Yeni Üyelik
33.
Bölüm

32.Bölüm "Kırık Kalpler Durağında Kalbini Bırak"

@senabookss

Üç gün sonra...


“Bazen, sevmek yetmezdi. Bazen sadece bir veda gerekirdi kalbini atmaya devam ettirmek için.”


İnsanın yarası bile kendiyle çelişecek kadar nankördü. Yaralar kıyaslanmazdı, acısı dinene kadar ona dikkat edilir sonra da sızısı sıradan gelince unutulurdu. İzinin kalıp kalmaması ise ona bakılmadığı sürece umursanmazdı çünkü insanı yarası değil hatıraları kanatırdı. Yaralar geçerdi, hatıralar unutulurdu ama gerçekler... onlara müdahale edilemezdi.


Gerçekler, insanın gizli kapısıydı ve o kapıyı da sadece iz bırakmış yaralar açardı.


Bazı insanların az yarası olurdu, bazılarınsa çok olurdu ama her insanın bir yarası olurdu. İzi kalmış yaraları olanlar onlardan ayrılırdı, onlarla aynı hayatta yaşasa da farklı dünyaları olurdu zihinlerinde.


Ama onların arasında bile farklı olanlar vardı. Onların, yaralarından kaçmak için tutundukları dünyaları bile başlarına yıkılırdı.


Ve ben onlardandım. Benim dünyam başıma yıkılmıştı ki en ağırı bu da değildi. Benim hem hayatım hem de dünyam yıkılmıştı...


Bir tane daha... yetmez. Acı gerek, acı insana yaşadığını hissettirir. Bir tane daha. Kaslarım çığlık atıyordu ama kalbimdeki gürültü onları bastırıyordu. Bir tane daha... ardı ardına attığım yumrukların fiziksel acısının içimdeki sızıyı hafifletmesini umuyordum ama hayır, hiçbir işe yaramıyordu.


Alnımdan, yanağıma doğru ten gıdıklayan teri elimin tersiyle silerek gözlerimi mavi kum torbasına odakladım. Gözlerimin önünde aslında başkası vardı. Zihnim bu aralar benimle oynuyordu. Bu oyunu göz ardı ederek elimi bir yumruk atmak için kaldırmıştım ki birinin parmakları dirseğimi kavradı. Bakışlarım öfkeyle tutan kişiye kaydığında, sinirle kolumu tutuşundan kurtardım. Başımı önüme çevirerek vuruşlarıma kaldığım yerden devam ettim. Terim soğumamalı, acı bedenimi terk etmemeliydi. Yaşadığımı hissetmeye ihtiyacım vardı.


“Kimin yaptığını buldunuz mu?” her bir darbede ileri geri hareket eden torbayı daha hızlı sallandırırken dudaklarımdan dökülen soru huzursuzlukla boynumu çıtlatmama sebep oldu. Hissiz sesim kulaklarına ulaştığında Aras’ta benimle aynı şekilde hoşnutsuzdu ki sıkkın bir nefes verdi.


“Araştırıyorlar. Henüz bir ses yok.” istediğim cevabı alamamanın siniri damarlarımdaki acı sıvıyı dalgalandırırken yumruklarımın hızı arttı. Hiçbir şey istediğim gibi gitmiyordu. Hayatım benim kontrolümden çıkmış, freni patlamış kamyon gibi karanbole gidiyor; savrulacağı viraja doğru hızla ilerliyordu ve ben onu kontrol edemiyordum.


Hayatım, hayat kavramından uzaklaşmıştı. Bir insanın kendini bilmeden yaşaması bir hayatı olduğu anlamına gelebilir miydi?


“Alisa, o konudan daha önemli bir konumuz yok mu sence?” benle benim arama giren ciddi sesle ona bakma gereği duymadan kum torbasıyla ilgilenmeye devam ettim.


“Hayır yok. En önemli işimiz benim verdiğim emrin yerine getirilmemesi ve o iki piçin öldürülmesi. Kim benim emrimi sallamadan onları öldürebilir bu şehirde?” sert bir yumruk, kum torbası hiç olmadığı kadar uzağa savruldu. “Kim öldürdüyse cezasını çekecek!”


Yürek yemiş olma ihtimali bir hayli yüksek olan bir şahıs, ben Başkan’la görüşürken Emir’le Ali’yi ceza yerlerine götürülürken öldürmüştü. Hem de feci şekilde. Yapan kişi meçhuldü.


Benim şehrimde, birisi bana karşı gelerek benim ceza verdiğim adamları elimden alarak öldürmüştü. Bu büyük bir skandaldı. Konumu düşürebilecek, beni sıralama tablosundaki tahtımda sarsacak kadar hem de. O yüzden bunu öğrendiğim anda hemen bir ekip ayarlayarak yapan kişinin bulunmasını istemiştim ama ne yazık ki ellerim hala boştu.


Yapan kişi bu işte gerçekten usta olmalıydı.


Aras, konuşmamın ardından birkaç saniye bekledi ve beni hızla omuzlarımdan kavrayarak kendine doğru çevirdi. Öfkeli kahveleri benim boş topraklarıma değindiğinde küçük bir an dik duruşunun sarsıldığını hissettim.


Sanırım hala bana acıyordu.


“Alisa, üç gündür bunu demekten sıkıldım ama kendine gel. Artık kendine gel.” hırsla konuşmasından ziyade bana göstermiş olduğu davranıştan dolayı ona sinirle baktım. Omuzlarımı kaldırarak tutuşundan sıyrıldım.


“Asıl sen kendine gel.” şu an salondaydık ve eğitim dönemi başladığı için de çoğu öğrenci buradaydı, o yüzden böyle konuşmamalıydı. Haklılığım ondaki farkındalığı açmıştı ki bıkkınlıkla derin bir nefes verdi. Gözlerindeki umutsuz bakış içimdeki çöl toprağını yakarken bakışlarımı kaçırdım.


