Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7.Bölüm "Gizli Numara"

@senabookss

“Zaman yaraları sarardı ama zamanla açılan yaraları da büyütürdü çünkü hiçbir yara zamanla kapanacak kadar yüzeysel değildi.”


Küçüklüğümden beri sığındığım çok az şey vardı. Babamın Başkan olmasına rağmen asla bu konumdan yararlanamamıştım. Her şeyim belirli ve bana verildiği ölçüde vardı. Fazlası yasaktı. Diğerlerinde olmayan bir oyuncak bana gelmişse elimden hemen alınır ya başkalarına verilirdi ya da çöpe atılırdı ama asla bende olamazdı. Eğitimdeki öğrencilerle aynı olmak zorundaydım. Başkan’ın kızı olmam hiçbir şekilde bana torpil geçmediği gibi aksine ayak bağı olurdu. İyi yaptığım şeyler babam sayesinde, kötü yaptığım şeyler ise aptallığım ve beceriksizliğimin getirisinden meydana gelirdi. Annem, ziyaretime geldiği gecelerde, eğer o hafta uslu bir kız çocuğu olmuşsam bana frambuazlı çikolata getirirdi. Küçük bedenimin ev sahibi olduğu korkunun eşliğinde; kimse görmeden yorganımın altında, gece uykusunda yerdim o çikolatayı. Bir gece... ışıklar söndüğünde geçen geceden yarısını yediğim ve kalanını yastık kılıfının arasına sıkıştırdığım çikolatayı yemek istemiştim. Handan, son kontrolleri yapıp çıktığında bir daha gelmeyeceğini bilerek saklandığım yorganın altında kalan frambuazlı çikolatayı; tadını ala ala, yavaş yavaş yemeye başlamıştım. Son parçadan ufak bir ısırık alıp tadına varırcasına ağzımda beklettiğim esnada yorganın üstümden bir hışımla çekildiğini ve öfkeli bir çift gözün hapsinde damarlarımdaki kanın soğuduğunu hissettim. Handan, her zamanki kaidesini bozmuştu ve benim iki haftadır bir işler çevirdiğimi hissettiğinden dolayı ikinci kez teftişe gelmişti ki istediğine de ulaşmıştı. Suç üstü baskın.


O gece ıslah odasında kalmıştım. Tek başıma. Kapkaranlık, penceresi olmayan küçük oda. İçeriye ses girmediği gibi dışarıya da ses çıkmayan oda. Kan akışınızı duyabileceğiniz kadar ıssız ve sessiz odada küçük beyninizin size fısıldadığı yaratıklar, canavarlar, hayvanların da yanınızda bulunduğu gerçeğiyle baş başa... bunların tek suçlusu bir paket çikolata.


Sevdiğim şeyler bana yasaktı. Haddim olmayanı istemek arsızlıktı, çevrendekiler gibi olmalı; onlar ne kullanıp neyi seviyorsa sende onları kullanıp sevmelisin. Bu zihniyetle baskılanan ruhum artık bu gerçeği kabul etmişti. Başkan’ın kızı Alisa, babasının prensesi olabilirdi fakat beş yaşında gittiği sarayda eğitilen ajan Alisa, sadece babasını askeri olabilirdi ve sadece ona verilenle yetinirdi. Her şeyin olduğu gibi istediklerinin de sevdiği şeylerinde fazlası zarardı. Gitmeden önceki hayatım bana fazlaydı. Yağız, frambuazlı çikolataydı. Yasaktı.


Huzur, yarımdı. Mutluluk, yoktu. Nefes, izin verildiği ölçüde vardı.


