yerim ayrıydı. Böyle küçük detaylar bazıları için değersizdi ama sevgisiz büyümüş insanlar için bu küçük detaylar ölçülemeyecek kadar değerli olabilirdi.


Arabayı park ettiğim gibi araçtan inerek derin bir nefes alıp gözlerimi etrafta dolaştırdım. Güneş, sıcak hava, yeşil bir bahçe... Böyle bir zamanda sarayın bu kadar boş görünmesi normal değildi. Kaşlarım temkinlilik içinde çatılırken adımlarım bahçede ilerlemeye başladı. Niye bahçe boştu ki hem de eğitim döneminde?


Arnavut taşlarının üstünde yeşil çimlerin arasında ilerlerken biraz ilerimdeki iki öğrenciyi konuşurken gördüm ve onlardan başka kimsenin olmaması sebebiyle yanlarına yanaştım.


Boş geyik muhabbetlerinin arasına duraklamadan katıldım. “Selam gençler, saray neden bu kadar sakin? Haberiniz var mı?” konuşana kadar varlığım dikkatlerini çekmezken sesimle ikisi de bana döndü. Bakışları yavaş bir hareketle üstümde gezindiğinde kıvırcık saçlı olanın beni süzmesi hızlı bitmişti ki önce o konuştu.


“Yöneticilerin bir tanesi ekibiyle gelmiş. Toplantı yapıyorlar şu an. Herkese haber verilerek savunma pozisyonuna geçilmemiz istendi. Haberin yok mu?” umursamazca konuşmasıyla beni öğrenci sandığını anladım. Fakat yine de savunma pozisyonuna geçinilmesi istendiği halde burada gevşek şekilde durmaları kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Bunları biz mi yetiştiriyorduk? Yokluğumda saray öğretiminde bariz bir sıkıntı olduğu belliydi. Benim sarayımda öğrenciler böyle olamazdı. Bu konuyla sonradan ilgileneceğimi aklıma not ederek gözlerimi bahçeye çevirdim.


“Tamam, sağ ol.” elimle omzuna dokunarak yanlarından uzaklaşıp toplantı salonuna doğru ilerledim. Toplantı salonu bir oda şeklinde ayrı bir bölümdeydi. Sarayın içinde değildi, güvenlik amacıyla böyle tasarlanmıştı. Odaya yaklaştığımda duyduğum seslerle merakla hızımı arttırdım. Basit bir yönetici için bu kadar hareketlilik fazlaydı. Ben yaklaştıkça yol boyunca konumlanmış görevlilerden birkaçı beni gördüklerindeki tanımışlardı ki şaşkın bakışları eşliğinde saygıyla selam verip hazır ola geçtiler. Onların selamlarını küçük bir baş selamıyla kabul ederken odağım sadece odaya girmekteydi.


Büyük salondan içeri girdiğim anda etrafı gözlemlemeye başladım, ifadesiz suratımın gizlediği bariz bir anlamlandıramama vardı. Burada ne oluyordu?


İki grup olarak herkes ayaktaydı ve iki grubun anlaşamadığı bariz şekilde belliydi. Yönetici olduğunu tahmin ettiğim adamın bağırmasıyla kaşlarımı çatarak ona baktım.


“Artık eski düzenin değişme zamanı geldi. Bizi daha fazla susturamazsınız. Hele sen kimsin de bizi yönetmeye kalkıyorsun? İki yıldır soylu olmadan bizi idare etmeye çalıştın Yağız. Tamam, eyvallah becerdin de bu işi ama bizim soylumuz sen misin? Hayır. Demek soyluluk kanla veya yukarıdakilerin verdiği emirle olmuyor, o zaman biz niye soylu olmayalım? Kararını ver ya güzellikle ya da zorla... seçim senin!” adamın benim adamıma bağırmasıyla içimde oluşan öfke yüzümde ifadesiz bir sırıtış yarattı.


Kimdi bu salak?


“Kim olduğumu sana burada gösterirsem konuşacak bir ağzın olmaz.” Yağız’ın hırçın dalgalar barındıran konuşmasıyla kalabalığı yararak öne geçtim, bizimkilerden kimse beni daha fark etmemişti. Herkes yöneticiye ve Yağız’a bakıyordu. Ön sıraya geçmemle beni ilk fark eden Seda oldu. Gözlerimiz buluştuğunda yüzünde şaşkınlık belirdi ve gözleri yüzümde uzun bir süre oyalandı. Onun yüzüne bakarken yüzümdeki öfke sırıtışı yerini samimi bir gülümsemeye bıraktı. Onu özlemiştim... Onları gördükçe ve aynı ortamda bulundukça arkadaşlarımı, ailemi özlediğimi hissediyordum. Bugüne kadar bastırmaya çalıştığım duygular taşan baraj gibi önüme akmış ve içimde istemediğim duygulara sebep olmuştu. Bu duyguları yaşamanın şimdi sırası olmadığı için yüzümdeki samimi gülümsemeyi ciddiyete bırakarak Yağız’ın yanına geçtim.


Yanındaydım ama birbirimize değmiyorduk. Aramızda bir omuzluk boşluk vardı. Ona bakmadım, doğrusu bakamadım. Şu ana kadar Seda, haricinde kimseyle göz göze gelmedim. Bu şu anlık iyiydi...


Dikkatimi yanımdaki ve karşımdaki adama verdiğimde ikisi de birbirini her an öldürecekmiş gibi baktıklarını gördüm. Yağız’ın sinirli olduğu belliydi, gözlerini adamdan ayırmıyordu. Avına odaklanmış aslan gibi... her zamanki gibi...


