Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3.Bölüm "Kaybedilen İnsanlar"

@senabookss

“Bazen sadece eşyalar kaybedilmezdi. İnsanlarda kaybedilirdi ve bir daha onları kaybettiğimiz şekilde bulamazdık...”


Yaşamamız gereken anlar vardır. İstesek de istemesek de seçme şansımız olmadan yaşamalıydık o anları. Kader, yaşayacağımız anları belirler ve bizi sahneye çıkartarak hissettiklerimizi umursamadan oynamamızı beklerdi senaryoyu.


Ben şu an o anların birindeydim. Benim seçimim olmayan anı, içimdeki bin bir duyguyla oynuyordum. İki sene sonra döndüğüm şehirde geride bıraktığım insanlarla böyle karşılaşmak kesinlikle benim seçimim değildi... özellikle onunla.


Daha romantik, daha az insanın olduğu bir ortam uygundu bizim keskin bir bıçakla bölünmüş birlikteliğimizin nasıl koptuğunu görmemiz için...


Verdiğim emir neticesinde herkes silahlarını indirmişti ve odadaki tüm gözler şaşkınlıkla bana bakıyordu. Afallamış gözlerin, sözlerim ve hareketlerim arasında dolaştığı saniyelerde bu olanlar tuhafıma gitmemişti, aksine onlara hak veriyordum. İki sene önce kimseye tek bir laf demeden giden Soyluları bir anda geri dönüp ahkam kesiyordu. Kesinlikle haklıydılar...


“Herkes işine dönsün, gerekli açıklamalar bu akşam yapılacak!” düşünceleri zihnimden bertaraf edebildiğim birkaç dakikanın ardından söylediklerimle karşımdaki yöneticiye ve adamlarına baktım. Hainler her zaman etrafımızdaydı ve biz onların başlarını ezmezsek de ileride ayaklarımıza dolanacaklarını çok önceden öğrenmiştim.


Hainler, affedildiğinde yapacakları şey güçlenip tekrar saldırmak olurdu çünkü hiçbir insan ölmeden değişmezdi.


“Size gelince...” dedim ve yöneticiye doğru yavaş bir adım attım. Gözlerim gözlerindeydi. “Bir kere isyan eden her zaman eder. Başkaldırı sistemi zayıflatır ki benim görevim de sistemi korumak. Görevinden ihraç edildin.” itiraz kabul etmeyeceğimi belli eden ses tonuma karşılık aksi şekilde karşılık vermek için ağzını açmıştı ki ondan önce davranarak boşa çabasının önünü kestim.


“Konuşman bir şeyi değiştirmez, ona yapılan saygısızlık bana yapılmıştır!” diyerek Yağız’ı işaret ettim. Sonuçta yerimi ona bırakmıştım. O demek ben demekti...


Bana bakan görevlilere dönüp “Çıkartın bunları!” dedim ama verdiğim emrin kimse tarafından ciddiye alınmamasıyla sinirlerim göğüs kafesimi sıkmaya başladı. Şaşkın oldukları kısmı çoktan geçmemiş miydik, kimin konuştuğunun farkında değiller miydi hala?


“Ne duruyorsunuz? Hadi!” salonu inletecek kadar sesli bağırmamla herkes salonu boşaltmaya başladı. Etraftaki çoğu yüzün eksilmesiyle derin bir nefes alarak çevreye bakındım.


Salonun bıraktığım gibi olması biraz olsun içimde hoşnutluk yarattı. Sonuçta büyüdüğüm yerin benden izler taşıdığını görmek iyi bir şeydi. Yani en azından benim için...


Yüksek sesli ikazımla salon kalabalıktan tamamen arındı ve sadece biz kaldık koca salonda.


Önceden her anları beraber geçen beş kişi... fakat şimdi dört yakın arkadaş artı bir yabancı... Onlar için şu an bir yabancıdan farksızdım. Bunu bildiğim için yüzlerine bakmak istemiyordum, doğrusu nasıl bakacağımı bilmiyordum.


Ruhumdan yükselen küçük dürtünün kalbimin üstündeki kelebeği uyarmasıyla oluşan küçük cesaret kırıntısına tutundum. Başımı kaldırdım, yanımdaki insanlara baktım... Seda, Akın, Ali ve Yağız.


Şu an bana en yakın olabileceğini hissettiğim kişiye; Seda’ya odaklandım.


Bıraktığım gibiydi dünyanın en iyi arkadaşı. Kahverengi saçlarının rengini biraz daha açtırmış olması dikkatimden kaçmamıştı, onun haricinde aynıydı.


Ama bir farkla... bakışları aynı değildi. Elinde olsa beni şuracıkta öldürecekmiş gibi bakıyordu bana. Gerçi hepsi öyle bakıyordu orası ayrıydı...


