Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Saat Zamanın Aynası

@senabookss

"Kaderin düğümlediği olaylar senin için zorunlulukken, kurduğun düzen bir ip üzerinde dengede durmaya çalışır; ta ki Tanrı, onu devirene kadar..."


Yağmur damlalarının sertçe beton zemine çarptığı puslu bir gündü. Günün öğleden sonrası olmasına rağmen sis bulutlarının gökyüzünü kaplaması yüzünden kendinizi gece vaktinde hissedebilirdiniz ki ben öyle hissediyordum. Nedeni, geceyi gündüze tercih etmemde olabilirdi bi tabii. Gri gökyüzünün altındaki boş kalabalığın içinde bulunan sıradan insanlardan biriydim. Kalabalığın içindeki yalnız kalmışlardan biri gibi davranırken hareketlerim doğaldı. Sanki arananlar listesinde değilmişim gibi...


Kefne, şehrinde bulunan çoğu kişi arananlar listesinde olabilirdi fakat ben ve diğerleri gibi altın listeye girmek yetenek işiydi. Şu an ki rahatlığımın sebebi de polisin elindeki kayıtlarda kızıl ve mavi gözlü olarak kayıtlı olmam ve parmak izimin sistemde bulunmamasından kaynaklıydı. Beni, yakalamaları için önce ellerindeki bilgilerin doğruluğunu sağlamalıydılar. Sert adımlarımı biraz daha sıklaştırdığımda istikametimdeki dükkan gözüme çarpmıştı. Kocaman, çirkin tabelasını görmemek için kör olmak gerekirdi. Sarı neon renklerle kendince tasarladığı saat ablemine yüzümü buruşturarak botlarımın zeminde ilerlemesine izin verdim. Beni bu işe sürüklediği için Orgun'u iki gün aralaksız kışkırtacaktım.


Bu işe tek başıma giriştiğim için biraz olsun heyecanlıydım ve çok da alışık olduğum bir duygu değildi bu. Ekipçe işe başlar ve bitirirdik. Herkesin görevi belliydi ama şimdi tamamen plansız bir işe bulaşacaktım ve bunun suçlusu sadece kafam iyiyken girdiğim boktan bir iddiaydı. Bir daha asla kafam güzelken, Orgun'la konuşmayacaktım. O, şerefsiz insanların açıklarından pekala yararlanabiliyordu. Zihnimdeki kendimle çatışan düşüncelere son vererek görgüsüzlükle bezelenmiş dükkanın kapısını araladım. Dışına zıt şekilde, güzel ve şık bir tasarıma sahip dükkan fazla lüksle sarılmıştı. Beyazla daha ferah bir alan yaratılmış olan dükkanda tavandaki büyük taşlı avize kendinizi bir otelin lobisinde gibi hissettirebilirdi. Bir saatçi dükkanı için fazla gösterişli değil miydi burası?


Zenginlerin, parasını harcamayı bile becerememesi ve bu parayı asıl hak edenlerin paranın kölesi olarak boğaz tokluğuna çalışması. Adaletin temeli işte burada sarsılıyordu. Özellikle bu şehirde, madeni paralar için bile adam öldürülen şehirde bu tarz zenginlikler ortamı kaosa sürüklerdi. Bazı gruplar, bu zenginlikleri (haksız zenginlikleri) kabul eder; bazıları ise ayaklanır karşı çıkar. Biz karşı çıkanlardandık, tabii biraz da abartanlardan.


Girdiğim yerin gösterişinden etkilenmeyi kenara bırakarak gözlerimi etrafta dolaştırdım. Çalışan iki kız ve bir erkek vardı. Bir de müşteri...


"Hoş geldiniz, efendim." cılız bir sesin kulaklarımı tırmalamasıyla gözlerim biraz ilerimdeki çalışanı buldu. Kızın yüzündeki gülümseme tamamen emredildiği için yüzünde yer edinmişti, bu belliydi. Gelme amacımdamdan dolayı aynı şekilde gülümsemesine karşılık verip başımı eğdim. Deri, uzun trençkotumun cebindeki eldivenli ellerimi iki yanımda salınacak şekilde bırakıp bir turist edasıyla gözlerimi cam tezgahta gezdirdim. O, sırada yanımdaki müşteri karşısındaki kadın çalışanla konuşuyordu. Yanımdaki adamın omuz hizasına gelirken ona doğru yanaştım. Baktığı saat benim aradığım saatten daha farklıydı. Daha klasikti...


Maurice Lecroix markasına ait bir saatti. Ben saatin ne kadar demode olduğunu düşünürken görevli kadının konuşmasıyla kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. "Bu saat en değerli koleksiyonlarımızdandır. Safir camdan yapılmış ön yüzeyi, 20 ATM su geçirmezlik özelliği mevcuttur. Yuvarlak kasa şeklinde oluşuyla bilekte daha hoş duruyor, isterseniz deneyebilirsiniz. Metalik çelik kasasıyla darbelere karşı etkilidir." kadının yumuşak sesinden dökülen her bir bilgiyle benim deminki burun kıvırışım fazlasıyla bana geri dönmüştü. Özellikle bu görüntü kalitesi olan saatin fiyatını duyunca...


"Satış fiyatı nedir?" yanımdaki müşterinin sıkıntılı çıkan sert sesiyle yüzünü merak ettiğim için bakışlarımı ona çevirecektim ki duyduğum rakamla gözlerimi kocaman açtım. "Dört bin sekiz yüz dolar, tabii bugüne özel indirimimizle peşin fiyatına alırsanız dört bin yedi yüz elli dolara bu saati alabilirisiniz." bakışlarım bir saate bir de sarışın kadına kaydığında dilime hakim olamadım.


"Yok ebesinin.... bildiğiniz dolandırıcılık bu! Bu saatin maliyeti bin doları geçmiyordur eminim ki!" sert sesimle konuşmam yanımdaki adamın bakışlarının bana çevrilmesine sebep olduğunu yüzümdeki ağırlıktan dolayı hissetmiştim fakat ben bunu umursamadım. Şu an ilgim sadece boktan bir markanın üstüne logosunu koydu diye insanların zaaflarından yararlanarak onları soymasındaydı. Bu hırsızlıktı.


Sende hırsızsın Mehir...