Derin bir nefes alarak konuşmak için dudaklarını aralamıştı ki bir an duraksadı ve kafasını bana doğru çevirdi. Evet, şu an bana bakıyordu. Sakin ol Alisa, sakin ol!


Ben ona bakmadım. Başını bana doğru çevirdiğinde hızla gözlerimi kaçırmıştım. Çünkü baksam dağılırdım ve şu an dağılmanın sırası değildi. Yüzleşmek için daha sakin ve daha az insanın olduğu bir yere ihtiyacımız vardı... Yalnız o kokumdan mı anlamıştı yanında olduğumu? Bu adamı kaç sene, kaç mevsim geçerse geçsin çözemiyordum. Çözebilecek gibi de değildim. Yağız Ertuğ, bir bataklıktı. Okyanus gözleriyle sizi büyüler ve bataklığına girmeniz için sizi manipüle eder. Onun hakimiyetine girdiğiniz anda ondan kurtulma şansınız olmazdı. Kaçmaya çalıştıkça daha da dibine batar onunla kaplanırdınız.


Bundan asla şikayetçi değildim. Çünkü o bataklığa girmeyi kendim istemiş hatta o beni bataklığına almazken kendimi zorla içine sokmuştum...


Yağız’ın bana dönmesiyle adam da bana bakmıştı, yüzünde bariz bir şaşkınlık vardı. Gerçi adam da haklıydı konuşmanın ortasında ciddiye alınmamıştı hem de tehdit ettiği adam tarafından... fakat ben onu baya bir ciddiye almıştım.


“Bir sorun mu var beyler?” kendimden emin bir şekilde sorduğum soruyla Yönetici kaşlarını çatarak kim olduğumu anlamaya çalıştı. Yağız’da o sıra kendini toparlamıştı ki konuştu:


“Konunun muhattabı geldi, dediklerini tekrar et.” resmi şekilde adama emir vermesiyle adam alaycı bir ifadeyle ikimize baktı. Siyah gözleri arsız şekilde parlıyordu, insanı sinir edecek kadar hem de. Şişko yüzündeki gevşek gülümsemeyle arkasındaki adamlarına döndü.


“İşte bu zamana kadar bizi yönetmesine izin verdiğimiz adama bakın! Korkudan basit bir kadını önümüze atıyor!” dalga geçen sesiyle yavaşça bana doğru döndü ve gözleri hiç hoşlanmadığım şekilde beni süzmeye başladı. Dalga geçmesi ve benim için “basit” kelimesini kullanmasıyla gülümseyerek ona doğru yaklaştım. Yağız, tam yanımdaydı. Kolu omzuma değiyordu...


“Anladığım kadarıyla bu göreve geleli daha iki sene oldu olmadı ve sen yönetime baş mı kaldırıyorsun?” sorum aslında bir soru değildi. Son kez geri adım atması için bir fırsattı. Kelimeler ağzımdan çıkarken yüzümdeki alaycı ifadeyle de beni süzdüğü gibi onu süzdüm. Benden biraz uzundu, yaşça benden büyük olduğu belliydi. Kısa süreli bakışımla etrafa kısa bir göz attım. Herkes sessizce bizi izliyordu. Adam, dediğime sinirlenmişti ki beni itmek için elini kaldırdı. Tam bana dokunmak için kolunu uzatmıştı ki hızla adamın elini tutup çevirdim ve adamı çekerek önüme aldım. Şu an bir elim Yöneticinin boynunda diğer elimde onun elini çevirmiş şekilde sırtına yaslanmış bir pozisyonda sıkıyordu. Sıktığım elini bırakıp hızla belimdeki silahı çıkardım ve adamın boynuna yerleştirdim. Tüm bu olanlar saniyeler içinde olmuştu.


Benim için ve benim adamıma söyledikleri için hıncımı almak istercesine ayağımla diz kapağına sert bir tekme attım. Acıdan inleyip küfretmesiyle yüzümde tatminliğin hoşnutluğu yayıldı.


Adamı rehin almamla Yöneticinin arkasındaki çalışanları hızla silahlarını çekerek bana doğru doğrulttular. Tabii bizimkiler de silahlarını hemen çektiler. Yağız, silahların bana doğrulmasıyla önüme doğru hareketlendi.


“Geldiğin gibi ortalığı karıştırmayı nasıl beceriyorsun?” öfkeli çıkan sert sesiyle mırıldanması ona doğru bakmam için beni teşvik etti. Ama o bana bakmadı, önüme geçip beni silahların hedefinden aldı. Artık silahlar ona dönmüştü. Silahların, aslancığa çevrilmesiyle rehin aldığım adamın kulağına doğru eğildim.


“Adamlarına söyle silahlarını indirsinler!” itiraz kabul etmeyen sesimle konuşurken onun cevap verebilmesi için boğazındaki elimi hafifçe gevşettim. O, ise benim iyi niyetimi tersine şekilde kullanarak bağırdı.


“Sen kimsin de bana emir veriyorsun lan?!”


Tamam... sakinlik buraya kadardı. Bazı insanlara anladıkları dilde karşılık vermek gerekirdi...


Adamı sertçe ileriye doğru itip tüm ciddiyetimle bağırdım.


“Soylunuz olarak emrediyorum herkes silahlarını indirsin. HEMEN!” bağırmamla ortamın bir anda donup kalması hoşuma gitmişti. Özellikle yöneticinin yüzündeki işte şimdi sıçtım bakışıyla gücün zevki tüm bedenimi etkisi altına almıştı...


Loading...
0%