Tüm bunlar geçmiş ve gelecek arasındaki ince ip üzerinde beni kıstırdığında düşmemek için sarfettiğim çaba yersiz geliyordu. Kim geleceğin kaçmış, geçmişinden kurtulmuştu ki? Aslında kurtulmak da istemiyordum, sadece yaşamak istiyordum. Onların gölgesinde olmak sorun değildi; onların içinde, derininde olmak sorundu. Tüm bunlar zihnimdeki düğümde bir avuç çözülmesi gereken sarmaşıkken geldiğim yine beyni aynı tenhalığıyla karşılamıştı. Seda’nın aramasından önce oturduğum yerde oturmuş, soğuk kumların üzerinde hayatımdaki kopuk kısımların aralarından süzülen yaraların nedenini düşünüyordum. Gecenin bilmediğim saatinde, gökyüzündeki yarım ayın ve yavruları gibi dağılmış yıldızların aydınlattığı gökyüzünün çatısı altında denizin soğuk esintisinin hissettirdiği huzurun, dalgaların sesiyle birleştiği dakikaların bedenimi rahatlattığı bir andı. Geçen seferin aksine bu sefer denizin sesi işe yaramış gibiydi; beynim biraz daha rahattı. Tabii bunun nedeni bardaki stres attığım olayda olabilirdi ya da çakır keyif haline gelmem... Hangisinin işe yaradığını bilmiyordum ama iyi ki yaramıştı. Şu an ki sakinlik ve gerçeklikten uzak olmak çok iyi gelmişti. Gökyüzündeki yıldızların yalnızlığıma eşlik ettiği gecede deniz, durgun dalgalarıyla gözlerimi rahatlatmış, kokusu ciğerlerimi huzurla doldurmuştu. Denizi izlerken gözlerimin aslında bir çift okyanus göz gördüğünü de inkar etmeye çalışsamda biliyordum.


Denize bakarken kumlara dik şekilde oturttuğum şarap şişesinden bir yudum alırken boğazımda ekşi tat bırakan kırmızı sıvıyla başımı geriye doğru yatırıp yıldızlara baktım. Bizim olarak sahiplendiğimiz en büyük yıldızın yanındaki küçük yıldıza diktiğim gözlerimi kırpmadan geçmişi düşünüyordum ki telefonuma gelen ardı ardına bildirim sesiyle bu saatte bana yazabilecek tek kişi olduğundan gözlerimi devirerek telefonu elime aldım. Parlayan ekrandan yansıyan isimle doğru tahminimden dolayı kendimi tebrik etmek istercesine bir yudum daha aldım şişeden ve telefonuma döndüm.


Aras: Bak benim gibi muhti şahsiyet seni bulduğu için önce bir abdest al, sonra da iki rekat şükür namazı kıl.


Aras: Çok iyi bir arkadaşım lan huyum kurumasın.


Aras: Ne bok yediğim atayım mı?


Aras: Sen ve senin sevimsiz sevgilinle ilgili...


Aras: Uyudun mu lan? Hevesimi batırma!!!


Dikkatimi son yazdığı mesajdan önceki mesaj çektiğinde hızla omuzlarımı dikleştirip gözlerimi açarak parmaklarımı ekranda kaydırmaya başladım.


Ben: Ne bok yedin lan?


Ben: Aras... bak kafam uçmuş durumda seni de uçurmama sebep olma.


Ben: Umarım beni rezil etmedin???


Aras: Gerçek, çirkef yüzünü hemen gösterdin işte.


Aras: Ben sen miyim kızım? İşimi sağlam yaparım. Efe’den ufak bir destek aldım ve...


Aras: Seninkini işlettim.


Ben afallamanın verdiği saçma bir yüz ifadesiyle ekrana bakarken Aras’tan peş peşe ekran görüntüsü fotoğrafları geldi. Hızla fotoğraflara bakarken dudaklarım iki yana uzanmıştı.


Aras: Selammm ben Nalan.


Aras: Numaranı bir arkadaşımdan aldım 😉


Göz kırpma emojisinin önünde adının Nalan olmasına kahkaha atarken bu mesajları yazarken yüz ifadesini hayal edebiliyordum. Siyah gür saçlarını geriye doğru yatırmıştı, keskin çene hattını örtmek istercesine çenesini göğsüne doğru gömmüş, arsızca sırıtarak telefona bakıyor olmalıydı. Elimdeki şişeden bir yudum daha alırken okumaya devam ettim.


Yağız: ?


Nalan: Geçen barda seni şarkı söylerken izledim. Numaranı almak için biraz uğraştım 😊


Yağız: Geçen derken iki sene öncesini kastediyorsundur. Kimsin?


Nalan: Geçen dediğim arkadaşım iki sene önce sizin takıldığınız barda çalışıyordu. O sıra sen şarkı söylerken videonu çekmiş.


Nalan: Bana da geçen gösterdi... o zamandan beri seni bulmaya çalışıyorum. Rüyamda görmekten sıkıldım da😊


Okuduğum son satırlarda bir Yağız’ın iki sene boyunca şarkı söylememesi kısmına bir de Aras’ın... pardon Nalan’ın benim aslancığımı rüyasında bilmediğim halde görmesine odaklandım. Yağız, şu hayattan en çok iki şeyi sevdiğini söylerdi.