Tek Ali, beni gördüğüne sevinmiş gibiydi. Sonradan ekibe dahil olmuş ve daha 22 yaşında olmasına rağmen şehrin tüm teknoloji işleriyle o ilgileniyordu, zekası taktir edilecek bir değerdi. En küçüğümüz olduğundan mı bilmiyorum ama ona karşı ayrı bir sevgim vardı. Beni ablası olarak görürdü ve şu anki bakışları da hala öyle gördüğünü destekler biçimdeydi. Heyecanlı ve özlemliydi...


Göz göze gelmemizle bana doğru gelip sarılması benim için tamamen beklenmedik bir hareketti. Bedenime sarılan sıkı kollar afallamama sebep oldu ve bir an ne yapacağımı bilemedim. Aras haricinde en son ne zaman birine güvenle sarıldığımı hatırlamıyordum. Girdiğim afallamadan beni çıkartan vücuduma dolanan kolların sıkılaşıp yaralarımı hatırlatan sızıları olmuştu. Acımı belli etmemek için kasabildiğim kadar kastım kendimi ve ona sarıldım. Uzun zaman sonra sarılmak iyi gelmişti.


İnsan olduğumuzu hissettiren davranışlar, benim gibi ruhları parçalanmış insanların ilacıydı. Belirli zamanlarda ilacımızı almadığımızda insan olduğumuzu unutup kalbimizi karanlığa gömerdik ki zaten parçalanan ruhların yaralarının sebebidir eksik sevgi ilacı.


“Hoş geldin.” kendini tutamayıp sarıldığı için utanarak konuşması yüzümde küçük bir tebessüm yarattı. Diğerlerine kısa bir bakış atıp benden uzaklaşmasıyla sıkkın bir iç çekişte bulundum.


“Hoş buldum.” kısık tonumla dudaklarımdan dökülebilecek sadece iki kelime vardı. Sesimin odada duyulduğu saniyelerle eş şekilde Yağız’ın hiçbir kelamda bulunmadan salonu terk edişi gözlerime, benliğime ulaştı. Tepkisizliği beklediğim bir şey değildi, konuşmasını beklemiyordum ama öfkesini yaşamayı tahmin ediyordum. Onda yarattığım nefretin öfkesini gösterir sanmıştım... yani herhangi bir karşılık alabilmek isterdim ondan. Tepkisizliği ona ait olan ruhumun parçasına ağır bir darbe attı ama her zamanki gibi içimde tuttum yediğim darbenin acısını. Haklıydı. Şu an istediğini yapabilirdi ve benim ona tek bir laf deme hakkım yoktu.


Onu ardından Akın’ında çıkması buradaki günlerimin hiç kolay olmayacağının habercisi gibiydi. Kalbimin düşmanının ve dünyanın en iyi keskin nişancısının çıkmasıyla Ali de çıktı ve koca salonda Seda’yla baş başa kaldık. Kaçacak yerim olmadığı için toprak rengi gözlerimi gözlerine çevirdim. O ise hiçbir değişiklik yapmadan aynı duygularla bana bakıyordu. Odadan çıkmadığına göre benimle konuşacağını düşündüm ve buna güvenerek küçük bir gülümsemeyle ona doğru bir adım attım.


“Hiç değişmemişsin.”


“Sen de hiç değişmemişsin, aynı kendini beğenmişlik, aynı bencillik ve aynı yüzsüzlük...” suçlayıcı konuşmasıyla dudaklarımda acısını alayla kapatan bir tebessüm yayıldı. Dediklerinde noksan tek bir nokta bile yoktu. Ne güzel özetlemişti beni öyle! Alaycı gülüşüm sinirini bozmuştu ki bana doğru gelip tam önümde durdu. İkimizde birbirimizin yüzündeki izleri incelerken o benim yüzümde ne görüyordu bilmiyordum ama ben onun yüzünde birçok şey görüyordum. Konuşmak istiyordu, sorular sorup içindeki öfkeyi bana dökmek istiyordu. Ama yapamıyordu ve bunları yapamamak ona kötü hissettiriyordu ki gözleri acıyla dolmuştu.


“Hiçbirimiz Alisa... hiçbirimiz bunu hak etmedik.” ağzından dökülen tek can yakıcı kelimeler bunlar oldu. Daha fazlası olamadı çünkü arkasına bakmadan salondan çıktı ve beni yaralarımla tek bıraktı. Ardında bıraktığı yalnızlığın fısıldadıkları kulaklarımda uğuldarken haklılığı ve haksızlığı karşımda bana bakıyordu. Gözümden intihar eden tek damla yaş tenimi yakarken acıyı silmek istercesine parmak uçlarımla öldürdüm intihara meyilli olan damlayı. Nefes, düşman olurcasına soluğumu sızlatırken muhtaçlıkla ona sığındım ve karşımdaki savaştan sıyrılmak istercesine kapıya doğru ilerledim. Salondan çıkmamla sıcak havanın tenimi sarması bir oldu ve üstümdeki uzun kollu kapalı body işimi daha da zorlaştırdı.