Bizimki farklıydı, bununla o kıyaslanamaz, küçük şapşal.... İç sesimin bana rakip olduğu bir anı daha yaşarken karşımdaki kadın, tepkimden dolayı bakışlarını üstümde gezdiriyordu. Büyük ihtimalle, dış görünüşüme bakarak kartımın limitini hesaplayacak ve ona göre beni kovacaktı ya da kovmayacaktı. Eldivenli elimi cam tezgahın üstüne yerleştirdiğimde parmaklarımdaki yüzükler ve bileğimdeki altın bileklik ilgisini çekmişti ki bakışlarını değiştirerek yüzüne yumuşak bir ifade takındı. "Çok şakacı bir hanımefendisiniz. İsterseniz size arkadaşım yardımcı olsun." Biraz ilerisindeki erkek yardımcı çağırarak karşısındaki adama odaklandı. Başarılı bir şekilde beni oyun dışına atmasıyla tek kaşımı kaldırarak gülümsedim. Beni bu iş için motive edecek bir rakip bulmuştum...


"Teşekkürler." diyerek benimle ilgilenmesi için gelen adama döndüm. Genç adam, işe yeni başladığını belli eden heyecan ve toylukla bana bakıyordu. Zaman kaybetmemek adına almak için geldiğim saatin bilgilerini zihnimde hatırlamaya çalıştım. "Erkek kol saati istiyorum. Maurice Lacroix markasından. Spor bir saatmiş, erkek arkadaşım çok beğenmiş de..." dedim ve yapmacık bir gülümsemeyle lanet olasıca kıvırcığın dediklerini hatırlamaya çalıştım. "Siyah kasa, yuvarlak bir saatmiş, safir camdan yapılma." çocuk söylediklerimle sıkkın bir ifadeyle gözlerini cam tezgahın altındaki saatlerde dolaştırmaya başladı. Bahsettiğim saatin tarzında bir sürü saat vardı. Benim de gözlerim saatlerin üzerinde dolaşırken yanımdaki adamın cüzdanını çıkardığını fark ettim. Gözlerim otomatik olarak oraya kaydığında, gördüğüm kimlikle tenimin ürperdiğini hissettim.


Gözüm kimlikteki isme veya fotoğrafa kaymazken sadece kimliğin yanındaki rozete takıldı. Polisti. Hem de normal bir polis değil...


Adam, cüzdanından kredi kartını çıkartıp cüzdanını kapattığında hızla bakışlarımı karşımdaki görevliye çevirdim. "En şık, en pahalısı olsun. Saydığım özellikleri sağlayan saati verir misin? Acelem var!" sesimin tonunu normal tutarken tonlamasını sert yapmıştım. Çocuk bir an afallasada dediğimin ciddiyetini anlamıştı ki arka tarafa ilerledi. Onun ilerlemesiyle elimi hızla cebimdeki telefona götürdüm ve sık arananlardaki ikinci numarayı tuşladım. Telefon ikinci çalışta açılırken konuşmasına fırsat vermeden normal bir sesle: "Hayatım, ben şimdi saati alıyorum. Seninle akşam konuştuğumuz parti için biraz malzemelere ihtiyacım olacak, alır mısın?" dedim ve kıvırcığın onay vermesiyle telefonu tekrar cebime koyarak rahat bir tavırla kolumu cam tezgaha yasladım. Aradan geçen birkaç dakikanın ardından satıcı çocuk elindeki kadife kutuyla önüme geldi. Çok değerli bir şeyi tutuyormuş gibi titizilikle kutunun kapağını araladı. Tam o esnada sokaktan gelen gürültülerle herkes birbirine bakındı. Gözlerimi hiç, polise değdirmeden korkuyormuş gibi yaparak elimi kalbime götürdüm. "Neler oluyor?" sesim öyle cılız çıkmıştı ki utanmasam düşüp bayılacaktım. Almak istediğim saat elimin biraz yanında duruyordu, çalışanların bazıları güvenliği kontrol etmek için bilgisayarlara bakarken bazıları pahalı olan saatlerin kasalarının şifrelerini aktif hale getirmeye başladılar. Yanımdaki polis memuru, bulunduğu yerden hareket ederek dış kapıya doğru yöneldiğinde rahat bir nefes alıp gözlerimi hızlıca tüm dükkan içinde dolaştırdım. Sarışın görevlinin bana doğru geldiğini fark ettiğimde hızla önümdeki açık olan kutuyu kapattım ve ileriye doğru ittim. Benimle ilgilenen erkek görevli tezgahın diğer tarafından gelip önümde durduğunda korku dolu bir ifadeyle ona baktım. "Aradığım saat bu değil. Daha fazla da burada durabileceğimi sanmıyorum." diyerek hızlı adımlarla çıkışa doğru ilerledim. Kapının önündeki karşılıklı duran güvenlik sutünlarına baktım ve arasından geçtiğim anda nasıl enseleneceğimi düşündüm. Gözüm kısa bir an dışarıya kaydığında sokağın başındaki şahıslardan ikisine baktım. İkisi birbiriyle kavga ederken polis memuru biraz gerilerinde durmuş onları izliyordu.


Bu adam neden onları ayırmıyordu da zevk alıyormuş gibi kavgalarını izliyordu? Polis, olduğuna emin miyiz?


Sinirle iç çekerek bakışlarımı kavga edenlerin çaprazındaki şahsa çevirdim. Gözlerimiz buluştuğu anda çenemi güvenlik cihazına doğru kaldırdım. İşaretimi alan şahıs hızla gözden kaybolurken arkamdaki karmaşaya bakındım. Çalışanlar boş olan mağazanın güvenliğini sağlamaya çalışırken, benimle ilgilenen çocuk önümden aldığı kutuyu bırakmıştı ve bana doğru geliyordu ya da kapıya doğru. O kısmı çözememiştim ama bu önemli de değildi. Şu an önemli olan bu iki tarayıcının içinden geçmeden hemen bu kapıdan çıkmamdı. "İsterseniz polis kargaşayı geçirene kadar burada bekleyebilirsiniz." kibar bir şekilde konuşan çocuğa korku dolu bir tebessümle baktım. Gözlerim sürekli kavga eden iki çete arasında gidip gelirken, deminki polis bozuntusunun tiyatro izler gibi kavgayı izlemesinin sinirini de içimde bastırmaya çalışıyordum...


