Yeni Üyelik
48.
Bölüm

47.Bölüm "Kelepçeyi Tak Pencereye Koş"

@senabookss

“Hayatın senin elindeyken onu korumak için yapacaklarının sınırı sadece vicdanının kapısına kadardır.”


Benliğim kendini bulmaya başladığından beri hep kendimden emin biri olma yolunda ilerlemiş, her zaman kendim için bir yol bulup bulaştığım işlerden kurtulmanın bir yolunu bulmuştum. Korkunun esiri olup kendimi kaybetmemiş sıkıştığım köşelerden sıyrılarak bu günüme ulaşmıştım.

Her ne kadar geçmişimi unutmaya çalışsam da unutmadığım tek şey vardı o da aldığım eğitimlerdi. Kendimi eğitmiştim. Çok çalışmış bu günüme ulaşmıştım şimdi de o çok çalışmalarımın beni kurtaracağına inanıyordum.

Söylediği cümleyle tüm bedenimi etkisi altına alan adamın gözlerine bakarken omurgamdan aşağı süzülen ter damlalarının her biri bedenimi uyanık tutacak kadar yakıcıydı. Karşımda durmuş sanki bulduğu hazineye kullanabileceğini sanan aptala bakarak odadan şifreyle birlikte nasıl çıkabileceğimi planlamaya başlamıştım. Koridorda fazlaca koruma vardı ve ben tek başıma yara almadan onları halledemezdim. Gerçekçi olmalıydım, fazla özgüven ardında bir ceset bırakabilirdi.

Birkaç adım geri atıp camın önüne yaklaştım. Şu an Akın, beni görüyor olmalıydı. Adam, yüzümdeki ifadesizliği korktuğuma varsaydı ve arsız bir şekilde gülümseyip arkasındaki kapının yanındaki tuşa basarak perdelerin kapanmasını sağladı. Perdenin otomatik bir şekilde kapanmaya başlamasıyla Akın’ın sesini duydum.

“Lan perdeyi niye kapatıyor? Buradayım ben! Alisa, aç perdeyi bir şekilde.”

Öfke dolu telaşlı sesiyle omuzlarımı dikleştirip yüzümdeki ifadesizliği ciddiyete bıraktım. Bu adamı halledebilirdim.

Tamam, iri yarı Thanos’un kayıp kardeşi gibi olabilirdi ama sonuçta dövüşte önemli olan güç değil teknikti...

“Beni tanıyorsun demek, o zaman neler yapabileceğimi de biliyorsundur. İstediğimi ver ve yolumdan çekil ki yaşamaya devam et.”

Duygusuz sesim odada soğuk bir esinti oluştururken adam bu soğuk esintiyi bir tarafına takmadı ve benim sinir kat sayımı katlanarak artmaya devam etti. Ben Hakan’ın beni takmayan ifadesine duygusuz bir şekilde bakarken o bakışlarımdan etkilenmedi ve sinir bozan bir üstünlük göstergesi belirten sırıtışla gerisindeki ahşap dolaba ilerledi. O sırada benim dediklerimi duyan ekipten aynı anda sesler yükselmeye başladı.

“Hay amına koyayım nereden anladı piç?”

“Alisa, hemen çık oradan!”

“Kartı aldım adamları indirmeye başlayalım.”

“Aç şu siktiğimin perdesini de geberteyim gavatı.”

Aynı anda farklı şekilde konuşmalarıyla hepsinin sesi birbirine karıştı kulağımda ve bu karışım yüzümü buruşturma isteğiyle doldurdu beni. Kulağım sızıyla kaşınırken kendimi kasmaktan başka bir şey yapamadım çünkü elimi kulağıma götüremezdim.

“Ne sandın, başka şehrin Yer Altı Lideri seni tanımayacak ve sende istediğin gibi at mı koşturacaktın?” bakışları küçümser bir ifadeyle üzerimde gezindi. Hayal kırıklığına uğramış gibiydi. “Bu kadar aptal olup bu kadar nasıl yükselebildin sen?” açtığı çekmeceden çıkardığı kelepçeyi elinde sallayarak bana doğru bir adım attı. İkimizde gözlerimizi birbirimizden ayırmıyor, tetikte bekliyorduk.

Çenemi dikleştirerek omuzlarımı geriye attım. Bu adama karşı boyun eğmeyecek kadar kibirliydim. “Aynen öyle, o atı koşturacağım ve buradan elimi kolumu sallayarak istediğim şeyle çıkacağım.” küçümser bir yansımayla alay dolu bir tebessüm yerleştirdim yüzüme. “Sen de o sıra azraille pazarlık yapıyor olacaksın.” özgüven kokan karşılığım yüzünde tatminlik barındıran bir sırıtışa sebep oldu. Elindeki kelepçeyi bana uzatırken diğer elini cebine yerleştirmişti. Uzattığı gri kelepçeye bakarken huysuzca homurdandım.

Gerçekten bir günde iki kere kelepçeli an yaşamam normal mi? Yağız, beddua mı etmişti?

“O kelepçeyi anca cesedime takarsın ki o da pek mümkün görünmüyor. Fantazin benim için biraz sıradan.” karşı çıkışım keyfini perçinlerken zaten istediğinin bu olduğunu fark ettim. O kelepçeyi bana zorla takacak beni istediği gibi kullanacaktı. Sikerler.

Hızla ellerimi elbisemin eteklerine sararak onları ayağımın altından uzaklaştırdım. Elbise işimi zorlaştıracaktı ama şanslıydım ki her durum için hazırlıklıydım.

“Hay sikeyim ne kelepçesi ne yapıyorsunuz lan siz odada? Alisa, bak tansiyonum düştü.” diye söylenen Aras’ın sesiyle kaşlarım çatılırken devamın gelen seslerle derin bir nefes aldım.

“Askerleri içeriye sokuyorum. Çık çabuk odadan!”

“Piç ne derse desin siktir et. Dışardaki adamları indirmeye başlıyorum.” diyen Akın’ın sesiyle Hakan’ın telefonu çaldı. Oda ses yalıtımıyla donatılmıştı ki dışardaki sesleri duyamıyorduk, bizimde sesimiz dışarı çıkmıyordu demek ki...

Hakan, kaşlarını çatarak cebinden telefonunu çıkartıp kimin aradığına bakmadan aramayı cevapladı. Karşıdan konuşanın söyledikleriyle yüzü ciddileşti ve kahverengi gözleri öfkeyle parlamaya başladı. Sanırım durumun ciddiyetini ancak kavrayabilmişti. Alevlerle dans etmek için can atan irisleri benim topraklarımda kururken hırsla yuvarladı kelimeleri.

“Baskın moduna geçin. Hepsini gebertin, kadın benimle.” meydan okurcasına söylediği cümlelerle, içimde bastırmaya çalıştığım ve bu durumlarda özgürlüğe kavuşan canavarın, tutulduğu kafeste parmaklıkları yakmak istercesine çırpınışı yüzümde hissiz bir gülümseme yarattı. Karşımdaki şahsı süzdüm ve bacağımdaki bıçağı hızla çıkartarak elimde iki tur çevirip ona doğrulttum.

“Sevdiğim kısma geldik sanırım. Şaşırt beni.” ona doğru ilerlerken ellerini göğsünün önünde yüzünü korumak istercesine kaldırdı. “Bakalım övdükleri kadar iyi misin?” diye mırıldanmasıyla hızla elimdeki bıçağı yüzüne doğru sallayıp ayağımla diz kapağına tekme attım. Hakan, ona salladığım bıçaktan kolayca kurtulup attığım tekmeyi umursamadan boşluğuma sert bir yumruk atıp ondan uzaklaşmama sebep oldu. Aldığım sert darbeyle istemsizce dudaklarımdan küçük bir inleme kaçtı. İki adım geriye sendelerken adrenalin bir ter tabakası olarak bedenimi sarmıştı. Üşüyordum ve sebebi tamamen anın getirdiği savaşma duygusundan kaynaklıydı. Üstünlük kurma yarışında duygular en uçtaydı ve duygular beyninizi yönetecek kadar güçlüydü. Adrenalin depolayan bedeniniz sizi değil hayat kalma iç güdüsünü dinlerdi.

Boşluğumdan yayılan sızıyı görmezden gelerek sinirle homurdandım. Şerefsiz görüntüsüyle orantılı şekilde güçlüydü de. Bu iş tahminimden daha uzun sürecekti ama sonu değişmeyecekti.

Gözleri yüzümde oluşan kısa süreli acı ifadesinde gezinirken gülümseyerek ceketinin kol kısmını hızla yırtıp eline sardı. Bıçak darbelerini engellemek için aldığı önlemle daha da hırslandım. Tam dudaklarımı birbirine bastırıp ona doğru atılacaktım ki kulaklıktan gelen cızırtı sesiyle yüzümü buruşturup kulaklığı kulağımdan çıkarttım ve yere fırlattım.

Sinyal kesicileri açmışlardı. Şu dakikadan itibaren herkes ezberlediği şekilde doğaçlama hareket edecekti.

Sertçe yutkunarak içimde küfrettim, odadan acil çıkmam gerekiyordu yoksa bok yolunda ölecektik. Bu düşüncenin verdiği mide bulandırıcı hisle bıçağı daha da sıkı kavradım. Avuç içim sızlıyordu ama kapana kısıldığım gerçeği canımı daha çok sıkıyordu.

“Tek başınasın ha Soylu?” zafer kokan sesi tenimi gererken hızla elbisemin uzun eteğini tutup çektim ve yırtılan parçayla elbiseyi kısalttım. Şimdi daha rahat dövüşebileceğim için karşımdaki kibirle lanetlenmiş boş havadan başka bir şey olmayan adama ölüm öncesi hissin yarattığı soğuklukla baktım.

