Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6.Bölüm "Kırgınlığın Öfkesi"

@senabookss

“Yalnız kaldığınız o anda, ruhunuzdan geçen her bir düşünce hissettiğiniz sızının derinlerdeki boşluklarda birikmesine sebep olur.”


Sızlayan kalbimin hissinden uzaklaşmak için yaptığım iğnenin, beklediğimden daha erken etkisizleşmesiyle oturduğum kumların üstünde karşımdaki manzarayı izliyordum. Güneşin batışının gökyüzünde oluşturduğu güzellikle denizin sakin dalgaları insanın ruhunu dinlendirirdi. Beni dinlendirmek yerine daha da yoruyordu bu güzellik. Elimde kafamı sakinleştirmek için içtiğim içki, yanağımda babamdan bir acı, gözlerimde ise yaş vardı. Bunların dışında kalan ve en ağırı olan da kafamın doluluğuydu.


Zihnim festival alanı gibiydi; gürültülü, karışık ve kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşayan binlerce insanın toplanma alanı... evet böyleydi. Binlerce insanın gürültüsü kulaklarımda uğuldarken, karışıklık zihnimi afallatıyordu. Kalabalığın içindeki yalnızlık hissiyse kimsesizliğin derin yarasını, güzel bir el işlemesi işlercesine işliyordu kalbimin en derinine ve ben çaresizce boyun eğiyordum tüm bunlara. Çıkış yolu ararken kaybolmak, çıkışın olmadığı düşüncesinden daha ağırdı çünkü çıkışın varlığı insana umut veriyordu ve umut hayal kırıklığının kardeşiydi. Ben bu iki kardeşten hangisini hissediyordum bilmiyordum ama kurtulacağıma inanıyordum.


Beş yaşında eğitilmek için gönderildiğimden beri yalnız, iki senden beri de sadece kendime sahiptim. Bugünüme kendim gelmiştim ve yine kendi başıma bu işten kurtulacaktım. Bunu kendime borçluydum. Borcumu ödeyebilmem için ihtiyacım olan sağlıklı bir beyin ve zaafsız bir yaşamdı ve ben şu an ikisine de sahip değildim. Zaafımla aramda uçurumlarca mesafe varken bile, onu düşünmeyi bırakamazken galiba asla ikinci ihtiyacı sağlayamayacaktım. O yüzden birinci ihtiyacı kusursuzca yerine getirmeliydim.


Sağlıklı ve pürüzsüz bir beyne ihtiyacım vardı...


Kafamın dağılması için geldiğim deniz kenarında ne kadar zaman geçirdim bilmiyordum fakat beklediğim etkiyi yaratmadığını hissedecek kadar uyuşmuştum. Kötü hislerim sanki bedenimde senelik oturum almıştı ki içimde yanan ateş topu hala yanmaya devam ediyordu ve sönecek gibi değildi. Yaşadıklarım, eski bir anı diye geçmişin satırlarına gömebileceğim türden şeyler değildi. Tüm hayatım çabalamakla geçmişti, çabalarımı kimse görmese de vazgeçmemiş en iyisi olmaya gayret etmiştim. Olmuştum da. Soylu olmak herkesin yapabileceği bir şey değildi ve ben bunu başarmıştım lakin yetmemişti bu başarım. İnsanoğlunun doyumsuzluğundandı galiba hep en üstü istedim ve bunun uğruna herkesi sildim...


Pişman mıydım? Hayır ama bazen düşünmüyor da değildim, normal bir hayatım olsaydı nasıl olurdu ya da gitmeseydim neler yaşardım diye. Hiçbir zaman bilemeyeceğim şeyleri düşünmek bile yoğun olan beynime teneffüs gibi geliyordu, o kadar kötü bir durumdaydım...


Zaman akıyordu, kum saatindeki kumları kendiyle özdeşleştirmiş biçimde insanları umursamadan devam ediyordu yolculuğuna ama ben devam edemiyordum. İki senedir aynı döngünün içindeydim, o geceyi yaşıyordum gittiğimden beri. Onun kollarından çıkıp gittiğim gece acı hatıra değildi de ulaşmaya çalıştığım bir hayal gibi rüyalarıma giriyor, uykuyu haram kılıyordu ruhuma. Şimdi ise aynı şehirde, aynı evde yaşarken nasıl rüyalarıma girişini göz ardı edip devam edebilirdim ki onsuzluğa? Cevabı olmayan soruyla karşımdaki denize, yüzümdeki acınası ifadeyle bakıp elimdeki şişeden acı bir yudum aldım. Her bir yudumda yanan boğazım hayatta olduğumu hissettiriyordu.