Kapı ardımda yavaşlıkla kapanırken beni karşılayan bahçede yürümeye başladım. Bahçe kalabalıktı, herkes birbirleriyle konuşuyordu. Bana değen yabancı gözler üstümde dolanıp, konuşmayı keserek tereddütle beni inceliyordu. İncelenmek sinirimi bozsa da buna hakları olduğu için tepki vermedim. Yüzüm ifadesiz, yürüyüşüm kibirliydi. Daha Soylularını bile tanımayan gözlerin düşüncelerini merak ederken beni tanıdıkları zamanki düşüncelerinin nasıl değişeceğini merak ettim bir an...


Habersizce, bir kış günü plansızca gidip görevimi Yağız’a bırakmıştım. İnsanlar, onları yönetmesi için güvendikleri Soyluları tarafından yarı yolda bırakılmışlardı ve bu durum gücüm için büyük sıkıntıydı. O yüzden bu durum düzeltilmeli, eski gücüm ve dokunulmazlığımı geri kazanmalıydım.


Ama hepsinden önce ihtiyacım olan şeyi yapmalı, dinlenmeliydim. İki hafta geçmesine rağmen yaşadıklarımın yorgunluğunu üstümden atamamıştım ve bunun üstüne de uzun süren araba yolculuğu bedenimi yormuştu. Bu bilinçle odama doğru ilerlemeye başladım. Bahçeden geçerek yüksek rütbeli kişilerin kaldığı binaya girdim. Bina üç katlıydı, girişte mutfak ve salon vardı. İkinci katta yatak odaları vardı. Üçüncü katta ise oyun salonu ve mini bar vardı.


Giriş kapısını yavaşça iterek araladığımda midemin takla attığını ve tenimin ürpertiyle titrediğini anımsadım. İki koca sene sonra bugünüme dek yuvam dediğim yere girerken hissettiğim korku afallamama sebep oldu. İçimdeki korkunun uzun süre gelmediğim için mi yoksa izlerimin silinmiş olma ihtimalinden mi kaynaklandığını anlayamadım. Fakat ikisinin de kötü hissettirdiği gerçeği göğüs kafesimin ortasında durmuştu.


Hissettiğim tuhaf korkuyla hızla çevreye bakındım. Evet, değişmişti. Eşyalar önceden bıraktığım gibi değildi. Daha sıcaktı... Eskiden koyu renk ağırlıklı olan hol ve salon şimdi daha açık renklerle düzenlenmişti. Dudağımı, kalbimi zorlayan baskıya inat kemirirken yine de güzel oldu diye geçirdim içimden her ne kadar beğenmesem de...


Değişikliğin kötü hissettirmesiyle diğer taraflara bakma ihtiyacı duymadım ve odama doğru ilerledim. Ahşap merdivenleri tüm ağırlığımla yavaşlatırken odamın olup olmadığını bile bilmediğimi fark ettim. İzlerimin silindiği gibi odamı da silmişler miydi?


İkinci katın son basamağını çıktığımda yutkunarak kapılara baktım. Altı oda... beşi bizim, altıncısı ise yeni gelen olursa diye vardı. Küçük adımlarım kendi odama ilerlerken yavaşça elimi kapı koluna doğru kaldırdım. Bunları yaparken o kadar yavaş hareket ediyordum ki kendime hayret ettim. Aldığım derin nefesle kapıyı açmak için hareketlenmiştim ki bir an gözüm sağ tarafa kaydı. Yağız’ın odasına...


Bir aralar kendi odam gibi kullandığım oda, benim dört duvarımın bir duvarıyla ortaktı. Bizi ayıran sadece basit bir duvardı... önceden. Zihnimde canlanan geçmişin üstünü örttüğü anılara gülümsemeden edemedim. Yüzümdeki gülümsemeyle kapı kolunu aşağı doğru çektim ve kapıyı açtım. Odam karşımdaydı. Yirmi senemin geçtiği oda, tüm hayatımı, anılarımı geçirdiğim dört duvarlı yuvam. Bedenimi araladığım aralıktan içeri geçirerek kapıyı ardımdan kapatıp kilitledim. Zaten kimse izinsiz giremezdi ama geçen iki senenin alışkanlığı hala benimleydi. Önlem almak iyiydi...


Odanın içine doğru attığım her bir adımda vücudum sıcaklanıyor, içimdeki kelebek kanatlanarak uçuyordu. Kaybettiğin bir şeye kavuşmanın yarattığı hissi bedenimin her yerinde hissederken gözlerim bu duygusallığa dayanamamıştı. Hadi ama sen Alisa Havas’sın, bu kadar kolay ağlayamazsın diye geçirdim içimden ve bir işe yaramayacağını bilerek dikkatimi odaya verdim.


