Yeni Üyelik
44.
Bölüm

43.Bölüm "Kalp Kırılır Acı İçi̇nde Yaşar"

@senabookss

“Küçük kız çocukları kahramanlarını kaybettiklerinde değil, kahramanların aslında hiç var olmadığını öğrendiklerinde büyürler...”


Yalanların Gerçeğe Dönüşmesinden Dört Gün Sonra...


İlk olmak... bir insanın her şeyine sahip olmaktan daha derin bir duyguyken bir insandan gitmenin de en imkansız yoluna girmek kadar geri dönüşü olmayan bir mahkumiyetti.


Ben mahkumdum.


Özgürlüğünü kendi elleriyle gardiyanına teslim eden bir kuklaydım çünkü o böyle istemişti.


Babam, beni benden almış yerime bir piyon koymuştu. O piyon, hislerini içindeki kız çocuğunun hayal gücüyle oluşturduğu sisle gizlerken annesinin gelebildiği akşamlarda getireceği bir paket çikolatayla kendini avuturdu.


Ve annesinin artık gelmeyeceğini, babasının ona vurduğu her bir darbeyle anlamıştı. Artık avunacak hiçbir şeyi kalmamıştı.


Ta ki o güne kadar... içindeki küçük kızın ölmeye yüz tutuğu anlarda ona perilerin gönderdiği kahramanına kadar. O kahraman bir çift sözü ve güven veren bir çift okyanusuyla kızın çıkmaya yüz tutmuş ruhunu tekrar kanatlandırmıştı.


Ve şimdi de ona sunduğu tüm ilkleriyle ondan aldığı sonlarıyla kanatlarını kırmıştı...


Unutma, Alisa... bir varmış bir yokmuş acı gider izi kalırmış.


Unutma dedi annem, “Sevgi, çok iyi bir yalandır; çünkü onun fidanından türeyen çiçek sana solmaz gibi gelir...”


Ben unutmuştum anne özür dilerim. Unuttuğum için kanatlarım kırılmış, sevgimden türeyen çiçeğim solmuştu.


Zaman bazı yaralara ilaçtı, hayır. Değildi. Bazı yaralar zamanla değil sevgiyle geçerdi ve ben sevgimden mahsun kalmış, yaramla baş başaydım.


Onsuzluğun demindeydim. Onsuz geçen dört gün, yanı doksan altı saat, yani beş bin yedi yüz altmış dakikanın ortasında artan saniyelere kaldırdığım kadehimleydim.


Dakikalar bir bir eksilirken hayatımdan, ben onu özlüyordum. Kanatlarımı kıran, çiçeğimi solduran adamın varlığını, bakışını, sesini, kokusunu özlüyordum. İçimden bu düşünceler geçerken bir an gülmeden edemedim. Hatta gülmekle kalmayıp kahkaha attım.


Sanırım deliriyordum.


“Bak.” dedim. “Bak bir bakışı, güzel bir sözü kandırıyor seni, sen onu; onun sana gösterdikleriyle tanıdığını sanıyorsun ama aslında kalbin bir yabancı için atıyormuş...” başımı iki yana bir çocuk gibi salladım. “Yaa o yüzden benim gibi hemen inanma bir erkeğe. Ben on dokuz senedir tanıyamamışım.” bakışlarım karşımdaki denize odaklanmışken gülerek söylediklerim aslında bir okyanus dolusu suya olduğunu dedikten sonra fark etmiştim ama umursamadım. Deniz, sözlerimin ardından estirdiği rüzgarla iyi bir arkadaş olup cevap verircesine saçlarımı okşadı.


Rüzgarın kimsesiz kalan saçlarımı okşamasıyla gülümseyerek elimdeki şişeyi ona doğru kaldırıp dudaklarımdaki gülümsemeyi bozmasını göz alarak içindeki acı sıvıyı içimdeki yaraya döktüm. Bugünümün son böyle dağıtabileceğim gün olduğunun farkında olarak birkaç şişe içebileceğimi düşünmüş, uzun zamandır gelmediğim uçurumun kenarında, ayaklarımı sarkıtmış oturuyordum.


Yarın hayatımın dönüm noktalarından biri olacak, İra Krallığının veliahtıyla görüşme yapacaktım ve sonucunda nasıl ilerleyeceğimi planlayacaktım. O yüzden içimi boşaltabileceğim son anımı burada, tek başıma geçiriyordum.


Gerçi tek başıma kalmayı ben seçmemiştim. Ben aslında yalnızlıktan korkardım çünkü çok yalnız kalmıştım.


Korkularıyla da insan sınanırmış, ben yalnızlığımla sınanıyordum.


Aras ve Seda, görüşme teklifimden dolayı benimle aralarına mesafe koymuştu. O, zaten yoktu... yani tek ve sadece kendime sahiptim. Başka kimsem yoktu.


Bu gerçek içimde bastırmaya çalıştığım sızıyı daha da sızlattı ve ben o sızıyı bastırmak için boğazımı yakabileceğimi düşünerek şişeden bir yudum daha aldım... aldım ve aldım... ne kadar aldım saymadım ama sızıyı içimden atıp yerine saçma bir keyfin yerleşmesi fazla aldığımı belli ediyordu fakat bu benim umurumda mıydı? Hayır.


Rüzgar sertleşip tenimi acıtacak seviyeye gelmesi yüzümde buruk bir gülümseme yaratırken gökyüzündeki yıldızlar acımı daha da acıtmak için ışıklarını sanki bilerek gözüme sokuyordu. Kafamı gökyüzüne kaldırıp sevdiğim yıldızların bana nispet yapmalarını umursamadan zihnimde çalınan şarkıyı onun sesinden dinlerken mırıldandım.


“Bir de ikimiz kalsak yıldızların altında... gözlerim kapansa da yıldızların altında...” ben şarkıyı mırıldanırken arkamdan gelen araba sesiyle kaşlarımı çattım. İçimdeki küçük kelebek süründüğü yerden kırık kanadını umutla çırpmaya başladığında artık yalnız olmadığımız için sevindiğini hissettim. Arabanın kapısının açılıp kapanmasıyla kafamı çevirip gelen baktım. Gördüğüm kişiyle yüzümde tuhaf bir tebessüm peydah oldu ve bu gülümsemeyi ben değil içimdeki kelebek yapmıştı, bu sinir bozucuydu ama üstünde durmadım.


Bana sinirle yaklaşan adama gözlerimi kırpmadan bakmaya devam ettim. “Ooo kalbimin düşmanı gelmiş...” kaşlarımı çatarak düşünceli şekilde başımı eğip gözlerimi kıstım. “Tanışıyor muyuz bayım?” dedim eğlenceli çıkan sesimle. Tanımadığım adam bana doğru ilerleyip çatık kaşlarıyla beni inceledi ve gözleri gözlerime değmeden önce elimdeki şişeye bakıp “Aras, her yerde seni arıyor. Niye açmıyorsun telefonunu?” diye sordu gergin sesiyle. Gözlerime bakmamasına gülümsedim ve önüme dönüp denizi izlemeye başladım.


Sonuçta bana bakmayan adama bakacak değildim. Ama ondan nefret etmek için can atarken onun kollarında kaybolmak isteyecek kadar aptaldım.


“Açmıyorsan konuşmak istemiyorumdur. Görgü kuralı da mı bilmiyorsunuz?” diye söylendim sinirle. Sanki gerçekten merak ediyormuş gibi konuşması sinirimi bozmuştu. Merak eden insan merak edeceği kişiyi yalnız bırakmazdı. Hem Aras, beni arıyorsa o niye gelmişti ki? Dört gün süren rekorumu kesmişti bana görünmesiyle. Ben aynı şehirde onu görmeden beş gün dayanabileceğimi düşünmüştüm.


“Sen niye geldin? Seni görmek isteyen mi var? Hayali yetmiyormuş gibi kendi geliyor. Ya sabır!” diye mırıldandım.


Yanımdaki tanımadığım şahıs mırıldanmamı duymasıyla gülerek “Hayalimi mi görüyorsun?” diye sordu deminki ciddiyetini kenara bırakarak. Sorusuyla içkinin üstümde yarattığı aptal boşboğazlığı fark ettim ama durmak için uğraşmadım çünkü bunu kontrol edecek beynim şu an çalışmıyordu.


Kafamı ona doğru çevirip baktığımda üstündeki takımı görmenin verdiği sinirle “Evet ve biliyor musun bunun halk arasında bir tabiri bile var. Kabus görme!” dedim ve giydiği kıyafete bir bakış atıp önüme döndüm. Üstündeki şık takım ona ait değildi. O, böyle giyinmeyi sevmez, gömleğin onu sıktığını söylerdi. Şimdi ise sanki sürekli onları giyiyormuş gibi rahat davranması sinirimi bozmuştu. Gerçekten de tanımıyor muydum bu adamı ben?


Söylediklerimle gülümsemesi yerini ifadesizliğe bıraktı ve gözleri rüzgarda uçuşan saçlarımda gezinirken yutkunarak bakışlarını kaçırıp yanıma oturdu. Bedenin bedenimle yan yana oluşu ruhumuzdaki mıknatısları harekete geçirdiğinde zıt taraflarda olduğumuzu hatırladım. Yanıma oturmasıyla sadece mıknatıslı oluşumuz değil, rüzgar bile benim tarafımı tutmayı bırakarak onun tarafına geçmişti ki kokusunu burnuma doğru itti. Özlediğim kokusunu tekrar duymak içimdeki duyguları tekrar ayaklandırdı ve sinirle bir yudum daha içip ondan uzaklaştım.


Avuçlarımı taşlara yaslayarak kalçamı kaldırarak yan tarafına doğru oturdum. “Kim dedi sana otur diye? Ben oturuyorum burada kalk.” dedim memnun olmadığımı belli eden sesimle. O ise dediğimi umursamadı ve ondan uzaklaşmama buruk bir şekilde gülümseyip denizi kıskandıracak mavi gözlerini bana çevirip içimi yakacak o kelimeyi öpmek için canımdan vazgeçeceğim dudaklarından döktü.


“Özledim.” derin sesi içimdeki ayrılık yarasını eşelediğinde bunu beklememenin verdiği afallamayla bir an gözlerinde kayboldum. Okyanuslarında gezen küçük gemim alabora oldu ve ben onun gözlerinde kayboldum. Onun denizinde çırpınırken dört gün önce dediği pişmanlık kokan cümlesi çırpınan bedenimi denizin en dibine çekti.


Dibe doğru çekilmemle kendime gelerek omuz silktim. “Bana ne senin sorunun beni bağlamaz. Kalk yanımdan.” konuşurken ona bakamamış önüme dönüp elimdeki şişeden bir yudum almıştım. Yanımdaki tanımadığım şahıs dediklerimle sesli bir şekilde güldü.


“Seni değil, burayı özledim.” dedi yaraladığı ruhumu yarım bıraktığı işi tamamlamak istercesine öldürmeye teşebbüs ederek. Söylediği ve benimle dalga geçmesinin üstümde yarattığı sinirle kendimi tutamayarak omzuna vurup bağırdım.


“Kalk lan yanımdan. Özlediysen git başka zaman gel, önce ben geldim.” bağırışımdan ziyade ona vurmamla dönüp bana baktı ve elimdeki şişeyi alarak içinden bir yudum aldı. İçtiği şişeyi tekrar bana uzattığında hızla elinden aldım ve ondan uzak olan yere koydum. “Seninle bir şeyimi paylaşmak istemiyorum.” dedim ciddi bir şekilde ama o bunu duymamış gibi yaparak uçurumdan aşağıya baktı.