Evet. Tiyatro izler gibi... düşüncem sanki buzlu bir kova suyun başımdan aşağı dökülmesine sebep olurken, ayıldığım gerçekle bu sefer gerçekten korku dolu bir ifadeyle baktım yanımdaki çocuğa ve tam o sırada sokakta duyulan yüksek patlama sesiyle çığlık atarak yanımdaki güvenlik tarayıcısını çarparak devrilmesini sağladım. Tarayıcı, benim geçeceğim yönün tersi tarafına devrilmesiyle iki tarayıcının arasından geçmeden kapıya doğru ilerledim. "Benim buradan çıkmam lazım. Aklınız varsa sizde çıkın!" diye bağırırken yüzümde sinsi bir gülümseme oluştu ve ben ardıma bakmadan hızlı adımlarla kavganın olduğu kısmın aksi yönünde ilerlemeye başladım.


Ta ki arkamdan duyulan gür sese kadar.


"İyi oyuncusun ama titiz değilsin. Zengin bir kadının ayakkabılarında çamur olmaz." her bir kelimesinde hızım düşerken başımı, boynumu acıtacak kadar sert şekilde arkama doğru çevirdim. Yavaş olsa da yürümeye devam ediyordum fakat önüme bakmıyordum. Gözlerimi sesin sahibine çevirdiğim anda ela gözlerime değinen cam mavisi gözlerle göğsümün gerildiğini hissettim. Siyah kirpiklerinin çerçevelediği cam mavilerini elalarıma düğümlediğinde dudaklarında çarpık bir sırıtış hakimdi. Oyunumu çözmesinin verdiği sinir, fiziksel özelliklerinin önüne geçtiğinde kaşlarım gayri ihtiyari çatıldı. "Halbuki çamurlarım villamın bahçesinde yürürken bulaşmıştı?" dedim ve gülümseyerek başımı eğip selam vererek tüm gücümle koşmaya başladım. Sert adım seslerinden adamında arkamdan geldiğini anlamıştım. Her ara sokağa girmeye çalışarak izimi kaybettirmeyi amaçlıyordum fakat arkamdaki tazı buna izin vermeyeceğini belli ediyordu. Sanki nefesi ensemdeydi ve eli boynumu kavrayacaktı. Bu hissin verdiği korkuyla hızımı arttırdım ve işlek caddeye açılan ara sokağa girdim. Koşmaya devam ederken başımı birkaç saniyelik bir hızla arkama doğru çeviridiğimde polisin tüm ciddiyetiyle bana doğru koştuğunu gördüm. Piç kurusu kolay kolay pes etmeyecekti. Aslında silahını çıkartıp ateşlemesi bile beni yakalaması için yeterliydi ama o bunu yapmayacak kadar küstahtı, bunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi.


Beni kendi elleriyle yakalamak istiyordu.


Bu düşüncenin verdiği öfkeyle tüm gücümü bacaklarıma aktardım. Hızlı oluşum sadece işimde değil hareketlerimde de etkiliydi. Reflekslerim kuvvetliydi ve bunun doğurduğu koşma hızım da bir hayli yüksekti. Tabi bunu olumlu kılan bir diğer özelliğimde uzun bacaklarım olabilirdi. Ara sokaktaki köşeyi döndüğüm gibi karşılaştığım kalabalıkla kısık bir küfür mırıldanıp insanların bana olan kötü bakışlarını umursamadan aralarından süzülmeye çalıştım. Terlediğim için üstümdeki kıyafetlerin tenimle bütünleştiğini, avuç içlerimin nemlendiğini hissettim. Nefesim, boğazımda düğümlenirken göz bebeklerim adrenalin getirdiği gerilimle bulanıklaşmıştı. Beynim ne yapıyordu bilmiyordum ama çalışması için ona yalvarmaya hazırdım. İnsanların arasından yılan misali geçerken bir anda aklıma gelen bel altı fikirle küçük bir küfür mırıldanıp bağırdım:


"Arkamdaki adam beni takip ediyor! Yardım edin!" koşarken aynı zamanda bağırarak söylediklerimle kalabalık bana baktı ve birkaçı arkamdaki adama doğru hareketlendi. Yüzümdeki korku dolu ifadeyi bozmadan koşarken içimden gülüyordum. Bazen kötü kadın olmak çok da kötü bir şey değildi...


"Çekilin önümden! Polisim ben!" haykırışının ardından koşmaya devam ederken başımı hafifçe çevirip maviye baktım. Önündeki adamları itmiş aramıza giren mesafeyi kapatmanın derdine düşmüştü. Göz göze gelişimizle anladım ki söylediklerimle onu daha fazla kızdırmıştım. "Tutun şu kadını!" çaprazımdaki orta yaşlı adamın bağırmasıyla yanından geçtiğim çocuk kolumu tutmak için hareketlenmişti ki hızla tuttuğum kol çantamı yüzüne vurdum ve sağa dönerek üst yola çıktım. Altımızdan başka bir trafik akarken aklıma gelen fikirle köprüye doğru koşmaya başladım. Alttan arabalar geçerken kalbim daha fazla koşmayı kaldıramayacağını belli edecek şekilde öksürük hissiyle beni uyardığında gözüm köprünün altına kaydı. Kırmızı arabanın arkasından gelen kasası açık kamyonet gözüme takıldığında içindekilerin fındık olduğunu tahmin ettiğim çuvallar biraz olsun beynimi rahatlattı ve içimden beşe kadar saymaya başladım. Bir...iki...üç...dört... ve beş.


Kamyona göre ayarladığım hızımı düşürmemle arkamdaki polis bozuntusunun parmak uçlarını sırtıma dokunduğunu hissetmiştim ama bu his gerçek olduğunu anlayabilmem için çok kısaydı. Kendimi köprünün demirinden aşağı doğru bıraktığımda arkamdaki adamın şaşkınlıkla söylendiği küfrü yarım yamalak duymuştum. Rüzgar, terden nemlenmiş bedenimi kucakladığında birkaç saniye sonra sert bir düşüşle kendimi çuvalların üstünde buldum. Gayri ihtiyari kapattığım gözlerimi araladığımda bakışlarım direkt cam mavisi gözlerle birleşti. Kemikli yüzünden okunan öfkeyle dudaklarım kıvrılırken kazanmanın verdiği keyifle sol elimi havaya kaldırıp ona orta parmağımı gösterdim. Bakışları bir elime bir de bana değindiğinde yüzüme ifadesizce baktı ve sadece gülümsedi.


Bu gülümsemenin normal bir gülümseme olmadığını ilk bakışta herkes anlayabilirdi...