“Saklanmayı mı seçiyorsun? Gerçeklerden saklanınca her şey düzeliyor mu?” sakin sesinden kalbime bir beyaz ışık tutan sorusuyla tavşan gibi korku dolu bakışlarımı ona çevirdim. O, ona duygusuzca baktığımı görebilirdi ama içimi bilen biri hangi duygularda boğulduğumu bilirdi.


“Saklananlar...” dedim devamını titrek nefesimle dökebildim çünkü saklananların varlığına alışamamıştım. “Saklananlar gömüldüğü topraktan çıkarken bir o toprağa gömüldük. O yüzden gömüldüğüm toprağın altında saklanmaktan başka çarem yok.” umursamazlıkla dilimde acı tat bırakarak döktüğüm kelimeler içimi rahatlatmak yerine daha boğduğunda bile sanki havanın durumundan bahsetmişim gibi rutin bir tavırla ellerimdeki eldivenleri çıkarmaya odaklandım.


“Saklananlar topraktan çıktığı için o toprağa girmedin. Sen bunu kendin istedin çünkü kendini saklamak istiyorsun. Hatta daha ilerisi kendini buna layık görüyorsun değil mi? Toprağın altına...”


Karnına vurulan bir yumruktan daha ağırı haklı bir cümlenin karşısında haksız olarak durmaktı, şu an bunu fark etmiştim.


Gözlerine bakamadım ama geri adımda atamadım. “Hiç değilse kendi isteğimle yaptığım bir şey. Hayatımdaki hiçbir şeyi kendi isteğimle yapmamışken bana kalan bu oldu.” dedim inatla.


“Onların da istediği buydu ve sen onlara bunu vereceksin yani?” sorgulayan konuşmasıyla bakışlarımı öfkeli birer parıltıyla ona çevirdim.


“Onların istediği umurumda bile değil. Benim istediğim...” dedim ve durdum. Durdum çünkü cümleye nasıl devam edeceğimi bilmiyordum.


Ben ne istiyordum? Ben kimi istiyordum?


Şu hayatta insanın ne istediğini bilmemesi kadar yorucu bir şey yoktu. Belirsizlik bir sülük gibi kan emiyordu.


Sessizliğimden dolayı Aras’ın yüzünde buruk bir tebessüm peydah oldu. Kahvelerini etrafta dikkatle gezdirerek kimsenin bizi duymayacağından emin olarak bakışlarını bana doğru çevirdi.


“Ne istediğini bilmiyorsun çünkü şu an yarımsın. Diğer yarın kayıp ve sen bunu umursamıyor gibi yapıp hayatına devam etmeye çalışıyorsun. Alisa, yapamazsın...” durakladı. Kendi kendine konuşur gibi derin bir ses tonuyla devam etti. “Yüzleşmeden, diğer yarını bulmadan bu yaşadığımız boktan hayatı yaşayamazsın.” kelimeleri içimde var olan boşluğun hacmini daha da genişlettiğinde dudaklarımı bükme ihtiyacı hissettim ama yapmadım. Daha fazla karşısında aciz görünmek istemiyordum.


Gözlerimi devirerek “İşimize bakalım Aras. Bu konu hepimizi aşıyor çünkü.” dedim ve elimdeki eldivenleri yere atarak onu kolundan tutup yanımda yürüterek dışarıya doğru adımladım. Benim yönlendirmemle ilerlerken iş hayatımızdaki yavaşlamamızın hissettirdiği sıkıntıyı giderecek tek çözümü söyledim.


“Çok zaman kaybettik dediğin gibi. Bu akşam Ithaca’daki adama gidip ondaki parçayı alalım. Artık bir yerden başlamalıyız.” ben konuşurken bahçeye ulaşmıştık. Aras, konuşmamla yürümeyi keserek durduğunda bende durarak ona baktım. Yüzündeki şaşkınlık hayretle bütünleşmişti. Bu tavrına şaşırarak ne oldu dercesine kafamı salladım. Yanlış bir şey söylemediğime emindim.


Aras, beni baştan aşağıya süzerek gerçeklikten uzak bir tebessüm takındı yüzüne. “Şu an cidden... cidden yapacağın şey bu mu? Sen robot musun lan?” sorularıyla kaşlarım çatılırken bir elimi belime koyarak sağ ayağımı sallamaya başladım. Başka ne yapmam gerekiyordu ki? Oturup ağlamalı mıydım?


Bu adam kiminle konuştuğunun farkında mıydı?


“Dediğin gibi dikkatimizi dağıtmak için sakladıkları kozu kullandılar. Daha fazla onları sevindirmeyeceğim. Ha onun için de oturup ağlamayacağım. O yüzden evet, yapacağım şey bu.”


Konuşmamla kaşları çatılırken başını hafifçe yana yatırdı. Siyah saçlarının ön tutamları alnına düşmüşken çenesi kasılmıştı.


“Sen manyaksın.” dedi pat diye.


Hakareti karşısında dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken kaşlarım daha da çatıldı. “Sen de bir mazoşistsin!”


“O ne alaka lan?” diye sordu aslında kelimenin anlamını bilip bilmediğinden bile şüpheliydim. Sadece onu bir şeye benzettiğimi sanmıştı.


“Bana hakaret ettiğine göre acı çekmeyi seviyor olmalısın. Ve bir kez daha da bana hakaret edersen, o dilini kesip motorunun tekerleğiyle ezerim.” gözlerimi kısarak işaret parmağımı ona doğru sallarken o kullandığım terimin anlamını anlamıştı ki umursamazca omuz silkti.


“Amına koyayım bende beni çirkin bir hayvana benzettin sandım. Neyse salla orayı da şey...” cümlesini tamamlayamadan durdu ve bana bakarak on saniye düşündü. Üzerinde durduğumuz konu aklına düşmüştü ki yüzünde başardım dercesine bir gülümseme oldu ve hızla eşofmanın cebinden telefonunu çıkartarak birini aradı. Ben karşısında korkuluk gibi dikilirken bu rahat tavrının karşısında şaşkınlıkla duruyordum.