Yüzünde özlemli bir ifade yer edinirken samimi sesi beni kendine çekti. “Hatırladın mı o günü?” diye sordu asırlar öncesinden bahsedermiş gibi. Sorusuyla zihnimde canlanan an yüzümde buruk bir gülümseme, kalbimde küçük bir sızı oluşturdu...


10 Sene Önce Sen ve Ben Varken...


Bende hata! Evet, evet bende. Sen niye susuyorsun ki? Yapıştır ağzına bir tane bak bakalım daha konuşabiliyor mu? Hayır, hayır hata aslında bende değil beni sevdiğini söyleyemeyen o korkaktaydı!


İçimde hissettiğim öfke ve kıskaçlığın beni getirdiği uçurum kenarında öfkeli adımlarımın destekleyen katliam planlarıyla bir o tarafa bir o tarafa yürüyordum. Okyanustan esen sert rüzgar tenimi döverken ben zihnimde o kızı dövüyor, akan zamanı onun gelmesine olanak sağladığı için kendimden akıtıyordum.


Onun gelmesini beklerken içimdeki fırtınayı dindirmesi için derdimi denize anlatıyordum çünkü yıldızların zamanı daha gelmemişti ve bu şu an hiç hoşuma gitmeyen şeylerden biriydi. Yıldızlar onlara anlattığımı hiç değilse karanlığıyla bana saklayıp cevap verebiliyordu ama okyanus beni bir tarafına bile takmıyordu.


Sanırım öfkem beni delirtme noktasına ulaşmıştı.


Sinirle soluyarak uçurumun kenarında durmuş aşağıya bakıyordum ki kulaklarıma ilişen araba sesiyle dönüp sinirimi bozan şahsın yanıma gelmesini bekledim. Ben onu içimdeki fırtınayla beklerken onun rahat bir şekilde arabadan inmesi bozuk olan sinirimi daha da bozdu ve stresimi ayağımı sallayarak göstermeye çalıştım. Bana doğru yürürken gözleri beni süzmüş, sallanan ayağım ve yüzümdeki ifade ona her şeyi anlatmıştı.


Bakışlarıyla yüzünde tedirgin bir ifade peydah oldu. “Güzelim, ne yapıyorsun burada? Niye geldik?” diye sordu merakla. Sorusuyla gözlerim kısılırken meraklı ve masum gibi çıkan sesine karşılık kollarımı göğsümde birleştirip ona dik bir şekilde bakmaya başladım. Sağ ayağımı stresle sallarken yüzüne bir tane vurmamak için kendimi tutmaya çalışıyordum.


Okyanus gözlerine bakarken içimdeki fırtınanın onun sularını bulandıracağını umursamadan “O kızı mı seviyorsun yoksa beni mi?” diye sordum ama sorum beni tatmin etmeyince hızla ekledim. “Ya da dur sen beni seviyor musun?”


Peş peşe kalbimden döktüğüm sorularımla yüzünde belirgin bir şaşkınlık peydah oldu. Çocukluğundan beri değişmeyen mavilerini bir sürü duyguyla doldurmuştu. “Nereden çıktı şimdi bu?” şaşkınlığını perçinleyen sorusu benim sorularıma cevap olmazken içimdeki fırtına gözlerimi yaktı. Yanan gözlerimle adım adım ona yaklaştım, rüzgar kokusunu burnuma doldururken acaba o kızda bu kokuyu ciğerlerine zevkle doldurdu mu diye düşündüm.


“O kız, onunla görüştüğünü söyledi.” dedim ve söylememek için can attığım ama söylemek zorunda kaldığım o soruyu dillendirdim. “Sen onu seviyor musun?” kuşku dolu sesim ve onu sevmediğini bildiğim halde bana bunu sordurduğu için ona duyduğum nefreti besleyen hislerimle bekledim. Yağız, söylediklerimle gözlerime bakıp düşünceli bir şekilde düşündü. Soruma hemen cevap vermemesiyle sinirle gülümseyip kendimi kendimden korumak istercesine içimden saymaya başladım. Sakin ol... nefes al... bekle...


Öfkeyle hareket edersen öfkenin kölesi olursun. Sen köle değil Kraliçesin...


Bakışlarım onun sağlığı için ondan uzaktayken kurduğu cümleyle denizde olan topraklarımı onun okyanuslarına öfkeyle doldurdum. “Tatlı kız aslında, görüşebilirim.” soru sorarcasına dudaklarından dökülen cümleyle gençlik hislerim bir kırbaç misali kalbime indi.


Bu şahıs benden başkasına tatlı deme cürrettinde mi bulunmuştu? Hem de küçük bir varlığa değil onunla aynı yaşta olan bir dişi varlığa? Söylediği can sıkan cümlenin midemdeki kelebekleri öldürmesiyle dolan gözlerim sesimi titretti.


“Sen, benim senin için tartıştığım kız hakkında tatlı mı dedin şimdi?”


“Sen niye tartışıyorsun ki kızla?”


“Senin hakkında konuştu çünkü!”


“Sende benim hakkımda konuşuyorsun.” haklılığıyla bir an durakladım ama belli etmemeye çalışarak hemen toparladım kendimi.


“Ben konuşurum çünkü benim. Ben senin hakkında her şeyi yaparım! O, yapamaz.” dedim ve bir an daha alçak sesle mırıldanarak kendimi onaylatma ihtiyacı duydum. “Yapamaz değil mi?”


Omuzları bıkkınlıkla düşerken sıkkın bir nefes verdi. “Bunları biliyorsan neden kendini başkalarıyla kıyaslıyorsun? Baban kavga etmemeni kaç kere dedi sana? Ceza mı almak istiyorsun Alisa?” kızar tonda konuşmasıyla bende kendimce haklılığımı bahane ederek sinirle ayağımı yere vurdum.


“Bana aranızdan çıkmamı söyledi. O seni, sende onu seviyormuşsun! Evlenecekmişsiniz.” dedim öfkeyle. Kızın söylediklerini sesli şekilde tekrar edince yine sinirlenmiştim. Saraya gidince bir bahaneyle ona vurmam gerekiyordu ki hıncımı bir nebze çıkarabileyim...


Yağız, söylediklerimden keyif almış bir şekilde gülümsedi ve ellerini pantolonun ceplerine yerleştirerek bana mavi gözlerini parlatan ışıkla baktı. “Evlenmek mi? Üzgünüm kelebek tek eşlilik bana göre değil.” dedi ve omuz silkerek ekledi. “Hem ne var bunda, bunun için mi kavga ettin?”


Eş kavramını bir hiçmiş gibi kullanmasıyla hislerimin bir dikenli tel olup kalbimi sardığını hissettim. Beni takmaması ve kıza laf etmemesinin yanında gıcık bir tavırla ilişki bakış açısını söylemesi öfkemi harlamıştı. Benim duygularım beni boğarken onun bu kadar rahat olmasına izin verecek değildim. Ben yanıyorsam o da yanacaktı.


“Bende seni seviyorum aptal!” duygularım bir volkan misali patlarken dudaklarımdan lav gibi döküldü. O kadar yüksek sesle bağırmıştım ki o cümleyi boğazım acımıştı ama şu an bunu umursamadım çünkü ben demin aptal gibi bir şey itiraf etmiştim ve bunu şimdi fark etmiştim... söylediğimi sonradan anlamanın utangaçlığıyla yüzümü buruşturup kafamı çevirdim. Ona bakamayacak kadar utangaçlık duygusuyla kaplanmıştım. Bakışlarımı kaçırmamın üzerinden bir dakika geçmişti ama hiçbir dönüt alamamıştım, içimi kemiren mide bulandıran hislerle başımı hafifçe çevirip ona baktım.


Hiçbir belirti göstermeden bana donmuş şekilde baktığını görmemle kaşlarımı çatarak ona bakıp elimle kolunu dürttüm.


Lan inme indi çocuğa!


Yağız, onu dürtmemle kafasını iki yana sallayarak kendine geldi ve sertçe yutkunurken kaşlarını çatıp omuzlarını dikleştirdi. “Alisa, biz arkadaşız ve öyle kalacağız. Fazlası olmaz.” aksini kabul etmeyeceğini bildirircesine ciddi söylemiyle istemsizce kaşlarım havalandı ve ondan iki adım uzaklaşarak yüzüne ciddi misin sen dercesine bakmaya başladım.


Cidden ciddi miydi bu?


“Arkadaşız... biz yani sen ve ben?” diye sordum işaret parmağımla bir onu bir de kendimi belirtmek istercesine. Şaşkınlıkla harmanlanmış yüzüme karşı sorumla başını olumlu anlamdan salladığında yüzümdeki ifade yerini öfkenin aynasına çevirdi.


“Ne zamandan beridir sen arkadaşlarını kıskanıyorsun?”


Yüzündeki ifade bir an sarsıldı. Keskin çenesi varlığını belirtmek istercesine kasıldığında adem elması oynadı. Gözlerim bir an oraya kaysa da hemen kendimi öfkeme odakladım. “Kıskanmak mı? Neyim ben mağara adamı mı? Kıskançlık kısmından beni vuramazsın canbaz.” dedi dalga geçercesine olayı kapatmaya çalışarak.


“Hımm öyle mi aslancık o yüzden mi yanıma erkek sinek yaklaştığında hırlıyorsun?” kollarımı göğsümde birleştirirken aynı onun gibi alaylı tonda konuşmamla omuzları gerildi.


“Orası ayrı. O kıskançlık değil koruma iç güdüsü. Ben seni koruyorum sonuçta arkadaşımsın.” bir kere daha arkadaşız derse kafasını taşlara vuracaktım.


“Arkadaşız ve öyle kalacağız... o yüzden mi dibimden ayrılmayıp sürekli kıskanıyorsun? Nasıl bir arkadaşlıkmış bu ya sürekli beni koruyup duruyorsun falan?” ses tonumu bastırmaya çalıştıkça içimdeki öfke onu yükseltiyordu. “Sen Melis’le, Seda’yla ne bileyim Zeynep’le de arkadaşsın değil mi onları da böyle kıskanıp koruyor musun?”


Resmen bana arkadaşız dedi... bana... bana.


“Evet, onları da öyle koruyorum. Senin bir farkın yok.” kendinden emin şekilde söylenmesiyle derin bir nefes alıp arkamı döndüm. Gözlerine bakmak istemiyordum, varlığını kendime yük edinmek istemiyordum.


Biliyordum, bu öfkemle yüzüne bakmaya devam etsem onu uçurumdan atabilirdim çünkü o sözleriyle beni okyanuslarında yakmıştı.


Bakışlarım dalgınca uzağımdaki okyanusu buldu. Zihnim ruhumu susturdu, evet dedim içimden evet. Onu uçurumdan atabilirdim.


Ayaklarım benden bağımsız hareket etmeye başladıklarında yörüngesi uçurumun sağ köşesiydi. Araf diye anılacak kısımda sağ ve solun bir nefes ayrımında durup ona baktığımda kaşlarını çatmış, yüzündeki korkuyla ayaklarıma baktığını gördüm.


Bakışlarını ayaklarımdan çekmeden “Gel, bu tarafa.” dedi emredercesine. Korkmasının verdiği keyifle ellerimi iki yana açtım ve gülümseyerek yüzüne bakıp “Hoşça kal!” deyip kendimi rüzgarın savruk hissine sararak uçurumdan aşağıya bıraktım.


Kendimi boşluğa emanet etmemle vücuduma hücum eden hava bana uzun zamandır hissetmediğim kalp sıkışmasını yaşattı ve ben kendimi altıncı saniyede soğuk suyun içinde buldum. Suya hızla çarpmamla vücudumda oluşan acı içimdeki ki sızıların gölgesinde kalırken suyun soğukluğu beni uyandırdı.