Okyanus gözleri gözlerime bağlanır, topraklarıma serinlik katarken iki elini belime sarar ve göğüslerimiz birbirine yaslanmış bir halde, gamzelerini gösterecek şekilde kalbimin ritmini değiştiren bir edayla gülümseyerek; “Şu hayatta bir senim var bir de şarkı söylemeye sebep olan sesim.” derdi... Ne yani şimdi ben gittikten sonra sesi de mi onu terk etmişti ki şarkı söylememişti? Vicdan azabının köklü alevi kalbimi mengene gibi sararken yutkunarak gözlerimi denize çevirdim. Eğer ki hayatımız bu yönde şekillenmeseydi Yağız’ın seçeceği mesleğin müzisyenlik olacağını ilk baştan beri biliyordum, hatta onu bu yönde destekleyerek kötü alışkanlıklarından uzaklaşmasını sağlamıştım da ama şimdi yaptığım her şeyi kendi ayaklarımla yıktığım gerçeği başka bir gerçekle gözler önüne serilmişti. Ben, ben onun için o kadar önemliydim...


Elimdeki şişede, yarısından daha da azalmış sıvıyı bir kez daha dudaklarımla buluştururken gözlerimi ışığı azalmış ekrana doğru çevirdim ve parmak ucumu dokundurarak ekranı aydınlattım.


Yağız: İlgilenmiyorum.


Nalan: Şu an barda değil misin? Bende oradayım.


Nalan: İzin ver sana bir kadeh içki eşliğinde kendimi anlatayım...


Yağız: Tabii. Eğer ki sevgilim tarafından parçalanmak istiyorsan neden olmasın?


Önce kelimeleri okudum, ardından da cümleyi tek bir nefeste. Yüzümdeki tebessüm yavaş yavaş yayılırken kendimi arkaya doğru bırakarak kumların üstüne uzandım ve sarhoşluğun getirdiği kendini kaybetmek hissinin doğurduğu delilikle kahkaha atarak bacaklarımı kaldırarak keyifle salladım. Telefonu elimde gökyüzüne doğru sallarken yıldızlara baktım. “Beni bırakmamış...”


Fısıltımı yıldızların duyduğuna emindim. Onlar bizim her anımızda yanımızdaydılar. Yüzümdeki gülümseme sabit dururken mesajı peş peşe birkaç defa okudum. Beni parçalayıcı olarak nitelendirmesi sinirimi bozsa da bu mesajdan sonra Aras’ın tüm yavşamalarına cevap dahi vermemesi içimdeki ona ait olan kısımda buz tutmuş yerleri ılık bir esinlikle erittiğini hissettim. Kırgındı, öfkeliydi, belki de affetmeyecekti, belki de eskisi gibi olamayacak iki farklı kişi olarak devam edecektik ama yine de beni sevecekti. Benim onu sevdiğim gibi beni içinde büyütecekti. Bu bile yeterdi sevgi dilenen içimdeki küçük kız çocuğu için.


Yattığım yerden doğrularak oturur pozisyona geldim. Deminki hareketlerimden dolayı elimden kayan şişeye buruk şekilde bakıp ağız kısmına yapışan kumları elimle temizledim ve dökülen kısımdan ayrı kalan az miktardaki sıvıdan küçük bir yudum aldım. Mesaj kısmını tekrar açtığımda Aras’ın çevrimiçi bir şekilde beklediğini fark ederken dudaklarımı büktüm. Ne hallere kalmıştım ben böyle? Alisa Havas, aptal bir ergen gibi işlettirdiği eski sevgilisinin yazdıklarıyla mutlu olacak kadar çökmüştü.


Ben: Buna gerek yoktu. Yapma şöyle şeyler.


Ben: Ayrıca bir süre de görüşmeyelim. Rüyada gördüm ne demek ya?


Hemen cevap yazdı.


Aras: Siz kızlar birine yavşarken öyle demiyor musunuz?


Ben: Hayır. Bizim aklımız sizin gibi yatakta değil.


Aras: Bu bilgiyi keşke baştan deseydin. Kızları yanlış tanımışım.


Ben: Niye ilk konuşmanızda Elif, sana böyle mi yürüdü?


Elif’ten bahsetmemle bir an parmaklarım durakladı. Gözlerim uzağa dalarken yavaşça yutkundum. Onu anmak iyi hissettirdiği gibi üzgünlüğümü de derinleştirmişti. Aras’ta bir süre ne yazacağını bilememişti ki üç dakika sonra mesaj attı.