Oda, bıraktığım gibiydi; aynıydı hiçbir şeyin yeri değişmemişti. Tuhaf olansa fazlasıyla temiz oluşuydu. Sanki sabah çıkmışımda şimdi tekrar gelmişim gibi... sanki iki senedir boş değilmiş gibi. Siyah mobilyaların üzerinde tek bir toz taneciği bile yoktu. Büyük odanın içinde küçük adımlar atarak masamın önüne geldim. Dosyalar bıraktığım gibi, okuma kitaplarımsa sevdiğim şekilde sıralıydı. Masanın üstüne bakmaya devam ederken bir yerde durakladım. Elim benden bağımsız şekilde ruhumu sarsan çerçeveye gitti. Yağız’la ikimizin resminin beni dağıtmasından daha acısı en sevdiğim resmimizin bu oluşuydu. Giderken bu resmi almadığım için çok pişman olmuştum...


Masanın tam ortasında duran resim şu an kalbimin tam odak noktasına ince bir sızı yaydı. Bu sızıya inat resmin çekildiği an gözümün önünde canlanınca gülümsemeden edemedim...


7 SENE ÖNCE...


“Aşkım, lütfen gidelim. Bak bir şey olmayacak, sen bana güven. Hadi lütfen.” şımarıklık yaparsam bana karşı koyamayacağını biliyordum. Yağız Ertuğ’un bu hayatta tek bir zaafı vardı ve bu zaaf bir adet bendim.


Tam önünde durup kollarımı beline sardım ve başımı kaldırarak tatlı şekilde okyanuslarına baktım. “Gidelim mi aslancık? Bence gitmeliyiz.” istekle parlayan topraklarıma çarpık sıcak bir gülüş yollayarak ellerini ince belime sarıp hafifçe bana doğru eğildi.


“Baban duyarsa kötü olur bebeğim, daha yeni uyarı aldık.” keyifli sesiyle söyledikleri somurtmama sebep oldu. Şu an eğleniyordu benimle, böyle tatlılıklarım hoşuna gidiyordu biliyordum ama şimdi sırası değildi. Ciddi bir konuyu konuşuyorduk. Yani benim için ciddiydi...


“Bilmezse kızamaz sevgilim. Hem...” dedim ve somurtkan yüzümü kışkırtıcı sempatik bir tebessümle renklendirerek çenemi göğsüne yasladım. “Gidersek ben çok mutlu olurum, mutlu olursam seni de mutlu ederim...” Okyanusları yüzümün her bir çizgisini ıslattığında iç çekişi kulaklarıma doldu. Yüzü yenilgiyle somurturken gözleri aşkla parlıyordu.


“Yemin ederim ölümüm elinden olacak.” yenilgisini ilan eden konuşmasıyla parmak uçlarımda yükselip dudaklarına sevgi vaat eden bir öpücük kondurdum.


“Merak etme, bende peşinden gelirim sıkılmazsın orada.” dalgaya aldığım sesimle söylediklerim aslında beni huzursuz eden bir konuydu. Ölümle ilgili böyle şaka yapması hoşuma gitmiyordu ama şu an bu konuyla alakalı bir şey söylemeyecektim. Hemen çıkmamız gerekiyordu, yarışlar başlayacaktı. Sırf gitmeyelim demesin diye önceden hazırlanmıştım. Üstten siyah kısa tişört, alttan da siyah kot pantolon giymiştim. Saçlarımı dalgalı şekilde açık bırakmışken yüzüme de çekici bir makyaj yapmıştım.


Aynanın önünde saçlarına şekil veren kalbimin sahibine değindiğinde gözlerim, uyumlu olduğumuza dair bir hoşnutluk estirdi ruhuma. Siyah tişört ve siyah pantolon giyinmişti. Üzerine aldığı siyah deri ceketi omuzlarında havalı şekilde dururken kumral saçlarını biçimli ama dağınık görünümlü halde bırakarak aynadan bana göz kırptığında içimin eridiğini belli edecek bir iç çekişte bulundum. İçimdeki kelebeğin edepsiz fısıltılarını bastırmak istercesine kapıya doğru ilerledim.


Bence hemen odadan çıkmalıydık yoksa çok istediğim yarışı her an, bir adet okyanus gözlü kumrala değiştirebilirdim...


Sessiz adımlarla evden çıktığımızda gece iki olduğu için herkes uyuyor vaziyetteydi. Şu an bahçede ikimiz vardık ve kaçak konumunda olduğumuz için de heyecanlıydık. İlk defa kaçmıyorduk ama sanki her zaman ilk sefermiş gibi de heyecanlanıyorduk.


Küçük çocuk değildik ama bulunduğumuz sistem yüzünden tüm gençliğimizi kaçarak yaşıyorduk. Babam, dışarı çıkmamı güvenli bulmadığı için saraydan çıkmamı istemiyordu ve ben uslu bir kız olmadığım için sürekli sözünden çıkıyordum. Tabii yakalandığım takdirde cezamı da çekiyordum...