Suya hızla çakılmamla dibe doğru inen bedenim peşimden atlayan şahsın bedenimi tutup yukarı çekmesiyle aşağı doğru inmeyi kesti. Bana sarılan kolları belimi sıkarken suyun üstüne çıkmamızla derin bir nefes alıp ona sarıldım. İkimizde derin derin nefes alırken içimde oluşan tuhaf hisle gülmeye başladım. Gülmemi bastıramıyorken omzunda olan başımı kaldırarak kollarım boynundayken bacaklarım beline sarılmış haldeyken ona baktım.


“Onlar içinde atlarsın değil mi uçurumdan?” gülerek konuşmamla aralık dolgun dudaklarından aldığı kısık nefeslerin yüzüme vurduğu her bir darbede içimin gıdıklandığını hissettim. Kumral saçları alnına düşmüş, giydiği tişörtü üstüne yapışmıştı. Şu an fazla iyiydi...


“Ne çeşit bir manyaksın sen?” sinirli sesi kulaklarıma ulaşırken sesinden ziyade alevle dans eden gözleri ilgimi çekiyordu. Benim için bir an bile düşünmeden peşimden atlamıştı. Benim için...


“Senin çeşidinde bir manyağım var mı?” dedim inatla üstüne gitmeyi seçerek. Artık kelimeleri benim için önemli değildi.


“Var!”


“Ne var?”


Başını iki yana sallarken belimdeki eli sıkılaşmıştı. “Ölümüm senin elinden olacak. Daha büyük ne var olabilir?”


Tebessümüm genişlerken durumumuza çok zıt olduğunu bildiğim ama tutamadım bir cilveyle ona baktım. “Benim için ölmez misin?”


“Senin için yapacağım en küçük şey uğruna ölmek olur.” her bir kelimesi göz bebeklerimi titretirken anlamını anlamlandırdığım cümlesi kalbime dokundu ve o an karar verdim. Beni seviyordu.


Beni seviyordu ama cesareti yoktu ve ben ona bu cesareti verecektim. Ben onu bu ilişkiyi yaşatmak için yüreklendirecektim...


ŞİMDİKİ ZAMAN AYRILIĞA DÜŞÜŞ...


Hatıralardan kalan anılar can yakacak kadar güzel olduğunda gerçeğe dönüş midenize ağır bir darbe atardı. Aldığım sarsıtıcı darbeyi bastırmak istercesine elimdeki şişeden bir yudum aldım.


“En pişman olduğum hatam sana orada onu itiraf etmek.” kabullenişim dudaklarımdan ağır bir kırıklıkla dökülürken sesim kısıktı. Bu gerçeği saklamak istiyor gibiydim. O an gençliğin verdiği arsızlıkla hiç düşünmediğim bir şeyi yapıp ona ilk ben seni seviyorum demiştim. Aslında burada önemli olan ilk kimin dediği değildi, burada önemli olan benim kıskançlık sonucu bunu söylememdi. Kendi içimden geldiği için söyleseydim bu anı hata olarak görmezdim. Hatamın hissettirdiği pişmanlığı itiraf etmemle cebinden sigarasını çıkarıp yaktı. Rüzgar onun dudaklarından döktüğü sisi benim yüzüme sürüklerken yanında yok edemediğim kokusunu da barındırıyordu.


Gözlerimin ucuyla ona yandan bir bakış attığımda sigarasından yayılan acı duman yüzünün önünden bana doğru tıpkı benim onun kalbinden yokluğu doğru sürüklenmem gibi savrulduğunu gördüm. Gözleri bende değildi, göz rengiyle ikiz olan okyanustaydı.


Okyanus olmak isterdim.


“Hatalar başlangıcı doğurur. İyi ki o hatayı yapmışsın.” bana bakmıyordu ama görüyordum. Gülümseyerek dökmüştü bu cümleyi dudaklarından. Söylediğinin şimdiki durumumuzu hatırlatmasıyla ona doğru eğilip dudaklarının arasındaki sigarayı aldım. Kırmızı alevin yarattığı kül dudaklarıma ulaşana kadar bacağıma düşerken bunu umursamadım. Onun dudaklarından dökülen can yakıcı cümleyi onun dudaklarına değen sigarayla silmek istercesine bir nefes çekip dumanı onun yüzüne doğru üfleyerek sigarayı ona uzattım.


“Ne kadar ironik...” güldüm, halbuki canım acıyordu. “Benim yaptığım hata başlangıcımız olmuşken senin yaptığın sonumuz oldu.” dedim ve ayağa kalktım. Doğrusu ayağa kalkmaya çalıştım çünkü alkolün etkisi insanı biraz bebeklik dönemine götürebiliyordu. İki tarafa da ağır çekimde yıkılmaya yeltenen molozdan farksız bedenimi fark etmişti ki hızla kalkıp beni tuttu. Tutan kişinin tenimi gıdıklayan dokunuşundan onu tanımadığım için kaçma ihtiyacı duyarak beynimin komutuyla ellerini üstümden ittim.


“Dokunma. Tanımadığım insanların dokunmasından hoşlanmıyorum!” dedim sert bir tonla. Bedenim uzaklaşan teni yerini esen rüzgarın soğukluğuna bıraktığında gözleri tenimi yakmaya başladı. Topraklarım canımı acıtacağını bildiği halde onun okyanuslarındaki idam sehpasına çıktığında bakışları ayaklarımın altındaki iskemleyi itti.


“Beni bir tek sen tanıyorsun ama gözün o kadar kör olmuş ki tanıdığına bile güvenmiyorsun!” öfke kokan bağırışı göz bebeklerimi titrettiğinde çatılan kaşlarımla ona baktım.


İşaret parmağımla kendimi gösterirken alayla güldüm. “Ben mi seni tanımıyorum?” buna cidden gülünürdü... “Doğru tanımıyorum ve bunun tüm suçlusu sensin!” işaret parmağım kalbimin üstünde tenimi acıtırken bastırmaya devam ettim. Acı geçerdi ama yalanlar örtülmezdi. Onun yalanları benim kalbimin en açık köşesinde, zihnimdeki yaraların en başındaydı. Onları kapatmam mümkün değildi. “Ben var ya aptal gibi kim olduğunu bilmediğim adamla yatıyormuşum on senedir. Sen bana neyden bahsediyorsun?” ses tellerimi zorlayan bağırışım göğsümdeki parmağın yerini aldı.


Sakladıklarını bile bile bir de üste çıkmaya mı çalışacaktı? Buna asla izin vermezdim. İçimdeki öldürdüklerinden geriye kalan hislerimin cesetlerini ona vermeden iyileşemezdim ve ben iyileşmek istiyordum.


Bağırmamla yüzünde bir sürü duygu oluştu. Sanki bir şey demek istiyor da diyemiyormuş gibi ya da sarhoşluğumdan iyimser tarafım onu özlediğim için bana böyle düşünmemi söylüyordu, ne gördüğümden emin değildim.


Tek bildiğim canımın yandığıydı, alışık olduğum acı değildi bu hiç alışmadığım bir acıydı. Onun bana yaşattığı acı kimsenin yapamadığı kadar güçlüydü üstümde.


Acı çekmeye alışmıştım, sorun bu değildi. Sorun, şu an hissettiğim acıyı yaşatan kişiydi...


“Öfkelisin anlıyorum ama bunların hiçbiri sorduğun soruyu sorma hakkı vermezdi sana. Canını acıttım ama sen düşündüğün şeyle beni öldürdün.” okyanuslarındaki sisli bakışla bana bakan gözlerine kapıldığım anda söylediğini ilk bir an anlayamadım ama düşündüğümde o günden bahsettiğini anladım. Canını acıtmanın verdiği keyifle ona doğru yaklaştım aramızda iki adımlık mesafe vardı. Varlığı açık alanı dolduracak kadar beni küçültüyordu ve bu daha da çok sinirimi bozuyordu.


“Yalan mı söyledim? Ne öldürmeyecek misin beni? Yer Altı, Krallığın gücünü kırmak için bunu sürekli yapmıyor mu? Sen niye kaldın ki sarayda, bunun için değil mi? İstediğini elde ettin şimdi de benden kurtulacaksın.” bir an aklıma fikir gelmiş gibi gülümseyerek uçuruma bakıp ona döndüm. “Belki de şimdi kurtulursun ha? Sol taraf kayalık taraf, beni oradan itmen yeterli!” öfkeyle kurduğum her bir cümleyle aynı duygu onun gözlerinde şimşek çaktı, mavi gözleri son dediğimle alev gibi parladı ve bedenini benden iki adım uzaklaştırarak başını hızla iki yana salladı. Bedeni bir bombaydı ve ben onun fitilini ateşlemiştim.


“Yapma!” dedi bağırarak. “Bunu bana yapma!” ama aslında bağırmadı, o ses tonunu en son ne zaman duyduğumu bile hatırlamıyordum. Benden uzaklaşıp yürümeye başlaması içindeki öfkeyi benden uzaklaştırmak için olduğunu bilmenin verdiği hisle korku kırıntıları üzerinde yutkundum. Şu an karşısında bir başkası olsaydı muhtemelen komalık olmuş veya ölmüştü...


Biraz ilerleyip tekrar bana doğru döndüğünde yüzünde gördüğüm ifadeyle ona bakıp tedirginlikle titredim. Gözlerinin ve zihninin öfkeye yenildiğini görmek içimde tuhaf bir his oluşturdu. Ben bu ifadeyi birinde daha görmüştüm ve sonunda canım çok yanmıştı...


Sekiz yaşındaydım, yaralıydım çünkü yaramazlık yapmıştım. Annem beni ziyarete gelmiş, giderken de bana en sevdiğim çikolatadan getirme sözü vererek uykunun güvenli kollarına beni teslim ederek cennete gitmişti. Hatırlıyordum o geceyi çünkü annemin cennete gittiği o gece ben cehennemle tanıştım.


Güneşin geceye karşı geldiği, yıldızların sessizlikle gökyüzünden kovulduğu bir saat aralığında odadan oluşan gürültüyle uyandığımı hatırlıyorum. Gözlerimi korkuyla açarken geçen sefer yediğim çikolatadan mı ya da sabahki yaramazlığım yüzünden mi kızacaklar diye düşünürken uyku sersemliğinden çıkmak istercesine alçısız elimle gözlerimi ovdum. Babam, perişan bir şekilde odama girmiş yüzündeki korkunç ifadeyle bana sanki karşısında ben değil de yok edilmesi gereken bir düşman varmış gibi bakıyordu.


Konuşmama fırsat vermeden üzerime gelip büyük elini saçlarıma dolayarak beni yataktan çıkardığını hatırlıyordum çünkü acısı unutabileceğim sızının çok üstündeydi. Korkum kardeşim olmuş yanımda dururken ilk kez kendimi dilsiz hissettim. Beni yere, duvarın dibine fırlatışını hatırlıyordum. Yaralarımın sızısı tenimin altında kaynıyordu. Alçılı elimin yere çarpmasıyla attığım acı çığlığın boğazımı kestiğini hissetmiştim. Kapının eşiğinde babama müdahale etmeyen eğitmenimi göz ucuyla görmüştüm. Onun önünde de ablamı...


Ablam nenden buradaydı? Babam neden beni dövüyordu?


Bir şeyler söylüyordu öfkeyle ama anlamlandıramıyordum, gür sesi odada yankılanırken göz yaşlarım tenimi korumak istercesine kaplıyordu yüzümü ama nafileydi. “Sen öldürdün.” dedi babam bağırarak. “Senin yüzünden karım öldü.”