Zararlı olduğunu bildiğim basit bir sıvının beni hayatta olduğuma inandırmasını dileyecek kadar yoksundum yaşamdan. Sıvı dudaklarımdan süzülüp boğazımı yakacaktı ve ben yaşadığımı hissedecektim. Düşünceyle dudaklarım kıvrıldı, tamamen sıyırmıştım. Artık emindim.


Aldığım acı yudumun yaşamı hissettirmesiyle beynimdeki can yakıcı düşüncelerin yerini alması için önümdeki kördüğümü düşündüm. Elimde hiçbir şey yoktu, o yüzden şu an yapmam gereken Aras’tan haber bekleyip buradaki gücümü arttırmaktı. Sadece dokunulmazlığıma güvenerek bu yola çıkamazdım. Bu yol çiçekli bir yol değildi, bu yol dikenli tellerin ördüğü ve kanın halı görevi gördüğü keskin virajlı bir yoldu. Bu sebeple yanımda olacak güçlü ve güvenilir insanlara ihtiyacım vardı... çaresiz ve çıkış yolu arayan zihnimle arama giren telefon sesiyle dikkatimi kumların üstüne koyduğum telefonuma kaydı. Saraya girmeden önce değiştiğim sim kartımla önceden kullandığım numarama geçmiştim. Yani şu an beni arayan buradakilerden biri olmalıydı. Bu numaramı Ithaca’dan sadece Aras, biliyordu. Topraklarım arayan kişinin ismine değindiğinde kaşlarımın çatılışıyla elimin telefonu kavraması eş zamanda gerçekleşti. “Evet?” kuşkulu sesimle telefonu açışım karşıdaki kişinin bıkkın bir nefes alışına sebep oldu.


“Bugün salı, barda toplanıyoruz. Sende gel.” Seda’nın iki cümlelik emir konuşmasıyla cevap vermeme fırsat vermeyerek telefonu kapatışıyla şaşkınlıkla elimdeki cihaza baktım. İki sene önce gittiğim gece, her salı Akınların sahibi olduğu barda toplanacağımıza dair sözleşmiştik. Onlar bu geleneği hala devam ettiriyorlardı... Bulunduğumuz durum neticesinde beni davet etmesi şaşırtıcıydı, bugünkü konuşmamızın üstüne sanki bir sorunumuz yokmuş gibi beni davet etmesi bir yanımı heyecanlandırsa da bir yanımı sıkıştırmıştı. İçimde büyüyen düşüncelerin çığ gibi her bir düşünceyle devleşmesiyle ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Çığ, hangi tarafa yuvarlanacağını bilemeyerek etrafa çarparken yine zarar gören ben olmuştum. Gitmeli miydim, gitmemeli mi? Acaba o, çağrıldığımı biliyor muydu? İş için baktığımda gitmem iyi olurdu. Daha bugün gelmiştim ve sadece saraya uğramıştım. Halkın geri döndüğümü bilmesi gerekiyordu. İçimde oluşan çığ karanlığa doğru yuvarlanırken yavaşça ayağa kalktım. Bacaklarıma yapışan kumları elimle temizlerken şişemdeki son yudumu dudaklarımla buluşturdum. Öncelikle eve geçip üstümü değiştirmeliydim, arabaya doğru yürümeye başladığımda birkaç saat öncesini yaşamamış gibi yapacağıma dair kendimi telkin ettim. Nedensizdir ki buna rağmen bu gece içimde tuhaf bir huzursuzluğa gebeydi...


Araba, Delphi’nin sokaklarında kayıp giderken üstümdeki aynı tarz giydiğim kıyafetler vardı. Yüzümdeki tokat izini kapattığım makyajımla hissettiğim acıyı da kapattım ve şimdi o ünlü eğlence sokağının ışıklarının beni büyülemesini istedim. Tıpkı eski günlerdeki gibi, tek derdimin eğlenmek olduğu zamanlardaki gibi basit ışıkların beni etkisi altına alıp gerçekliğin can yakıcı kollarından kurtarmasını diledim ve tabi ki büyüyen ruhum; aptal ışıkların, müziğin yükselten eğlence arzusunu ve göz kamaştıran şehrin büyüsüne kapılmadı aksine bunu gereksiz buldu.