Şu an cidden ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum ve işin aslı bu olayı bu kadar zorlaması sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Ben unutmaya, yok saymaya çalışırken o neden bu işi bu kadar zorluyordu ki? Ona olan tavizimi aşma seviyesine gelmişti artık.


“Neredesin?” aradığı kişi telefonu açmıştı ki selam bile vermeden direkt konuya girdi. Karşısındakinin verdiği cevapla telefonu kapatıp bana doğru yaklaştı ve hızla elimi tutarak demin benim yaptığım gibi bizi yönlendirerek saraya doğru yürümeye başladı. Peşinden ilerlerken afallamış bir ifadeyle ona bakakaldım.


“Sen ne yapıyorsun?” sorum havada asılı kalırken o sinek vızıldamış gibi üzerinde durmadı, sarayın içindeki mermerden oyulmuş beyaz merdivenlere doğru yürümeye devam etti. İlerlediğimiz rotanın Seda’nın odası olduğunu anladığımda göğsüm bu sefer de sıkıntıyla şişti. İkisi birlik olup kafamı becereceklerdi ve ben bunu şu an çekemezdim. O yüzden elimi elinden çekmeye çalıştım ama Aras’ın büyük eli içinde kalmış elimi kurtarmama izin vermeyerek daha da sıkı kavramasıyla sinirlerimin dozajının arttığını hissettim.


Bu kadarı fazlaydı. Tam müdahale etmek için hareket edecektim ki çoktan kapının önüne gelmiştik. Aras, kapıyı çalmadan hızla açarak beni içeri soktu ve ardımdan girerek kapıyı kapattı.


Odanın ortasında, kahverengi eski işlemeli halının üzerinde durup ona öfkeyle bakarken gözlerimden ateş çıkmadığı için şanslı olduğunu düşündüm. “Sınırını aşmaya başlıyorsun. Kim olduğumu unutma Aras, yoksa zevkle hatırlatırım.” net şekilde konuşmamla bir an bana çekingence bakmasına sebep olsa da bunun üzerinde çok durmadı ve beni es geçerek Seda’ya döndü.


“Şuna bir şey de valla bıktım.” yaka silkercesine söylenmesiyle şaşkınlıkla ağzımdan hah diye bir nida döküldü. Bıktım da ne demekti?


Yüzüme söylediğinin saçmalığını belli edecek bir iğrelti barındıran ifade yerleştirirken “Asıl ben senden bıktım.” dedim ve hızla Seda’nın masasının önündeki tek kişili beyaz koltuğa kendimi bıraktım. Tüm bunlar olurken Seda’ysa ikimizin de dediklerini umursamadan ellerini masasının üzerinde birleştirerek merak dolu bakışlarını üzerime kilitledi.


“Yağız’ın nerede olduğunu biliyor musun? Akın’ın aramalarına cevap vermiyor.” dedi. İlk cümlesiyle yutkunarak topraklarımı önümdeki ahşap sehpanın üzerindeki vazonun içinde solmayı bekleyen kardelene çevirdim.


Nerde olduğunu tahmin edebiliyordum ama bu bir şeyi değiştirir miydi onu bilmiyordum.


Bakışlarımı beyaz yapraklarda tutarken “Tahmin edebiliyorum.” diye mırıldandım.


Zamanın akıp gitmesi geçen günlerin onunla beraber silinebileceği anlamına gelmiyordu. Ben o günde kalmıştım. Sanki hiç yaşamamış gibi davrandığım o gün benim içimde canlı bir şekilde tekrar tekrar oynuyordu ve hisleri her bir anımda ruhumda yankılanıyordu. Yaşanmamış gibi yapmak, öğrendiklerimi bilmiyormuş gibi yapmak istiyordum. Belki bu anneme saygısızlıktı ama benim tutunacak hiçbir şeyim yokken onun bana Yağız’ı gönderdiğine inanan o küçük kızı nasıl yüz üstü bırakabilirdim?


Bırakamayacağımı bilerek o günü hiç yaşamamış gibi davranıyordum ama Yağız, benim aksime öğrendikleriyle yaşamayı seçmiş, o gün mezarlıkta hiçbir şey demeden çıkıp gitmişti ve bugün o gideli üç gün olmuştu.


Korktuğum başıma gelmiş, beni bırakıp gitmişti...


Umutsuzluğum sesimle ve yüzümle onlara yansırken Seda’nın derin bir nefes aldığını işittim. Ben ona bakamasam da biliyordum ki acıyan yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Bense ona bakamıyordum çünkü insanların acıyan yüz ifadelerini görmek midemi bulandırıyordu. O kadar çok o ifadeyle kendime üzülmüştüm ki artık kaldıramıyordum bu durumu.


Gerçi bu kimsenin de umurunda değildi çünkü hayattın sillesi bana öyle vuruyordu ki dışardakilerin bana acımaktan başka çareleri kalmıyordu.


Bu hüzünlü ortam bizim haricimizdeki şahsın pek de umurunda değildi ki dalga geçen bir sesle “Hanımefendi bana bu akşam, hiçbir hazırlık yapmadan pat diye operasyona gidelim mi diye sordu.” konuşması üzerine iki çift göz ona odaklandı. Alttan ona kötü bakışlarıma aynı derecede sinirle bakarak karşımdaki koltuğa kurulurken onun bu tavrına sinirle omuzlarımı dikleştirerek arkama yaslandım. Kendimden emin bakışlarımın deminki özgüvensiz halimi ezmesiyle onun da bakışları değişti. Gözlerindeki parıltılar ardında keyif barındırmaya başladı.


“Ne varmış halimde?” sorumla Aras’ın yüzünde ciddi misin sen bakışı oluştu ve bıkkınlıkla Seda’ya dönerek çenesiyle beni işaret etti.