Onun karısı, benim kurbanım. Annem kurbanım mıydı?


“Hayır.” ilk kez konuştum ama konuştuğuma pişman oldum. Yerdeki alçılı elime ayakkabısının sert tabanını vurduğunda alçı parçalandı ve benim hissettiğim acı gökyüzü olup taştı. Acı çığlığım sarayı inletirken elimi kıpırdatamadım. Hissettiğim acı o kadar büyüktü ki dayanamadım. Göz pınarlarımdan düşen yaşlar beni benden içeri gömerken dudaklarımdan tek bir cümle döküldü.


“Annemi ben öldürmedim.”


O gecenin sabaha karışıp benim ölümle yaşam arasında kaldığım arafın anından sonra babam elimin alçıya alınmasına izin vermemişti. Bakılmama bile izin vermemişti. Eğitmenim, dersler sırasında bana kremler sürer; ilaçlar içirirdi. Elim, o gecenin hatırası şeklinde somut olarak göz hapsimdeydi. Serçe parmağım ve yüzük parmağımın arasındaki kemik yanlış kaynamıştı, o yüzden serçe parmağım diğer elime göre daha ayrıktı, onu yüzük parmağıma yaklaştırarak kullanamazdım.


Hatırlıyordum. İlk katil damgası yediğim zamanda canımın nasıl yandığını biliyordum. Şu an karşımdaki adamın bakışlarını ilk sekiz yaşımda görmüştüm ve gördüğüm için kendimden nefret etmiştim. Hatıraların canlandığı sürükleyici girdaptan Yağız’ın hızla bana doğru yürümesiyle sıyrıldım ve hatıraların dizinde oturmuş zihnimin yönlendirmesiyle elim ceketimin cebindeki bıçağa doğru kaydı.


Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama içimdeki küçük kız bunu yapmamı söyledi ve ben titreyen elimi cebime doğru götürdüm. Yağız, elimi cebime doğru götürmemle durakladı. Okyanusları elime bakarken urgan misali gerildi suları.


“Sen...” dedi durakladı. Sanki bunu kabul edemiyormuş gibi yutkunarak zorla araladı dudaklarını. “Bunu gerçekten düşünüyorsun. Benim sana zarar vereceğimi... Sen, beni öldürmüşsün içinde.” sesindeki acı kulaklarımı yakarken elimi yavaşça oradan çektim ve ona bakmayı reddederek bakışlarımı denize çevirdim.


Biz şu an ne yaşıyorduk? Kafam yerinde değildi, kim olduğumu, karşımdaki adamın kim olduğunu, hiçbirini beynimde bir yere oturtamıyordum. Zihnimin çalışmamasına sinirlenerek yere koyduğum içki şişesine doğru yürüyüp hırsla elime alarak düşünce yakan acı bir yudum içtim.


İçkinin boğazımı yakmasından mı yoksa demin sevdiğim adama bıçak çekmeyi düşündüğüm için mi bilmiyorum gözlerim dolmuş akmak için benimle savaşıyordu. İçimde bir savaş vardı ve bu savaşın iki tarafı da bendim. Geçmişim bendi ve geleceğimdeki beni yok etmek için savaşıyordu. Geleceğim, geçmişimi yok etmeye çalışıyordu ki devam edebilsin. İki tarafta da darbe alan bendim, her zamanki gibi vurulan bendim. Kalbimden yediğim her kurşun kendime attığım bir vurgundu.


Dolu gözümden beni zehirleyen yaşlardan biri düşerken derin bir nefes çektim içime. O sırada arkamı döndüğüm adam konuşmaya başladı ve ben savaş meydanında kalkansız kaldım.


“On sekiz yaşımda babanla anlaştım. Bana iki seçenek sundu, ya Liderliği kabul edip Yer Altına gidecektim ya da burada seninle kalacaktım. Ben seni seçtim. Ben senin için babanın esiri olmayı seçtim ama sen beni hiçbir zaman seçmedin. Sen hep babanı ve gücü seçtin.” isyanı yüksek sesiyle kendini gösterdiğinde söylediklerinin oluşturduğu hançer zihnimde delik açtı. Akan yaşlarım varlıklarını arttırırken beynim duyduklarıyla geçmişi önüme serdi. Yağız'ın dedikleri zihnimde dolanırken babamın dedikleri de üstünde dönmeye başladı.


Farkındalık bir zincir olup göğüs kafesimi sıktığında hızla Yağız’a döndüm. “Sen babamla anlaştın yani seni bir yere yollayamazdı!” şaşkınlıkla dilimden dökülen kelimeler hissedemediğim duygulardan daha çok dokundu yüreğime. Konuşmamla yüzündeki öfke yerini ciddi bir ifadesizliğe bıraktı. Çatılan kaşlarıyla kafasını evet anlamında salladı ve benim için dünya dönmeyi kesti. Onayıyla gözlerimi kapatıp içime içimi yakan bir nefes çektim. Ağlamama eklenen çaresiz gülümseme yerini sesli bir kahkahaya bıraktı.


Galiba deliriyordum...


Galiba delirmiştim...


Beni onlar delirtti.


Acı kahkaham yerini soluksuz bir fırtınadan doğan yakarışa dönüştüğünde karşımdaki adama baktım. Bana demin onu hiç seçmediğimi söyleyen adama doğru ilerledim. Nefesim düğüm olmuş boğazımı keserken çenem titreyerek hislerimi bende görünür hale getiriyordu. Yüzümde nasıl bir ifade varsa yüzündeki ciddiyet yerini tereddüte bıraktı. Tam önünde durup gözlerine gözlerimi parçalayacak bir öfkeyle baktım.


“Senin o sakladığın gerçek yüzünden ben şimdi bu bok çukurundayım. Sen onu saklamasaydın gitmek zorunda kalmayacaktım. Şimdi kendinle gurur duyabilirsin Lider Bey, daha önce seni bu bataklıktan kurtarırım dediğin kadını sen bu bataklığa attın. Git şimdi keyfini sür!” dedim ve onu iterek uzaklaştım.


“Ben sana zarar vermedim.” o kadar söylediğim şeyin ardından sadece tek bir cümle kurabildi. Bakışlarım ona değdiğinde donuk bir ifadeyle bana baktığını gördüm. Onu itmemden bile etkilenmemiş, sadece içindeki kuytuda sözlerimin ağırlığını kalbinden kaldırmaya çalışıyor gibiydi.


“Bana en büyük zararı sen verdin.” dedim başımı iki yana sallayarak.


“Ben sana asla zarar vermedim.”


“Sen beni kimsenin yıkamayacağı şekilde yıktın.”


Okyanusları taşmak için sahibinden izin almaya çalışırken kasılan bedeni ruhuna dar geliyordu. “Ben sadece seni sevdim.” dedi beni ikna etmeye çalışırcasına.


“Seven soldurmaz. Sen beni çiçek açmadan soldurdun.”


“Her zamanki gibi yine beni suçluyorsun. Seni bataklığa iten baban Alisa. Beni bizden ayıran baban! Ama sen onu görmüyorsun ve en kolay harcanan ben olduğum için beni sana duyduğum sevgiden vuruyorsun. Neden her zaman önce beni harcıyorsun? Çok sevdiğim için mi?”


İsyanı ağır suçlayıcılık barındırdığından mı yoksa sözlerinin ağırlığının benim omuzlarıma ağır gelmesinden mi bilmiyorum ama bir an dengemi sağlayamadım. Geriye doğru yalpalarken son anda dengemi kurdum. Bakışlarım bir an olsun onun kırık bakışlarından ayrılmazken kendimi bir hiç gibi hissettim. Onu hiçlikle sınayan bir canavar gibi hissettim.


“Ben seni harcamadım ben senin yalanlarınla kendimi kaybettim. İkinizde beni mahvettiniz.” dedim kendimi ağrılığının altında ezilmekten kurtarmak istercesine. Bana doğru yaklaşmaya başladığında gözlerimiz bir an bile ayrılmadı. Önümde durup yüzündeki acıyla bana baktığında gözlerim sularımla yandı.


“Özür dilerim. Ben sadece seni istedim.” dedi buruk bir tonla. Gözümden aşağıya bir yaş benim yerime intihar ettiğinde dudaklarım titreyerek aralandı. “Bugünü yaşayacağımızı biliyordun ama yine de yaptın... sen beni değil kendini seçtin. Beni seçseydin yalanlarınla koynunda uyutmazdın.” son cümlem ikimizin arasında deprem yaratırken daha fazla kanamamak için gitmeyi tercih ederek bakışlarımı kaçırıp arabaya doğru yürüdüm. Yağız, bana karşılık verecek bir şey söylemedi ama arabaya gittiğimi fark etmişti ki kolumdan tutup beni durdurdu. Dokunuşuyla ona doğru öfkeyle döndüm, yüzümdeki ifadeyi gördüğünde bakışlarını kaçırdı ama temasını kesmedi.


“Aras, gelene kadar bekle. Tek gidemezsin.” sakince konuşmasıyla başımı eğerek ayağımı yere vurdum. Haklıydı, kafam yerinde değildi. Kolumu elinden sertçe çekerek oturduğum yere doğru yürüdüm. Kalçamı sertçe taşların üzerine koyduğumda içimden kendime sövsemde dışardan bunu belli etmedim. Denizin esen meltemi içimdeki fırtınayı soğuturken kurutmaya çalıştığım yaşlar yerlerini boş bırakmamaya yemin etmişçesine akmaya başladı. Olanları düşünmek ve düşünmemek için içmek... berbat bir durumdu.


İkimizde birbirimiz için kendimizce bir şeyler yapmaya çalışıyor ve beceremiyorduk. Galiba ikimizde birbirimizi hak etmiyorduk.


Ben tek başıma otururken ona dönüp bakmadım ama biliyordum ki şu an arabasına yaslanmış bir şekilde beni izliyordu ve Aras, gelene kadar da gitmeyecekti. Onu umursamamaya çalışarak yere uzanıp gökyüzündeki yıldızları izlemeye başladım. Ona söylediklerimin nedenini sormamasını garipsesemde üstünde durmayarak hafifçe doğrulup elimdeki şişeden bir yudum aldım ve tekrar uzandım... bunu Aras’ı beklerken aldığım içki bitene kadar tekrarladım...


Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama kafamın iyice gittiğini alttan alta bana ulaşmaya çalışan beynim söylemeye çalışıyordu. Bana seslenmeye çalışan beynimi dinlemeyip yerimden doğrularak ayağa kalktım. Rüzgarın sert bir şekilde esmesiyle kollarımı birbirine sarıp kendimi korumaya almaya çalıştım ama bu sonuçsuz bir girişim olarak kaldı. Rüzgar benden büyüktü. Bakışlarım arabama kaydığında onun beni ısıtabileceğini düşündüm. Ona doğru yürümeye başladığımda gözüm diğer arabanın önündeki şahsa kaydı. Ve benim nefesim kilitlendi. Şerefsiz niye bu kadar yakışıklıydı ki? İlgimi çekmeyecek şekilde olsaydı tipi ondan nefret etmek daha kolay olurdu. Gözlerim üzerinde bir bir gezerken kalbim küt küt atıyordu.


Daha ne yapması gerekiyordu etkisinin üzerimden kalkması için?


Giydiği siyah takım onu fazla karizmatik yapmıştı. Bunu bir bakışta fark edebilirdiniz çünkü varlığı yok sayılamayacak kadar büyüktü. Alkolün damarlarımdaki sıcaklığı yükseltmesini öne sürerek kendi arabama doğru yürürken fikrimi değiştirip ona doğru ilerledim. Okyanusları tüm hareketlerimi büyük bir titizlikle takip ediyordu.