Aras: Evet. Sana utangaçmış gibi davrandı ama tek kaldığımızda benden daha cesaretliydi. İlk seven ben olduğumdan onunla olunca ne yapacağımı şaşırıyordum. Amına koyayım boktan bir ergenden farkım kalmıyordu ki.


Aras: Neyse ne. Bak işte unutmamış seni. Git de barış, bıktım senin aşk acından.


Konuyu değiştirmeye çalıştığını anlayacak kadar ayıktım. Şu an keşke yanında olsam diye düşünsem de yazdıklarım bunu tersi niteliğindeydi çünkü onun acınmaya değil, gerçekçi davranılmaya ihtiyacı vardı.


Ben: Sana mı kaldı benim aşk acım? Yama bana seninle konuşmak istemiyorum.


Aras: Bunun nedeninin yaptığım ergence şeyden mutlu olduğundan utandığın için olduğunu düşünüyorum.


Ben: Bok düşün Aras.


Aras: AJHKDHKAHKŞA


Aras: Tamam, anlaşıldı. Bir süre görüşmeyelim diyeceksin. Bu gece iyi geceler mesajı yok. Yarın sabah günaydın mesajı atarım.


Üst dudağım yukarı kıvrılırken başımı olumsuzca salladım. Bu adam beni fazla çok tanıyordu... Fazla çok.


Ben: Cehenneme kadar yolun var.


Aras: O yolda beraberiz.


Son mesajına tebessümle baktığımda içime tuzlu bir nefes çektim. Yalnızlığımın bilmediğim dakikasında elimdeki telefonu kumdan zeminin üstüne bırakacağım sırada kulaklarıma ulaşan araç sesiyle kaşlarım çatıldı. Kafamı ardıma doğru çevirdiğimde ezberimdeki arabayı gördüm. Yağız Ertuğ, yavaşça arabasından inip bana yürürken derin bir nefes daha alıp beklenmedik durumun şaşkınlığını ona yansıtmamaya çalıştım. Onu bana doğru yaklaşımını izlemeyi keserek başımı denize çevirdiğimde içimdeki ikili kavganın ortasında kaldığımı fark ettim. Kaçmaya çalıştığım gerçekler ve şimdi yanımda durup bana bakması ruhumda tuhaf bir gerilime sebep oldu. Niye gelmişti ki? Şimdi ben ne söyleyebilirdim bulunduğumuz durumda?


“Otursana.” ne diyeceğimi bilemediğimden dudaklarımdan dökülen tek kelimeyle kafamı kaldırıp ona baktım. Okyanusları ifadesizce yüzümde geziniyor, vücudumu talan ediyordu. Bir şey arıyordu ya da bir şey oldu mu diye bakıyordu. Bu bakışı biliyordum... İfadesizliği ve gözleri ne düşündüğünü gizlerken ne düşünüyor diye merak ediyordum. Gözleri üzerimdeyken birazdan ne diyecekti?


Belki bana sarılacak ve geldiğim için mutlu olduğunu diyecekti. Belki de git diyecekti... gittiğin gibi git, hiç gelmemiş gibi terk et bizi. Babam gibi varlığımın burası için yasak olduğunu söyleyecekti. Öfkesini mi kusacaktı yoksa sevgisini mi yansıtacaktı?


“Geldiğin gibi kaç tane olaya karıştın, farkında mısın?” düşüncelerimin karışımı olan cümlesini yüksek bir sesle dile getirdiğinde bıkkın bir nefes verdim. Anlaşılan kavga etmek için gelmişti. “Hangisine daha çok sinirlendin?” diye sordum sakince ayağa kalkarken. Bunu merak etmiştim, ne için sinirlenmişti bunu bilmeliydim. Yüz yüze gelişimizle gözlerine baktım, okyanuslarında hüküm süren afallamayla bu soruyu beklemediğini anladım. İnadına gitmeyi seçerek gözlerinin içine bakarak devam ettim konuşmaya: “Soru sordum, hadi cevap ver hangisine daha çok sinirlendin? Sabahki bana, bize isyan eden adama yaptığım müdahaleye mi yoksa eğitimdeki dersleriyle ilgilenmesi gerekirken benim hakkımda ileri geri konuştuğu için ders verdiğim kıza mı?” hırsla söylediklerimle yüzünde hiçbir değişim olmadı. İfadesizce benim tepkimi izliyordu... her zamanki gibi. Önceden de kavga ettiğimiz zamanlarda da böyleydi, önce benim içimdeki öfkeyi atmamı bekler sonra kendi dökerdi içindekileri.