Delphi, sokakları sabahkinin aksine şimdi kalabalıktı. Gençler, eğlencenin en yüksek dozunu yaşamaya çoktan başlamıştı. Barın olduğu sokağa girdiğimde sokak tıklım tıklımdı. Arabayı barın önüne çekip araçtan indim ve anahtarı valeye verdim. Kapının önündeki korumaların beni tanıyarak selam vermeleriyle başımı eğdim ve büyük kapının benim için aralanmasıyla uzun kuyruk oluşturmuş insanlardan önce içeriye girdim. İlk ana kapıdan girdiğinizde herkesin eğlendiği klasik bar vardı, oradaki insanları geçerek özel kişilerin takıldığı bölüme doğru adımladım. O kapının güvenliği de beni tanımıştı ki saygıyla başını eğdi. “Hoş geldiniz, efendim.” diyerek kapıyı açmasıyla başımı eğerek selam verip yanından geçerek asıl hedefime ulaştım. Gözlerimi hızla bölümde dolaştırdım, içeride toplasan otuz kişi vardı ama benim dikkatimi hemen bir şey çekti.


Sahnedeki kişi ve sesi...


Kulaklarımı, sesindeki ton ve huzurla ödüllendirişi aslında özlediğim bir diğer şeyinde bu olduğunu kalbime acı şekilde hatırlattı. Kalbimin sahibi sahnede yıldız gibi parlıyordu. Birlikte olduğumuz zamanlarda olduğu gibi şarkı söyleyişi bir an sanki hiç aramızda mesafe yokmuş da biz hayatımızdan iki sene kaybetmemişiz gibi hissettirmişti ve bu his mideme sert bir yumruk atmıştı.


Tutulduğum özelliklerinden biri olan sesi tüm barı doldururken gözlerimi ondan ayırmadan söylediği şarkıya odaklandım. Şarkı ‘Gökyüzünü Tutamam’dı. Şarkıyı o kadar içten söylüyordu ki etkilenmemek elde değildi. Sözleri şu anki durumumuza baktığımda ağır göndermeydi, farkındaydım ama özlem daha ağır bastığı için şarkının sözlerinden ziyade söyleyene ve sesine odaklanmayı seçtim. Giydiği gri tişört ve siyah kot pantolonu, dağınık ama yumuşak olduğunu bildiğimden daha da karıştırmak istediğim kumral saçları, kemikli yüzünün tamamlayıcısı okyanus gözleriyle karşımdaydı hayatımı adadığım adam fakat yakın olduğu kadar uzaktı da...


Arkamdan gelen isyan sesleriyle tenimde oluşan ürperti eşliğinde girdiğim transtan çıkıp arkama baktım. Kapının önünden çekilmemi bekleyenlerin bana hadi dercesine baktığını gördüm. Resmen kapının önünde dikiliyordum! Arkamdaki insanlardan gözlerimi alıp tekrar aslancığa baktım ve gözlerimi ondan ayırmadan barmenin yanına giderek viski aldım. Ben ayakta, bar tezgahına yaslı bir şekilde Yağız’ı dinlerken; o da şarkıya can katıyordu. Sesi barın duvarlarında yankılanırken gözleri etrafta geziniyordu. Okyanusları sakince etrafta dolaşırken benim topraklarımı vurdu. Buluşan gözlerimizle yüzünde oluşan kısa süreli şaşkınlık midemin burkulmasına zemin hazırladı. Şaşkınlığını üstünden atışının hemen ardından bana seslenişi beni daha da yıkmak için olduğunu anlamayacak kadar salak değildim.


“Kırgınım sana ben, yalnız beni değil kendini de kandırmışsın...” o kısmı gözlerime bakarak söyleyişiyle sertçe yutkundum. Sanki yutkunuşumla boğazımda düğümlenen acı geçecekti. Sanki hissettiğim keder benden uzaklaşacak beni huzurun kollarına atacaktı.


Normalde şarkı söylerken o kadar mutlu ve huzurlu olurdu ki onun bu dünyaya şarkı söylemek için geldiğini düşünürdüm, şimdi ise isyan eder gibiydi sahnede. Huzuru ararmışçasına isyan eden sesi mutluluğu yıllar önce kaybettiğini belli eden durgun okyanuslarıyla benim sahnedeki sevgilim, benim bıraktığım adam değildi sanki. Bağlı olan gözlerimizdeki bağı sertçe koparan o, oldu. Okyanusların zihnimi ele geçirişinin geçişiyle kendime geldim. Şarkının da son kısmının çalınıyor oluşuyla Sedaların tarafına doğru ilerledim. İlk geldiğimiz zaman oturduğumuz masada oturuyorlardı. Yanlarına gidip selam vererek masalarına oturdum. Resmi oluşum beni bile şaşırtacak şekilde ciddiyken, Seda’nın dönüp bana gülümsemesiyle daha fazla şaşırdım. Zihnim durumu raporu hazırlarken acınası varlığım gün yüzüne çıkmıştı... Muhtemelen babamla olan olaylı görüşmemizin sonu onu da etkilemişti ki bana iyi davranmaya başlamıştı. Gerçi Seda’nın zaten bu küslüğü uzatacağını düşünmüyordum. Bana kızamayan, beni ben olduğum için seven nadir insanlardandı fakat aynı şeyi kocası için ve benim aslancığım için söyleyemeyecektim. Onlar bu küslüğü kolay kolay bitirmeyeceklerdi. Aslında bu küslükte değildi, dargınlık diyebilirdik adına... yani öyle umuyordum.