Sanırım yanlış bir şey yapmamdan korkuyordu. Halbuki bilmiyordu ki korkunun ecele faydası yoktu.


Yüzümdeki alaycı gülümsemeyle onu süzdüm. “Kusura bakmayın, koskoca Yer Altının Liderini bekletiyoruz bu soğukta. Gidin siz ben beklerim bakıcımı.” dedim umursamaz bir tonla. Yağız, dediklerimle bıkkın bir nefes verip yaslandığı kaputtan doğrularak ceketini çıkardı. Bana doğru ağır adımlarla yaklaşırken peşinden zamanı benden götürdüğünü hissettim. Aramızda bir adım bırakırken üzerindeki ceketi çıkarttı ve gözlerime bakarak ceketi omuzlarıma sardı.


“Korkuttuğum için özür dilerim.” diye mırıldandı kısık çıkan üzgün sesiyle. Pişmanlığı umurumda değildi, alkollü olmasam ceketini bile kabul etmezdim. Hepsinin suçu alkolündü.


“Özür dileme.” dedim omuzlarımı silkerek. “Uzak dur benden, düşmanız seninle.”


Üst dudağı acıyla burkuldu. “Biz düşman olamayacak kadar duyguluyuz birbirimize.” dedi ve bir an ne diyeceğimi bilemeyerek gözlerinde eridim. İçimdeki kırıklardan kalbime yapılan baskı bana yaptıklarını hatırlatırken başımı ağır hareketle iki yana salladım.


“Biz hiçiz birbirimize, ayrıca öyle bir düşman oluruz ki feleğin şaşar Yağız Ertuğ. Neydim de ne oldum dersin.” dedim ve iki adım geriledim. “Uzak dur benden.”


Bakışları bir sel olup topraklarımı yıkarken çaresizce omuz silkti. “Yapabileceğim bir şey söyle.” istekli sesiyle aklımı kullanmadığımı belli edecek bir şey yapıp hızla ona yaklaşarak yüzüne sert bir yumruk attım. Yağız, bunu beklemediği için geriye doğru sendelerken yanımıza gelen arabayla hızla başımı o tarafa çevirdim. Gelenin Aras, olduğunu fark etmemle yumruk attığım şahsa döndüm.


“Yanıma yaklaşma yoksa daha kötüsü olur.” dedim ve Aras’ın arabasına bindim. Aras, şaşkın şekilde önce arabasına binen bana sonra da burnunu tutan Yağız’a baktı.


“Lan ben öpüşüp koklaşırsınız diye geç geleyim dedim, sen niye dövdün adamı?” diye sordu hayretle bana bakarak.


Kaşlarım hırsla çatılırken işaret parmağımla kendimi gösterdim. “Ben mi bunu öpeceğim? Krallık öpsün bunu be!” dedim iğrenircesine. Halbuki beş dakika öncesine kadar onu öpme hayalleri kuruyordum... kabul edelim alkol çok kötü bir şeydi...


Yağız, sinirle bana bakarken çenesini öfkeyle kasmış boynundaki bir damarını gözle görünür hale getirmişti. Sanırım bunu ona ben yapmıştım. “Ben şimdi seni bir öpeceğim göreceksin siktiğimin Krallığını!” kafamı açık camdan dışarı çıkarırken bedenim kapıya yaslanmıştı. Çatık kaşlarımla ona bakarken işaret parmağımı ona doğru salladım.


“Hele bir dene beni öpmeyi seni cennette geri dönüşsüz yollarım.”


Biz birbirimize öfkeyle bakarken Aras’ın cevap arayan sesi ortamıza düştü. “Cennete geri dönüşlü gidiş mi var amına koyayım?” bakışlarımız ifadesizce ona döndüğünde bir an ortamda sessizlik oldu.


“Sarhoşken boş konuşmayı sever, bulaşma ona.”


“Sen bana bulaşamazsın zaten, ben sana bulaşırım ama canım istemiyor. Hadi gidelim Thor, Lider Bey’de yerine gitsin. Özlemiştir Yer Altını.” dedim kinayeli bir şekilde. Yağız, laf atmamla sinirle gülüp yardım istercesine Aras’a baktı.


“Götür şunu yoksa denize atacağım!”


Sinirle camdan aşağıya daha da sarkarken gözlerimi kısarak onun okyanuslarını hedefime aldım. “Sensin şu düzgün konuş! Ayrıca nah atarsın denize!” dedim ve Aras’a döndüm. “Hadi gidip eğlenelim sonuçta bekar bir kadınım. Gece daha yeni başlıyor.” son cümlemle havada şimşek çaktı. Yağız, ağzında anlamadığım bir şeyler mırıldanıp bana doğru hızla yürüdüğünde sertçe yutkundum. Yanıma gelip elini başıma koyarak kafamı içeri soktu. Ben elini itip “Dokunma saçlarıma!” diye bağırdım ama o bunu umursamadı.


“Güzelim, sus ve git eve tamam mı?” dedi sinirle. Aras, film izler gibi gülerek Yağız’ın yanına geldi ve ellerini pantolonun cebine yerleştirerek rahat bir tavırla arabaya yaslandı. “Nasıl bir ilişkiniz var? Çözemiyorum sizi.” dedi.


Dalga geçmesiyle kollarımı göğsümde birleştirdim ve avına odaklanmış avcı gibi ona baktım. “Matematik miyiz biz Aras?”


Yağız, bakışları hızla bana döndü. “Biz, biz miyiz? Bize biz dedin.” heyecanlı sesiyle söylediği umut barındıran cümlesi yerimde kıpırdanmama sebep oldu. Huzursuzca başımı iki yana salladım.


“Sen ve ben bir halt değiliz. Düşmanız.”


Aras’ın kıkırdayan sesi ikimizin arasındaki gerilimi bir anda tuzla buz ettiğinde ikimizde ona döndük. “Amına koyayım siz ikiniz sadece bir araya gelince mal olan iki aşıksınız.” bize nokta atışı teşhiste bulunduğunda huysuzca homurdandım.


Yağız, sinirle ona bakarken gözlerinde alevler dans etmeye başlamıştı. Sakin kalmak onu zorluyordu, sırf haksız olduğu için bu kadar alttan almıştı. Normalde beni dinlemez arabaya biner ve beni götürürdü ama şu an bunu yapamazdı.


“Aras, hazır küsüz de durmam döverim seni. Sus ve eve götür onu. Banyo yapmadan uyumasın yoksa sabah başı çok ağırır.” dedi ve bir an ikimize baktı. Aklından ne geçti bilmiyordum ama bir an kızardı ve sertçe yutkunarak Aras’a öfkeyle baktı. “Cümleyi yanlış anlama diye açıklıyorum, kafasını suya sok o ayılır; sonra sen çık odadan o yıkansın ve sabaha kadar gitme yanına!” Aras, onun dediklerine kahkaha atarken ben ifadesizce ikisini izliyordum.


Aras, gülmesini kesmeden “Yok ya ben beraber banyo yaparız diye düşünmüştüm.” dedi. Yağız, Aras’ın cümlesini duyduğu anda onu yakasından tutup kaputa yasladı ve tam yumruk atmak için elini kaldırmıştı ki Aras “Siktir! Şaka lan şaka. Kara Dul’um bir şey de!” diye bağırdı. Yağız, onun korku dolu konuşmasıyla elini indirip bana baktı. Gülümseyerek kafamı camdan çıkarıp ikisine baktım. İçimdeki cadı kavga etmelerini istediğini söylediğinde ortaya bomba atmayı seçtim.


“Beni öpmeye çalışmasaydın durmasını söylerdim. Hadi yiyin birbirinizi. Aras, sen daha çok vur. Yüzüne yüzüne vur bakmasınlar ona!” dedim keyifle. Yağız, ilk söylediğim cümleyi duyduğu gibi yumruğunu Aras’ın yüzüne geçirdi. Ona vurmasıyla camdan başımı çıkartarak Aras’ın vereceği karşılığı büyük bir heyecanla beklemeye başladım ama Aras, istediğimi yapmadı ve inleyerek “Siktir lan! Ne öpmeye çalışacağım kavga edelim diye yalan atıyor. Şerefsiz ne vuruyorsun?” diye bağırdı.


Yağız, eli hala Aras’ın yakasındayken bakışlarını bana çevirdi. “Çalıştı mı çalışmadı mı?” sinirli sesi yüzündeki öfkeyle aynı oranda ten yakarken Aras’ın vurmayacağını anlayarak yüzümü buruşturdum. Yağız, dayak yemeyecekti.


“Üff ne çalışacak kardeşim o benim.” gözlerimi devirerek söylediklerimden sonra Aras’a hoşnutusuzlukla baktım. “Niye vurmuyorsun sende ona?”


Aras, çenesini tutarken bana ters bir bakış attı. “Lan sen vuramadın diye niye beni yakıyorsun? Git kendin vur deli!” dedi sinirle. Söylediğiyle oflayarak camdan içeri girip koltuğa yaslandım. İstediğimi alamamanın verdiği sinirle “Gidelim art...” diye bağırıyordum ki kelimemi tamamlayamadım çünkü hıçkırık tuttu. Engelleyemediğim şekilde üç kere peş peşe hıçkırdım. Gıcık eden hıçkırığın geçmesi için yanaklarımı şişirerek nefesimi tutmuştum ki Yağız, bana bakıp gülümsedi.


“Aras, birazdan Alisa ona dediğin deli lafını sana sokacak.” dedi keyifle. Konuşmasıyla ben şişik yanaklarımla ona bakarken Aras, anlamsızca kaşlarını çatarak baktı.


“O ne demek lan ne yapacak?” diye sordu korkuyla. Yağız, rahat bir şekilde Aras’a baktı ve umursamazca dudaklarını büktü.


“Sarhoşken üç kere peş peşe hıçkırırsa beş dakika içinde kusar.” dedi beni kastederek. Aras, duyduğu şeyle hızla Yağız’ı itip kapımı açtı ve beni omuzlarımdan tutarak dışarı çıkardı.


“Sakın arabama kusma valla asıl ben atarım seni denize!” uyarı dolu bağırışıyla şaşkınlıkla ona baktım.


“Yalan atıyor be ne zaman kusmuşum ben?” demiştim ki midemde hissettiğim darbelerle boğazımdan yukarı acı bir tat damağımda yer edindi. Hızla elimle ağzımı kapatırken onlardan uzak bir yere doğru koşup midemdekileri çıkardım. Yağız, haklılığın verdiği keyifle gülüp arkamdan gelirken ben eğilmiş midemdeki acının geçmesini bekliyordum. Saçlarım onun avucunda yüzümden çekilirken bir eli de daha rahat olmam için sırtımı sıvazlıyordu.


İçimdekileri çıkartmanın verdiği bitkinlikle doğrulup boynumu ovarken ağzımdaki acı tatla yüzümü buruşturdum. Yağız, arkadan Aras’ın uzattığı suyu açıp bana verirken “Ağzını çalkala.” dedi şefkatli bir tonla. Verdiği suyu alıp önce onun dediğini yaptım, ardından boğazımdaki hissin geçmesi için iki yudum su içtim. Bunları yapıp onlara doğru döndüğümde ilk olarak Yağız’a baktım. Hiçbir iğrenme belirtisi göstermeden haklı çıkmasının verdiği keyifle bana bakıyordu. Onun haklı çıkmasına sinirlenerek Aras’a baktım, arabasına bir şey olmadığı için rahatlamış görünüyordu. İkisini de umursamadan yanlarından geçerek arabaya bindim. Omuzlarıma attığı cekete sarılarak koltukta uygun bir pozisyon bulup gözlerimi kapattım. Şu an sarhoşluğun verdiği uyku ve utangaçlığın verdiği kaçma hissiyle yüzlerine bakmayı reddederek uyumayı tercih ettim. Şoför kapısının açılıp kapanmasıyla Aras’ın bindiğini anladım. Aras, tam arabayı çalıştırmış hareket edecekti ki Yağız’ın cama vurmasıyla durdu. Benim oturduğum koltuğun kapısını açarak saçlarımı okşadı yumuşak dokunuşuyla ve benim nefessiz kalmış kelebeklerimi harekete geçirdi. Ona doğru çevrilmiş olan yüzümü tutup yanağıma sıcak bir öpücük kondurdu ve ben tekrar nefes almaya başladım.