"Sakın bana gerçekten bomba patlattık deme!" ela gözlerim öfkeyle onun sarı gözlerine bağlandığında sertçe yutkunduğunu duyarak anladım. Bakışları benim sert bakışlarıma ters bir şekilde yumuşadığında alınmış bir ifadeyle bana baktı. "Kırıcısın bebeğim. Ben gangster miyim? Torpil patlattık sadece." dedi ve sarı gözlerinde güneş ışığıymış gibi hissettirecek bir parlamayla sağ kolunu kaldırıp bileğini gösterdi. "Nerede benim yeni kalkanım?" küçük bir çocuk gibi heyecanlı oluşuyla gözlerimi devirerek trençkotumun cebinin fermuarını indirip kutuyu kapatmadan önce cebime attığım o pahalı şık saati avuçladım ve karşımdaki arsız gülümsemesiyle bana bakan çocuktan hallice adama uzattım. "Artık saatleri kullanarak kendini 'Ben 10' gibi hissetmeyi bırakmalısın. Yirmi beş yaşında kazık kadar herifsin!" söylenişim onun kulaklarına ulaşmadan havadan süzülerek yok olduğunu anladığımda, akıllanmayacağını artık kabul etmiştim. Çocukluğunu yaşamamış bu çocuk adam, ömürüm boyunca benimle olacak olan bir baş belası olacaktı. Bakışlarımı bıkkın bir edayla önümüzdeki tezgahın arkasında durmuş kadehleri durulayan Sahre'ye çevirdim. "Emin misin bununla olmak istediğinden? Yatak çarşaflarınız Ben Ten'li!" diye mırıldandım. Orkun, dediklerimi duymamıştı çünkü saatiyle özdeşleşme aşamasındaydı. Dünya'yla bağı kopmuştu. Sahre, omuz silkerek elindeki beyaz bezle kadehi temizlerken umutsuz bir vakaymış gibi kıvırcığı süzdü ve alt dudağını büktü. "Gönül bu ota da konar gelişmemiş kıvırcık marula da..." dedi.


Kafamı olumsuz anlamda sallarken gözlerimi barda dolaştırdım. Daha erken olduğu için boştu, birkaç masada oturan kişiler haricinde daha açılmamış bir mekandı. Dün gecenin kalabalığı gözümde canlanınca bu gece onun iki katı olacağı gerçeği içimde daha fazla sıkıntıya sebep oldu. Fazla insan fazla sıkıntıydı. Fazla insan aynı zaman da fazla paraydı...


Bir kağıt parçasının hayatımıza yön vermesi kadar saçmaydı yaşadığımız sıkıntılar.


Neyse ki parayı çok seven tarafım fazlasıyla tatmindi bu kalabalıktan. Yorgunluk gelip geçiciydi fakat para kullanmayı bildiğinizde kalıcıydı. Avcumu tezgaha vurarak Sahre'ye gülümsedim. "Ben eve geçiyorum, birkaç saat dinlenip gelirim." dedim ve yanımdaki fazlalığa yüzümü buruşturarak sevimsiz bir bakış attım. O, ise bakışımı umursamadan bana öpücük attı ve saatini göstererek Ben Ten'i taklit ederek, karakter seçerken yaptığı gibi saatin ekranına avcunu vurdu. Gözlerimi, havaya kaldırdığı bileği ve gözleri arasında gezdirdiğimde mide bulandırıcı bir kokuymuş gibi ona baktım ve herhangi bir kelime söylemeden çıkışa yöneldim. Boyumun iki katı olan ahşap kapı iki yana açıldığında yüzüme vuran sert rüzgarla iki elimi trençkotumun cebine yerleştirdim ve yolun kenarına doğru ilerledim. Saatçiye giderken riske atmamak için arabamı evdeki araba garajında bırakmıştım. İyi ki de bırakmıştım, yolculuğum çuvallarla gayet keyifli geçmişti...


O anları düşündüğümde polisin gözleri gözlerimde canlandı. Cam mavisi gözlerinin içinde yanan alevle karşılaşmanın verdiği keyfin içinde çamurlu yoldan geçen taksiye elimi kaldırdım. Döküntü araç yanımda durduğunda yüzümdeki kibirli gülümsemeyle arabaya bindim.


Taksici nereye gideceğimi söylemem için dikiz aynasından bana baktığında umursamaz bir ifadeyle "Eve." dedim. Yirmilerinin sonunda olduğunu tahmin ettiğim esmer adamın başını olumlu anlamda sallamasıyla sırtımı koltuğa yaslayarak camı sonuna kadar indirdim.


Kefne, şehrinin gözlerden uzak topraklarının gün yüzünün ardına saklanmış yer altında kurduğumuz Manus, bizim yönetimimizdeki bir bölgeydi. Ağabeyim ve takma adının Sinek olduğunu bildiğim kişi tarafından on yıl önce kurulmuştu. Kefne'de hayatını kuramayan, farklılığıyla oradaki birbirinden farksız insanlarla yaşayamayan, adaletsiz düzende kural bozucu ilan edilenlerin toplandığı bir sığınaktı burası. Ağabeyimin yönetimindeki bu bölgede beni, bizi herkes tanırdı. Buraya girmek için özel kart gerekliydi. Yöneticilerde şah kartı, görevlilerde vezir kartı, diğerlerinde ise kale kartı vardı. Şah kartı, sınırsız yetki ve güç anlamına gelirdi. Sadece ağabeyimde, bende ve Balkın'da vardı bu kart. Vezir kartı; yönetim anlamında sınırlı, yaşam anlamında sınırsızlığı temsil ederdi. Yani şah kartına sahip olanlardan habersiz yönetimde karar alamazlardı fakat bölgede yaşadıkları müddetçe üst düzey hayatları olurdu. Yönetimin yedek oyuncularıydı onlar. Kale kartı ise burada yaşayanları temsil ediyordu. Halk, kale kartına sahipti. Bu üç karttan birine sahip olmayan bu bölgeye giremezdi.