-Hiçbir kaçış cezasız kalmaz, her kural bozan bedelini öder. Düzen, düzensizleri eğitmeli eğitemezse de yok etmeli.- Babamın beni yetiştirirken söylediği ve söylemekten asla bıkmadığı söz dizisi... galiba alttan alttan beni yok edeceğini ima ediyordu.


Dışarı çıkmamı engelleme sebebini tehlikeli olmasına yoruyordu ve bu korumacı tavrı bana çok saçma geliyordu çünkü pekala da kendimi koruyabilirdim. Her zaman kendime güvenen biri olmuştum, tamam bazen başarısız olsam da her zaman rakiplerimden öndeydim. Bu da beni ben yapan şeylerden biriydi.


Diğer şeylerden biri de araba sürmekti. Şoför koltuğunda oturup hakimiyeti ellerimin arasında hissettiğimde özgürlüğe adım atmış, hızım arttıkça da açık olan camdan içeri giren rüzgarın saçlarımı uçuşturarak tenimi okşamasıyla özgürlüğün hakimi olduğumu hissediyordum. Arabalarla oynamaya bayılırdım ve bu Yağız’a göre bir gün başıma bela olacaktı. Bende; varsın olsun çünkü adrenalin damarlarımdayken yaşadığım haz her şeye bedeldir diye cevaplardım onu.


Hızlı adımlarla bahçeden kimseye görünmeden geçtik. Ormanlık tarafta kimsenin bilmediği arka bir yol vardı. Yolu babamdan gizli yaptırmıştım, babam kadar olmasa da benimde sözüm geçiyordu burada ve bunu kullanmak benim hakkımdı. Güç, elinizdeyse ve onu kullanmayı bilmiyorsanız yükselememek sizin aptallığınızdandı. Güç, kullanılmak içindi burada önemli olan onu ne amaçla ve nasıl kullandığımızdı. Ben gücümü yüzde yetmiş keyfi yüzde otuz kurallara göre kullanırdım.


Ağaçlık yoldan geçerek biraz daha ilerledik ve sonunda ormanın en ucuna park ettirdiğimiz arabaya ulaştık. Ay ışığının altında parlayan mat gri arabamı görünce yüzümde oluşan heyecan ifadesi eşliğinde ona doğru koştum. Kalçamı kızıma doğru yaslarken arkamdaki aslancığa doğru döndüm.


“Atla yakışıklı iki tur atalım.” çapkın bir edayla konuşmam yüzünde tatlı bir gülümsemeye sebep olurken o, benim aksime yavaş adımlarla arabaya doğru yaklaştı. Okyanus gözlerinde muzip bir ifade vardı.


“Atlayalım bakalım canbaz. Eve gelene kadar sen ne dersen, sonrasında da ben ne dersem o olur.” diyerek göz kırptı ve bunun beni nasıl sıkıştırdığından haberi bile olmadı. Yutkunarak topraklarımla ona öyle bir baktım ki, bakışımla bu gecenin sonunda olacakları ikimizde severek kabul edeceğimizi gözlerimizle onayladık.


Yan koltuğa geçip kapısını kapatmasıyla bende şoför koltuğuna geçtim ve arabayı çalıştırarak yola çıktım. Yola çıktığımız anda radyoyu açıp geceye uygun bir şarkı seçtim...


Fazla zaman kaybetmeden yarış alanına vardığımızda yarışların çoktan başladığını görerek homurdandım. İlk başlayanın ben olmasını isterdim. Fakat yapacak bir şey yoktu neyseki benim için yer ayarlanmıştı. Kalabalık insan yığının arasından geçerken tüm şehrin hız tutkunlarının burada olduğu gerçeği kanımı hızlandırdı. Yönetmek için çalıştığım şehrin içinde bu kadar adrenalin tutkunu gencin olması heyecan vericiydi.


Yağız’ın beni kaybetmemek için elimi sıkı tutuşu eşliğinde yürürken eğlenen insanları izledim. Gecenin geç vaktinde insanların çoğu kendinden geçmişçesine sanki son geceleriymiş gibi dans edip eğleniyorlardı. Hiçbir zaman bu kadar pervasız şekilde eğlenememiştim. Sarhoş olsam bile mantığımı tamamen kör edecek kadar içmezdim. Doğrusu içemezdim. Bir Havas, olmak mantıksız olmamak demekti çünkü.


Kalabalığın yavaşlattığı adımlarımızı atarken çaprazımdan gelen tanıdık sesle duraklayarak o tarafa doğru baktım. Melis’in el salladığını görmemle gülümseyerek Yağız’ın elini çekiştirdim ve onunda onları görmesiyle o tarafa doğru ilerledik. Bizimkilerin toplandığı masaya vardığımızda aramızda geçen kısa selamlaşmayı atlayarak heyecanla Berk’e baktım.