“Bir şey söyle şuna.” söylediğiyle kaşlarımı çatarak ona bakıp yetişemeyeceğini bilsem de ayağımı ona doğru savurdum.


“Sensin lan şu. Düzgün konuş, terbiyesiz.” dedim sinirle ve gözlerimi etrafta gezdirmeye başladım. Biz şu an ne yapıyorduk burada? Sanki velisine şikayete öğretmen gibi Aras, beni Seda’ya şikayet ediyordu.


Seda ise bizim atışmalarımızı umursamadan “Alisa, Yağız’la konuşmayı düşünüyor musun?” diye sordu ılımlı bir tonla. Sorusunun kulaklarımdan süzülüp kalbimdeki boşluğa dokunmasıyla irkilerek kafamı ona doğru çevirdim. Şu an resmen bir psikolog gibi görünüyordu. Üstünde krem, saten bir gömlek vardı; bugün eğitim dersi yoktu çünkü. Saçlarını at kuyruğu şeklinde toplayarak güzel yüzünü aynaları kıskandıracak şekilde açmıştı. Onun bu görüntüsü karşısında ben nasıl gözüktüğümü bilmiyordum ama Seda’nın bakışlarına bakılırsa birazdan tımarhaneye götürülecekmişim gibi hissetmiştim.


Ona sunduğum bu çirkin görüntüyü umursamadan hissiz bir şekilde omuz silktim ve “Hayır.” dedim çünkü konuşulacak bir şey yoktu ortada. Ne söyleyebileceğim bir sözüm vardı ne de karşısına çıkacak yüzüm. Geçmiş bize biz diyemeyeceğimiz kadar kötü bir kazık atmıştı.


Tek kelimelik net cümlemle odadaki iki kişinin aynı anda içli bir nefes çektiğini duydum. Seda, boğazını temizleyerek dikkatimi üzerine çektiğinde bakışlarım ona kaydı. “Sizin hiçbir suçunuz yokken niye kendinizi cezalandırıyorsunuz?” diye sordu ve bakışlarını ciddileştirerek öfkeyle devam etti. “Adamların amacı buydu. Karan, sence bunu niye şimdi söyledi?” sorusuna cevap vermeme izin vermeden konuşmaya devam ettiğinde Seda’nın ciddiliği karşısında bir an şaşırdım. Şu an fazla korumacı ve agresif görünüyordu.


“Birkaç gün önce karşımıza geçip savaşacağını söyledin, şimdi neden kedi yavrusu gibi saklanıyorsun?” ezici bakışları karşısında suçlayıcı şekilde konuşmasıyla içimdeki boşlukta bir kıvılcım çattı. Masasına doğru eğilerek ona dik bir şekilde baktım.


“Kim saklanıyor Seda? Saklanan kişi beni ardında bırakıp giden kişi. Ben burada durup savaşıyorum ama ne hikmetse de hep ben kaçmakla suçlanıyorum!”


“Çünkü ilk kaçan sendin. İlker her zaman başlangıcı aralar. Bu oyunu sen başlattın Alisa.”


Bakışlarıma dikilen keskin bakışlarından ziyade zehir kokan sözlerinin mideme tekme atmasıyla alayla dudaklarım büküldü.


Hatalar her zaman anılır, fedakarlıklar her zaman unutulurdu. Doğru bunu unutmuştum...


Bu her zaman böyleydi, her zaman ilk suçlanan, her şeyi dağıtan olurdum ama benim dağılışımsa şımarıklık olurdu.


“Bak burada niyetim seni suçlamak veya hüküm vermek ikinizin de yaşadıkları kolay değil. Ayrıyken bu hiç konuşmadan bu konuyu yok sayamazsınız. O yüzden söyle bana ne yapacaksın?” kendini açıklamasının ardından merakla sorduğu soruyla gözlerine düşünceli bir şekilde baktım. Bende üç gündür bu soruyu düşünüyordum ama cevap bulamıyordum.


Konuşamayacağımı anlayan Aras’ın araya girmesiyle umutsuz bakışlarım ona döndü.


“Yapacağı şu; Yağız’la yüzleşecek, sonucu artık ne olursa ama bu belirsizlik ortadan kalkacak yoksa bir adım ileri gidemeyiz. Bu halde bizi siker atarlar.”


Haklılığı karşısında kendimi aciz hissederken kollarımı göğsümde birleştirerek derin bir nefes aldım. “Sorsana sen bana, yüzüne bakacak yüzün var mı diye?” dedim kısık bir sesle. Bakacak yüzüm olsa burada durur muydum? Kendimi anlatmadan beni anlamayacaklarının gerçekliği dudaklarımdaki mührü çözerken bakışlarımı bu sefer Seda’ya çevirdim.


“Gidip ne diyeyim? Senin baban benden annemi aldı, benim babamda senden tüm aileni bir de artı olarak çocukluğunu aldı kusura bakma, ödeştik diyelim. Ne? Bunu mu diyeyim?” sesim normal konuşma tonunun üstünde çıkarken bunu umursamadım. Gözlerimdeki ağırlık su damlaları şeklinde göz pınarlarımdan akmak için cebelleşirken onları durdurmak fazlasıyla zordu. O yüzden bir yerden rahatlamak için sesimi özgür bırakmayı seçtim.