Masaya oturmamla herkes susmuştu. Her zamanki gibi ortalığı yumuşatmak için adım atan Seda, oldu.


“Nasıl olmuş mekan, değişimi beğendin mi?” sorusuna tam cevap vermek için dudaklarımı aralamıştım ki Akın’ın araya girmesiyle laf ağzıma tıkıldı.


“Uzun zamandır gelmedi, unutmuştur eski halini Soylumuz!” lafı yüzüme çarpmasıyla kaşlarımı çattım ama üstünde durmadım. Siniri geçene kadar bunu yapacağını biliyordum. O yüzden dikkatimi Seda’nın sorusuna verdim. Bakışlarım mekanda gezerken eski modern halini çok fazla değiştirmediklerini fark ettim. Avizeleri ve koltukları değiştirmişlerdi fakat bu bile ortamı fazlasıyla etkilemişti. Önceki demode havasının aksine şimdi daha göz alıcı ve ferah olmuştu bar. “Beğendim, güzel olmuş.” gözlerim dünyanın en iyi arkadaşına takıldığında dudaklarımdan dökülen cümleyle gözleri keyifle parladı. Ben onun parlayan gözlerine gülümserken Yağız, masaya geldi. Bana bakmadan masaya oturuşu ve masanın üstündeki kristal kadehi eline alıp viskiyi yudumlayışı tabi ki umurumda olmadı, bana bakmasını beklemiyordum zaten... Masa düzeninden dolayı karşılıklı oluşumuz ona bakmamı zorlaştırırken kendimi ona bakmamak için tembihlemeye çalıştım. Seda’yla Akın yan yana oturuyorlardı. Ben Seda’nın yanında, Yağız da Akın’ın yanındaydı. Karşılıklı oturuyorduk fakat ikimizin de gözleri birbirlerine değmeyecek kadar dar bakışlıydı. Gözlerimi bana bakmayacağını bildiğimden başka tarafa çevirdiğimde Seda’nın içmediğini fark ettim. Daha üç ay önce doğum yapmıştı, içmemesi normaldi. Akın’sa eşinin yerine de içer gibi içiyordu. Her zamanki gibiydik... Seda, içse bile iki kadehten fazla içmez; kontrolü asla elden bırakmaz. Akın, Seda’ya güvenir ve su içer gibi içer geceyi dağıtırdı. Ali, bizden izin aldığı kadar içerdi ki o da iki kadehten fazlası olmazdı. Yağız ve ben viski içerdik, kadeh sayısını o anki ruh halimiz belirlerken çoğunlukla altı-yedi kadehi bulurdu. İkimiz birlikteyken zaten ayık olamayacak kadar sarhoş olurduk, içki sadece bahaneydi... o zamanlar. Şimdi her şey farklıydı.


Onlar kendi aralarında günlük koşuşturmadan konuşurken ben sanki yokmuş gibiydim. Hayalet olmuş olabilir miyim diye bile bir an düşündüm. Acaba buraya çok gelmek istediğim için uyku sırasında buraya gelmiş olabilir miydim? Bu düşünceyle dudaklarım iki yana kıvrılırken elimdeki kadehten bir yudum aldım. Kadehi dudaklarımdan uzaklaştırırken kehribar rengi acı sıvı boğazımı yakarken gözlerim bir an okyanuslarla çarpıştı. Bakışları gözlerimden o saniyede çekilirken dudaklarıma uğrayıp bedenimi terk etti. Kısa süreli bakışın gerçekliğinden emin olmak için kaşlarımı çatarak topraklarımı onun yüzüne sabitlediğimde onun sanki bana hiç bakmamış gibi; sanki ben burada değilmişim gibi Akın’la konuşuyor oluşundan sanrı gördüğümü anladım. Bu can acıtıcı düşünceyle dudaklarımı büküp elimdeki kadehi sıkarken, titreyen telefonumun uyarısıyla bıçaktan keskin olan bakışlarımı karşımdaki kalbimin düşmanından çekip telefonuma çevirdim.


Aras: Nasıl oldun, kaçık?