“Tek başımayım ve bu senin için daha kötü çünkü beni tutacak kimse yok.” Gerilediğim iki adımı tek adımdan kapatacak şekilde üzerine atılıp bıçağı boğazına doğru salladım ama eline sardığı ceketin kumaşıyla etkisiz hale getirdi ve boşta olan eliyle yüzüme doğru yumruk salladı. Darbesinden eğilerek kaçıp hızla karnına bir yumruk attım. Bu yumruğun onda bir işe yaramayacağını bildiğim için hız kesmeden sol ayağımı onun sağ ayağına doladım ve onu kendime çekip eğilerek sırtıma güç verip onu yere devirdim. Onunla beraber devrilen bedenimin acısını yok sayarak hızla elimdeki bıçağı omzuna sokup çıkardım. Etinin ikiye ayrılan hissi ve acıyla inlemesinin verdiği keyifle hızla üstüne çıkıp bir elimle omzuna bastırıp diğer elimle de kanlı bıçağı kalbine saplamak için kaldırmıştım ki beklemediğim bir şey yaptı.

Ben onun üstüne çıkarken o cebindeki kelepçeyi çıkarmış ve omzuna bastırdığım bir elimi kelepçenin esiri yapmıştı. Ben bir elimdeki kelepçeye odaklanmışken o beni devirip üstüme çıktı ve bıçağı hızla yere fırlatıp diğer elimi de kelepçeye mahkum etti.

Ve bunlar sadece yedi saniyede oldu. Bu adam gerçekten de hızlıydı.

Kelepçelenmiş ellerim göğsümdeyken Hakan, altında yatan bana gülümseyerek yüzüme doğru eğildi. “Abarttıkları kadar iyi değilmişsin Soylu!”

Alt etme ve aşağılama... bir savaş meydanında sizi dibe vuracak iki yanlış. Bizim hayatımızda iki yanlış tüm doğruları götürürdü. Bunu o bilmiyordu ama ben biliyordum çünkü ağlata ağlata bunu bana öğretmişlerdi.

Yenilgimin ona tattırdığı zevk dikkatini dağıtırken hızla ona kafa attım ve ellerimi boynuna geçirip ayaklarımdan aldığım güçle bedenimi yan çevirip onu yan tarafa devirdim. O, acıyla burnunu tutarken yana attığı bıçağı alıp iki elimle sıkıca kavrayıp karnına sapladım. Bıçak karnında saplı dururken şokla gözlerini sonuna kadar açmış, bana donuk bir ifadeyle bakıyordu. Bu andan yararlanarak yanımdaki yataktan destek alıp ayağa kalktım. Hakan, üzerindeki donukluğu atıp karnında saplı duran bıçağa şaşırırken ben pencereye doğru yürüyüp yere kadar uzanan perdeyi vücuduma doladım ve hızla pencerenin önünden uzaklaştım. Perde onu çekmemle koparak yere düştü. Ayaklarıma dolanan yumaktan kurtularak açılan camın önüne geçip kollarımı havaya kaldırdım, kelepçeyi genleştirmemle gözlerimi yerdeki toparlanmaya çalışan adamdan ayırmadan beklemeye başladım. On saniye sonra camı delip geçen mermi kelepçeyi ikiye ayırdı ve ben yüzümdeki asıl zafer gülümsemesiyle Akın’a doğru dönüp selam vererek karşımdaki adama ilerledim. Acıyla bana bakarken gömleği kan olmuş, alnında boncuk boncuk terler birikmişti. Yenilgi koca bedenine ağır gelirken hırsla karnındaki bıçağı çıkardı ve yataktan destek alarak ayağa kalktı. Azmi karşısında dudaklarımı büküp başımı salladım.

“Azmini sevdim ama bu öleceğin gerçeğini değiştirmiyor.” dedim umutsuzca ve bana salladığı peş peşe yumruklardan kurtularak yanımdaki şifonyerin üstündeki vazoyu hızla kafasında parçalayıp bıçağı soktuğum yere tekme attım. Hakan, yaptıklarımla dengesini kaybedip yatağa devrildi. Kesik kesik aldığı nefeslerle nabzının yavaşladığını anladım. Yere düşen bıçağı alıp ona doğru yaklaştım. Kısılmış gözleriyle karnından akan kanları tutmak istercesine ellerini yarasına bastırmıştı.

Kanı oluk oluk akıyor, yatağa yeni bir örtü oluyordu. Ölecekti.

Ölüm, kapımızı çaldığında kaçış yoktu ve o da şu an kaçışının olmadığının farkındaydı. Ne benden kaçışı vardı ne de ölümden. Ölümü ona ben getirmiştim ve bunu o istemişti.

“Parçayı nereye soktun? Nerende saklı?” yakasını kavrayarak onu sarstım, bayılacak gibi görünüyordu. “Bak her yerini deşerim, cesedine bile huzur buldurmam.” bıçağı gömleğinin üzerinde gezdirirken kaslarının sertliği bıçağı tutan elimi titretecek kadar gergindi. Hakan, bıçağı sürtmemle acıyla inledi, gözleri nefretle dans ederken yerinde kendince kıpırdandı.

“Öldükten sonra çok da sikimde ne yaptığın.” zoraki çıkan sesiyle istediğim cevabı vermemesine içimdeki tehlikeli kelebekle gülümsedik. Bıçağı sıkıca tutarken iki elimle hızla gömleğinin yakalarını tutup ikiye ayırdım. Düğmeler basınçla fırlarken parkede bir ritim oluşturarak düştüler. Bıçağın ucu teninde kayarken küfür ederek tıslamasına gülümsedim. Canın acımasının içimde tuhaf bir zevk yaratması bir an için içimi üşüttü ama şu an iç hesaplaşmaya giremeyeceğimden ötürü hızla üşüyen kısmı ruhumdaki canavarın yakarak ısıtmasını istedim.

“Bende ölmeni beklemeden seni acı içinde inletirim, bakalım o zamanda bu cümlenin arkasında duracak mısın?” diye söylendim ve gözlerimi hızla üstünde gezdirmeye başladım. İri göğsünün çoğu tarafı dövmelerle kaplıydı. Aradığım dikiş izini bulmak için dövmeleri es geçtim. Göğsünde ve omuzlarında iz yoktu. Karın kasları kanla kaplıydı ama pürüzsüzdü de yani orada da değildi. İstediğimi bulamamanın siniriyle bıçağı yaralı olan omzuna bastırdım.

“Bak, söyle zamanım yok! Söylersen yaşamana izin veririm.” bir şans vaat eden sesimle adam acı içinde inleyerek gözlerini kapattı. Şu an gururuyla çelişiyordu ve bu iyiydi çünkü kimse hayatı pahasına gururunu seçmezdi.

Gözleri açmadan “Sağ kasığımda. Bak ben sana doktor eşliğinde çıkartıp getiririm.” dedi zoraki bir yalvarış barındıran tonla. İstediğim şeyin yerini söylemesiyle hızla kemerini çözüp pantolonunu işimi görecek kadar indirdim. Parçanın olduğu yerdeki dikiş izlerinin gözlerime çarpmasıyla bıçağı elimde döndürdüm ve bana korkuyla bakan adama baktım. Yapacağım şeyi anlayarak hızla başını iki yana salladı.

“Doktor oraya koymasaydı ben çıkartmak zorunda kalmazdım. Çok bağırmamaya çalış.” dedim ve bana güven dercesine göz kırptım. Midemin bulanmamasını dileyerek bıçağın sivri ucunu dikiş izi boyunca teninde dolaştırmaya başladım. Her bir hareketimle ikiye ayrılan derinin üstüne sızılan kanla adam acı içinde çığlık atmaya başladı. Acı eşiğinin üstündeki yaraları cüssesine zıt şekilde insani duygular olarak bana yansırken içimde tutmaya çalıştığım öğürme isteğini derin derin nefes alarak bastırmaya çalıştım. Dikiş izinin tamamen açılmasıyla bıçağın ucunu derinin altına koyup o kısmı hafifçe kaldırdım. Gördüğüm manzarayla yüzümü buruşturdum ve boştaki elime baktım.

Ölsem elimi oraya sokmazdım. Asla.

Hakan'ın elini tutup oraya götürdüm ve yarı baygın halinden kurtulması için yüzüne sert bir tokat attım. Hafifçe kıpkırmızı olan gözlerini araladığında çenesini tutup sıktım. “Onu oradan çıkar ve bana ver. Ben alırsam acıtırım.” diye tosladım tehdit edercesine. Hakan, elini yaranın içinde dolaştırmaya başladığında eş bir şekilde acı dolu haykırışı odayı doldurdu. O, bağırırken gözlerimi etinden ayıramıyordum, galiba bir süre yemek yiyemeyecektim...

Hakan, eline gelen cismi bir anda tutup içinden çıkarmasıyla acı içinde inleyip elini yatağa vurdu. Parmakları arasında gördüğüm küçük şeffaf rulonun kan ve tuhaf enzimlerle kaplı olması midemi daha fazla tutamamama sebep oldu ve ben hızla banyoya doğru koştum. Klozete doğru eğildiğim an midemdekileri çıkarmamla acı bir tat damağıma yayıldı. Aldığım derin nefesler eşliğinde doğruldum ve lavabonun önüne geçip soğuk suyu yüzüme vurarak kendimde gelemeye çalıştım.

Resmen adamın içinden parça çıkarmıştım.