Eli yanağımı okşarken “Dediklerimi unutma, ayılmadan uyumasın.” dedi Aras’a. Sıcak avcu soğuk tenimi ısıtırken elini çekmesiyle yanağımı iç acıtan soğukluğa bıraktı. Kapıyı kapatmasıyla Aras, arabayı sürmeye başladı. Arabanın sallanmasıyla uykumu kollarıma aldım. Onun sıcak öpücüğü ve ten yakan dokunuşu hayallerimde daha fazlası olarak dönerken uykunun koynuma girmesine izin verdim.


&


Sessizliğin hüküm sürdüğü odada uykumun en tatlı anında odamın perdelerini sert bir şekilde açıp güneşin hiç istemediğim ışıklarının yüzüme vurmasını sağlayan kişiye söverek yatakta kıpırdandım. Uyanmak için kendimi hazır hissetmediğime karar vererek kafamı yastığın altına soktum. Tam tekrar uykuya dalabileceğim bir pozisyon bulmuştum ki yastığın kafamdan çekilmesiyle hızla yataktan doğruldum ve öfkeyle elinde yastığımı kalkan gibi önünde tutan şahsa baktım.


“Hemen çıkmazsan yastığı ağzına sokarım!” diye bağırırken aynı zamanda da yan taraftaki yastığı alarak onu kafamın üstüne koyup rahat bir pozisyona soktum bedenimi. Başım ağırıyordu ve uykusuzluk öfke damarımı besliyordu. Uyumazsam bugün bitmezdi.


“Alisa, kalk.” bir saniye geçti, umursamadım. “Uyanmalısın.” susacak biliyorum. “Görüşmen var kalk çabuk.” gözlerimi sinirle yumarken derin bir nefes aldım.


“O sesini bir daha duyarsam motorunun lastiklerini saksı yapar odana koyarım.” homurdanarak ettiğim tehdit işe yaramıştı ki oda sessizliğe gömüldü. Uyku tekrar beni kucaklamak için zihnimin kapısını çalmıştı ki omzumda hissettim dokunuşla kaşlarım çatıldı. Peş peşe dürtülmemle hızla kafamı yastığın altından çıkartıp yanımdaki şahsa baktım. Kahverengi gözleri umursamazca bana bakarken bunu tescillemek istercesine aynı vurdumduymazlıkla omuz silkti.


“Sen konuşma dedin dokunma demedin ki? Hadi ama çocuk musun kalk işte görüşmen var. Sekreterin miyim ben senin yav!” haklılığı benimle uykumun arasına set çektiğinde yatakta gerilerek ayılmak için etrafa bakındım. Elimle başımı ovarken boynumu ovuyordum. Beynim uyansın diye beklerken gözlerimi etrafta gezdirirken yatağın içinde gördüğüm siyah ceketle gözlerimi korkuyla sonuna kadar açtım. Yutkunarak ceketi tutup havaya kaldırırken ilk defa kıyafet görmüş gibi afallamıştım. Beynime bu ceketi hatırlaması için komut vermiştim ama alkolün araya girmesiyle komutum yanıtsız kaldı. Ceketi hatırlayamamanın verdiği korkuyla Aras’a baktım. Benim ne yaptığımı çözmeye çalışıyor gibi beni inceliyordu.


“Aras, ben gece biriyle mi yattım?” diye bağırdım hayır de dercesine.


Aras, sorumdan ziyade tepkime gülerken başını evet anlamında salladı. “Evet, hatta sabah adama para verip yolladım. Söylediğiyle ağzım açılırken gözlerimi kıpraştırarak ona bakakaldım, artık nasıl baktıysam yüzündeki sırıtışla saçlarımı karıştırarak kafama hafifçe vurdu.


“Kızım saf mısın? Yağız'ın ceketi gece üşüme diye verdi. Hatta sen gece ona sarılıp uyudun Yağız gibi kokuyor diye.” dalga geçen sesiyle söyledikleri zihnimde herhangi bir aydınlanmaya sebep olmadı. Neyse ki ceketin sahibini yakın sayılabilecek uzaklıktan tanıdığım için içim rahatlamıştı. Ceketi güzelce katlayıp yatağın üstüne koydum ve kalkmak için hareketlendim. Bir ayağımı yere basmıştım ki Aras’ın bana gülerek baktığını gördüm. Ne bakıyorsun dercesine kafa sallamamla keyifli bir şekilde dudak büktü.


“Gideyim de ceketi onun yerine koyduğunu Yağız’a anlatayım.”


Kışkırtmasıyla iki ayağımı yere basarak kollarımı göğsümde birleştirdim. Ona sunduğum bakışlarım hırçındı. “Bende gidip herkese canın sıkıldığında çizgi film izlediğini anlatayım.”


Karşılık vermemle Aras’ın gülen yüzü kendini hoşnutsuzluğa bıraktı ve elini yumruk yaparak bana uzatıp “Sonsuza kadar susuyoruz.” dedi keyifsiz bir sesle. Moralinin bozulmasına sevinerek gülümsedim ve yumruklarımı tokuşturdum. “Sonsuza kadar susuyoruz.”


Aras, onayımla benden uzaklaştı ve kapıya doğru ilerledi. Onun ilerlemesiyle bende banyoya doğru yürüyordum ki bir anda durup bana döndü. “Bu arada senin götünden uydurduğun şey yüzünden geceden beri çenem ağrıyor. Şerefsiz Yüzbaşının eli ağırmış.” dedi ve bana iğrenir gibi bakarak ekledi. “O yüzden sana vuramayacağım için hemen hesabıma bir milyon at. Arabama jant alacağım. Motorum kadar o da önemli, beni temsil ediyor.”


Söyledikleriyle bir an afalladım. Ben ne uydurdum gece?


“Ne yaptım be gece gece? Kim vurdu sana?” diye sordum merakla.


Aras, hatırlamamamla bıkkınca nefes verdi. “Yağız’a seni öpmeye çalıştığımı söyledin sırf bizi kavga ettirmek için. O salak da inanıp çenemi oyun havası oynattı.” korkuyla elini çenesine götürüp okşadı. “Amına koyayım bir an daha konuşamayacağımı düşündüm. Bok gibi bir histi.” dedi ve ürpererek devam etti. “Neyse işte o yüzden şimdi bana borçlusun parayı ver!” anlattıklarıyla yüzümü buruşturdum. Uzun süre bir kadehin dışına çıkmamalıydım galiba...


Aras’a bakıp kafamı tamam anlamında salladım ve ona bakmadan hızla banyoya girdim. Akşamdan kalmalığı üzerimden atıp kendime gelmeliydim. Soğuk suyla kendimi şoklayıp ayılmazsam her şeyi başlatan o görüşmenin rövanşını alamayacaktım. Hemen duş alıp hazırlanmalıydım.


Hayatta olduğumu hissettiren duyguların nezlinde bedenimden süzülen soğuk suyun canlılığı tekrar tatmamı sağlamasıyla duştan çıkmış üzerimi giyinerek aynada kendime son kez bakmıştım. Siyah kumaş pantolonum, onu tamamlayan siyah hafif dekolteli büstiyerim ve üstüne giydiğim kısa ceketimle hazırdım. Saçlarımı düzleştirip omuzlarımdan aşağıya bırakmıştım, yüzüme geceden kalma olduğumu belli eden ruhsuzluğu kapatması için makyaj yaptıktan sonra son dokunuş olan takılarımı takmıştım.


Yani kısacası şu an güzel ve ulaşılmaz görünüyordum. Tıpkı olması gerektiği gibi. Sanki içimdeki ruhun, canı çekilmiş bir bedende değil de amaçları olan, hayatında mutlu olan bir kadınmışım gibi.


Aynadaki yansımam bana siyahın benim rengim olduğunu söyleyen adamı hatırlatmasına kadar kendimi toparlamıştım. Siyahın beni ben yapan renk olduğunu söyleyen adam üstüne ekleyerek benim bu dünyadaki görevimin ışığımla karanlığı aydınlatmak olduğunu da söylediğini hatırladım. Evet, bunu söylemişti...


Ama aynada gördüğüm gözler bana farklı bir şey söylüyordu. Aynada baktığım gözler bunu söyleyen adamın ışığımı söndürerek beni karanlıkta bıraktığını söylüyordu.


Ve ben görevlerimin hiçbirini başarısızlıkla adlandırmamıştım.


O yüzden şimdi de ben kumar masasına oturacak, ışığımı geri kazanmak için uğraşacaktım. Daha fazla zaman kaybetmemek için derin bir nefes alarak kendime son kez bakıp kapıya doğru yürüdüm. Merdivenleri yavaş adımlarla inerken aklımdaki planlarla karşılıklı masaya oturmuştum. Zemin kata indiğimde evin boşluğu beni karşıladı. Adımlarım zaman kaybetmeden spor salonuna ilerlerken desteksiz bu görüşmeyi yapamayacağımı düşünüyordum. Her ne kadar aramıza kara sırlar girmiş olsa da bir bir ekiptik.


Bulutların kapladığı gökyüzünden güneşin kısmen aydınlattığı gün tepemde beni sararken yolda karşılaştığım öğrencilerin selamlarını yüzümdeki küçük tebessümle kabul ettim. Yağız’ın kovulması büyük dedikodu malzemesi olmuş olmalıydı, Seda’dan aldığım duyumlara göre öğrencileri fazlasıyla üzülmüş emrime karşı gelmeyi düşünmüşlerdi. Kendimi girdiğim girdaptan kurtarmaya çalışırken asıl görevimi ihmal etmeye başlamıştım. Saray ve şehir benim yönetimimdeydi ama ben onlara uzun zamandır kendimi gösterememiştim. Kendimi toparlamam gerekiyordu çünkü gücünü göstermezsen silinirsin diyerek büyütülmüştüm.


Silinmek benim için olağan bir son olamazdı.


Emin adımlarım spor salonuna ulaştığında gözlerim hızla onu aradı. Topraklarım onun çalışan varlığında takıldığında yanına ulaşmak için yanına ilerledim. Bedenlerimiz arasında iki adımlık mesafe kaldığında yüzümdeki tatlı ifadeyle ona baktım. Akın, öğrencilerinin yanında olduğumuz için saygıyla selam verdi ama gülümsememe karşılık vermedi. Kızgın olduğu gözlerindeki küllerden belliydi. Öfkesi sönmüştü ama külleri uçmamıştı.


“Dünyanın en yakışıklı babası acaba benimle görüşmeye gelip kafamın patlamasını önler misin?” öğrencilerinin duymayacağı bir tonda mırıldanmamla bana yandan bir bakış attı. Elindeki silaha mermi doldururken ilerde atış yapan öğrencilerine baktı. Beni umursamıyormuş gibi davranıyordu.


“Gitmezsen patlamaz kafan.”


“Gitmek zorundayım ve orada kafam patlarsa Seda çok üzülür.”