Gözlerimdeki yaşların ardındaki kırıklığı gören Seda’nın abla bağlılığındaki ananç tarafı devreye girmişti ki dudakları hüzünle bükülerek gözleri bir çare ararcasına yüzümde gezindi. “Alisa, sen niye yüzüne bakamayacaksın? Sen mi yaptın bunları, sen mi sebep oldun? Babalarınızın yaptıklarını niye siz ödüyorsunuz? Git ve konuş onunla. Konuşmadan birbirinizin ne hissettiğini nerden bileceksiniz?” durdu ve masanın üzerinden elini uzatarak elimi ona uzatmam için bekledi. Gözlerimi devirerek elimi eline bıraktığımda parmakları yanındayım dercesine elim sarıldı. Bu hareketi her ne kadar kendimi iyi hissetmeme sebep olsa da onlara yansıtmadım ve hoşnutsuz bir tavırla ona bakmaya devam ettim. “Sen niye tüm yükü omuzlarına alıyorsun? Alisa, senin de anneni aldılar senden, sende kaybettin; o da kaybetti. İkinizde kaybeden durumundayken bir de birbirinizi mi kaybedeceksiniz?” konuşmasının devamı bedenimi kasarken kaybetme kelimesinin varlığı bir sülük gibi yapıştı damarlarıma.


Söyledikleri midemde hazımsızlık yaratırken ağırlık bir volkan gibi gürledi kalbimde. Nefes alamayacak gibiydim, aldığım her nefes içimi yakıyordu. Seda’nın dedikleri beynimde dönüyordu. Haklı değil miydi, bence haklıydı ikimizde kaybetmiştik çünkü. Şimdi de kaybettiklerimizi kabullenerek elimizdekileri kaybetmemeye çalışmamız gerekmez miydi? Bize bunları yaşatanları birlik olup kaybetmeye mahkum edip, bizden alınanların intikamını almamız bize yakışmaz mıydı? Yakışırdı, hem de çok.


Dolu gözlerimi önce Aras’ın sonra da Seda’nın gözlerinde dolandırdım ve en son Seda’da karar kılarak ona baktım. “Yağız, öyle düşünmüyor ki üç gündür yok.” diye söylendim güvenimi kıran bir uğursuzlukla.


“Alisa, her şey çok üst üste geldi onun için. Senin yaptıkların, burada olanlar... e bir de böyle bir gerçeğin ortaya çıkması. Ne yapmasını bekliyordun ki? Yalnız kalmaya ihtiyacı vardı ve sen ona istediği süreyi verdin. Şimdi gidip konuşmalısın onunla.” dedi Seda, tereddütle. Onun konuşmasının ardından Aras, araya girerek ilgiyi üzerine çekti.


“Bence de konuş ki yolumuza devam edelim. Artık başlamamız gerekiyor Alisa, süre doluyor. Onlar bizden zaman kaybetmemizi istedi ve sizde onlara istediklerini verdiniz. Artık toparlanmalıyız. Sen durdukça gücün azalıyor, baksana bir de başımıza katil çıktı. Kim olduğu belli değil. Bu haldeyken, Kral’a karşı gelemeyiz.” uyarı tonlu konuşmasıyla sertçe yutkundum.


Konuşmaya başladığından beri ona bakıyordum. Gözleri gözlerimi resmen uyan artık dercesine sarstığını titreyen bebeklerinden hissedebiliyordum. Haklıydı... haklıydı ama ben istediğini yapabilecek kadar güçlü değildim. Üç gündür bir şey yokmuş gibi davransam da her gece yatağımda kendimden geçercesine ağladığımı bir tek beni gizleyen duvarlarım ve göz yaşlarımla ıslanan yastığım biliyordu.


Ben onların beni gördükleri kadar güçlü değildim.


Ama öyle görünmeliydim.


Aldığım eğitimlerin hakkını veremeyeceksen harcadığım zaman ahını almaz mıydı benden?


Hayır, dedim kendi kendime hayır.


Ben bu savaşa girdiysem hakkıyla savaşıp istediklerimi alacaktım. Ben bu savaşı kazanacaktım çünkü ben kaybettiklerimle bu savaşı kazanmayı hak etmiştim ve kimse bu hakkımı benden çalamazdı.


“Tamam.” dedim onun kahverengi gözlerine topraklarımı bağlayarak ve ekledim “Tamam, eğer konuşursam operasyona çıkacak mıyız?”


Kendime yalan söyleme gibi bir özelliğimin huyu kurusun ki evet kendi isteğimle Yağız’la konuşamayacağım için kendime bir mecburiyet yaratmaya çalışıyordum çünkü başka türlü onunla konuşacak cesareti kendimde bulamazdım.


“Evet. Konuş ve kendini düzelt. Başlayalım ortalığın amına koyamaya. Bak durmak canımı sıkıyor, kaos istiyorum ve bunun için de başlamamız gerek. Bu halde seni sahaya götüremem, dikkatini toplamalısın.” dedi net bir tavırla. Konuşmasıyla derin bir nefes alarak ikisi arasında gözlerimi dolaştırdım ve ellerimi dizlerime vurarak ayağa kalktım.


“Tamam, şimdi gidip onunla konuşacağım ve biz akşam sahaya gideceğiz. Sen hazırlıklara başla.” dedim ve hızla odadan çıktım. Yürürken zihnimi kapatmaya çalıştım çünkü eğer düşünürsem içimde topladığım tüm cesaret yerini ümitsizliğe bırakacak ve beni tekrar o toprağa gömecekti. O yüzden bir süre düşünme bölümünü kapatarak odama doğru yürümeye başladım. Yol için hazırlanacak ve onu bulup kulağından tutarak evimize getirecektim...


&


Bir buçuk saatlik yolun ardından bir de yarım saat üzerinde kayıp balığı arıyordum. Şu an Yağız’ın annesinin büyüdüğü, şehirden kilometrelerce uzaktaki kasabadaydım. Buraya geldiğini tahmin etmiş, başka bir yere bakma gereği duymadan arabayı buraya sürmüştüm ve sokaktaki insanlara sorduğumda da doğru tahmin ettiğimi öğrenmiştim. Yağız, buradaydı ama burada hangi cehennemdeydi orası meçhuldü. Eğer biraz daha bulamazsam megafon alıp adını tüm sokaklarda bağırarak dolanacaktım çünkü yürümekten gerçekten yorulmuştum.