Şu an fark ediyordum ki benden doktor olmazmış... neyse ki olmayı düşünmemiştim.

Aynadaki beyazlamış yüzüme bakıp on saniye nefesimi tuttum ve sonra derin bir nefes alıp kendime geldim. Banyodan çıkarken kapının çalmasıyla kaşlarımı çatarak kasılan bedenimi kapıya doğru ilerlettim. Omurgamdan aşağı süzülen soğuk terler gecenin daha en gerilimli anının ispatı gibiydi. Kapının yanındaki sehpanın üstünde duran ben pahalıyım diye bağıran çirkin vazoyu elime alıp arkama sakladım ve kapının kolunu tutup “Kimsiniz?” diye sordum sakinlik barındıran sesimle.

“Alisa, aç çabuk!” Thor’un kendinden emin tok sesini duyduğum an hızla kapıyı açıp rahat bir nefes aldım. Aras, beni süzüp hasar tespiti yaparken ben ona ve arkasındaki iki askere baktım. Benden birkaç yaş büyük olduklarını tahmin ettiğim askerler beni gördükleri gibi selam verdiler. Onların selamlarını kabul edip rahat olmalarını söylerken Aras, odaya girmiş yatakta azraille anlaşmaya çalışan Hakan’a iğrenir bir şekilde bakıp yüzünü buruşturarak midesini tuttu.

“Adamı mı deştin midesiz? Kızım sen normal olduğuna emin misin?” şu anki tavrının beni rahatlatmak için olduğunu bildiğimden gözlerimi devirdim.

“Evet, sıradaki kadavram olmak ister misin?”

Hızla başını iki yana salladı. “Bu muhteşem bedeni senin ellerinde harcayamam.”

“O zaman sus ve” Hakan’ın elinde tuttuğu parçayı gösterdim. “Al parçayı çıkalım. Zaten kustum, bok gibiyim.” kahveleri gösterdiğim şeye devrildiğinde sanki ona seni baban doğurdu demişim gibi baktı.

“O şeyi asla tutmam, şeyinden mi çıkardın onu?”

“Saçmalama bakmadım şeyine, şeyinin yanındaydı.”

Başını hiddetle iki yana salladı, kafasında durumu tartıyor gibiydi. “Niye ben alıyorum? Sen al.” itiraz etmesiyle arkamda tuttuğum vazoyu havaya kaldırıp ona gösterdim.

“Lan zaten en iğrenç kısmı ben yaptım. Ayrıca nereme sokacağım onu? Al, at cebine de çıkalım şuradan!” tıslarcasına konuşmamla arkadaki iki asker kıkırdadı. Aras, onlara ters bir bakış attı ve huysuzca homurdandı. Bazen cidden onu boğasım geliyordu. Elif, nasıl katlanmıştı buna? Galiba aşkın bilmediğimiz ve anlamadığımız bir bağlama büyüsü vardı...

Aras, itirazının işe yaramayacağını kabullenmiş bir çaresizlikle gözlerine yansıtarak yatağın üzerindeki çarşafı yırtıp küçük bir bez olacak şekilde ayarladı ve parçayı bezle beraber tutup sararak ceketinin iç cebine yerleştirdi. Bana nefret dolu bakışlarıyla söverken tahmin ettiğim küfürlerini aldırmayıp yüzüne sinsi bir edayla gülümsedim. Tabii ki de benim istediğim olacaktı.

“Hadi çıkalım. Diğerleri nerede.” adımlarım yavaşça kapıya doğru ilerlerken Thor’da peşimden geliyordu. Askerler iki taraftan koridoru kontrol ederken vücudumdaki sızıların acılı yansımalarını kendime alıştırmaya çalışıyordum.

“Seda ve Arda alt kattaki adamları indiriyor, yanlarında beş asker var. Akın, dışarıyı temizliyor. Bizde iki gençle buraya gelip seni çıkarttık işte. İşimiz bitti siktirip gidelim buradan midem burayı beğenmedi.” son cümlesine gözlerimi devirirken kafamı tamam anlamında salladım.

Geldiğim yolu geri dönerken Hakan’ın bıraktığı adamlarla birlikte on adamın etkisiz hale gelmiş şekilde yerde yattığını görünce gülümsemeden edemedim. Thor’umun buraya gelmesi kola olmamıştı ama benim için yine de vazgeçmemiş yanındaki iki askerle tüm adamları halletmişti. İçimdeki hoşnutlukla ilerlerken iki adım önümdeki asker hızla asansörlere yaklaşıp yan yana olan iki asansörü çağırdı.

“Siz ikiniz ona binin biz buna binelim.” dedim ve gelen asansöre Aras’la bindim. İkimizin de binmesiyle Aras, zemin kat tuşuna bastı ve kapılar kapandı.

Aras, kabinin boydan boya ayna olan köşesine geçip rahat bir tavırla saçlarını düzeltirken aynadan bana çarpık bir sırıtışla baktı. “Niye askerlerle binmedik?” bu rahat tavrı karşısında kıza bir an afallasam da onun Aras Aktay olduğunu kendime hatırlattım ve kaşlarımı çatarak kollarımı göğsümde birleştirdim. Şu an sırası değildi belki ama bunu sormazsam meraktan çatlardım.

“Baş başa kalmamız gerekiyordu Loki’cim. Bizim operasyonumuza neden Yer Altının Lider’i müdahale etti acaba biliyor musun?” kinayeli sesimle hızla bana doğru dönüp sırtını aynaya yasladı. Yüzünde savunma halini yansıtan bir acelecilik vardı. “Valla bu sefer ben masumum. Niye her boka beni satıyorsun ki sen? Git o ibneye sor. Yağız’la onun arasında oldu her şey. Ben senin tarafındayım güzelim.” doğruyu söylediğini ispatlamak istercesine gözlerimin içine bakmasıyla gözlerimi kıstım. Arda’yı ortaya atması normaldi çünkü Arda benden daha çok Yağız’ın arkadaşıydı. Düşünceli bir şekilde onun savunmasını tartarken asansörün on beşinci katta durmasıyla yaslandığım yerden doğrulup kapıya bakacaktım ki açılan kapıyla içeriye bir tane adam atlayıp hızla Aras’ın üzerine çullandı. O ikisi boğuşurken elimle kapının kapanması için düğmeye basmaya başladım. Asansöre yetişmeye çalışan adamların silahlarından çıkan kurşunlar kapıya çarparken onlar binemeden kapılar kapandı.

Asansör tekrardan aşağı doğru hareket etmeye başlamıştı. Başımı onlara doğru çevirdiğimde Aras’ın adamın kolunu çevirip onu diğer köşeye çarpmasıyla kabin sallandı ve benim dudaklarımdan tiz bir çığlık döküldü.

“Hay sikeyim eliniz kolunuz rahat dursun! Eğer bu asansör düşerse hepinizi gebertirim.” korkuyla kabine tutundum.

“Salak düşerse zaten ölürüz!” Aras’ın adamla boğuşurken bağırmasıyla gözlerimi sıkıca kapattım, şu an ona yardım edesim yoktu.

“Düşürme o zaman boktan bir kabinde sizinle mi öleyim ben?”

“Hani ölüme beraber giderdik ne oldu?”

Bir gözümü açarak söylendim. “Öyle dedik diye de küçük kabinde yere çakılıp tost mu olalım? Bari kahraman olup ölelim!” cümlem bittiği anda kabin sanki bana nispet yaparcasına bir daha sallandı. “Sallamayın şunu bak oynuyor bu. Aras!”

Asansörlerin düşmesine dair her zaman içimde bir korku vardı. Küçükken Yağız’la izlediğimiz bir filmde iki sevgili onlardan intikam almak isteyen biri yüzünden asansörün halatı kesilmesiyle yere düşüp ölüyorlardı. O günden beri çoğunlukla tek başıma asansöre binmemeye çalışır, tek başıma bineceksem de önce bir ayağımla adım atıp sağlamlığını test eder öyle binerdim ve asla kimsenin asansörde gereksiz harekette bulunmasına izin vermezdim.

Aras, korktuğumu bildiği için hızlı hareket etmiyordu ve adam o yüzden ona üstünlük kuruyordu. En sonunda adamın boşluğundan faydalandı ve ona tekme atarak yere düşürdü. Kabinin sallanmasının verdiği gerilimle olayı bitirmek istercesine hızla ayağımla yerdeki şahsın göğsüne bastım ve iki elimle boğazını sıkmaya başladım. Adamın, birkaç saniye sonra kendinden geçmesiyle rahat bir nefes aldım ve elimin tersiyle alnımı sildim. Artık asansör güvendeydi.

Korkunun hızlandırdığı kalbimi rahatlatmak istercesine soluklanırken yavaşça yerden doğruldum ve dağılan kıyafetlerini düzelten sırığa alayla baktım. “Bir adamı indiremedin, ne oldu Thor yaşlandın mı?” tişörtünün aşağı sarkan yakasını düzelttikten sonra dudağının kenarından sızan kanı parmağının ucuyla sildi.

“Ne yaşlanması be? Ben zamanla dans eden adamım. Sen asansörden korkuyorsun diye çok çabalamadım yoksa asansörde az vals yapmadım.” dedi kendinden emin bir şekilde. Çocuk gibi mırıldanmasıyla gülümseyerek saçlarımı düzelttim. Bir kat sonunda zemin kata indiğimizde asansörün kapıları açıldı ve asıl karmaşa bizi karşıladı. Tüm kat çalan siren sesiyle tüm otelin boşalmaya çalıştığını gördük. Herkes korkuyla otelden çıkmaya çalışıyor, ortalık tam bir kaos cehennemi gibi insanın kalbini hızlandırıyordu. Lobide göz gezdirirken arka kısımdan yayılan kara dumanla yangın çıktığını fark ettim. Benim baktığım yere Aras’ın da bakmasıyla küfür mırıldanarak hızla elimi tutup benimle beraber çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Biz kalabalığın arasında müşterilerin içine karışmışken Aras, telefonunu çıkartıp tahminimce Arda’yı aradı.