“Ha yoksa barda kızı taciz eden piçleri dövmeme mi? Hangisine daha çok sinirlendin?” arttırdığım sesimle sorduğum sorular aramızdaki kopmuş iletişimi bağlamadı. Aksine daha da uzaklaştırdı ama umursamadım. Herkesin üstüme sürekli kötü şeyleri hep ben yapıyormuşum gibi gelmesi sinirlerimi altüst etmişti. Yağız’da öfkeli olduğumu anlamıştı ki bu sefer daha sakin bir şekilde konuştu: “İkincisine daha çok sinirlendim oldu mu? Tamam, hadi birincisini anladık; hadi üçüncüsünü de anladık hak etti piçler ama o kız bu kadarını hak etmemişti Alisa. Kızın kolunu kırdın herkesin içinde.” öfkeyle harmanlanmış kelimelerinin umurumda olmadığını belli edercesine omuz silktim.


“O da bana yumruk attı. Pardon da ringteydik. Biz onları eğlencesine eğitmiyoruz. Bir yıldır eğitim alan birine göre daha iyi olmalıydı.” dedim ilgisizce. İki yıl sonra ilk düzgün konuşmamızın bir kız üzerinden olması sinirimi bozmuştu. Cidden benimle sadece bunu konuşmak için mi gelmişti buraya kadar?


“Ayrıca niye bununla bu kadar çok ilgilendin? Kızın senin için bir değeri mi var? Benim için bir sıkıntı yok Başkanlığa gider açıklamamı yaparım ve iş kapanır. Sen niye kızdın ki?” diye sordum sorgulayan bir sinirle.


Soylular olarak her olan olayları Başkanlığa rapor etmeliydik. Soylu olduğumuz için istediğimiz gibi at koşturamazdık şehirlerimizde. Sürekli denetleniyorduk. Bu benim için sorun değildi, saklanması gereken işler yapmadığım için rahattım ama o rahat değildi ki bunu dert edinmişti...


Sinirle nefes alıp verişiyle göğsü yükseldi, çenesi kastığı için sertleşmişti. Kendini zor tutuyor gibiydi, kelimeler ağzından bir fırtınayla değil, temkinle dökülüyordu. Sanırım aralarında söylemek için dilinin ucunda olan ama söylenmemesi gereken cümleler de vardı. “Bir anda gitmen zaten büyük olay yarattı.” dedi ve gözlerini kaçırarak devam etti. “Geldiğin gibi de böyle davranman akıllıca mı sence? Halk seni daha istemeyecek. Yöneticiler zaten örgütlenmeye başladı seni azat ettirmek için.” bağırsa da aynı etkiyi yaratacağı sesiyle yutkundum ve etrafa bakındım. Aslında tahmin ettiğim şeyleri söylemişti, neden zoruma gitmişti ki?


“Güç kaybediyorsun Alisa. Burada hiçbir şey eskisi gibi değil.” eskisi gibi değil derken gözlerimin derinine bakmıştı çünkü cümleye başladığı anda bakışlarım kendiliğinden onun okyanuslarına çekilmişti. İçten içe en büyük korkularımdan birini yüzüme söylediğinden habersizdi. Bakışı ve altı derin olan cümlesiyle ne diyeceğimi bilemedim. Hafifçe dudaklarımı ıslatırken omuzlarım silktim. “Farkındayım hiçbir şey eskisi gibi değil.” dedim ve ona doğru bir adım yaklaşarak devam ettim. “Ama ben her şeyi eski haline getireceğim, hatta eskisinden daha iyi yapacağım.” sesim sustuğunda içimden devam ettim cümleme... ‘her şey güzel olacak çünkü ben ödediklerimle bunu kazandım. Sen bilmesen de, kimse bilmese de...’ gözlerine bakarak konuşmamla mavi gözleri dikkatle topraklarıma odaklandı. Bir adım gerileyerek aramızdaki mesafeyi açtı sanki daha büyük mesafe kalplerimizde, ruhlarımızda yokmuş gibi.


“Bu saatten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak Alisa. Bunu en iyi sen biliyorsun.” diyen keskin sesiyle gülümsedim. İnatlaşmalarımızı özlemiştim. Gerçi bize ait her şeyi özlemiştim, orası ayrı bir derin yaraydı. “Göreceğiz Yağız Ertuğ... her şeyi eskisinden de iyi hale getireceğim ve sen buna yakından şahit olacaksın.” dedim okyanuslarının derinindeki incilere bakarak. Cümleme ise yine içimden devam ettim. ‘Yakından şahit olacaksın çünkü yanımda en güvendiğim yerde olacaksın ama bunu şimdilik bilmene gerek yok. Gelecek sana bunu yaşatacak.’