“Ayarladın değil mi bu garip dostuna aralık?” muhtaçlık altına gizlediğim tehdit vari sorumla Berk, Yağız’a uslanmaz bu kız bakışı attı ve bana dönüp iç çekerek mırıldandı:


“İki yarış sonra seni biriyle yarıştırabiliriz.” olumlu cevap almamla ellerimi çırpıp Yağız’a sarıldım. Sarılışımla beni kolunun altına aldı ve saçlarımı öptü. Sarılışımız Zeynep’in hoşuna gitmemişti ki Arda’nın omzuna vurarak işaret parmağıyla bizi gösterdi. Gözlerinde sevgilisine karşı öfkeli parıltılar vardı.


“Baksana onlara ne kadar tatlılar! Bir de bize bak, kardeş sanıyorlar bizi be!” trip atarak kollarını birbirine sarmasıyla gülerek ona baktık. Haklılık payı fazlasıyla olduğundan Arda’ya baktım, sevgilisinin ani vuruşuyla kolunu ovarak nerede hata yaptığını çözmeye çalışıyordu. Yüzünde komik bir ifade vardı.


“Yavrum, geçen mekanda tavlada beni yendiğini söyledin; tabi bizi kardeş sanarlar. Önceki akşam ajanların içinde naber toprağım deyip omuz atan ben miydim?” Arda’nın isyanıyla yüzümüzdeki gülümseme kahkahaya dönüştü. Bunu cidden yapmış olamazsın Zeynep!


“Sende geçen kızların yanında Zeynep’i bir çizgi film karakterine benzetiyorum deyip ben romantik bir şey beklerken bana bakıp aynı Sid demedin mi Arda! Resmen rezil oldum! İnsan Rapunzel falan der!”


“Zeyno olumlu bakalım, iyi ki Sid dedi ya Mamut Ellie deseydi? Sid’in hiç değilse komikliği var.” Berk’in işleri daha da kızıştırmasıyla Arda, küfür mırıldanıp sakinleşmesi için Zeynep’e sırnaşmaya başladı. Zeynep’in öfkesi birkaç güzel sözle geçebilecek kadar sakindi, tabii damarına basmadığınız sürece... sevgilisi de bunu bildiği için işler kızışmadan onu sakinleştirecekti, her zaman olduğu gibi...


“Sıra sende cadı. Kelebek gibi uç arı gibi sok!” Berk’in söylediği motivasyon cümlesiyle yüzümü buruşturdum ve içimdeki heyecanı dışarı yansıtmadan arabaya doğru ilerledim. Yağız’ın da benimle beraber arabaya doğru hareket etmesi huzursuzlanmama sebep olmuştu. Sonuçta, gerçek olabileceğini düşünmesek de her ihtimal yaşanma şansına sahipti...


“Sen binmesen mi acaba? Bir şey olur falan, sen binme beni burada bekle. Tamam mı?” okyanus gözlerine bakarak konuşmamla elleriyle yüzümü avuçladı ve sıcak dudaklarını dudaklarımla örttü. İç sakinleştiren, güven verici bir dokunuştu öpüşü.


“Biraz daha saçmala yavrum istersen. Sabahki konuşmamızı unuttun galiba ne dedim? Saçmalarsan öperim dedim değil mi?” iki avucu yanaklarımı sararken başımı evet anlamında sallayıp dudaklarına bakarak fısıldadım.


“Bende öpmen için saçmalayacağım dedim.” alt dudağımı dudaklarının arasına alıp ısırarak küçük bir öpüşte bulundu ve başını hafifçe geri çekip okyanusları keyifle parlarken baş parmağını dudaklarımın üstünde gezdirdi.


“Bende beni öpmek için saçmalamaya ihtiyacın yok dedim.” dedi ve yüzündeki arsız gülümsemeyle yüzümdeki ellerini çekip omuzlarımdan tutarak beni kapıya doğru yönlendirdi. Yüzümdeki gülümsemeyle şoför kapısını açıp yerime geçtim. Aslancığında yerine oturmasıyla emniyet kemerlerimizi takarak yarış çizgisinde bekleyen diğer aracın yanına doğru sürdüm. Bedenimde sanki bunu ilk sefer yapıyormuşum gibi bir heyecan kol geziyordu. Kazanma arzusu ve adrenalin damarlarımdan akarken çevremizdeki insanların tezahüratları kanımı daha da yoğunlaştırıyordu. Alevler ve neon ışıklar yarış alanını aydınlatırken derin bir nefes aldım. Vitesteki elimin üstünde duyumsadığım sıcaklıkla yanımdaki adama baktım. Elimi eline alarak küçük bir iyi şanslar öpücüğü kondurdu.