“Nerdesiniz?... Tamam bizde geliyoruz. Soylu benimle.” tok sesiyle telefonu kapattığında şu anki odağının buradan sağ salim çıkmam olduğunu anlamıştım. Çevremizde bir an önce otelden çıkmak için çırpınan insanlara kuşkuyla denetlerken bir yandan da beni gövdesiyle kendine saklamıştı.

Kalabalığı yararak kapıdan çıktığımızda bir anda yüzüme vuran rüzgar tenimi yaşadığına ikna edip canlandırdı. Temiz havayla ciğerlerimi temizlerken midem biraz daha kendine gelmiş, bedenim üstündeki baskıyı azaltmıştı. Bu gece gerçekten benim için hiç iyi geçmemişti, özellikle midem ve gözlerim için.

Kalabalıktan uzaklaşmaya başlamamızla hızla arabaları çektiğimiz yere doğru ilerledik. Yürürken de sürekli karşımıza biri çıkabilir diye etrafı inceleyip arkama bakıyordum ama yolumuza kimse çıkmamıştı. Akın Balkın, işinde gerçekten de iyiydi...

Ara sokağa girmemizle topraklarımı hızla karşımdakilerin üzerinde dolaştırdım. Seda, iyi gibiydi ufak tefek yaraları vardı. Arda, arabanın kaputuna yaslanmış sigara içiyordu. Bir bacağını diğer bacağının önüne çapraz şekilde atmış, boştaki elini pantolonun cebine sıkıştırmıştı. Saçları dağılmış, yüzünde ufak tefek çizikler oluşmuştu. Bakışları bileklerime odaklanmışken yüzünde alaylı bir ifade belirdi.

“O kelepçeler ne lan? Yeni moda mı?” diye soran sesiyle onların iyi olmalarının verdiği rahatlama eşliğinde güldüm. Bileklerimi yukarı doğru kaldırıp salladım.

“Hakan, çok beğenmiş beni, düğün öncesi hediye diye takı taktı. Piç beni ucuza kapabileceğini sandı.” dedim dalga geçerek. Arda, konuşmamla kısık bir kahkaha atarken kıskanç Thor, kolumu cimcikleyip sinirle ona bakmama sebep oldu.

“Ne yapıyorsun be değişik?” sinirli gözlerim onun umursamaz gözlerine takılıyken yüzümü buruşturarak kolumu ovdum.

“Başlatma düğününe şu adamdan bahsettikçe gözlerim bulanıyor.” o anı hatırlamışçasına ürperdiğinde kaşlarım şaşkınlıkla kalktı.

“Gözlerin ne oluyor?”

Umursamazca omuz silkti. “Bulanıyor, miden bulanınca nasıl rahatsız hissedersen işte aynısını şu an güzel gözlerimde hissediyorum; adamın şeyinin yanındaki şey gözlerime zarar verdi resmen. Gözlerime güzel şeyler göstermem lazım. Hadi eve gidelim.”

“Evde gözlerine güzel ne göstereceksin lan? Aynaya bakmazsan sana her şey güzel gelmesi lazım.” Arda’nın Aras’a laf atmasıyla Seda ile göz göze geldik. Seda, başını iki yana sallarken ben kavgaya başlamadan bitirmek istercesine Thor’un koluna girdim.

“Hadi Thor, gidip ayna karşısında bira içelim. Gece güzel güzel uyuruz.” uyku sevgisinden vurmanın işe yarayacağını bilerek söylenmemle Arda’ya dövecek gibi bakan Thor, başını bana doğru eğdi.

“Tamam yoruldum zaten, o geceki gibi bir uyku lazım bana. Hem gözlerimde iyileşir.” Arda’ya yandan iğrendiğini belli edecek bir bakış attı. “Ama sabah hatırlat vuracağım bu ibneye.” başımı tamam anlamında sallarken Arda’ya susması için uyarı dolu bakışımla baktım. Sigarasından bir nefes çekip gülerek Aras’a orta parmağını göstermekle kaldı ama Aras, bunu görmedi. Gözleri Seda’daydı.

“Askerler nerede?”

“Bir tanesi ağır yaralandı, onlar helikopterle dönüşe geçtiler.” Seda’nın hüzünlü sesiyle dudaklarım büküldü. İçimizden birinin yaralanması kötü olmuş, özellikle bu işle hiç alakası olmayan birinin yaralanması çok daha kötü ve haksızlık dolu bir ağırlığa gebe bırakmıştı Liderlik konumumu. İşimizin bu olduğu gerçeğine sığınarak ekibin kalanının sağ ve az hasarla geceyi bitirmesine tutunarak kendimi avutmaya çalıştım.

“Hadi artık çıkalım bu lanet yerden.” diye söylendim ve arabaya doğru yöneldim. Sağ koltuğa oturmamla bedenimin yorgunluğu ayaklarımı ve belime çarptı. Bu gece derin bir uyku çekmeliydim ki bu yorgunluğun hakkından gelebileyim. Aras’ın arabayı çalıştırmasıyla yavaşça sokaktan çıkıp şehrime doğru yol almaya başladık. Arda’nın hızla bizi sollayıp önümüze geçmesiyle yüzümde yorgun bir gülümseme oluştu. Seviyordum bu deli çocuğu.

“Yok ben bunun kafasını ezeceğim, nasır beyinli herif.” bir kolunu açık camdan dışarı doğru yaslamışken diğer eliyle arabayı süren Aras’ın mırıldanışıyla kahkaha attım.

“Ne istiyorsun adamdan? Yol işte gidiyor.” dalga geçmemle bana huysuz bir bakış atıp tam kulaklarımı kanatacak şekilde konuşacaktı ki çalan telefonu aramıza girdi ve kulaklarımı kurtardı. Aras, ciddi bir şekilde telefonu açıp karşısındaki dinledi, kısa konuşmanın ardından şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.

“Neredesin sen? ...biz şehrin dışındayız...bir sıkıntı yok, iyi yanımda ...gördüm seni.” kısa süreli konuşmasıyla merakla ona bakmayı sürdürdüm. Kiminle konuştuğunu sormak için dudaklarımı araladığımda hızını düşürdü.

“Kiminle konuştun? Niye yavaşladık?” sorum ikimizin arasındaki havada asılı kaldığı sırada bir arabanın karşıdan gelirken şerit değiştirip arabasını önümüze doğru hızla kaydırmasıyla şaşkınlıkla camdan dışarıya bakıp elimi torpidoya götürdüm.

Aras, hamlemi anlamıştı, uzattığım elimi tutarak yumuşak ses tonuyla kalbimi hızlandıracak o cümleyi kurdu. “Seninki geldi.” kapısını açarak arabadan inip kapıya yaslanışın donuk bir şekilde izlerken söylediği kelimeyle içimde oluşan heyecanın kaynağını söndürmeye çalıştım. Elim, derinden gelen hisle kalbimin üstüne yaslanırken yarım saat öncesinin tüm duyguları onun beraberinde getirdiği güven duygusunun önünde diz çökerek benden uzaklaştı.

Benimki gelmiş.

Benimki bana, zamana, durumumuza, kadere meydan okuyarak gelmiş.

Yağız Ertuğ, sabahki golüne ek olarak operasyon sırasında da bana bir gol daha atmış, şimdiki hareketiyle beni sahaya gömmüştü.

Konu sevmek olunca bu adama karşı yenilmek benim kaderimdi.

Yavaşça içimdeki duygu karmaşasını bastırıp titreyen elimi kontrol altına almaya çalışarak kapıyı açtım ve rüzgarın bedenimi üşütmesini umursamadan karşımdaki arabadan inen kalbimin düşmanına baktım.

Baktım ve okyanusları topraklarımı beslediği anda bedenim ısındı. Rüzgar artık önemsizdi. Gözlerim onun varlığını incelerken anın gerçekliği bir tokat gibi yüzüme çarptı. İrislerimin bedeninin her bir noktasına değerken ki gördükleriyle kaşlarım çatılırken midem ağır bir darbe almış gibi irkildi.

Benim okyanus gözlü düşmanıma ne olmuştu böyle?

Gördüklerimle sızlayan içim sesimin telaşlı çıkmasına sebep olduğunda hiçbir şeyi düşünemeyecek kadar sadece ona odaklanmış haldeydim. “Ne oldu sana böyle?”

Destek almak istercesine elimi arabanın kapısına yaslayarak konuşmamla Yağız’da benim gibi eliyle arabasının kapısını tutarak beni baştan aşağıya süzdü ve çatılan kaşlarıyla yüzünde oluşan siniri birleştirdi ama gözlerime baktığı anda yüzündeki duygu karmaşasını silip sadece sevgiyi bıraktı bize.

“Bizim orası da karıştı.” önemli değil dercesine başını salladı. “Bomba falan patladı ama hallettik.” söylediklerinin şaşkınlığıyla üstündeki beyaz gömleğin kanla kaplanmış kısımlarına yutkunarak bakıp yüzündeki yaralara odaklandım. Yüzünde çok büyük yara yoktu ama kaşı patlamış ve çenesinde de bariz bir morluk oluşmuştu.