Mesajına kaşlarım çatılırken dudaklarım benden bağımsız iki yana uzanmıştı. Onun bedenimdeki bu etkisini seviyordum, bir kelimesi yeterdi hislerimi değiştirmek için.


Ben: Kaçık derken? Yanlış yazdın sanırım?


Attığım an mavi tik olan mesajımla elimdeki kadehten bir yudum alarak cevap almayı beklemeye başladım.


Aras: Hasss. Yanlış yazdım Soylum. Efe’yle karıştırdım sizi.


Aras: Sayın Soylum, yokluğunuzdan dolayı durumuzdan bi haberim. O sebeple içimdeki merak duygusunu söndürmek açısından durumunuzu bana belirtir misiniz?


Aras: Amk. Eski lafta bilmiyorum ki iki artistlik yapayım! Sen böyle afili laflar söylemişim gibi oku tamam mı?


Peş peşe yazdığı mesajlarla kendimi tutmaya çalışıyordum ta ki son mesajına kadar. Kıkırdamamı engelleyemediğim de bakışlarım bir an karşımdakilere kaydı. Dört çift göz bana gözlerini kısmış şekilde bakarken bakışlarımı kaçırıp telefonuma baktım. Onlarda beni hayalet kategorisine koymuşlardı değil mi?


Ben: Cahil olduğunu bu kadar belli etmesen keşke. Neyse... iyiyim iyi. Ölmedim.


Aras: O ne biçim konuşma? Ağzına biber sürerim senin. Neredesin sen?


Ben: Sedalarla onların barındayız. Birkaç kadeh içip kalkacağım. Sen nerdesin?


Aras: O yüzden benimle böyle üstten üstten konuşuyorsun sen... anladım.


Aras: Tabi gördün eski arkadaşlarını, vurdun benim götüme tekmeyi.


Ben: Ne oldu yakamoz? Pış pışlanma saatin mi geldi? Ne bu duygusallık?


Ben: Tabi beni özledin değil mi?


Merakla yazacağı şeyi beklerken Yağız’ın huysuz bir edayla ayağını sallayıp sert bir şekilde Akın’ı dinlediğini göz ucuyla izledim.


Aras: Ne o yoksa pışpışlayacak mısın? Özledik tabi kızım. Alışmışım varlığına.


Son cümlesini okurken hissedemediğim değer hissini en derinimde filizlenişi her bir saniyede duyumsadım. Varlığımı sevip yokluğuma üzülen biri... şu an yanımdakilerin iki sene önce hissettiği gibi.


Aras: Yağız, orada mı? Konuştunuz mu?


Ben: Konuşmak mı? Yüzüme bile bakmıyor.


Elimdeki kadehin dibini görmeme sebep olacak o yudumu aldığımda bakışlarıma hüzün çökmüştü. Gitmiştim ve bitmişti. Gidiş bitişi getirirdi ama geliş başlangıcı doğurmazdı. Çünkü ne giden aynıydı ne de gelen.


Aras: Sen bakmıyorken baktığına motorum üstüne yemin ederim.


Fazla emin konuşmasıyla gözlerimi devirmeden edemedim. Şu an Yağız’ın umurunda olmadığıma kızım kadar emindim.


Ben: Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun? Şu an umurunda olmadığıma eminim, hem de bunun için kızım üstüne iddiaya bile girerim.


Ben: Ya da dur. O kadar da değil. Kızım ayrı, başka bir şey için iddiaya girerim.


Aras: Erkekler böyledir. Ne sanıyorsun, eskisi gibi seni saracağını mı? Aslında benim bir fikrim var...


Aras: Diyim mi? 😊


Ben: De... saçma bir şey olduğuna senin ajan olma ihtimalin kadar eminim.


Aras: Kırıcısın. Alındığımı belirtmek istiyorum. Ne saçmalamamı gördün?


Ben: Hangi birini sayayım? Fikrin ne onu söylesene sen?


Aras: Git geç karşısına. Ben geldim de, öp sonra. Allah belamı versin ki barışmazsanız gel yüzüme tükür.


Mesajını okuduktan bir yirmi saniye boyunca düşündüm. Şimdi kalksam, karşısına geçip okyanus gözlerine baksam... O, da bana baksa, ayağa kalkıp dimdik karşımda durup topraklarıma baksa. Hızlanan kalbime karşı gelip, aramızdaki uçurumdan atlasam ve özleminden göz yaşları tükettiğim dudaklarını kendime katsam... Zihnimde sahne canlanırken dilimi yavaşça dudaklarımda gezdirdim ve yutkunarak gözlerimi kıstım. Telefona gelen bildirimle gözlerimin önündeki sahne sis bulutu ardına saklandı ve ben gerçek dünyaya döndüm. Başımı olumsuz anlamda sallarken titreyerek kendime gelmeye çalıştım. Bakışlarımı telefonuma çevirdiğimde gelen mesajı okurken kısık bir küfür dudaklarımdan uçuştu.