Alayla dudaklarını kıvırdı. Elindeki silahın emniyetini çekerken bana üstten bir bakış attı. Benden uzun olması sinirimi bozmuştu.


“En fazla üç ay ağlar merak etme ben teselli ederim onu.”


Hayretle yüzüne baktım. “Sen ne vicdansız, kalpsiz adamsın? Kafam mı patlasın benim? Çabuk benimle gel yoksa karına seni şikayet ederim.” dedim ve umursamazca omuz silkerek ekledim. “Eminim Seda’ya geçen hafta Mert’i gezdirmeye çıkıyorum deyip sizin bara götürdüğünü söylersem seninle iki yüz metre açık alanda atış talimi yapar.”


Tehditimi duyduğu anda kolumu eline alarak gözlerini korkuyla açıp bana baktı. “Kafanı siktir et saçına toz değdirmem.” dedi ve kaybetmenin verdiği yenilgi hissiyle ofladı. “Her boktan haberin var değil mi?”


Yüzümdeki sırıtışla ciddi misin sen dercesine baktım. “Her boktan değil de dört aylık bebeği bara sokunca bir kuşlar fısıldıyor yani. Sırf seni kurtaracağım diye kuşları susturdum ama kelebek her an bir şeyler fısıldayabilir.” dedim ve yüzümü ciddileştirerek hızla omzuna vurdum. “Ayrıca dört aylık bebenin ne işi var orada? Sakın bir daha götürme.”


Mahcup bir ifadeyle bakışlarını kaçırdı. “Her şeyi görsün şimdiden. Ayrıca oğlumu göstermek istedim. Ben yaptım sonuçta hem bilmesin mi babasının emektar dükkanını?” kendini savunmasına şaşırdığımda yüzümde bariz bir afallama oluştu.


“Emektar dükkan?”


“He emektar dükkan. Kızım orayı açmak için tüm varımı yoğumu döktüm.”


Başımı olumsuzca iki yana salladım. “Mert’i oraya soktuğunu Seda Herkül duyarsa emektar dükkanın yanardağ gibi patlar. Haberin olsun.” dedim ve bir şey demesine fırsat vermeden ekledim. “On dakikaya çıkıyoruz.” kapıya doğru ilerledim ve çıktığım gibi karşı bahçede açık alanda davranış dersi işleyen Seda’ya ilerledim. Yanında durmamla bana kısa bir bakıp atıp öğrencilere birazdan devam edeceklerini söyleyerek ilerdeki süs havuzunun yanına doğru yürüdü. Peşinden ördek gibi ilerlerken tatlı tebessümüme güveniyordum sadece.


“Dersteyken rahatsız etme demedim mi kaç defa?” sinirle konuşmasıyla ellerimi teslim oluyorum dercesine kaldırdım.


“Dünyanın en güzel annesi sakin! Acil olmasa gelmezdim. Şey diyecektim... ay pardon bir an güzelliğin karşısında dilim tutuldu. Bir öpeyim de barışalım?”


Ortamı yumuşatmak için yaptığımı bildiği cilveyle kaşlarını çattı. “Yavşama Alisa, konuya gel.” saldırı bir, başarısız.


“Ama yavrum yavşanılmayacak gibi değilsin ki. Yaradan özene bezene yaratmış seni. Akın, olmasa seni nüfusuma alırdım.” yanağından makas alarak konuşmamla dudakları düz bir çizgi halini aldı. Gülmemek için yanaklarını ısırıyordu.


“Ne isteyeceksen iste. Sapık gibi konuşma benimle, sinirleniyorum.” saldırı iki, başarılı.


Kollarımı hızla ona sararken bir abla edasıyla yanımda olduğunun hissine sarıldığımı da biliyordum. O benim olan ablamdan daha canımdandı.


“Biliyorum kızıyorsun ama kızma bana, başka seçeneğim yok. Sadece bana güven yeter.” dedim ve ondan ayrılıp gözlerine bakarak devam ettim. “İsteyeceğim şey aramızda kalacak ama sadece ikimiz tamam mı?” Seda, önemli bir şey olduğunu anlayarak kafasını olumlu anlamda sallayıp merakla yüzüme baktı. Bana karşı olan öfkesini silmenin verdiği keyifle aklımdaki planı ona anlattım.


Seda, anlattıklarımla ilk başta bana karşı gelse de sonunda boyun eğerek tamam dedi. Onun onay vermesiyle kaybettiğim zamana karşı gelmek istercesine koşar adımlarla Aras’ın çalışma odasına ilerledim. Odasının önüne gelmemle kapıyı çalmadan içeri girdim. Hızla masasına baktım ama boştu, pencerenin önüne gözlerimi devirdiğimde pervazın önünde durmuş telefonla konuştuğunu gördüm. Beni fark ettiğinde telefondakine onu sonra arayacağını söyleyip telefonu kapattı. Bir omzunu pencerenin yanındaki duvara yaslarken iki kolunu göğsünde birleştirmişti. Kısa kollu tişörtünden gerilen kasları ilk bakışta karşısındakini korkutabilirdi.


Kahveleri bir yırtıcı edasıyla beni süzdüğünde tek kaşımı kaldırarak ona doğru ilerledim. “Adamla görüşmeye mi gidiyorsun yoksa adamı etkilemeye mi?” çatılan kaşları eşliğinde huysuzca homurdanması yüzümdeki keyifli bir gülümseye yarattı.


“Canım ben pijama giysem de adamı etkilerim. Hem sen hayırdır kıskanç abi modu falan? Yağız'la görüşmeni yasaklıyorum sana.” dedim ciddi bir şekilde. Aras, tepkimle gözlerini devirirken ağzının içinde bir şeyler söyledi ama umursamadım.


“Niye geldin? Gitsene veliahtına.” kinayeli bir şekilde konuşmasıyla tam önünde durup ona tatlı bir şekilde gülümsedim. Şu an sanki masum, bir kızdım.


“Sensiz gitmemi nasıl beklersin benden? Sen ve ben bütünsel bir ikiliyiz. Ayrı gayrı yok.” dedim keyifli çıkan sesimle. Aras, gözleriyle bana dediklerime düştüğünü belli edecek şekilde baksa da diliyle tam tersi şekilde cevap verdi.


Bıkkınlıkla oflarken başını yana doğru eğdi. “Ben Yönetici miyim, senin koruman mıyım, ilişki terapistiniz miyim, ajan mıyım? Kimim lan ben?”


“Dostumsun yetmez mi?”


Bakışları diline yansıdı. İçli bir nefes çekerken içine pes edermiş gibi indirdi kollarını. “Bir şeyi olması için istemen yeter. Sözlerin emir bende.” dedi. Elimi yumruk şeklinde kaldırıp ona doğru uzattığımda saniyeye meydan okur hızla yumruğunu yumruğuma tokuşturdu. Aramızdaki buzların ılık bir suya dönüşmesine sevinerek gülümseyip ondan uzaklaştım. “Akın’da geliyor. Çıkmamız lazım artık, geç kalmayalım. Bir an önce bitsin bu iş.”


Aras, kafasını olumlu anlamda sallayıp masasına ilerledi. Çekmecesinden silahını alıp koltuğun üstündeki ceketini giyerek benimle beraber odadan çıktı...


&


Akan yol zihnimdeki düşüncelerle bir bataklık olup beni içine çekerken kulaklığımı kulağıma yerleştirerek arabadan indim. Elimle kulağıma dokunduğumda Akın’ın yerleştiğine dair rapor vermesiyle Aras’a döndüm. Hazırım dercesine bana baktığını görmemle çaprazımdaki alana döndüm. Açık bir alanda konumlandırılmış restoran da buluşmayı teklif ettikleri için burayı ayarlamıştım. Çevresindeki birkaç bina haricinde başka hiçbir şey olmayan alan tamamen savunmasız bir konumdaydı, yani iki taraf içinde saldırı ihtimali taşıyordu.


Çevreyi inceleyerek içeri girdim. Gerginlik bir zincir olup ayak bileklerimi sarmıştı ve bu beni hata yapma riskinden uzak tutuyordu. İnsan rahat olduğunda hata yapardı, çünkü ihtimalleri düşünmezdi. Benim zihnimde ayaklarıma dolanmış zincirin ihtimalleri dolanıyordu.


Beyaz sütunlarla otantik bir hava yakalamış olan restorandan içeri girdiğimizde beklediğim kişinin çoktan gelmiş olduğunu gördüm. Etrafta o ve ekibinden başka kimse yoktu. Bir garson vardı ama o da uzaktaydı.


Veliaht beni görmesiyle ayağa kalkıp bana doğru ilerledi. Aramızdaki mesafe azalırken onun beni incelediği gibi bende onu inceledim. Esmer, yeşil gözlü karizmatik bir adamdı. Uzun boylu, yapılıydı. Tahminimce otuz üç, otuz dört yaşlarındaydı.


Karşı karşıya gelmemizle elini uzattı. Bakışlarımı gözlerinden ayırmadım. “Cihan İra.” dedi ahenkli bir tonla. Kendinden emin oluşu konuşma tarzından bile belliydi. Kibirli olması muhtemeldi. Yüzündeki gülümsemeye karşılık yüzüme sahte, samimi bir tebessüm yerleştirdim.


“Alisa Havas.” adamın elinin kapsamında olan elimi çektiğimde arkasındaki, Aras’ın tabiriyle dört tane Hulk’a tek kaşımı kaldırarak baktım. Yüzümdeki küçümseyici bir ifade vardı.


“Koskaca İra Krallığının veliahtı dört tane korumayla mı geldi şehrime?” diye sordum sorgulayıcı bir alayla.


Soruma karşılık karizmatik yüzünde samimi bir gülümseme oluştu. Yanaklarında gamze oluşmamıştı. Gamzesi yoktu. “Yeterli olduğunu düşündüm.” kendinden emin konuşması dikkatimi gamzesizliğinden çektiğinde söylediğinin verdiği güvensizlik hissini dinledim ve yapmacık bir şekilde gülümseyip anladım dercesine başımı salladım.


Gözlerim onun gözlerindeyken hızla belimdeki silahı çıkartıp ona doğrulttum. Ben ona silah doğrulttuğun anda o elini kaldırıp adamlarına durmaları için işaret verdi ama ben görmek isteyeceğimi çoktan görmüştüm. Üstümde üç tane kırmızı ışık vardı ve üçü de kalbimin üstündeydi.


İlk olarak hep kalbimi hedef almaları sinirimi bozmaya başlamıştı.


Kafamı Aras’a çevirip baktım, o da silahını çıkartmış Cihan’a doğru tutuyordu ve onun da üstünde üç tane ışık vardı.


Gördüklerimle sinirle gülümseyip boşta olan elimi havaya kaldırdım. İşaretimle Akın, varlığını belli ederek Cihan’ın beyaz gömleğine lazerini yansıttı. Cihan, üstündeki ışığa bakıp gülümsedi ve yeşil gözlerindeki alacalı ifadeyle dudaklarını kıvırdı.


“Babam, doğru demiş. Sen hafife alınacak biri değilsin.”


Yüzümde kibirli bir gülümseme peydah olurken gücün damarlarımda parladığını hissettim. “Altı tane keskin nişancın var. Seni temin ederim ki benim keskin nişancım altısına bedel.” dedim ve gözlerimi arkasındaki adamlarda dolaştırıp tekrar ona baktım. “Arkandaki dört adamı da bir dakikada halledebilecek bir adam var yanımda. Onlar adamlarını hallederken bende seni hallederim yani kısacası sakın aptalca bir şey yapmayı düşünme. Malum ev sahibiyim baştan uyarayım ki misafirlerim huzursuz olmasın.”