Hangi puştsa ona fena bir yumruk atmıştı, belliydi...

“Gömlekteki kan senden mi?”

Gözlerini gözlerimden ayırmadı. “Benden de var ama çoğunluk karşı taraf.”

Başımı anladım dercesine salladım. “Geçmiş olsun, o zaman.”

Gözleri parlarken derin bir nefes aldı. “Geçmişimiz olsun o zaman.” dedi ve canı acıyormuş gibi gözlerini kıstı. “Sana da geçmiş olsun. İşim olmasaydı daha erken gelirdim.” sanki kendini affettirmek istermişçesine çıkan sesiyle ne diyeceğimi bilemedim. Şu halinde bile beni düşünmesiyle içimdeki kelebeği öyle bir uyandırdı ki sanki birazdan uçacakmışım gibi hissettim.

Bu adam gerçek miydi?

Ona sabah yaptıklarımdan sonra şimdi bu halde bana açıklama yapması... bu sadece üç harfli bir kelimeyle açıklanabilecek bir şey değildi galiba. Artık emin olmuştum bizim aramızdaki şey kelimelerle açıklanamayacak kadar derin bir şeydi.

“Hallettik, ayrıca gelmene gerek yok; artık senin sorumluluğunda değil bu iş. Sen kendi işine odaklanmalısın.” yüzündeki yaraya bakarken mırıldanışımın ardından dertli bir iç çekişte bulundum. Umarım yakışıklı yüzünde iz kalmazdı, hala o yüzle işim vardı çünkü.

“Seninle ilgili her şey benim sorumluluğumda.” derinden gelen, itiraz kabul etmeyecek kadar insanı bağlayan bir ses tonuyla söylediği cümle karşısında ona bakakaldım. Telefonun zil sesi aramızdaki elektriği kırarken o telefonunu çıkarıp arayan kişiye baktı ama açmadı, telefonu tekrar cebine koyup bana baktı.

“Gitmeliyim, ortalığı toplamam lazım.” isteksiz sesiyle gitmesi gerektiği gerçeği sancılı bir sızı olarak tenimin altından bedenime sarıldı. Gözleri beklentiyle benden bir tepki beklerken hafifçe yerimde kıpırdandım. Sanki ona gitme dememi bekliyor gibiydi. Gözlerime öyle bakıyordu ki sanki hiç kavga etmemişiz, sabah onu kelepçelememişim ve her şeyi bitirmemişiz gibi.

Veya o beni kandırmamış gibi...

“Git tabii.” dedim ve Aras’a yandan bir bakış attım ama keşke atmasaydım. Şerefsiz sanki romantik bir film izler gibi arabaya yaslanmış sigara içerek tüm dikkatiyle bizi izliyordu. Ona olan bakışımı gördüğünde elini hadi dercesine salladı. “Ne diyeceksin merak ediyorum, konuşsana.” meraklı sesiyle yüzümü buruşturup karşımdaki adama döndüm.

“Biz iyiyiz, hatta çok iyiyiz. Eğer kafana takılan buysa takılma. Sadece kendine odaklan.” umursamıyormuş gibi konuşmamla üst dudağı ahenkle kıvrıldı. Sözlerim umursamıyordu evet ama bakışlarım ele veriyordu beni, bir de ona sarılmak için tutuşan bedenimi stresle sallayarak tutmaya çalışmam. Benim ona karşı tüm kozlarım hep açıktı.

“Sözlerin kalbime değil de sadece kafama takılsaydın geçerli olurdu.” dedi beni gökyüzündeki ayı kıskandıracak kadar parlatarak.

Cümlesi ikimizin arasına bir yara bandı olup bağımızı sararken selam verircesine başını eğip göz kırptı. “Dikkat et Soylu, daha benden alacağın intikam var.”

Gülümseyerek başımı eğdim. “Dikkat et Lider, daha benden alacağın karşılık var.”

“O günü bekliyor olacağım.” yüzündeki arsız gülümsemeyle söylediği kısa süreli veda barındıran cümlesiyle aracına doğru yönelmişti ki içimde tutamadığım kelebek dilimi ele geçirdi.

“Görüşmemiz için yaşaman lazım. Kolla kendini!” cevap vermesini beklemeden utangaçlığın denizinde kendimi boğarken hızla arabaya bindim. Ben kendimi koltuğa bıraktığımda çoktan içimdeki savaş tekrar gün yüzüne çıkmıştı. Benim için ne durumda olduğunu bilmediğim şekilde bölgesini bırakıp yaralı şekilde arabaya atlayarak yola çıkmıştı. Şimdide ne olacağını bilmediğim bir kargaşaya gidiyordu ve tekti.

Bir gerçek bilmem kaçıncı gidişiyle yine yüreğime oturdu. Yağız Ertuğ, yalnızdı.

O, her zaman tekti ama şimdi yalnızdı da. Orada, ait olduğu yerde kimsesizdi. Ailesi yoktu, arkadaşları var mıydı bilmiyordum ama dostu olmadığını biliyordum. Orada dostu yoktu.

Ben yoktum.

Yalnızlık, kullanılabildiğinde iyi bir silahtı ve Yağız’ın bunu kullanabilme yeteneğini on yaşında keşfetmek zorunda kaldığı günden beri biliyorduk. Yalnızlığı onu güçlendiriyordu biliyordum ama şimdi yalnız olmaması gerektiğini de biliyordum. Şimdi yanında bende olmalıydım ama olamazdım.

İki ayrı yerde, zıt iki kutbun bir ucuna o bir ucuna ben geçmiştim ve biz her birbirimize karıştığımızda acıyla ayrılmıştık.

Bu kader öyle bir kaderdi ki bizi mesafeyle sınıyor, sınırımı; hayatımda sınırsız olan adamı en büyük sınırım yaparak belirliyordu.

Ve ben bu sınırı aşarsam ikimizde patlardık.

Kadere meydan okursam gerçek bir Big Bang yaşanır ve hayatımız diyeceğimiz bir hayatımız kalmazdı.

Ben içimdeki savaşla boğuşurken Aras’ın ne zaman arabaya binip de yola devam ettiğini fark etmemiştim; ta ki benimle konuşana kadar.

“Sizin ne biçim bir ilişkiniz var lan? Niye normal çiftler gibi değilsiniz?”

Akan yolun onunda benden uzaklaşması gibi izlerken derin bir nefes aldım. “Normal çift nasıl oluyor ki?”

“Şey gibi...” kısa bir an durakladı, sanırım bana sunacağı bir örnek aradı ama çevremizde o örneği bulamadı. “Mesela işte bir kadın sevgilisini o durumda görse koşar sarılır ve gitmemesini söylerdi. Sizse yoldan geçerken karşılaşmış gibi konuşup ayrıldınız.” normal çiftlerden bahsetmesiyle yüzümde buruk bir tebessüm peydah oldu. Gözlerim yolu izlerken, içim alev alev yanarken ona ne diyebilirdim ki?

“Biz hiçbir zaman normal bir çift olamadık ki şimdi olalım.” geçmiş zihnimdeki anı perdesine midemde acı bir tat bırakarak yansırken sertçe yutkundum. “Başından beri böyleydi, diğerleri romantik filmler izlerken biz aksiyon filmleri izler, oradaki sahneleri canlandırmaya çalışırdık; diğerleri dövüş derslerinde birbirine kıyıp vuramazken biz birbirimizin sınırlarını zorlardık.” bedenimde sıkışan duyguların gerginliğini azaltmak istercesine camımı sonuna kadar açıp içime derin, soğuk bir nefes çektim, belki yüreğimdeki yangına bir damla serinlik verir umuduyla. “Şu an peşinden gitmemek için kendimi zor tutuyorum ama içim kor gibi yanıyor. Onu da biliyorum şu an yanımda olamamasının canını nasıl yaktığını ama biz seçmemiş olsak da mevcut durumumuz bu, her şey için sevgi yetmiyor bazen sadece kaderin yanında olması yeterli olur ama ne yazık ki bu aralar kader bize götünü çevirmiş durumda.” başımı ona doğru çevirdim. “Yani Thor’cuğum çok boktan bir durumdayız ve hiçbirimizin yapabileceği bir şey yok. O, kendi yolunda bende kendi yolumdayım.”

Anla artık, kabul et Alisa, o kendi yolunda sende kendi yolundasın. Sizin kaderiniz ölümlerle ayrıldı, seçimlerinizle mühürlendi.

Aras, söylediklerimin aslında bildiğim gerçekler olmasından ziyade içimde kabuk bağlamaya yüz tutmuş yaralarım olduğunu anlamışçasına bana öyle bir şefkatle baktı ki bir an hiçbir tepki veremedim. Gözlerindeki o şefkatin beslediği sevgi bir dosttan çok kardeş sevgisi gibi sıcaktı. “Aranızdaki ilişkiye karışamam ama birlikte olmanız için her şeyi yapacağım. İki sene nasıl acı çektiğini gördüm ve daha fazlasını yaşamanı istemiyorum. Benim gibi toprağa bakıp ağlamaktansa siktir et tüm olanları da sevdiğin yanındayken, nefesi sana hayat olurken onunla ol.” bakışları hüzne gebe kaldı. “Yoksa bir gün her şey için geç olur ve elinde keşke demekten başka bir şey kalmaz ve unutma Alisa...” yutkunarak başını yola çevirdi. “Unutma, hayattaki en boktan kelime keşkedir çünkü çok can yakar.”