Ben kurucunun kardeşi olduğum için doğuştan ayrıcalıklıydım fakat asıl ayrıcalığım bundan dolayı değildi. Yeteneğim benim ışığımdı ki herkes bu ışığımı bildiğinden otomatik olarak burada tanınıyordum. Gerçi sadece burada değil, polisler tarafından da tanınıyordum ama onlar benim ismimi ve dış görünüşümü bilmiyorlardı. Sadece yeteneğimi ve ne kadar sinsi olduğumu biliyorlardı. Hızım, gücüm; hızımdan gelen pratikliğim çözüm yolumdu. Bu ikisini doğru kullandığımda da önümdeki tüm problemleri çözebiliyordum. Bu çözüm yolum bazen taktir edilesi olmasa da canımı kurtarabiliyordum ve bu benim için yeterliydi. Yakalanmadığım sürece ne kadar düşebilirsem düşerdim veya ne kadar çıkmam gerekiyorsa çıkardım. Bu özelliğimde beni Manus'ta ünlü biri yapıyordu.


Taksinin lastikleri sabit hızın altına düştüğünde kapattığım gözlerimi araladım. Esen rüzgar, tenimi soluklandırmıştı ve terden yeni bir tabaka oluşturmuş tenim için bu fazlasıyla tehlikeliydi; hasta olmak istemiyordum. Zihnim açılsın diye açtığım cam uğruna yataklara düşemezdim. Hassas bir bünyem vardı, hemen duş almazsam yarın akşam sesim ciğerime kaçmış olurdu. Geri kalan hastalık belirtilerinden bahsetmiyorum bile.


Ücretini ödediğim taksiden indiğimde esen rüzgarı daha net hissettim, adımlarım koşmanın sınırlarındayken gözlerim iki katlı villanın bahçesinde dolaştı. Faylo, sarı tüylerini uçuşturarak koşarken, dilini ağzından sarkık bir şekilde bırakmış uçan kelebeği yakalamaya çalışıyordu. Bakışları kısa bir an bana kaysa da onu besleyen ben değil kelebek onun için daha önemliydi. Olumsuz bakışlarımla nankör köpek diye fısıldadım ve ona bakmadan evin kapısına ilerledim. Beyaz boyalı kolonların sarmaladığı ve siyah camlarla örülmüş evin aralık duran mat gri demir kapısını araladığımda kulağıma ilişen çığlıkla karışık ağlama sesiyle dudağımı büküp kaşlarımı çattım. Altı aydır evi sarmış olan bu sesi duymak artık benim için sıradandı. Geceleri duymamak için taktığım kulaklığa şu anda ihtiyaç duymam haricinde bağışıklık kazanmıştım bu sese karşı. İçeri girip holde çamurlanmış botlarımı çıkartarak üstümdeki trençkottan kurtuldum. Sesin ana kaynağı beni navigasyon edasıyla oturma odasına yönlendirdiğinde geniş holde süzüldüm. İki kapı boyutundaki açık kapıdan girip kahve tonlarında dizayn edilmiş salona girdiğimde elalarımın yansıttığı manzarayla başımı olumsuzca salladım.


"Bir çocuğa bakamıyorsunuz. Orkun sizden daha iyi bu konuda." Peren, sesimi duyduğu gibi başını bana doğru çevirdi. Kucağındaki küçük kuşla bana ağlamaklı bir ifadeyle baktığında demin kurduğum cümleyi sesli söylememe sebep olduğu için dilimi ısırdım. Peren, kızı gibi ağlamaktan gözleri kızarmış şekilde bana doğru yaklaştı ve Nehir'i kucağıma bıraktı. Nehir, beni sevmediğini belli ederek ağlamasını arttırdığında Peren'de onunla beraber ağlamasını arttırdı.


"Yok Mehir... ben anne olamadım. Bu çocuk niye beni sevmiyor?" ağladığı için boğuk çıkan sesiyle konuşurken beyaz kanepenin yanındaki sehpanın üzerine oturdu. Kucağımdaki küçük huysuz saçlarımı çekmeye çalışırken başımı geriye doğru yatırıp elimle iki küçük elini tuttum. "Ural, nerede?"


Soru dudaklarımdan döküldüğü anda Peren, sanki gözleri kıpkırmızı olacak kadar ağlamamış gibi tüm öfkesiyle bana baktı. "Bana sakın Ural deme! Ne yaptı anlamadım ki? Sanki çocuğu dokuz ay o taşıdı, sanki o doğurdu. Büyü mü yaptı ne yaptı sevimsiz? Mehir... bir çocuk nasıl bu kadar babacı olabilir ya? Ural tüm gün onunlaydı. Tuvalete bile gitmedi adam ağlıyor diye! Acil bir işi çıktı da o yüzden gitti, o da yarım saatliğine. Baksana sanki bir yeri acıyormuş gibi ağlıyor kızım. Hayır, babacı olması sorun değil ama kendini hırpalıyor... üzülüyorum." Peren'in içini boşaltmasıyla kucağımdaki canavarı oyun alanına bıraktım. Huysuz, emekleyerek yumuşak toplarla oynamaya başladığında bu durumdan hoşnut olmadığını belli eden bir yüz ifadesine sahipti. Daha bu dünyadaki altıncı ayında bu kadar huysuz olması onun için iyi değildi. Babasına çekmişti lanet olsun ki.


"Kız çocukları babaya düşkün olur, biliyorsun. Tamam bu huysuz, biraz bu genellemeyi arşa çıkartıyor ama aldırma büyüdükçe değişecek. Bırak Ural, ilgilensin. Peren, sen tahmin ettiğimden de iyi bir anne oldun. Çocuk biraz bozuk gibi ama düzeleceğine inanıyorum." son sözlerimi elindeki kırmızı topla mavi topu döven yeğenime bakarak söylediğimde karşımdaki siyah saçlarını çalı yuvasını aratmayacak şekilde toplamış, uykusuzluğu bir bakışta anlaşılabilecek olan kadın dalga geçercesine "Kime benzemiş acaba? Dur buldum. Halasına!" dedi. Dalga geçercesine söylenmesiyle kıstığım bakışlarımla ona baktım. Onun gözleri ise şişko yüzünde gülümsediğinden değil de sinirli olduğu için belirginleştirdiği gamzeleriyle topla topu döven kızındaydı. "Şu canavarla benim gibi melekten hallice bir varlığı benzetiyorsun ya..." dedim ve başımı olumsuzca sallayarak ekledim. "Kırıcısın."


"Sen neredeydin? Ural, seni sordu." konuyu ışık hızında değiştirmesinin üstünde durmadan kibirli gülümsememle omzumdaki saçlarımı sırtıma atarak ona üstten bir bakış attım. "Yeteneklerim paslanmıştı, paslarını giderdim."