Aras: JKJDAHKJAK! Lan yapmayı düşündün değil mi?


Ben: Saçmalama! Ne düşüneceğim be! Sapık mıyım ben?


Ben: Seninle neden arkadaş olduğumu düşünüyordum. Bu zekadaki biriyle sadece anaokuluna giderken konuşurdum çünkü.


Aras: He he ondan. İnandım. Neyse hadi yokluktasın diye bir şey demiyorum.


Aras: Abine bırak ve şimdi izle. Çözeceğim ben bu işi.


Kaşlarım burnuma kadar indiğinde bu delinin neler yapabileceğini düşündüm. Hiddetle telefona daha çok sarılırken masanın üstündeki sahipsiz bardağı fondip yaptım.


Ben: Saçma sapan bir şey yapma bak. Kazık kadar insan olduk. Rezil etme beni.


Mesajım çift çizgi olduğu halde mavi tik olmadığında sinirle ofladım. Başımı oturduğum koltuğun sırtına yaslarken gözlerim karşımdaki çatık bakışlı okyanusa kaydı. Bana dik dik bakıyordu, başımı hayırdır anlamında salladığımda gözleri elimdeki boş kadehe kaydı. “O, benim viskimdi.” dudaklarından dökülen tek parça cümleyle bakışlarımı elimdeki kadehe çevirdim ve kadehi yukarı doğru kaldırdım. Gözlerim bir ona bir de kadehe çevrildiğinde umursamazca omuz silkip gözlerimi onun okyanuslarında sabitleyerek kadehi masaya sertçe koydum.


“Masaya başı boşmuş gibi koymasaydın o zaman. Yemeyenin malını yerler. Pardon, içerler.” ciddi bir ifadeyle gözlerine bakarken daha fazla ona karşı koyamayacağımı bildiğimden masadan kalktım. Vücudum daha fazla uyuşukluk hissi için beni dürterken adımlarımı bar tezgahına doğru sürdüm. Dans edenlerin arasından süzülürken insan kalabalığından boğulduğumu hissediyordum. Yapışık bedenlerin arasında kısılıp kalmış gibi hissetmeme neden olanın geldiğim yerdeki olayın sebep olduğunu bildiğimden kendimi sakinleştirmeye çalışarak insanları itip barmene ulaştım. Barmen, beni tanıdığından içkimi hazırlamaya koyulmuştu bile. O, hazırlarken bende demin aralarından sıyrıldığım insan karmaşasına baktım. İnsanların eğleniyor oluşları nedensizce canımı sıkmıştı, önceden bende böyle şuursuzca eğlenebiliyordum; şimdi ise şuurum kollarıma pranga şeklinde sarılmış ve benliğimi emri altına alarak benden uzaklaştırmıştı. Çekememezliğin yarattığı sinirle gözlerimi barmene doğru çeviriyordum ki yanıma yaklaşan kişiyi fark etmemle bıkkınca nefes aldım.


Diğer yöneticilerden biri olan Emir Saygın... gıcıklığın ve kendini beğenmişliğin en berbat birleşimiydi. Tamam, söylediğim sıfatlar bende de mevcuttu ama bunun ki dayanılmayacak seviyedeydi...


“Ooo kimleri görüyorum. Güzelliği ve acımasızlığıyla nam salmış olan Soylumuz geri dönmüş. Hoş geldiniz.” samimiyetin ilk harfinin yanından geçmeyeceği yayık gülümsemesiyle karşımda duruşu ve söyledikleri ona üstten bir bakış atmama sebep oldu. “Hoş bulduk Emir, hayırdır niye şaşırdın bu kadar; dönmeyeceğimi mi ümit ediyordun?” tam yanımda durmuş, beyaz gömleğinin iki kolunu da kıvırmıştı ve sol kolunu tezgaha yaslamış bir duruşla yüzündeki arsız sırıtış eşliğinde bana bakıyordu. Konuşmamla yüzündeki sırıtış daha da genişledi ve bana doğru eğildi.


“Olur mu hiç öyle şey, hangi şehrin bu kadar güzel Soylusu var?” Hatta inanmazsın, sen gelmeyince korktum daha gelmeyeceksin diye.” olmayan aklıyla dalga geçme cürretinde bulunması gözlerimi kısarak ona bakmama sebep oldu. Piç, beni eski Alisa sanıyordu...