Uzun süre son ilk defa Elif’ten bahsetmesiyle gözlerimin eksiklikle dolduğunu hissettim. Direksiyonu tutan biçimli parmakları kasılmış, çenesini sıktığı için elmacık kemikleri belirginleşmişti. Yüzündeki yaraların üstündeki kan kuruyup kabuk bağlamıştı ama sanki kabuk bağlayan yaralar sadece bedenindekilerdi. Ruhu hala yaralıydı ve oluk oluk kanamaya devam ediyordu.

Aras Aktay, günlere karşı hala o sahil kenarında sevgilisinin cansız bedenine sarılan adamdı. Ruhu orada kalmış, kendini onunla gömmüştü.

Hayatını adayacağı kadını kaybeden adam kaybolmuş ruhunu bulmaya çalışırken sanki mutluymuş gibi davranıyordu ama değildi. Aras, o günden beri hiç kendi gibi olamamıştı, hep öyleymiş gibi davranmıştı. Şimdi olduğu gibi...

Elif'in onu bana emanet ettiği andan beri aramızdaki bağ onu hayatta tutmuştu. Biliyordum, elinden tutmasam ruhu gibi o da kaybolurdu.

“Özledin mi?” sesimin titremesi hislerimi ele verirken bana hiç bakmadı.

“Hep benimle olduğunu hissediyorum, buna özlemek denmez aslında. Özlemek bir yerden sonra alışmışlığa evrilir benim ona olan hasretim alışkanlık değil, benim ona olan hasretim ihtiyacım.”

“Sen çok güzel seviyorsun Aras, Elif bunu biliyor; biliyorsun değil mi?” başımı yavaşça bana döndü. Gözleri gözlerime değdiğinde arabanın içinde soğuk bir dalga onun kalbine, benim mideme çarptı.

“O da çok güzel seviyor biliyor musun? Beni çok güzel sevdi, beni bir tek o sevdi.” son cümlesi karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Aras’ın ailesinin olmadığını biliyordum. Kardeşi de yoktu, küçükken Elif’le beraber büyümüşlerdi. Elif’in babası, Aras’ın eğitmeniydi. En başından beri Elif’le çıktığı bu yolda kaderlerinin beraber yazıldığını ikisi de biliyordu.

Sadece sonlarını bilmiyorlardı.

Aras, donukluğumun vereceğim bir cevabım olmamasından kaynaklandığını anlayarak girdiğimiz girdaptan bizi çıkarmak istercesine gülümsedi ve sorun yok dercesine başını sallayıp yola döndü. “Hayırdır, alacak verecek meselesi? Ne oldu?” muzip sesi bir anda duygu durumunu değiştirdiğinde yerimde hafifçe kıpırdandım. Konuyu değiştirmek için topu yine bana atmıştı.

Sorusu sabahı bana hatırlattı, şerefsiz iyi bir gol atmıştı bana ve ben o golü kimseye anlatacak değildim.

“Önemli bir şey değil ya. Saçma bir muhabbet.” diye mırıldandım geçiştirmeye çalışarak. Aras, kısık bir şekilde gülüp çocuk mu kandırıyorsun dercesine bana baktı.

“Parçayı almak için gittin alamadan döndün. Aranız açıktı ki sarılmadın. E sabah ağzıma sıçtın. Ne yani hepsi basit bir muhabbetten miydi?” beni sıkıştırmaya çalışmasıyla sinirlerimin gerildiğini hissettim. Zaten duygularım karışıktı, bir de onun sıkıştırması iyice beynimin eror vermesine sebep oldu.

“Ya sana ne iki sevgilinin arasındaki olaydan? Sür sen.” dedim sinirle.

Ne yani durup da ona küçük aslancığı kelepçelediğimi söylemeyecektim. Şarabın üzerine kelepçede eklenirse çenesinden kurtulamazdım.

“Utandın sen! Oha utandın, yanakların kızardı ve bağırdın!” yakaladım dercesine heyecanla söylendi ve göz kırparak arsız bir sırıtışla çenesini bana doğru uzattı. “Ne oldu Kara Dul’um gösterip elletmedi mi kaslarını?” keyifli sesinden dökülen cümlelerle iyice yandığımı hissettim. Aklıma gece yaşadıklarımı düştüğünde bacaklarımın arasında tuhaf bir haz hissettim.

Kasları gayet de benimleydi.

“Valla Thor mor dinlemem çarparım seni kaçak elektrik, öyle bir şey değil konu. Sen düşünme, işine bak. Bu ara bölgeni boşluyorsun, keserim cezayı patlarsın.” Yöneticiliğinden bahsetmemle Aras, deminki keyfini silerek acı bana dercesine yavru köpek gibi gözlerime baktı.

“Kara Dul’um bak Allah adı verdim yarın yardım et bana şu matematikten hallice dosya işlerinde. Zaten sonraki gün denetime çıkacağım hiç istemiyorum milletle muhatap olmayı. Ulan kabul eden beynimi sikeyim ben ne anlarım yönetmekten. Bazen kim olduğumu karıştırıyorum amına koyayım! Her haltın içindeyim.” kendine sövercesine söylenirken yüzündeki ihtiyaçlıkla sarılmış tipine kahkaha atmadan edemedim.

Bu adam olmasa kesin bitmiştim. Net. Varlığının verdiği güven bu yola çıkmamdaki en önemli etkendi ki o olmasa zaten Ithaca’da çoktan ölmüştüm...

Yöneticilikle ilgili istediği yardımla egomu tatmin edebileceğimi düşündüm. Bu şansı kaçıramazdım sonuçta.

Kibirle kollarımı göğsümde birleştirip bacak bacak üstüne attım. Camdan içeri esen rüzgar saçlarımı uçururken bu hissin verdiği huzur sızlayan bedenimi gevşetmişti. “En iyisi olduğumu, bu dünyada eşim ve benzerimin olmadığını, bana hayran olduğunu söylersen yarın sana yardım ederim.”

Aras, koşul olarak sunduğum şarta şaşırıp bir an bana ciddi miyim diye dönüp baktı ve ciddiliğim karşısında kafasını olumsuz anlamda sallayıp gülümseyerek önüne döndü.

“Sen Alisa Havas, kibrin ve tehlikenin ana kraliçesi olarak şu ana kadar gördüğüm en güçlü kadınsın. Her ne kadar bunu içimde tutmayı düşündüysem de sırf boktan kağıtlar yüzünden bunu söyleyeceğim ki en büyük hayranınım. Evrende eşi benzeri olmayan sen, ego tatminin için beni kullandığından dolayı cehennemde yanacaksın ama şunu unutma ki orada bile beraber olacağız. Umarım ölmeden önce tüm yeteneklerini kullanmış olursunda yanarken yanımızda Kral ve Başkan da olur tabii bir de Karan denen piçte.” tek solukta, sanki planlamış gibi içinden geçenleri söylemesiyle dayanamayıp kahkaha attım. Resmen konuşmasının ilk başında beni övmüş sonra öldürmüş bir de yanında beni katil ilan edip milleri de yanıma eklemişti. Gülmemi durdurmaya çalışarak elimle koluna vurdum.

“Ne biçim bir kafa yapın var deli? Öldük bir de milleti öldürdük giderayak. Ben sana beni öv dedim öldür demedim.” dedim dalga geçercesine. Aras, koluna vurup onunla dalga geçmemle kaşlarını çattı ve koltuğunda huysuzca kımıldanıp bana ters bir şekilde baktı.

“Ölmeme izin vermezsin değil mi?” ortamın getirdiği huzuru bozan sorum beynimin komutundan değil de içimdeki küçük kız çocuğunun çaresizliğinden çıkmasıyla içimde tuhaf bir boşluk oluştu. Aras, sorumla bir an dönüp gözlerimin içine bin bir duyguyla baktı.

“Asla izin vermem. Hak ettiğimiz mutlu sonu yaşayacağız tırtıl, merak etme.” tok sesi yemin edercesine kalbime değdiğinde bir an annemin benim için kullandığı seslenişle seslenmesi gözlerimi sulandırdı.

Küçük tırtıl... küçük tırtıl büyüyüp kozasından çıkacak ve kelebek olacaktı...

Aklımın geçmişe doğru aktığını fark etmemle kafamı sallayarak beynimi şimdiki anımda tutmaya çalıştım. Gözlerimi Aras’ın yan profilinde tutarken başımı kendimi onaylarcasına salladım.

“Bende asla senin ölmene izin vermem Thor.” zamanında her şeyi Elif, için yapan adam şimdi her şeyi benim için yapıyordu ve yaptığı hiçbir şeyde kendi gibi davranmıyor ondan istenilen kişi gibi davranıyor, bunları yaparken de anlamadığımı sanıyordu.

Elif’in en sevdiği karakter Thor olduğu için o günkü muhabbette onu seçtiğini anlamadığımı sanmıştı ama ben anlamıştım. Tıpkı vişne suyunu sevmediği halde seviyormuş gibi davranıp içmesi gibi.

Aras Aktay, kalpten sevdiği insanlar için her şeyi yapabilecek kadar güzel bir adamdı.

Ve ben onun sevgisine hak ettiği şekilde davranacaktım.

“E bir zahmet izin verme ölmeme senin için götümü yırtıyorum.” kendini beğenmiş bir şekilde duygu yüklü havayı dağıttığında egosuna gülümseyerek elimi radyoya götürdüm. Gecenin karanlığında, yıldızların ışıklarıyla bize eşlik ettiği bu yolda yorgunluğumuzu dinlendirecek şarkı bulmak için kanalları dolaştım ve sonunda sakin bir parçada durup kafamı koltuğun başlığına yaslayarak az kalan yolun bitmesini bekledim...