Gözlerine bakarak düşünürken gözlerim ezberinden silinmeye başlayan çehredeki dudaklara kaydığında konunun da benden uzaklaştığını fark ederek boğazımdaki kuruluğu bahane etmeyi seçtim ve eğilerek yerdeki şişeyi aldım. Önce ona doğru uzatarak “İster misin?” diye sordum. Hiçbir tepki vermeden yüzüme bakıp net şekilde “Hayır.” dedi. Cevabından sonra şişeden bir yudum aldım ve tekrar kumların üzerine oturdum. Yağız, hala ayakta bana bakıyordu.


“Şaşırıyorum biliyor musun bu haline? Nasıl bir insan bu kadar değişebilir, bu kadar bencil ve vurdumduymaz birine dönüşebilir diye düşünmeden edemiyorum.” sert sesiyle kalbime vuruşunu umursamıyormuş gibi yaparak denize bakmaya devam ettim. Başım, dönüyordu ama dönme sebebi içkiden mi yoksa onun söylediklerinden dolayı mıydı işte bunu bilmiyordum.


“Ben hep böyleydim Yağız sadece sana, size karşı böyle değildim. Siz bu tarafımı hiç görmediniz.” dedim. Konuşurken gözlerimi denizden ayırmamıştım çünkü okyanus gözleri onlara baktığım anda beni derinliğine çekip boğacakmış gibiydi. Yüzünde nasıl bir ifade vardı, zihninde nasıl beni öldürüyordu bilmiyordum ama içimdeki dürtü ona bakmak için kıvranırken ben onun acısını da içime gömdüm ve vuracağı sözlü kurşunu bekledim.


“Haklısın, yoksa benim böyle birini sevmem mümkün olamazdı. Gerçek yüzünü gösterdiğin iyi oldu. Senin gibi biri bana yakışmazdı.” dedi hayal kırıklığı kokan sesiyle. Kavga edemeyecek kadar yaralı olduğu belliydi. Bağıramayacak, öfkesini şiddetle gösteremeyecek kadar kırıktı. “Benim gibisi sana yakışmaz... hadi ama o kadar kötü değilimdir değil mi?” diye sordum umutsuz bir sesle ve bakışlarımı ona çevirdim. Hissizlikle buğulanmış gözleri gözlerime bakarken benim umut dolu cümlemi o bir hançere çevirdi ve cevabıyla tam istediği gibi beni kırk parçaya bölecek o cümleyi kurdu.


“Hiç sevilmemiş birine göre kendini fazla seviyorsun. Sen tanıdığım en kötü insansın.” kelimeler zihnimde yağmur damlaları gibi çağlarken yüzümde sakin bir tebessüm hakimdi. İki elimle yerden destek alarak kalktığımda dolan gözlerime inat gülümsemeye devam ettim. Onu duyguların perdesinden sarmalanmış gözlerine bakarken içimdeki baskıyı kenara ittim. Karşımdaki adam yıllarımın geçtiği adamdı, çocuktu...


“Karşında seni tanımayan biri olsa bu cümlelerinle oturur bir hiç gibi ağlardı ama ben seni tanıyorum Yağız Ertuğ.” dedim ve bir adım daha atıp aramızdaki mesafeyi sıfıra yakın bir arada tutarak ona yakınlaştım. Kokusu denizle karışarak burnuma dolarken ikimizde birbirimize meydan okuyarak bakıyorduk. “Sen sevdiklerini sadece kelimelerle vurursun çünkü diğer öfkelendiği kişilerle fiziksel olarak ilgilenirsin. Gözünde değeri olanlara bu cümleleri kurarsın sen. Diğerleri kelimelerimi hak etmez dersin. O yüzden benim canımı bu cümlelerle yakabileceğini sanıyorsan... üzgünüm. Başka yol bulman gerek.” diyerek ekledim. Gözlerimiz en derinimizdeki duygularla mücadele ederken denizden esen rüzgar saçlarımı savurdu. Onun saçları dalgalandı. Savrulan saçlarım yüzüne değdiğinde irkildi...