“Korkma, korkma buradayım; bir yere gitmiyorum. Sizi korumak görevim, eğer korkarsan gel yanıma korurum seni.” dedim küçümseyici bir gülüşle. Yüzündeki sırıtışın sarsılması ve gözlerindeki öfke, bozulduğunu belli ediyordu. Soyluluk mücadelesinde onu eleyen ben olduğum için o zamandan beri kuyumu kazmaya çalışıyordu. Aramızdaki az mesafeyi daha da aza indirişiyle kaşlarımı çatarak ona baktım. Yokluğumda kim olduğum unutulmuş gibiydi ve bu durum hiç hoşuma gitmemişti.


“Gözün arkada kalmasaydı, Yağız, sen yokken iyi idare etti burayı. Tüm kızlar itaat ediyordu ona.” dedi ve pis bir sırıtışla beni süzerek ekledi; “Emin ol, sana bu kadar itaat etmemişlerdir.” şerefsiz beni vurabileceği tek noktadan vurmaya çalışıyordu fakat ben kendimi tutacak kadar ayıktım. Gözlerimiz meydan okurcasına birbirine bağlıyken yüzüne bir tane çakmamak çok zordu ama ona burada vuramazdım. Özellikle daha yeni gelmişken...


Çatık kaşlarımın altında sinirle araladığım ağzımın, Emir’le aramıza giren beden yüzünden kapanmasıyla kaşlarım havalandı. Yağız, sertçe karşımdaki piçi itti ve tezgaha bardağını sert şekilde koyup beklemeye beklemeye başladı. Gözleri ne bana ne de Emir’e değmişti. “Neyse sizi yalnız bırakayım, malum uzun zaman oldu. Hasret giderirsiniz.” şerefsiz gülerek yanımızdan uzaklaşırken gözlerimi devirerek sinirle soludum, resmen beş dakikalık varlığı sinirimi bozmaya yetmişti. Bar tezgahında yalnız kalışımızla kafamı kaldırıp aslancığa baktım. Aramızda epey bir boy farkı vardı ve ben 1.76 boyundaydım! Bu durum sinirimi bozsa da alıştığım için göz ardı ettim şu anlık. Okyanus gözleri etrafta geziyor ve benimle hiç ilgilenmiyordu. Hiç konuşmayacak, birbirimizi yok mu sayacaktık?


Hayaletten hallice gördüğüm karşılıkla, barmenin bıraktığı viskiyi tek yudumda içip bardağı sertçe onun elinin yanına bıraktım ve arkamı dönerek çıkışa doğru ilerledim. Onun tarafından yok sayılmak beklediğimden de ağır bir bedeldi. Onun yokluğuna alışabilirdim, alışamasam bile kabul edebilirdim fakat yanımdayken yokluğu... onu hiçbir kuvvet atan kalbime uyduramazdı. Onun bakışları bana değmeyecekse neden yanındaydım ki? İçimi yakan düşüncelerin eşliğinde ilk kapıdan geçerek girişteki bar tarafına ulaştım. Kalabalığın içinden ilerlerken aklıma gelen fikirle adımlarımı çıkıştan çevirerek bar tezgahına doğru ilerlettim. Barmen önünde duran bana kısa bir bakış atarken, yutkunarak isteğimi dile getirmemi bekledi. Korkulan biri olmak, korkmaktan her zaman daha iyiydi. “Bir şişe şarap versene.” ciddi sesimle başını sadece onaylar anlamda salladı ve hızlı adımlarla depoya doğru ilerledi. Şu an ki duygularımı kırmızı bir şarap ve denizin soğuk esintisi eşliğinde dalgaların huzuru tarif ettiği ses bastırabilirdi. Garsonun istediğim şişeyi getirmesini beklerken yanımdakilere dikkat kesildim. Doğrusu kesilmek zorunda kaldım çünkü fazlasıyla dikkat çekiciydiler. Üç erkek, bir kızı sıkıştırmışlardı ve sözlü şekilde taciz ediyorlardı. Ben onlara bakarken barmen şişeyi önüme koydu. Elimin yanındaki şişeye bakmayıp yanımdakileri izlemeye devam ettim, kızın istemediği yüzünden ve hareketlerinden bariz şekilde belliydi. İçimdeki canavarın benden müdahale etmek için izin istemesiyle tüm bedenimi yan döndürdüm. “Şişşşt, kız istemiyorum diyor; ne uzatıyorsunuz? Yaylanın hadi!” uyarı tonlu sesli konuşmamla dört çift göz bana döndü. Çocuklardan biri öne atlayarak sinirle “Sana ne kızım? İşine bak, aranma!” dedi. Diğer uzun boylu daha iri olan, vücudumu süzerek beğeniyle bana bakmaya başladı.