Kendi kendime söylenirken denize açılan sokakta yokuş aşağı yürüyordum. Bakışlarım itinayla etrafta gezinirken gördüğüm tabelayla adımlarım duraksadı. Buraya birkaç kez gelmiştik. Kafamı kolumdaki saate çevirdim, saat daha dörde gelmemişti. Bu saatte burada olabilir miydi? Olabilirdi. O yüzden düşünmeyi bırakarak içeri girdim. Aşağıya doğru süregelen uzun koridordan geçerek meyhanenin bahçesine ulaştım.


Bahçeye çıktığım gidi denizden gelen esinti yüzümü serinletti. Bakışlarımı deniz kenarı boyunca dizilmiş masalarda dolaştırdım. Önce kafamı çevirerek sağ taraftaki masalara baktım ama onu göremedim. Umutsuzca kafamı sol tarafa çevirdim ve kalbim düşmanını tanıdı. Bedenimi ona döndürerek bakışlarımı ona sabitledim. Sırtı bana dönük şekilde deniz kenarındaki masada oturmuş denizi seyrediyordu. Üzerinde mavi keten bir gömlek, altında da siyah kumaş pantolon vardı. İç çekerek ona doğru yürümeye başladım. Adımlarım varlığına doğru süzülürken yaklaştığımızın bilincinde olan beynim ayaklarımı geriye doğru adım atmaları konusunda dürtüyordu ama dinlemeyecektim.


Beynim değil son kez kalbim konuşacaktı çünkü bundan sonra olacakları sadece mantığımla çözebilirdim.


Onun bulunduğu masayı da geçerek bir önündeki masada durdum ve ona doğru bakan sandalyede oturdum. Şu an farklı masalarda oturuyorduk ama karşılıklıydık. Aramızda iki sandalyelik bir mesafe vardı.


O, karşısında olduğumu fark etmemişti. Gözleri denizde, aklı derin düşüncelerdeydi. Beni fark etmemesini fırsat bilerek onu izlemeye başladım. Kaşları çatık bir şekilde çarşaf gibi serilmiş su küreyi izliyordu ama biliyordum ki şu an içinde büyük bir savaş vardı. Uykusuz olduğu belliydi, gözleri kızarmıştı. Bu hali acıyan kalbimi daha da acıttı ama acıyan kalbime iyi gelen de onu görmem oldu. Onu görmek bir nebze de olsa içimdeki özlemi gidermişti.


Gözlerim onun varlığı karşısında yeniden doğarken yanıma gelen garsonun dikkatimi üstüne çekmesiyle bakışlarım ona döndü.


“Hoş geldiniz efendim, ne alacağınıza karar verdiniz mi?” kibar sesi ve samimi gülüşüyle dudaklarım iki yana kıvrıldı. Bakışlarım göz ucuyla Yağız’a kaydı, aslında karşısında birinin olduğunun farkındaydı ama bunu umursamamıştı. Başkalarıyla ilgilenmemesi kalbimdeki hafif esintiyi ısıtırken onun duyacağı bir sesle konuştum.


“Karşıdaki beyefendinin aldıklarından istiyorum.” garson gülümseyerek kafasını tamam anlamında sallayarak yanımdan uzaklaştı. Onun uzaklaşmasıyla kafamı kalbimin düşmanına çevirdim.


Çevirdim ve göz göz geldik.


Göz göze geldik ve benim kalbim düşmanını tanıyarak hızla atmaya başladı.


Okyanuslarındaki dalgaların topraklarıma vurduğu ilk dakikadaki benim kalbimdeki beste onun gözlerindeki şaşkınlıkla hızını arttırdı. Buraya geleceğimi tahmin etmemişti, bakışlarından belliydi. Gerçi bende buraya geleceğimi tahmin etmemiştim de neyse. Dudaklarımdaki kıvrım onun yüzüne karşı genişlerken bakışlarımı hızla denize çevirdim. Bir anda bu kadar fazla bakmak kalbim için iyi değildi o yüzden araya denizi alarak kendimi sakinleştirmeliydim. Onun varlığının doldurduğu bu yerde bakışlarımdaki deniz yansıması zihnimde huzur yarattı. Güneş hafif batmaya doğru hareketlenmişti ve gökyüzünü kızıllığa boyamıştı. Gökyüzündeki kızıllıkta kendini denize yansıtarak denizi kendine katmıştı.


Gökyüzü bile denizi kendine katmıştı ama ben karşımdaki adamı kendime katamamıştım. Adalet miydi bu?


Zihnimdeki düşünceler yüzümdeki gülümsemeyi söndürürken asık yüzümle kafamı ona doğru çevirdim. O ise deminki pozisyonunu hiç bozmamış, bana bakıyordu. Yüzünde hiçbir duygu kırıntısı yoktu.


Şu an zihnini okuyabilmek için her şeyimi verebilirdim.


Bizim bakışlarımız kesişmişken garsonun siparişlerimi getirmesiyle masanın üzerindeki ellerimi çekerek ahşap sandalyede yaslandım. Modern dizayn edilmiş meyhanede aslında nostaljik unsurlar göz ardı edilmemişti. Beyaz ışıklara bağlanmış orkideler tavanda açık alandaki direklerde dururken, ahşap masalar beyaz örtünün ardında saklanmıştı. Sadece zemin, betonlaşmış geriye kalan her yer açık alana bırakılmıştı. Garsonun masadan çekilmesiyle masadaki hazır rakı kadehini elime alarak ona doğru kaldırdım. Tam ona doğru kadehi kaldırdığım sırada meyhaneye dolan şarkının müziğiyle gülümsedim.


Elimdeki beyaz sıvıdan bir yudum aldığım anda her zamanki gibi yüzüme engel olamadım ve ekşi bir şey yemişim gibi yüzümü ekşiterek bardağı yerine koyup hemen su içtim. Suyu içerken bakışlarım Yağız’a baktım ama o bana benim beklediğim tepkiyi vermedi ve kalbimden bir çıtırdı yükseldi kulaklarıma.