“Sakin ol. Ez ve geç. Sana güveniyorum.” güven verici bakışıyla gülümsedim ve önüme dönüp stop lambasına bakmaya başladım. Yanımdaki araca bakma gereği duymadım, rakibimi görmeme gerek yoktu.


Tek rakibim kendimdim.


Şu ana kadar katıldığım hiçbir yarışı kaybetmemiştim ve bunu da kaybetmeyecektim.


Tüm dikkatim ışık tabelasında toplandığında sanki son sefermiş gibi derin bir nefes çektim heyecanla çırpınan ciğerlerime. Şu an yeşil ışık görmek için can attığım ışıktı ve o an yeşil tüm ihtişamıyla kendini bana sundu.


Yanımdaki arabayla aynı anda kalktık ve yarış başladı. Şu an düz yolda ilerliyorduk, bir dört yüz metre sonra sağa dönüş yapacaktık. İbrem gittikçe yukarı doğru yükselirken onun tersi şekilde heyecanım azalıyordu. Arabayı sürdükçe rahatlıyor, sanki normal bir andaymış gibi hissediyordum.


Başa baş ilerlememiz sinirimi bozarken rakibim dönmeye az kala hız kesip arkadan bizim olduğumuz arabaya vurdu. Bu beklemediğim bir şey olduğu için kısa bir an kontrolü kaybettim ama hemen toparladım. Döneceğimiz için onun kadar olmasa da bende hız kesmiştim o yüzden çok bir etki yaratmamıştı fakat yine de şerefsizin yaptığı bel altı vurmaktı. Sokak yarışında olmamız istediği gibi arabama vurma hakkı vermezdi ona.


Yağız, rakibin yaptığı harekete okkalı bir küfür savurduğunda hırsla önümdeki arabaya baktım. Ben hakimiyetimi toplarken şerefsiz beni geçmişti. Sağa döndükten sonra tek bir sola dönüş ve ardından bitiş çizgisi vardı önümüzde. Sola dönmemizle yarışın bitmesine altı yüz metre kalıyordu. İki yüz altmışla gidiyordum ve şerefsizi neredeyse yakalamıştım. Başa baş gibiydik, bunu fırsat bilerek camdan ona baktım. Açık olan camından görebildiğim genç bir çocuk olduğuydu, bizden küçük yaşta olduğu belliydi.


Sola dönmemize az bir mesafe kala yine hızını düşürdü, aynı hareketi yapacağını anlamıştım. Sonuçta tecrübeler yol göstericiydiler. Tam o, direksiyonu bize kıracağı esnada ondan önce davranarak ben ona doğru savurdum arabayı.


Hareketimle sarsıldı, afallamasını fırsat bilerek bir kez daha ona doğru kırdım direksiyonu ve ondan önce viraja girerek onu solladım. O, daha hakimiyetini sağlamak için uğraşırken ben hızlanıp son beş yüz metreye girdim. O, arkamdaydı; tıpkı olması gerektiği gibi. Dikiz aynasından ona bakmayı keserek önüme döndüm. Herkes bitiş çizgisinin ardında toplanmıştı.


Hızımı arttırarak bitiş çizgisini geçtim ve arabayı kaydırarak kalabalığın ortasında durdum. Kazanmanın verdiği zevk ayak parmaklarımdan saç diplerime kadar beni sardığında yaşadığımı bir kez daha hissetmiştim.


Hayat buydu.


Hayat, kanını yoğunlaştıran zevklerin sana tattırdığı duygularla yoğrulduğunda hayattı.


Ve benim hayatımda buydu...


Kazanmanın verdiği zevkle yanımdaki adama döndüm. Topraklarım gözlerine vurduğunda; okyanuslarında gezinen gurur emareleri eşliğinde “İşte benim kızım.” dedi ve bu bakışıyla eşit kelimeleri kazanmanın zevkinden daha çok haz verdi bana.


Her zaman, her koşulda beni desteklemesi ve sorgusuz yanımda oluşu kalbimin onun için atmasının en büyük nedeniydi.


Dışardaki kalabalığın arabanın camlarına vurmasıyla ikimizde aynı anda arabadan indik. Bizimkilerin gelip tebrik etmesiyle ortam daha da şenlendi.


“Hadi hanımlar, beyler kaybedenler paralarının ardından soğuk biraz içmek için şu tarafa ilerlesin!” Arda’nın bağırmasıyla kahkaha atarak omzuna vurdum.


“Paranın yarısı benim ha ona göre!” diyerek tehdit vari konuşmamla başka seçenek mi var dercesine ellerini kaldırdı. Ben tebrikleri kabul ederken Yağız, yarıştığım çocuğun arabasına doğru ilerledi. Çocuk, kaybetmenin mutsuzluğuyla sigara yakmış; arabasının yanında arkadaşlarıyla konuşuyordu. Çocuk daha ne olduğunu anlamadan Yağız, onu omzundan tutup yüzüne iyi bir yumruk geçirdi. Tek taraflı kavgayı fark edenlerin o tarafa doğru yönelmesiyle ortam bir anda boks maçına döndü ve kan görmek isteyen herkes daha fazlası için bağırmaya başladı. Berk, ortamın daha fazla dağılmaması için Yağız’ı tutmak için hareketlendi.