“Sen bir cümleyi veya herhangi bir tepkiyi hak ettiğini mi sanıyorsun? Sen hiçbir şeyi hak etmiyorsun.” bir insanın yüzüne karşı konuşurken onu kıracak kelimelerden kaçınır, ya da mahcup bir edayla söylerdik diyeceklerimizi. Karşımdaki adam tüm bunlara inat gözlerime bakarken aslında baktığının kalbim olduğunu bilirken tereddüt etmeden indirdi kelimelerden yarattığı hançerini. Dolan gözlerimden bir damla yaş süzülürken bakışları damlaya kaydı. Yanağımdan çeneme doğru süzülen damla onun göz hapsindeyken ben gözlerimi yüzünden ayırmadım. Bakışlarındaki sertlik çatlarken birkaç duyguyu aynı anda gördüm gibi hissettim ama umursamadım. Şu an bir yüzleşmenin ortasındayken aptal gibi boktan duygulara sığınmayacaktım. Sol elimin işaret parmağını göğsüne yaslayıp onu itmeye çalıştığımda yerinden kıpırdamadı ve beni durdurmaya çalışmadı.


“Doğru, ben bir bok hak etmiyorum. Seni terk edip gittim. Herkesi yarı yolda bıraktım. Şimdi de yüzsüz gibi geri dönüp her şeyi eskisi yapmaya çalışıyorum çünkü bencilim.” dedim ve ayakkabım ayakkabısına değecek kadar yaklaşıp gözlerinin içine bakarak devam ettim; “Ama sen benden de daha berbat durumdasın. İki sene boyunca yoktum... kim bilir kiminle, kimlerle oldun... onlarla olurken de yalnızken de aklında ben vardım. Seni terk etmiş kadını düşündün tüm o berbat günler boyunca! Şimdi de o günlerin hıncını çıkartmak için benim canımı yakmaya çalışıyorsun ama onu bile beceremiyorsun.” kelimeler çığ olup dudaklarımdan yuvarlanırken karşımdakini ne kadar ezdiğimi fark edemeyecek kadar alkole sığınmıştım. Sadece kendi hislerim ve acım vardı benimle...


“Hatta en acısını söyleyeyim mi? Şu an beni öldürecekmiş gibi bakıyorsun ya...” dedim ve başımı iki yana sallayarak ona doğru yaklaştım. Yüzlerimiz arasında bir nefeslik mesafe kaldığında durdum. “Şu an deli gibi beni öpmek istiyorsun. Kollarını bana dolayıp gitmemem için beni kendine saklamak istiyorsun.”


Cümlem bittiği anda hızla geri çekildi. Bakışları kararmışken elleri iki yanında yumruk olmuş, tırnaklarını avcuna bastırmaya başlamıştı. “Siktir git.” iki kelimesi bu sefer canımı yakmaktan çok uzakken sadece gülümsedim. O, ise başka hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp yürümeye başladı. Gülümsememin öfkemin habercisi olduğunu biliyordum, ayağımı yere sertçe vururken tüm gücümle bağırdım. “Tüm bunlar siktirip gittiğim için olmadı mı zaten?” haykırışıma bir yanıt vermedi. İçimi yiyen bir kurdun tüm iç organlarıma sivri dişlerini bastırdığını hissederken ifadesizce durmak çok zordu. Acıyla kıvranan bedenimin yok sayılması onu daha da öfkelendiriyordu ve ben sıkışan ruhumla bu öfkenin bedelini ödüyordum.


Son söyledikleri kafamda dönerken çarpışan arabaların ortasında durmuş bana çarpmalarını izliyormuşum gibi hissediyordum. İçimde boşluk hissinin oluşmasını yavaş yavaş acıyla hissetmeye başlamıştım.


Bulunduğum konum sebebiyle böyle olmak zorundaydım ve onlara bunu anlatamıyordum. En ufak merhamet ve acıma duygusu elimdeki tüm gücü alabilirdi. Eğer bu kadar vurdumduymaz olmaya çalışmasam bu günlere sağlam gelemezdim. Evet önceden de sert biriydim ama bu kadar değildim. İnsanı yaşadıkları olduğu kişiye çevirirdi. Beni de bu hale yaşadıklarım getirmişti. Ithaca’da yaşadıklarımdan kimsenin haberi yoktu, eğer böyle sert olmasaydım oradaki yaşadıklarımı atlatıp buraya gelemezdim. Bunları onlara anlatmayacaktım. Savaş meydanında nasıl savaştığınız kimseyi ilgilendirmezdi. O yüzden onlara sızlanmak yerine olanlara rağmen gücü elde edişimle kim olduğumu gösterecektim her birine.