Normalde rakı içmeyi sevmediğim için içtiğim an yüzümü ekşitirdim, yüzümde oluşan saçma ifade Yağız’ın o kadar hoşuna giderdi ki gülerek çok tatlı olduğumu söyler ve dayanamaz beni öperdi ama bu sefer ne o gülümsemeyi ne de o öpücüğü bana vermedi. Ciddi bir yüz ifadesiyle mesafeli bir şekilde bana bakıyordu.


Düşünmek istemeyeceğim gerçeklik onun bakışlarında zehir olup göz bebeklerimi yaktı. Artık beni tatlı bulmuyordu demek ki... gözlerimin dolduğunu hissettiğim için kafamı denize doğru çevirdim. Galiba buraya gelmem büyük bir hataydı.


Ben denizle kendimi ferahlatmayı denerken çalan şarkının nakaratı ikimizin arasına bomba gibi düştü ve benim gözlerim istemsizce ona doğru kaydı.


O günkü gördüm seni


Yaktın ah yaktın beni...


Kısmında ikimizin de gözleri birleşti ve iki ayrı beden karşısında gözlerimizde tek bir duygu ortaya çıktı.


Korku.


İkimizde korkuyorduk. İkimizde kaybetmenin verdiği korkuyu yaşıyorduk ve bu hayattaki en kötü duyguydu ki şunu da biliyorduk; korkunun ecele faydası yoktu...


Şarkı boyunca ikimizde bakışlarımızı kaçırmadık birbirimizde. Onun ne bu süreçte ne düşündüğünü bilmiyordum ama ben kaybedeceğimi bildiğim okyanus kokan gözlere son kez böyle derin bakmanın verdiği hissin acısını düşünüyordum.


&


Ne kadar oturduk bilmiyordum ama hava kararmış, kızıllık kendini karanın koynuna atmıştı. Kaç kadeh devirdim onu da bilmiyordum ama başım dumanlanmıştı. Yağız, gözlerini denizden çekerek bana bakmadan ayağa kalktı ve cebinden ederinden fazla para çıkararak masaya bıraktı ve çıkışa doğru yürümeye başladı. Onun kalkmasıyla kaşlarım çatılırken bende hızla ayağa kalktım ve ceketimin cebinden para çıkararak masaya koyup arkasından ilerledim. Sonuçta bu kadar yolu rakı içmek için gelmemiştim. Gelirken geçtiğim uzun koridoru geçtikten sonra, caddeye çıktığımız anda onu yaklaşarak kolundan tutup önüne geçtim. Dokunuşumla duraklarken, kolunu hızla elimde çekti.


Temasımdan kaçışı dizlerimi titretse de pes etmedim. “Konuşmayacak mıyız?” gözlerine bakarak merakla konuşmamla bakışları gözlerimi deldi.


“Ne konuşacağız?” duygusuz yüzüyle yarışacak duygusuz sesiyle bir adım geriye gittim. Gözlerindeki uçuruma baktığımda hesaplayamadım derinliği hissederek ne kadar büyük olduğunu gördüm. Ben bu uçurumu kolay kolay aşamazdım.


Kendimi toplamak için içimdeki acıları bastırmak istercesine tırnaklarımı avuçlarıma bastırdım. “Kimseye bir şey demeden çekip gittin. Üç gündür yoksun.”


“Yarın dönecektim. Boşuna geldin.” aynı umursamazlıkla konuşup gözlerini kaçırarak etrafa bakınmaya başlamasıyla sinirden gülümsedim.


Gülerek parmağımla kendimi gösterdim. “İşe mi dönecektin yoksa bana mı?” diye sordum ve yüzümdeki gülümsemeyi silerek yüzümü ifadesizliğe bıraktım. Aslında bu ifadesizlik bakmayı bilene çok şey anlatabilirdi ama o bana bakmıyordu, baksaydı görürdü yıktığı enkazı.


Şu an ne yaşıyorduk anlamamıştım ama anladığım tek bir şey vardı o da ayrı ayrı şehre döneceğimizdi.


Sorumla etrafta gezinen mavi gözleri yüzümde durdu. Yüzüme baktı ve beni acıtan bir netlikle o tek kelimeyi söyledi.


“İşe.” kelimesi aramızdaki bağın bir telini koparırken sesli bir şekilde güldüm. Acı gülüşüm yüzümde nasıl bir ifade yarattığından emin değildim ama içimde nasıl kan aktırdığından çok emindim. Kanım yaralarımdan fışkıracak kadar akıntılıydı.


Söylediği kelime gerçekten komikti... hatta o kadar komikti ki gülmekten gözümden yaşlar düşmeye başladı.


Hissettiğim sinir bedenimden taşarken iki elimle onu göğsünden ittim. “Sikerim senin işini! Neden bahsediyorsun sen? O halde bıraktın gittin beni. Üç gün lan... koca üç gün yoktun. Şimdi ben sana gelmişken bana iş mi diyorsun sen?” bağırışım caddede yankılanırken karşımdaki adam benim aksime sakindi.


Onu itişimden hiç etkilenmeyerek “Bağırma.” dedi sakin bir sesle ve gözlerimin içine bakarak deminki cümlesinden daha sarsıtıcı o cümleyi söyledi.


“Alisa, ben bitirmek istiyorum.”


“Hayatını mı?” kaşlarım alayla yukarı kalkarken kelimeler anlamsızca dökülüyordu dudaklarımdan. Şu an ciddi ciddi benden ayrılmak istediğini mi söylüyordu?


Bir an yaşadığımız sahnenin gerçekliği duraksadım. Şu an ben ne kadar öfkeliysem o, bir o kadar sakindi. Bu sakinliği kaşlarımı çatmama sebep oldu. Sinirini, öfkesini bile hak etmeyecek kadar bitmiş miydim içinde? Bu ihtimalle alt dudağımı ısırarak etrafa bakmaya başladım.