"Arandığımızın farkındasın değil mi? Ural, Manus'tan çıkmamızı istemiyor. Biraz uslu olup abini dinle." ağlamaya başlayan Nehir'i kucağına alırken verdiği öğüdü bilmem bininci kez duyduğumdan dolayı oflayarak gözlerimi devirdim. "Keyfimden çıkmadım. O kıvırcık olan beyin yoksunu saat istedi, ne yapsaydım? Boktan bir iddiayı kaybettim." söylenmemin asıl hedefi içimdeki düşüncesiz kaltağa olduğunun farkındaydım. Bir yanım ne kadar mantıksal davransada bir yanım istekleri için her şeyi yapabilecek kadar vurdumduymaz ve zekadan yoksun bir arsızdı. "Neyse ne gittim ve geldim. Ayrıca polise yakalanmadan işi başarıyla tamamladım. Ah, süper bir insan değil miyim sence de?" elalarım anne kızın üstüne sabitlendiğinde Peren, ağlayan kızını susturmak için onu emziğiyle kandırmaya çalışıyordu. Sorumla bıkkın bakışları bana kaydığında yüzünde sevimsiz bir tebessüm oluştu. "Ah, sen tam bir baş belası suç mıknatısısın. Dikkat et de o kıçının yanında bizimkileri de yakma." dalga geçer bir ifadeyle konuşmuş olsa da dediklerinin içimdeki gömülü kutunun üstündeki tozları uçurmasıyla gözlerimi kaçırdım. Geçmiş, geçmişte; gelecek bugünümüzde Mehir... unutma.


"Aşk olsun yengelerin güzeli. Ben kim, yakalanmak kim? Sen şimdi abim gelene kadar bu huysuzu oyala ki ben akşam için dinleneyim? Malum, dün gece sırayla bu canavarı çarşafta salladık!" dedim ve duygularını ardında sakladığım göz bebeklerimi küçük bedene çevirdim. "Bak halasının kuşu... şimdi sessiz olacaksın tamam mı? Yoksa gece Balkın Amca'nın dediğini yapar seni uyku tulumuna sokar, Faylo'nun kulübesine götürürüm. Tamam mı?" sanki ona çikolata alacağımı vaat etmişim gibi çatık kaşlarını düzeltmişti ve bana dilini çıkartarak yarım yamalak bir öpücük fırlatmıştı. Tamam, bu kızın Ural'ın kızı olduğu kesindi.


"Kızıma öyle şeyler söyleme Mehir." kızgın sesine karşılık tek yaptığım omuz silkmek olurken dudaklarımı Nehir'in saçlarına değdirdim. "Tamam, tamam eğer dediğimi yapmazsan seni sadece Faylo'nun kulübesine götüreceğim. Uyku tulumu yok!" dedim ve tatlı bir şekilde gülümseyerek hole doğru ilerledim. Adımlarım üst kata uzanan ahşap merdivenleri tırmanırken elim, terden dolayı kaşınan saç derimi rahatlatmanın derdindeydi. Altı kapının bulunduğu katta adımlarım direkt olarak sağ duvardaki üçüncü kapıya yöneldi. Merdivenden çıktığınız gibi sağ tarafta sırayla Ural ve Peren, sonra -onun- odası ve sonra benim odam vardı. Sol tarafta ise sırayla Balkın, Orkun ve Sahre'nin odaları; son olarak da banyo vardı. Kendi odama girdiğim gibi kapıyı arkamdan kapatıp üstümdeki kıyafetlerden kurtulmaya başladım. Sıcak bir duş ve huzur içinde geçecek tatlı bir uyku... evet şu anlık hedefim buydu. Mat gri tonlarında dizayn edilmiş odadaki az ve öz eşyalarımın bana sağladığı boş alan sayesinde duş öncesi egzersizlerimi yapmak için esnemeye başladım. Bacaklarım, kollarım ve omuzlarım... belirli bir program eşliğinde yaptığım esnetme hareketlerimi her biri otuz saniye sürecek şekilde tamamladığımda üstünde sadece laptopun olduğu çalışma masama ilerledim ve hoparlöre bağlanmış olan bilgisayarımdan rahatlatıcı bir şarkı açtım. Şarkı ruhumu rahatlatırken sıcak suyun bedenimi rahatlatmasını ümit ediyordum. Siyah kadife perdelerin duvar boyunca yere uzanarak pencereyi kapatmasının sağladığı karanlık ortamı aydınlatması için kokulu mumlarımı yaktığımda istediğim ortamı oluşturmuştum.


Toprak kokusu bana -onu- hatırlatırken banyonun ışıklarını kapattım ve sabit sıcaklıkta ayarlı olan musluğu açarak küvetin dolmasını bekledim. Su, küvetin şeklini alırken toprak kokusunun yanına yakışacağını umduğum gardenya özünden biraz suya karıştırdım. Karışım, burnuma ulaştığında memnuniyetin göstergesi dudak çizgilerim yanağım boyunca uzandı. Kibirli piçten artı kalan yorgunluğu bu güzel ikili benden alacaktı, küvete girdiğim an bedenimi saran köpüklü su bana bunu vaat etmişti.


Şimdi sadece yapmam gereken iki şey vardı: gözlerimi kapatmak ve -onu- düşünmek....