Net şekilde konuşmamla Cihan, adamlarına silahlarını indirmelerini emredip eliyle masayı gösterdi. “Soylumuz tarafından tehdit edildiğime göre artık iş konuşmaya başlayabilir miyiz?” keyifli sesine eşlik eden sakinlik beni huzursuz ederken silahımı indirip masaya doğru ilerledim. Masaya oturmak için hareketlenmiştim ki Cihan, beklemediğim bir şey yaparak benim için sandalyemi çekip oturmam için kendince yardımcı oldu. Hareketine gıcık olsamda üzerinde durmadım ve karşımda oturmasını izledim. Bakışlarım kısa bir an tam yanımda duran Aras’a kaydığında tüm dikkatiyle Cihan’ı ve adamlarını gözlemlediğini gördüm. Yanımda olmasının verdiği güvenle rahatça nefes alıp karşımdaki adama döndüm.


“Eminim ki olanlardan haberiniz vardır. Krallığımızla yakından ilgilisiniz.” dedim konuya girmek isteyerek. Cihan, konuya girmemle yüzündeki ifadeyi bir anda değiştirdi ve ciddiyetle bana bakmaya başladı. Bir eli sandalyesinin yan tarafına yaslamış diğer eliyle bacağının üzerinde ritim tutmuştu. Gereğinden fazla rahattı.


“Çok gizli bilgiler haricinde birkaç şey biliyoruz. Sana yapılanlar, Karan’ın gerçek kimliği...” başını yana eğdi. “Ama bunlar müdahale etmemiz için yeterli değil.”


Kaşlarım çatıldı. “Ithaca’da olanları nasıl biliyorsunuz? Başkan, her şeyin üstünü örttü.”


Kibirle gülümsedi. “Örtülen örtü bizim için şeffaftı Alisa. Oradaki ekibinde hiç ajan yok mu sanıyorsun? Buradaki ekibin öğrenemez ama bu bilgiler bizim için çocuk oyuncağı.” Aras’ın yanımda gerildiğini hissettim. Ekibinde hain olduğu gerçeği ona bir tokat gibi çarpmış olmalıydı.


Masanın üzerindeki şaraptan bir yudum alarak kafamı olumlu anlamda salladım. Bu konu şu anın konusu değildi. “Size teklifim şu; siz bana destek vereceksiniz, bende size bilgi.” yeşil gözleri güven vermek istercesine tok sesle konuşmamla Cihan, güldü ve içkisinden bir yudum alarak masaya doğru eğildi.


“Babam, sana teklif için geldiğinde bu kötülüğü Krallığıma ve kendime yapamam demişsin.” kinayeli bir şekilde sorgulamasıyla omuz silkip sandalyemde geriye doğru yaslandım.


“Her insanın içindeki kötüyü uyandıran bir acısı vardır.” dedim umursamazlıkla. Cihan, ortaya attığım gerçekle gözlerime derin bir şekilde baktı.


“Acının insanı güçlendirdiğini söylerlerdi ama hayır acı değil, acının doğurduğu nefret güçlendirirdi insanı ve şimdi senin gözlerine baktığımda nefret ateşinin parladığını görüyorum.” dedi düşünceli bir şekilde. Söylediklerinin konumuzdan sapmasıyla yüzümü buruşturdum.


“Sen gözlerime değil sözlerime bak. Teklifimi düşün, yani babanla düşün.” dedim küçümseyici bir bakışla dudaklarımı bükerek ekledim. “Bir de sizin teklifinizi kabul etmememin Krallıkla falan pek de ilgisi yoktu. Ben esmer sevmiyorum, ondan kabul etmedim.” dedim ve ayağa kalktım. Masadan kalkmamla Cihan’da ayağa kalktı ve söylediğime gülerek iki elini lacivert kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirdi.


“Tüh eğer kabul etseydin şu an çoktan iki Krallığı da birleştirmiştik ve sen kraliçe olmuştun bende kral. Belki çocuğumuz bile olmuştu.” dalga geçercesine konuşmasıyla midemin takla attığını hissettim.


“Düşüncesi bile kötü. Ben tek başıma Kraliçe olup Krallığı yönetmeyi tercih ediyorum o yüzden teklifimi düşünüp hemen geri dönütte bulunun lütfen.” deyip başımla selam vererek arkamı döndüm. Üç adım atmıştım ki arkamdan duyduğum gür sesle durakladım ve ona döndüm.


“Büyük bir ihtimalle teklifini kabul edeceğiz ama ortak olmamız için bize güvence vermelisin. Malum sonuçta iki düşman Krallıktanız. Görevini sana karar verdiğimizde yollayacağım. Eğer başarırsan bu işte ortağız demektir.” dedi ciddi bir şekilde. Söyledikleriyle onun gibi ciddi bir şekilde yüzüne baktım ve kafamı olumlu anlamda salladım. Cihan'ın başını eğerek selam vermesiyle bende aynı şekilde karşılık verdim. Önüme dönüp çıkışa ilerlerken hissettiğim gerilimin bedenimden uzaklaştığını hissettim. İşlem tamamlanmıştı.


Arabaya doğru yürürken kulaklığa dokundum. “Akın, iş tamam. Çıkabilirsin.” derin bir nefes alıp arabanın koltuğuna kendimi bıraktığımda Akın’ın konuşmasıyla gülümsedim.


“Ayrılıyorum. Bir de barıştık haberin olsun. Altı adama denkmişim ya, gidip hemen karıma anlatayım.” egosunun tavan yapmasıyla kulaklığımı kulağımdan çıkarttım. Aras, arabayı çalıştırıp yola çıkmamıza kadar sessizliğini korumuşken restorandan uzaklaşmaya başlamamızla merakını bana akıttı.


“Lan siz ne ayaksınız? Evlilik mevlilik hayırdır?”


“Cidden ilk bunu merak ettin? Önemli bir konu değil, babası yani Kral iki sene önce bana oğluyla evlenmemi teklif etti. Cihan’la evlenecektim, Başkan’ın kızı olduğum için de yönetimde söz hakları olmuş olacaktı. Böylelikle içten kaleyi fethedip iki Krallığı birbirine bağlayacaklardı. Yani bunu düşündüler ama beni hafife aldıkları için planları hiç işleme konulamadı.” dedim basit bir şeyden söz edercesine.


Aras, anlattıklarımla kaşlarını çattı. “Yağız’ın haberi var mı bundan?”


Sorusuyla ona bakıp ciddi misin dercesine süzdüm onu. “Sence olsa şu an Cihan’la konuşuyor olur muydum? Tabii ki de yok.” dedim ve bakışlarımı yola çevirirken hafifçe yerimde kıpırdandım. “Gerçi şimdi olabilir sonuçta ayrıldık.” düşünceli şekilde söylenmemle vücudumda bir huzursuzluk hissettim. Kalbimde olduğunu düşündüğüm huzursuzluğun daha da aşağıdan midemden geldiğini anladığımda elimle midemi ovdum.


“Yemek yiyelim acıktım ben.” kendimi hem aç hem de büyük bir tatlı komasında hissediyordum. Malum, sevmediğim hafta etkisini göstermeye başlamıştı.


Aras, konuşmamla önüne döndüğünde gerginliği gözle görünür şekilde üstündeydi. Hoşuna gitmeyen bir şeyler vardı.


“Tamam yiyelim de...” durakladı. Kelimeleri seçmeye çalışıyor gibiydi. “Sen cidden verecekleri görevi yapacak mısın? Sonuçta ne isteyeceklerini bile bilmiyoruz.” aklımda dönen bir sorun olan sorusuyla tedirginliğimi gizlemeyi seçtim ve bıkkın bir nefes verdim.


“Yapacağım başka çarem yok.” dedim ve cümleme devam etmek için dudaklarını aralamıştım ki arkamdaki arabanın selektör yapmasıyla dikiz aynasından arkamdaki arabaya baktım. Başkanlığın görevli arabasını görmemle küfür mırıldanıp arabayı kenara çektim. Kaçacak değildim.


Aras, bana sıçtık dercesine bakarken “Ne yapacağız?” diye sordu. Kendini de işin içine katmasıyla kaşlarımı çattım. “Sen bir şey yapmayacaksın.” dedim ve arkamdan gelen görevliye baktım. Araçtan inip dimdik şekilde onlara bakarken üç görevlinin önümde önlerini ilikleyerek çekingen şekilde bana bakmalarını izledim. Onlar konuşmadan konuşmayacaktım.


Diğer ikisinin aksine önde duran orta yaşlı adamın bana doğru yaklaşıp bir adım önümde durmasıyla tek kaşım havalandı. “Efendim.” dedi çekingen bir sesle. “Başkan, tutuklanma emrinizi verdi. Sizi sorgulamamız gerekiyor.” konuşmasının sonunda cebinden kelepçe çıkartmasıyla ifadem sertleşti. Durum ciddiydi. Ben elindeki kelepçeye bakarken onun arkasındaki iki adamın Aras’a doğru ilerlediğini fark ettim.


“Ona dokunmuyorsunuz. Sadece beni alıyorsunuz.” dedim itiraz kabul etmeyen bir tonla. Adam, emrimle benimle ilk konuşan adama korkuyla baktığında sinirle gülümsedim. “Emrimi mi onaylatıyorsun sen?”


Önümdeki adam ürkek bir şekilde yutkundu, alnından süzülen ter damlası zorda olduğunu belli ediyordu ama umursamadım. Burası benim şehrimdi. Siyah gözleri tedirginlikle benim topraklarıma baktığında sertçe yutkundu.


“Efendim zorluk çıkarmasanız?”


Tam önünde durup ona tehditin duygusal versiyonuyla baktım. “Adın ne bilmiyorum ama yüzün karşımda. Ve biliyor musun ben bir yüzü gördüysem kolay kolay unutmam. Peki sen benim kim olduğumu biliyor musun?” gülümsedim. “Biliyorsun değil mi? O yüzden ne dediysem yapsan iyi olur, yoksa o elindeki kelepçeleri sana hiç istemeyeceğin şekilde takarım.” dedim sert bir şekilde. Karşımdaki adam her bir cümlemle yerinde gerilirken diğer adamlarını el hareketiyle yanına çağırdı. Kelepçeyi bana uzatarak korkuyla yüzüme baktığında oflayarak ellerimi adama uzattım. Titreyen elleriyle kelepçeyi bileklerime takarken gereğinden fazla sıkmasıyla sinirle söylendim.


“Kaçacak mıyım? Niye o kadar sıkıyorsun?” adam yüzüme bakmayarak karnıma sert bir darbe etkisi yaratacak o cümleyi kurdu.


“Başkan, sert olmamızı emretti.” kısık bir sesle utanarak kurduğu cümlenin ağırılığını sanki o da biliyordu. Söylediğiyle içimde acıyan bir yerler hissettim ama umursamadım.


“Bir de o üstümde iz bırakmak istedi demek ki...” diye mırıldandım ve Aras’a döndüm. “Sakın kimseye söyleme. Birkaç soru sorar bırakırlar. Kimse gelmesin.” hislerimi ayna etkisi yaratacak kadar aptal olmadığım için duyumsadıklarımın tersinde bir ifadeyle ona bakıp gülümsedim.


Görevlilerin arabasına doğru ilerlerken içten içe kendimi telkin ediyordum. Başkan'ın bunu yapmaya cesaret etmesi kuyruğuna fena bastığımı gösteriyordu. Bu hissin verdiği keyfe sarılarak bileklerimi acıtan kelepçeleri düşünmemeye çalıştım. Araba benim sarayımın tersi istikametinde ilerlerken zihnimde bundan sonra ne olacağının ihtimalleri savaşıyordu...


Loading...
0%