“Katılmak istersen seni eğlendiririm bebeğim. Sen varsan bununla işim olmaz.” diye söylendi önündeki kızı kastederek. Söyledikleriyle yüzümde fırtına öncesi sessizliğin oluşturduğu gerilimin keyfi baş gösterdi ve gülümsedim. Konuşmayan çocuk bana doğru adımlayarak yüzüme daha yakından baktı. Kahverengi gözleri arsızca boynumda ve göğüslerimde gezerken ıslık çalarak “Kesin gel yavru kuş.” deyip kahkaha attı. İçimden keşke başka bir şey dileseydim diye geçirdim. Bugünün tüm sinir ve stresini bu abazalardan çıkartabilecektim. Yanıma yaklaşan çocuk tam saçımı için elini kaldırmıştı ki elini yakalayarak ters çevirip arkasına geçtim ve kafasını tezgaha vurdum.


Bunu gören diğer piçler üstüme geldi. İri olan ensemden yakalamak için elini uzatmıştı ki ayağımla karnına tekme attım. Vuruşumla sendeleyerek geriye doğru savrulduğunda bakışlarım kısıldı. Tuttuğum çocuğun kafasını sertçe bir kez daha tezgaha vurup onu bıraktım ve diğerlerine doğru döndüm. İçimde tuhaf bir haz dolaşırken çevremdekilerin bakışları benim için gölge arkasına saklanmıştı. Sadece bu an ve hissettiğim zevk vardı benimle.


Tekme attığım çocuk toparlanarak diğer çocuğun yanına geçtiğinde ikisine de umursamaz bir ifadeyle baktım ve “Bakın... ufak bir hasarla kurtulmak için son şansınız. Emin misiniz?” diye sordum gülerek. İri olan yere tükürüp öfkeyle bana baktığında dediğimin havada asılı kaldığını anladım. “Göreceksin birazdan hasarı. Bakalım altımdayken de aynısını söyleyebilecek misin?” Kendinden emin konuşmasıyla kahkaha atmadan edemedim. Bu meydan okumayı sevmiştim.


Bir şey söylemeden üstüne doğru adımladım. Daha o atakta bulunmadan ondan önce davranıp hızla yumruklarımı yüzüyle buluşturdum. Ben onunla dövüşürken diğeri arkadan belime sarılıp beni tezgaha dayadı. O sırada gözüme çarpan şişeyi aldığım gibi çocuğun kafasına geçirdim. Acıyla bağıran çocuğun karnına sertçe tekme atıp iterek kendimden uzaklaştırdım. Yere düşüşüyle yan tarafımdaki çocuğa öfkeyle baktım ve elimde kalan şişenin keskin cam kırıklarının olduğu tarafı, bana doğru yürüyen iri çocuğun cinsel organına doğru soktum. Çocuk acı içinde bağırarak yere çöktü. Diğer ilk müdahale ettiğim çocuk bunu görünce korkuyla kapıya doğru koşmaya başladı. Müziğin durduğunu, bardaki herkesin bizi izlediğini şimdi fark etmiştim. İzleyicileri umursamadan beni altına alacağını söyleyen iri çocuğun yanına gidip önünde eğildim. Yüzündeki acı ve öfke içimdeki tatminlik duygusunu keyiflendirmişti. Acıdan dolayı yüzünden süzülen ter damlaları deminki piç hallerini örterken ben duygusuzca ona baktım.


“Dediklerimi şimdi ciddiye aldın mı bebeğim? Bir daha hiçbir kadını hafife almamayı öğrendin mi?” diye sordum cevap vermene gerek yok edasıyla dalga geçercesine. Çocuk bana nefret ve korkuyla bakarken acıdan dolayı cevap verecek durumda değildi. Önünden kalkarak barmene doğru ilerledim ve tezgahın önünde durdum.


“Şişemi kırdılar. Hesabı onlara yaz ve bana bir şişe daha ver.” barmen korkuyla hızla şişeyi verince gülümseyerek başımı eğip selam verdim. Kimsenin bir harekette bulunmamasının işime gelişiyle üstümdeki gözleri dikkat dışı yapıp bardan çıktım ve güzel kızıma ilerledim. Ilık esen rüzgar yüzümü okşarken park alanındaki arabama bindim ve camları sonuna kadar açtım. Yola çıktığım andan itibaren ise aklımda ne babamla olan konuşma vardı ne de kavga... Aklımda sadece tek bir düşünce vardı.


Acaba onun kadehinden içerken bardağın hangi tarafını kullandım? Umarım onun içtiği taraftan içmişimdir...


Loading...
0%