"Peren! Al şunu başımdan. Bak gitmem lazım saat dokuz oldu! Nerede bunun babası?" sesim oturma odasında yankılanırken Peren, saçındaki havluyla koşar adım merdivenleri indi. "Üstümü giyene kadar baktığın için sağ ol, keşke bir de saçlarımı kurutmama izin verseydin!" kinayeli konuşmasını umursamadan susmayan küçük kuşu onun kollarına bıraktım. "Nerede bu çocuğun diğer yarımı? Hani yarım saate gelecekti? Saat dokuz. Reus'a gitmem gerek." mızmızlanmam şu an altı aylık bebekle aynı oranda sevimsizdi. Normalde bu kadar huysuz değildim ama planlarım bozulduğunda içimdeki hırçın tarafı dizginleyemiyordum. Peren'de şu an huysuzlandığımı fark etmişti ki telefonunun ekranına bakıp bildirim gelmediğini görünce kaşlarını çattı. Nehir'i sakinleştirmek istercesine sırtını ovarken bakışları benim üzerime değindi. "Bilmiyorum, çıktığından beri hiç aramadı. Duşa girmeden önce beni araması için mesaj attım ama ne aradı ne de mesajıma cevap verdi. Acil bir işi çıkmıştı..." dedi ve korkuyla gözlerini büyütüp sertçe yutkunarak fısıldadı. "Bir...yani iyidir değil mi?" zayıflığından dolayı belirginleşmiş elmacık kemikleri kendini sıktığı için daha da belirginleştiğinde, kalkık burun ucunu iki parmağı arasına alıp sıktı. Duştan yeni çıkmış olduğu için yorgunluğu daha da göz önüne çıkmıştı, esmer teni aksi şekilde beyazlaşmıştı. Hayalet görmüş gibi değil de onlardan biri olmuş gibiydi. Güzelliği sabitti ama şu altı ay onun için hiç kolay geçmemişti. Şimdi ise kendinden çok sevdiği kocasına ulaşamaması patlama seviyesine ulaşmasına zemin olmuştu. "Mehir... abini bulur musun hemen. Balkın'a sor. Nehir'i bırakamam." kısık sesi daha da kısık çıktığında duygularımı sahnenin arkasına ittim. Yutkunuşum tamamen doğal gibi görünürken aslında boğazımdaki yumruyu yok etmek içindi.


İnsan, kötüyü çok kolay düşünürdü. Kötü bir senaryo yazmak, iyi bir senaryo yazmaktan çok daha kolaydı çünkü insan yaşadıklarını daha rahat yazardı.


Bizim şimdi yaptığımız gibi can acıtan durumu kafamızda yaşamamız aslında olabilecek senaryoları bildiğimizden kaynaklıydı. İnsan, eninde sonunda kaçtığına yakalanır; korkusunu yaşardı. Boğazımı temizleyerek yüzüme gereksiz bir tebessüm yerleştirdim. "Saçmalama. Ne olabilir ki? İşi uzamıştır, hem farkındaysan sizin yaptığınız şu küçük kuş yüzünden adam işlerin başında değil. Balkın ve ben onun yokluğunu aratmamaya çalışıyoruz ama bu mümkün değil. Hazır evden çıkmışken birikmiş işlerle ilgileniyordur." diye söylendim ve küçük canavara yaklaşarak başına küçük bir öpücük kondurdum. "Sen rahatla ve babası gelene kadar küçük kuşun ağlamamasını sağla... utanmasa evi başımıza yıkacak." konuşmama devam edecekken bir an durdum ve yeşil gözlü küçük su samuruna baktım. başımı olumsuz anlamda sallarken "Utanma kısmını söylemedim say. Bu kız utanmaz çünkü bana çekmiş... neyse işte takılın siz ben onu bulurum." dedim ve öpücük atarak koşar adım salondan çıktım. Vestiyerden trençkotumu alarak hızla botlarımı giyip cebime sıkıştırdığım telefonum ve anahtarımla evden çıktım. Gecenin karanlığı ıssız alandaki ağaçları bir çerçeve gibi sardığından alışkın olmayan insan için fazla korkutucu göründüğünü düşündüm. Bakışlarımı tam karşımdaki ormanlık alandan çekip nankör köpeğe çevirdiğimde bahçedeki salıncağın üstünde uyuduğunu gördüm. Üst dudağım masumluğu karşısında kıvrılırken onu sevme işini sonraya bırakıp arabama doğru ilerledim. Mat siyah kaplattığım tek kapılı Mustang'ım bir aslan edasıyla beni karşıladığında hoşnut bir ifadeyle onu süzdüm. Tertemizdi. Evet, botlarımdaki çamurla ilgilenmezdim ama arabamın üzerindeki tozlarla ilgilenirdim. Hatta o yüzden arabama bineceğim için botlarımı temizlemiştim.


Arabayı çalıştırdığım anda garajda yankılanan motor sesinin verdiği huzuru beş saniye boyunca dinledim ve ardından garajdan çıkarak telefonumu arabaya bağlayıp Balkın'ı aradım. Koca dev, beni bugün hiç aramamıştı; bu garip bir durumdu çünkü beni günde on defa aramazsa o günü bitirmezdi.


"Hey koca oğlan, bugün beni..."


"Miri, seni sonra arasam olur mu?" telefonu açtığı gibi söylediklerimi kesip telefonu kapatmak istemesiyle kaşlarımı çattım. Parmaklarım deri kaplama direksiyonu kavrarken huzursuzluk bir sis buşutu edasıyla içimi sardı. "Neler oluyor Balkın? Ural, nerede?" ses tonum tahminimden yüksek çıktığında Balkın'ın sıkkın bir nefes aldığını işittim. Balkın, sıkılmazdı. Balkın, hiçbir şeyi umursamazdı ki? Neden şimdi böyleydi?


"Balkın?"


"Ural'a ulaşamıyoruz Miri..." normalde onun dudaklarından duymadığım çaresiz ses tonunu abim üzerinden duymamla algı yeteneğimin duraksadığını hissettim. Ne zamandır abim ulaşılmazdı?


"Ne zamandan beri?" yanındaki adamların konuşma seslerini duydum ama ne dediklerini anlayamadım. Sesleri boğuktu tıpkı şu an zihnimdeki kötü düşüncelerin bana hissettirdikleri gibi. "Miri, seni sonra arayacağım. Peren'e bir şey çaktırma." gergin gür sesinin ardından duyulan bip sesiyle sinirle direksiyona vurdum. İçimden geçen küçük umut kırıntısına tutunarak ekranda yukarı doğru çıktım ve Ural'ın numarasına dokundum. Benim telefonumu açmadığı tek bir arama bile olmamıştı.


Ural Altun, küçük hırsızının her zaman yanındaydı. Bir telefon uzağında, bir ihtiyaç hissinde. Her zaman.


Bir, iki ve üç. Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor.


Avuç içlerimin terlediğini hissederken havanın soğukluğunu umursamadan arabanın tüm camlarını indirdim ve ten yakan soğuğun beni ayıltmasını diledim. Arabanın hızını arttırırken rotam Reus'tu. Telefondan bir arama daha yaptığımda karşıdaki kişinin açmasını beklerken önümdeki aracı sollayıp sarı ışıkta son hız geçerek sağ şeritten diğer arabayı solladım. "Mehir, bilmiyorum nerede olduğunu. Bulamıyorum!"


"CPS?" diye sorduğumda zaten olumsuz yanıt alacağımı içten içe içimdeki kaltak fısıldıyordu.