                                                      & 

Ruhum rüya alemiyle gerçeklik arasında bir araftayken derinden gelen sesle yastığıma daha fazla sarılıp sesin dinmesini bekledim. Hadi ama bu yorgunluktan kurtulmamın tek çaresi deliksiz bir uyku!

Ne dediğimi bende bilmezken -büyük ihtimalle küfür ederek- elimi yanımdaki komodine uzattım. Kulaklarımı acı şekilde uyaran sesi susturmak istercesine kimin aradığına bakmadan telefonu açıp uyuduğumu belli eden bir sesle konuştum.

“Evet.”

“Hemen sarayın çıkışına gel. Acil.” diyen sesle kaşlarımı çatarak yataktan doğrulup telefonumu kulağımdan çekerken ekrana baktım. Sesleri ayırt edebilecek durumda değildim ve kimin beni bu saatte arayıp da dışarı çağırdığını merak etmiştim. Ekranda gördüğüm isimle gözlerim sonuna kadar açıldığında hızla üstümdeki yorganı itip dolabıma ilerledim. Elime geçen beyaz tişörtü ve siyah taytı giyip zaman kaybetmeden banyoya geçtim, şu an gerçekten berbat görünüyordum ama umursamadım.

Gece normal bir gece değildi ve sabahın köründe zorla uyandırılmıştım. Prenses gibi görünecek değildim.

Yüzüme vurduğum soğuk suyla uykumun açılmasını sağlayıp dişlerimi fırçaladım ve gece aldığım duştan dolayı kurumamış olan saçlarımı dağınık bir topuzla başımda sabitleyip telefonumu alarak odadan çıktım. Hızlı adımlarla dışarı ilerlerken telefonun saatine baktım. Cidden sabahın beşinde beni niye çağırıyordu bu herif?

Kapının önüne geldiğimde güvenliklerin şaşkın bakışlarıyla karşılaştım ve bunun olacağını bildiğim için bıkkın bir nefes verip sert bir bakışla selam vererek yanlarından geçtim. Ana yola çıktığımda etrafa bakındım ama onun arabasını göremedim. Tam onu aramak için telefonuma davranmıştım ki biraz uzakta park edilmiş BMW’nin selektör yaktığını gördüm. Bu arabayı daha önce görmemiştim, niye bu arabayla gelmişti ki? Sorgulayan bakışlarım üstünde çatılan kaşlarımla arabaya doğru ilerledim. Siyah camdan dolayı içeriyi görememiştim ama ben arabaya yaklaştığımda arka kapının açılmasıyla şüphelenmeye başladım.

Bu adam neyin peşindeydi sabahın beşinde?

Açılan kapıya doğru kendimden emin adımlarımla yaklaşmıştım ama binmeden önce eğilerek içeriye doğru baktım.

Keşke bakmasaydım.

Gördüklerimle göz bebeklerimin büyüdüğünü hissettim ve beynim o an dondu. Hızla arabaya kapıyı kapattım. Ben karşımda gördüğüm sahneyi kavramaya çalışırken şoför koltuğunda olan kişi çoktan arabayı sürmeye başlamıştı.

“Ne oldu sana böyle?” sesim kendimin duyamayacağı kadar kısık, dilimden dökülen sorunun cevabını duymak istemediğimi belirtecek kadar acılıydı. “Yağız..” sesim sanki çıkmamış gibi içimde kalıp bedenimde bomba etkisinde patlama hissi yaratarak kaybetme korkusunu bana tekrardan yaşattı. Gözlerim vücudundaki yaralarda acı içinde gezerken belindeki yoğun kırmızılıkla titreyen elimi ona doğru uzattım. Bir eliyle belindeki yaraya baskı uygularken boştaki eliyle ona uzattığım elimi tuttu. Gece gördüğüm yaralarının üstüne birkaç tane daha eklenmiş yakışıklı yüzü gölgelenmişti.

“İyiyim, abartılacak bir şey değil” yorgun çıkan kesik sesi bile abartılması gerektiğini belli ediyordu. Araba ilerlerken yoldaki çukur nedeniyle sarsılmasının yüzünde yarattığı acı ifadesi sanki ben yaralıymışım gibi bir etki yarattı ve ben kendimi tutamayarak söylendim.

“Nah iyisin. Konuşma, sadece nefes al ve ayık dur.”

“Abi, nereye gidiyoruz?” diyen sesle girdiğim şokun etkisinden çıkıp gözlerimi yaralı aslandan çekip önde oturan kişilere baktım. Yağız’ı görünce o kadar soyutlanmıştım ki hayattan onları fark etmemiştim bile.

Konuşan arabayı süren kişiydi. Görüş açımın izin verdiği şekilde baktığımda onun da yaralarının olduğunu fark ettim. Bizden biraz küçük gibi görünüyordu, esmer, siyah saçlı, yakışıklı sayılabilecek ortalama bir tipti. Gözlerimi ondan çekip yanındakine baktığımda istemsizce kaşlarımı çattım. Yüzünde ve kollarında kesikler olan benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim sarışın bir kadındı.

Kimdi bu kadın?

“Geçen sefer beni aldığın eve sür.” diyen Yağız’ın sesiyle kadını bırakıp şaşkın bir şekilde Yağız’a baktım. Bu adam durumunun ciddiyetinin farkında değil miydi?

“Saçmalama!” çocuğa döndüm.” Hastaneye sür!”

“Senin emirlerin bizde geçerli değil Yenge, abim ne derse o olur.”

“Başlarım senin yenge ayağına! Görmüyor musun ne halde? Emrimi sorgulama ve hastaneye sür.” dedim tıslarcasına. Benim sinirlendiğimi anlayan Yağız, elindeki elimi sıkarak ona bakmama sebep oldu. Gözlerimiz birbirine kavuştuğunda yorgunlukla başını koltuğa yasladı.

“Efsun, doktoru ara; eve gelsin.” inat etti mi onu bozmayacağını biliyordum ama yine de ısrar etmedim. Doktorun gelmesi de bir şeydi. Kabul etmek istemese de şu an gerçekten kötü görünüyordu. Koltukta ona doğru yaklaştım, boştaki elimle saçlarını alnından çekerek arkaya doğru ittim. Dokunuşumla kasları gevşedi.

“Lütfen, hastaneye gidelim. Bak iyi görünmüyorsun.” istek kokan kısık sesimle ona yalvarırken o beni umursamadı. Sanki beni duymamış gibi ona yaklaşmamla beni incelemeye başladı. Ben elimle alnındaki terleri silerken o bir an yüzündeki yarayı unutmuş gibi kaşlarını çattı.

“Saçların nemli, hasta olacaksın neden kurutmadın?” duymayı en son bile beklemediğim cümle solgun dudaklarından döküldüğünde şaşkınlıkla ağzımdan ha diye bir nida kaçtı. Bu adam ciddi miydi? Kendisi şu an beyaz ışığı görüp görmemek arasındayken benim nemli saçımı mı düşünüyordu?

“Yağız, gerçekten mi? Delirmişsin sen!” adının Efsun, olduğunu öğrendiğim kadının yorum yapmasıyla şaşkın olan yüzüme sinir ve kıskançlığın küçük tohumları eklendi.

Ve tam ona cevap vereceğim sırada kadının sesinin tanıdık geldiğini fark ettim.

Bu kadın bana o diye seslenip Yağız’ın önünü kesen kadındı. İşte bu bir savaş ilanıydı hem de en kanlısından.

“Sen işine bak, burada üstlerin konuşuyor.” sert çıkmasına özen gösterdiğim sesimin eşliğinde ona verdiğim cevap sinirlerine dokunmuştu ki kucağında duran elinin yumruk olduğunu gördüm. Bana cevap veremeyecek durumda olduğunu bildiğimden gözlerimi tekrar yanımdaki adama döndürdüm. Acı içinde yolun bitmesini beklerken, bana yaralı yüzüyle sunduğu küçük tebessümle bir an damarlarımdaki kanın ısındığını hissettim.

Hadi ama, bu halde bana öyle bakarsan nasıl düşmanım olabilirsin ki?

İçimden geçen düşünceyi duymuşçasına elimi tutan eliyle bir an beni kendine çekti. Yaptığı hareketle yarasını kasmıştı ve bu yüzünün buruşmasına sebep oldu ama o derin bir nefes alıp yaklaşan yüzüme parlayan mavi gözleriyle bakıp fısıldadı.

“Sakin ol kaplan, pençelerin bana lazım.”

Bakışlarının etkisinden çıkamayan sevgi arsızı tarafımın büyülendiğini fark ettiğim anda ondan uzaklaştım. Araba durmuş, eve gelmiştik. Ona destek olmak için hemen arabadan inip onun tarafına geçtim ve kapısını açtım. Arabayı süren çocuk benden önce davranıp Yağız’ın kolunu omzuna atarak onunla yürümeye başladı. Sesimi çıkartmadım, onlar önden ilerlerken ben biraz arkadan ilerliyordum.

Ne kadar kendini dik tutmaya çalışsa da canın yandığını hissediyordum, görüyordum. Onu daha önce hiç bu kadar kötü görmemiştim. Büyük bir baskın yedikleri belliydi ve bununla birlikte aslında asıl hedefin kendisinin olduğu da. Niye saldırmışlardı ki? Merakın perçinlediği zihnimdeki anılar yolda dediklerini hatırlattı, zaten geldiği yer karışıkken bırakıp benim için gelmişti; demek tekrar gidince saldırı devam etmişti.