“Takla atabilirdi piç kurusu!” karnına attığı sert tekme eşliğinde çocuğa doğru haykırmasıyla birkaç göz onu durdurmam için bana döndü. Müdahale etmemi bekleyen gözlere omuz silktim ve karşımdaki manzarayı izlemeye devam ettim. Onu şu an durdurmam saçma olurdu. Şerefsiz hak etmişti ve cezasını çekmeliydi. Yarışlar adam öldürmek için değil eğlence amaçlı düzenleniyordu. Kimsenin iki kuruşluk zevki ve kazanma arzusu yüzünden kazaya sebebiyet verme hakkı yoktu.


Yağız, attığı birkaç yumrukla rahatlamıştı ki Berk’in onu tutmasına izin verdi ve Berk, onu çocuğun yanından çekerek bize doğru döndürdü. Çocuğun dağılan yüzüne ifadesizce bakıp yanındaki arkadaşlarına çevirdim bakışlarımı; yardım etmek için hareketlenmemişlerdi bile, gerçi şu an öfkeli terminatöre karşı gelmek büyük aptallık olurdu. Onlarda bunu anlamış olmalıydılar ki sağlıklı olanı seçip müdahalede bulunmadılar.


Aslancığım ona bakışlarım eşliğinde dört büyük adımla yanıma gelip tam önümde durduğunda sert aldığı soluklarının arasından sertçe yutkundu, gözleri düşüncelerimi okumak istercesine yüzümde dolanıyordu.


“Hak etmişti piç.” ses tonu, yaramazlık yapmış küçük çocuk gibi çıkınca gülümsedim. Kızacağımı düşünmüştü... Kollarımı beline sararak başımı göğsüne yasladım.


“Hak etmişti piç.” dedim omuz silkerek. Verdiğim sakin tepkiyle içi rahatlamıştı ki gülümsedi ve başımdan öptü. Karnıma sardığı eline baktığımda parmak boğumlarının soyulduğunu ve elinin üstünün kızardığını fark etmiştim.


“Hadi gidip bir şeyler içelim. Ayık kafa başa bela!” Melis’in keyifli söyleyişiyle hepimiz gülümseyerek sürekli takıldığımız bara doğru ilerledik. Kalabalık bardan içeri girdiğimizde bizim için ayrılmış olan masaya doğru geçtik. Herkesin masaya oturmasıyla içimdeki acının sebebini anımsadım.


Masadaki gözlere bakarak “Siz sipariş verin, ben geliyorum.” dedim ve masadan ayrılarak barmene doğru yürüdüm. Kalabalık insan topluluğunun arasından süzülerek ulaştığım tezgaha yaslanıp viski bardağını dolduran Burak’a baktım.


“Buz verebilir misin ama poşetin içinde olsun. Yaraya koyacağım.” Burak, bizi tanıdığı için sorgulamadan buzluğa gidip bir paket getirdi. Elime aldığım paketle gülümseyerek asker selamı verip tezgahtan ayrılarak masaya doğru ilerledim. Masada kurulan muhabbeti dinleyen aslancığın yanına oturduğum gibi yaralı elini elime alıp kucağıma koydum ve üstüne de buzu yavaşça yerleştirdim.


İşte o an çekilmişti bu fotoğraf Zeynep tarafından. Yağız’ın eli elimdeyken, gözleri gözlerimdeyken. İkimizde birbirimize gülümseyerek bakarken şu an karşımdaydı düştüğüm gözleri...


Zeynep tatlı bakışmamızın güzelliğini kaçırmamıştı ki hemen çekmişti resmi. Yağız, o kadar güzel gülümsüyordu ki bu fotoğrafta dayanamayıp bastırmıştım.


O zamanlar ne kadar mutluyduk, hayatı sadece birbirimiz için yaşıyorduk. Şimdi ise tam tersi şekilde iki yabancıydık.


Biz, bizden ayrılmış sen ve ben olmuştu bizim için.


Son düşüncemin içerdiği acıyla sövercesine bir nefes çektim içime ve çerçeveyi, sanki elimi yakıyormuşçasına yerine geri koydum. Gözlerimdeki yaşların canımı yakmasıyla elimin tersiyle onları yok ettim ve hızla beni yakan bodyi üstümden çıkardım. İlerimdeki yatağa yaralarımı acıtmayacak şekilde kendimi bıraktığımda düşüncelerden en iyi kaçış yolu olan uykuya sığındım.


Uyku, kaçıştı...


Loading...
0%