Bu düşünceleri mavi bulut şeklinde kaplayıp düşünce sıramda en öne gelen şahısla bıkkın bir nefes alıp kafamı yıldızlara çevirdim. Yağız Ertuğ... başlangıcım ve sonsuzluğum. Eskiden buraya çok sık gelirdik, mutlu ve huzurlu olduğumuz zamanlarda kaçamaklarımızın ilk durağıydı burası. Eski anılarımız yağmur damlaları gibi zihnime düşerken çalan telefonumla şemsiyenin altına girerek anılardan uzaklaştım. Arayan gizli numarayla kaşlarımı çatarak telefonu elime aldım.


“Evet?” tanımadığım bir sesin verdiği cevapla çatık olan kaşlarım daha da çatıldı. “Nasıl, deniz güzel mi?” huzursuzluk bataklığına sürükleyen sorusuyla etrafa bakındım. Çevremde kimse yoktu.


“Kimsin?” sert sesimle güldü.


“Bu kadar çabuk mu unuttun beni? Alındım.” dalga geçen gür sesiyle sinirlendiğimi kasılan bedenimle hissettim. Kimdi bu salak da benimle böyle konuşabiliyordu? “Başlatma alınmana! Kimsin?”


“Daha iki hafta önce beraberdik, ne çabuk unuttun? Üstünde iyi bir etki bırakamadım mı? Halbuki izlerim hala bedeninde.” duyduklarımda bir an şaşırdım. Sertçe yutkunduğumda bedenimdeki her bir yara izinin sızısı tenimin altına işledi. Acının geçmesi için yerimde kıpırdandığımda kuruyan dudaklarımı hızla ıslattım.


“Neden bahsediyorsun?” diye sormadan edemedim.


“Oraya dönmen akıllıca olmuş ama benden kaçamazsın prenses. Yaptıklarının bedelini ödeyeceksin ve istediğimi bana vereceksin.” dalga geçen sesinin altına sakladığı tehdit ifadesiyle sinirle gözlerimi kapatıp açtım. Sinir her bir hücremde baş gösterirken alkolün getirdiği özgüven içimdeki canavarla bütünleşti.


“Sikerler senin prensesini! Yüzüme söyleyecek cesaretin yoksa bana böyle havalanma. Hangi cesaretin seni böyle konuşturuyor bilmiyorum ama asıl siz benim ellerimde bana yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz. Ölmek için yalvartacağım seni piç kurusu.” hırsla dudaklarımdan dökülen kelimeler onun ciddiyetsiz tavrına çarpıp yere döküldüğünü gülüşünden anladım.


“Göreceğiz Soylu, o gün geldiğinde kimin yalvaracağını göreceğiz. Ha... bu arada, şehrine döndün diye buradaki ekibini çok ihmal etme.” dedi ve konuşmama fırsat tanımadan armayı sonlandırdı. Kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırarak kulağımdan uzaklaştırdığım telefona baktım. Ekibimle ilgili yaptığı imanın boğazımdaki düğüme çeltik atmasıyla hızla Aras’ın numarasını tuşladım.


“Alisa, bende seni arayacaktım.” diyerek telefonu açmasıyla kalbimin sıkıştığını hissettim. Kesin kötü bir şey olmuştu...


O, devam etmeden araya girerek sözünü kestim. “İyi misiniz? Ekip yanında mı, herkes iyi mi?” hızlı sorularımla Aras, bir şey olduğunu anlamıştı ki merakla “İyiyiz, her şey yolunda. Ne oldu?” diye sordu. Olumlu yanıtı içimde geçici bir ferahlık yarattığında derin bir nefes alışverişte bulunup gözlerimi kapattım. İçime çektiğim deniz kokusuyla kendimi tutamayıp küfür savurmaktan da geri kalamadım. Şerefsiz aklınca bana uyarıda bulunmuştu!


“Bir numara arası, saçma sapan konuştu. Galiba beni kaçıranlardan biriydi. Size dikkat etmemi söyledi.” dedim iğrenircesine ve devam ettim. “Sen ne diyecektin?”


Sıkkın bir nefes vererek konuşmaya başladı. “Alisa... seni kaçıran ne babandı ne de Ithaca Soylusu. Bunu yapan başka biri.” dedi hızla. Söyledikleriyle bir an beynim çalışmayı kesti. Afallamışlık hissinin yarattığı durgunlukla boş bir ifade eşliğinde denize baktım. Onlar yapmadıysa kim yapmıştı bunu?


Loading...
0%