Buraya gelmemeliydim.


“Alisa, biz ne başımıza gelenleri hak ediyoruz ne de birbirimizi hak ediyoruz. En iyisi bunu bitirmek.” kelimeleri bir çığ olup üstüme devrilirken sanki bugün ne yaptığını anlatırmış gibi konuşmasıyla yüzümde alaycı bir gülümseme peydah oldu, ellerimle dolu olan gözlerimi silerek bakışlarımı ona çevirdim.


“Babalarımızın yaptığı şeylerin cezasını biz ödeyelim yani?” diye sordum sorgularcasına ce kafamı tamam anlamında sallayarak iç çekip devam ettim:


“Sen kafanda bitirmişsen bana daha diyecek bir şey kalmamıştır demek. Tamam, bitsin.” dedim devamında her ne kadar bitmesin demek istesem de.


Kabullenişim karşısında sarsılsa da hemen kendini toparladı ve gözlerime derin bir şekilde bakarak göğsünü hiddetle şişirdi.


“Alisa, beni sana getiren annelerimizin ölümü...” durdu ve derin bir nefes alırken sinirle gözlerini kapatıp ellerini yumruk yaptı. “Beni sana getiren şey babanın çıkarları... bunları bilirken mutlu olamayız.” dedi hem kendini hem de beni ikna etmeye çalışırcasına.


Gerçekler bir tokat olup yüzüme çarparken yanağımdan süzülen gözyaşı tuz misali tenimi yaktı. Elimle onu silerken başımı evet anlamında salladım.


“Haklısın, ben aptal gibi aramızdaki bağa güvenip mutlu oluruz, bunların üstesinden geliriz sanmıştım ama yapamayız. O yüzden sıkıntı yok.” dedim ve dudaklarım düz bir çizgiyken zorla gülümsemeye çalıştım. “Demek buraya kadarmış her şey. İlişkimiz bitti, artık ikimizde birbirimizden bağımsızız.” durdum ve derin bir nefes aldım. “Başkan, konusuna da gelirsek... merak etme, daha on yaşındayken, kendi yaralıyken benim yarama merhem olan çocuğa bu acıyı yaşatan adamdan intikamını alacağım...” dedim ve sesimdeki titremeyi durdurmaya çalışarak ciddi bir şekilde ona baktım.


“Soylun olarak da emrediyorum hemen şehre dönüp işinin başına geç. Sen burada kafanı dinlerken kaçırdığın bir olay var. Bir şerefsiz Emir’le Ali’yi ceza yerlerine götürülürken öldürmüş. Katili yakalamaları için ekip kurdum ama hala yakalayamadılar o yüzden geri dönüp bu sorunla ilgilen.” dedim hızla. Benim konudan konuya atlayışım karşısında kaşlarını çatarak benim değişken ruh halimi incelemesiyle sinirle söylendim.


“Eğer emirlerimi uygulamazsan ceza alırsın!” tehditim karşısında Yağız’ın yüzünde buruk bir gülümseme oldu. Kafasını tamam anlamında sallayarak “Emredersiniz Soylum.” dedi ve başını eğerek selam verip arkasını dönerek yürümeye başladı. Ağır çekimdeymiş gibi benden uzaklaşmasını izlerken içimdeki beni yiyen kaybetme duygusunun önünde diz çöktüm ve tereddütle ardından bağırdım:


“Arkadaş olalım bari?” onu tamamen hayatımdan çıkaramazdım, hiç değilse yine de onun konuşabilmeliydim.


Bağırmamla duraksadı, yavaşça bana dönerek gözlerini gözlerime sabitledi.


“Zamanında söylemiştim... arkadaşlar birbirlerine aşık olmazlar. O yüzden biz istesek de arkadaş olamayız.” dedi acı dolu sesiyle. Bakışlarımız birbirine düğümlüyken ikimizin de gözlerinde aynı yara vardı.


Yaralar bizi birbirimize bağlamışken aynı yaraların kabukları kopunca bizi ayırmaya da mahkum etmişti.


İçimden koşup ona sarılmak geçiyorken demirlenmiş ayaklarımın tutsağı olarak yerimde durdum. İç çekerek “Eğer biz birbirimize aşık olsaydık sen şimdi bana bunları söyleyip beni burada bırakıp gitmezdin. O yüzden arkadaş olabiliriz.” dedim isyan edercesine ve burada daha fazla duramayacağımı anlayarak ekledim. “Dediklerimi unutma, katili hemen bul.”


Sözlerimin ardından zaman kaybetmeden onun tersi istikametinde yürümeye başladım. Hemen arabama binip buradan gitmek istiyordum.


Hızla yürürken ardımdan bağırmasını ya da beni durdurmasını bekleyerek attığım birkaç adımın sonunda anladım. Biz bugün bitmiştik.


Kelebek, sahibinden uçmuştu.


Biz bugün gerçekten bitmiştik ve benim için siyah bir sayfa açılmıştı kader tarafından. Şimdi benim yapacağımda bu siyah sayfayı hak ettiği şekilde kana bulamak olacaktı.


Nefesim ciğerlerimi yakarken gecenin karanlığı bu ayrılığın ardından sisle yıldızları gizledi. Adımlarım her bir çarpışında yeri titretirken aslında sarsılan bendim.


İçimden sarsıldığım kadar sarsmak geliyordu. İçimdeki canavar acıyla özgürlük kapılarını açarken onu durdurmak istemiyordum çünkü beni ayakta tutan onun öfkesiydi.


Cebimden telefonu çıkararak hızla Aras’ı aradım. Telefonu açmasıyla ona konuşma fırsatı vermeden “Bugün için geç kaldım. Yetişemeyiz. Hazırlıkları tamamla yarın akşam operasyona çıkıyoruz.” dedim ve telefonu kapatarak bu boktan kasabadan uzaklaşmak için arabama doğru ilerlemeye başladım...


Loading...
0%