Ben zihnimde parçaları oturtmaya çalışırken evden içeriye çoktan girmiştik. Çocuk Yağız’ı yatağa yatırıp geri çekildiğinde bana çekingen bir şekilde baktı.

“Yenge, sen üstünü çıkar. Doktor de gelir birazdan. İnip bekleyeyim.” mesafeli sesiyle daha ben cevap vermeden hızla odadan çıkıp kapıyı kapattı. Odada ikimizin kalmasıyla dudaklarımı bükerek yatağa doğru ilerledim. Ona her bir bakışımda içimde patlayan volkan, lavlarıyla bedenimi yakıyordu; tıpkı onun şu an acı içinde yanması gibi.

Yaralarına dokunmamaya çalışarak hafifçe yatağın kenarına oturup düğmelerini çözmeye başladım. Bedenine dokunduğum anda yavaşça açılan gözleriyle sessiz bir şekilde beni izlemeye başladı.

Ellerimin titremesini engellemeye çalışırken omurgamdan aşağı süzülen soğuk bir ürperti beni titretti. Onunla gitmediğim için kendimi suçlayacak kadar duygusaldım şu an.

“Dikkatli olmanı söylemiştim.” isyan kokan üzgün sesimle çenemin titrediğini hissettim.

“Sen istediğim için ölmedim zaten. Aklımda hep gözlerin vardı.” söylediği beyin yavaşlatan cümleyle bir an düğmeyi çözen elim dondu ve ben derin okyanuslara bakıp bir süre onda kayboldum.

“Sırf doktor gelene kadar uyanık kalman gerektiği için soruyorum yoksa asla merak ettiğim için değil.” bir düğmeyi daha çözdüm. “Hani seni orada bırakırsam her şey biterdi?”

Yağız, derin bir nefes alarak elini yanağıma yasladı. Kanlı eli yanağımı kendine sakladığında ona bakamadım. “Siyaha en çok kırmızı yakışır. Sen tüm siyahınla karanlıksın ve bende tüm kırmızılığımla karanlığına bulaşmaya çalışanları yakan saf alevim. Biz bir bütünüz Alisa, bundan kaçışın yok. Bundan ikimizin de kaçışı yok.”

Elindeki kanın yanağıma bulaştığını farkındaydım, o da farkındaydı ama bunu umursamadı, hatta emindim ki şu an hiçbir şeyi umursamıyordu. Bir gecede ikimizde çok şey yaşamış, tehlikeyle ayrı ayrı boğuşmuştuk ve birbirimizden uzak kalıp kaybedeceğimizi düşünmüştük.

Korku insanın acısını bile silerdi, şu an Yağız acısını silmiş gece yolda hissettiği kaybetme duygusuyla bana sarılamayışının eksikliğini kendi kanına bulaşmış eliyle yanağımı okşayarak gideriyordu. Bunu fark etmem bulunduğumuz duruma daha da isyan etmeme sebep olmuştu. Biz neyin günahını çekiyorduk da aramıza aşılamaz sınırlar çizilmişti?

“Kaçmaya çalışmıyorum, sen söylemiştin diye sordum.” diye mırıldandım konuyu dağıtmaya çalışırcasına çünkü şu an bu durumda bunları konuşuyor olmamalıydık. Düğmelerini çözmeyi bitirmemle Yağız, yarasına dikkat etmeye çalışarak doğrulup oturur pozisyona geldi ve bunu yaparken bile canının nasıl acıdığını yüzü belli etti. Ceketini omuzlarından yavaşça sıyırırken konuşmadan duramadım.

“Yapanın adını ve hemen.” gözlerim bedenindeki kurumuş kan izlerinde dolaştı. “Hepsini acı içinde bağırtmazsam duramam.” intikam isteğiyle dolu konuşmamla yüzünde küçük bir tebessüm oluştu. Gözlerim gülüşüne takıldığında tek kaşımı ahenkle kaldırdım. Ne yani ciddiye almamış mıydı beni? Yüzüne doğru yaklaşıp aramızda bir nefeslik mesafe kalacak şekilde durdum.

“Çok ciddiyim hepsini öldüreceğim. Benim adamıma bunları hangi piç yapabilir?” benim ciddi tavrımla ters orantılı bir biçimde karşımdaki Yüzbaşı gözleriyle ezberlediği yüzümü tekrar ezberlemeye başlarken içimdeki kelebeği uçuracak sesiyle konuşmaya başladı.

“Şu an aklımdan geçenleri bir bilsen kaçar giderdin şu kapıdan.”

“Kaçırsana.” dedim merak içinde. Gözlerimiz birbirine bağlıyken yarasına dikkat ederek gömleği omuzlarından çıkarıp üstünü çıplak bıraktım. Gözlerimi yarasına çevirecekken Yağız, eliyle çenemi tutup yarasına bakmamı engelledi.

“Ne?” diye sordu dikkatimi yarasından çekmek istercesine. Tek kaşımı kaldırıp iç çekerek soludum. İstediğini ona verip doktor gelene kadar yarasına bakmayarak onu oyalayacaktım.

Elimi omzuna yaslarken okyanuslarındaki yorgun dalgaların acısını kendime hapsetmek istercesine topraklarımla onu beslemeye çalıştım. “Kaçır diyorum yani aklından geçenleri de.”

“Ama ben kaçmanı istemiyorum, karşımda olup bana böyle bakmanı istiyorum.”

“Nasıl bakmamı?” diye sordum merakla. Ben ona nasıl bakıyordum ki?

Acı içinde iç çeker gibi bir nefes çekti külle kaplı ciğerlerine. Gözlerindeki yoğunluğun beni dağıttığından haberi olmadan ruhumu içine çekmeye devam etti.

“Gözlerin... gözlerinde uyuşturucu var yoksa bunun başka açıklaması olamaz.” başını ahenkle iki yana salladı, sanki beslediği duyguların onu kendine aç bırakıyormuş gibi ihtiyaçla doluydu. “Bağımlısıyım öyle böyle değil gözlerinin.”

Bağımlılık kelimesinin geçmişimizdeki yangında küle dönmüş hatıraları ikimizin arasına uçurmasıyla sertçe yutkundum. “Uyuşturucu sana yasak biliyorsun değil mi? Geçmişin kirli.” Yağız, kendini yavaşça yatağa bırakırken gözlerini benden ayırmadan aslında bana hiç güvenmediğini bir kez daha söyledi.

“O zaman sana da gitmek yasak biliyorsun değil mi? Geçmişin kirli.”

“Biliyorum.” diye mırıldandım pişmanlıkla.

Gitmek konusunu kapatmamış mıydık biz?

“Bende biliyorum uyuşturucunun yasak olduğunu ama şunu da biliyorum ki ben bu uyuşturucudan ölsem vazgeçmem.” parmağı hafifçe çenemi okşarken söyledikleriyle dudaklarımda hüzünlü bir tebessüm oluştu.

“Sana sadece bu uyuşturucu helal. Onun için ölmene gerek yok, yaşasan yeter.”

“Sadece bana?”

Başımı evet anlamında salladım. “Sadece sana.”

Dokunuşuyla gözlerimi kapatmıştım ki kapının çalınmasıyla hızla ayağa kalkıp gelin dedim. Odadan çıkan kişilerin yanında doktorla beraber içeri girmesiyle yutkunup omuzlarımı dikleştirdim. Sonuçta onlar Yer Altındandı bense Krallıktan...

Ellilerinin sonunda olduğunu tahmin ettiğim kısa boylu, kır saçlı doktor hızla içeri girip bana bakmadan Yağız’a doğru ilerledi ve çantasındaki malzemeleri çıkarmaya başlarken “Çıksanız iyi olur.” dedi emredercesine tok sesiyle. Bir an önce müdahale etmesi için hızla başımı sallayıp kapıya doğru ilerledim. En son odadan ben çıkarken kapıyı kapatmak için döndüğümde Yağız’a kısa bir bakış atıp güven verircesine gülümseyerek kapıyı kapattım. Onunla aramıza giren ahşap kapının kaderden daha az engel olduğunun bilinciyle derin bir nefes alıp arkamda, koridorun duvarına yaslanmış bir şekilde bekleyen kişilere dönüp baktım. Adam, bana bakmayıp yere bakarken Efsun, denilen kadın tüm dikkatiyle beni inceliyordu. Ona sert bir şekilde bakarken hırçın bir ifade içerisindeydim, normal şartları kıskançlık uğruna bu kadar kin beslemezdim ama bu kadına içim hiç ısınmamıştı.

“Kim yaptı ve neden yaptı?” iki soru iki cevap barındıran emir tonlu konuşmamla adam kafasını kaldırıp bana baktı. Duruşunu dikleştirip gerginlikle bana bakarken tam konuşmak için ağzını aralamıştı ki yanındaki göt taşı ondan önce konuşmaya başladı.

“Tüm olanlar gibi bu da senin yüzünden oldu Soylu? Ne yani olanları tahmin edemeyecek kadar mı uzaksın onun hayatından?” beklemediğim bir yerden konuya dalmasıyla şaşkınlıkla kaşlarım havalandı. Yüzündeki iğrenir ifadeyle bana doğru bir adım atıp tam önümde durdu ve benim şaşkınlığımdan faydalanarak konuşmaya devam etti.

“Sen, onun senin için yaptığı hiçbir şeyi hak etmiyorsun Soylu.” tüm evrenin bağırarak dediği şeyi karşımda daha kim olduğunu bile bilmediğim bir kadından duymayı daha hazmedememişken sevdiğim adamın benim için bu halde olmasının şaşkınlığını yaşıyordum.

Ben ne yapmıştım ki?

Loading...
0%