"Olumsuz."


"Kıvırcık... polis telsizleri peki? Ekipten birini yakaladıklarına dair bir anons bir şey var mı? Ne bileyim? Aklıma bir şey gelmiyor. Ural, bize haber vermeden evden bile çıkmaz." sesim sona doğru kısılırken ne diyeceğimi, ne hissedeceğimi bilemeyecek kadar küçük hissediyordum kendimi. On beş sene önceki gibi yorganımın altına saklanıp canavarlardan korunacağıma inanırken abimin gelip beni yorganın altından çıkarıp göğsüne yatırarak kollarıyla beni canavarlardan koruduğu o zamanlardaki gibiydim. Onsuz, bir hiçtim. Canavarlar bana onun kollarındayım diye saldırmazlardı.


Ural, hep öyleydi. Korumacı ve aileci. Ailesi onun hayat temeliydi. Şimdi ortadan habersizce kaybolması onun asla yapmayacağı bir şeyken, bulunduğumuz durumdan dolayı başına gelebilecek her ihtimal en kötü satırdan başlayarak zihnimde okunuyordu.


"Buraya gel, olmadı hep beraber aramaya çıkarız." Orkun'un sert tutmaya çalıştığı sesinin ardındaki cılız korkunun kokusunu almıştım. Orkun'la zıttık ama aynıydık. İkiz olmasakta huylarımızın zıtlığından dolayı bizi ikiz sananlar olurdu. Büyümemiş bir ergen gibi davranırdı ama böyle durumlarda hayatımdaki en sert adamlardan biri olurdu çünkü kaybetmek nedir iyi bilirdi. Bizim gibi...


"Yoldayım zaten. Ben gelene kadar haber gelirse hemen ara." dedim ve aramayı sonlandırdım. Nefes alışlarım hızlanmıştı, kalbimin sesini rüzgarın arabanın içinde çarpışmasına rağmen duyabiliyordum. İçimdeki kaltak fısıldıyordu. 'Kötü şeyler olacak küçük hırsız. Alığın kadar verirsin. Senin olmayan sana gelirse; senin olan senden alınır. Düzen... kader ve düzen iki zıt kutuptur ama birbirlerine de bağlıdır sen aralarına girdin.'


O çeneni kapat. Fısıldayışım dudaklarımın ufak kıpırdıtısından başka hiçbir vasfa sahip olamazken telefonun acı sesi yüksek volümle arabada yankılandığında hiç tereddüt etmeden onayladım.


"Mehir, Ural'ı bulduk." Balkın'ın ses tonu ve bana seslenişi... o bana hiç Mehir dememişti.


"Nerede?" kısa olan ama bana saatmiş gibi gelen sessizlik. İkimizde aynı anda nefes aldığımızda ben susarken o, konuştu.


"Kefne'de. Karakolda." zaman durdu. Kısa olan sessizlik şimdi gerçekten saatle eş değerdi. Ani frenin doğurduğu yüksek ses lastikleri ağlatırken benimde aynı anda gözümden bir damla süzüldü.


"Yakalanmış mı?"


"Yakalanmış ama arandığı için değil." kaşlarım çatılırken iki elimle saçlarımı geriye atarak şakaklarımı ovdum. Sanırım uyanamamıştım ve o boktan küvette, buz gibi suda uyuyordum.


"Ne için yakalandı o zaman?" ne için yakalandığının bir önemi var mıydı? Sonuçta artık oradaydı. Yıllarca aranan çete lideri ve suç aleminin yöneticisi Ural Altun yakalanmıştı.


"Polis... bir polisi öldürmüş. Sikeyim, kızım boku yedik!" düşünmedim. Düşünemedim. Bir insan ayıkken beyin ölümü gerçekleşir miydi? Benimki gerçekleşmişti. Kalbim atıyordu, organlarım çalışıyordu ama yoktum. Bir cümle sizi ölüm hissiyle tanıştırabilirdi. Sözler o kadar sivri bir bıçaktı. Esen kokusuz rüzgar tenimi daha da yakarken sanki bana ezberimden asla silinmeyecek o kokuyu taşımıştı. Koca panterin ferah kokusu burnuma dolduğunda canavarların kapımızda olduğunu hissettim.


"O, birini öldürmez. Hepimizin tek bir yemini var o da katil olmayacağımızdı. Ural, asla bunu yapmaz." Sesim hissettiklerimin tersinde kendinden emin çıktığında dediklerimden kendimden çok emin olduğumu belli etmeyi amaçlamıştım. Hem kendim için, hem de onun için.


"Bunu bana mı söylüyorsun? Bilmiyor muyum ben amına koyayım? Neden şehre gitti, ne oldu da yakalandı? Hiçbir bok bilmiyoruz!" Hissizliğin doğurduğu boşluğu dolduran öfkenin santim santim damarlarımdan süzülüşünü hissettim. Ateş bundan önce sadece bir kere beni yakmıştı ve ben o zaman yanmıştım ama şimdi bu ateşin hedefi ben olmayacaktım. Yandığım kadar yakacaktım.


"Ural'ı görmeye gidiyorum. Avukat orada mı?" arabayı saniyede çıkabileceği maxsimum seviyede sürmeye başladığımda tüm camları kapattım. Sessizliğin hakim olduğu arabada Balkın'ın sesi yüzümün kasılmasına sebep oldu. "Ne demek görmeye gidiyorum? Karakola mı gideceksin? Hemen eve dön Mehir!"


"Bana emir verebileceğini sana düşündüren ne? İkinci yöneticiyle konuşuyorsun. Avukat nerede diye sordum?" sorum itiraz kabul etmeyecek kadar sert dökülmüştü dudaklarımdan. "Savcıyla görüştü, olumsuz yanıt aldı... Reus'a geliyo..." cümlesini bitirmesine izin vermeden araya girdiğimde susmak zorunda kaldı. "Ne demek geri dönüyor? Ural'ı orada tek mi bıraktı? Siktiğimin avukatına servet ödedik! Hemen karakola geri dönsün ve beni orada beklesin!" emrim karşısında derin bir nefes aldı. Beni durduramayacağını biliyordu. "Adama yakalanma emri için o kadar para verdik, cinayet şüphesi için değil! Bak, emin misin? Bunun geri dönüşü yok."


Gözlerim akan yolu izlerken zihnimde başka bir sahne canlanmıştı. "Geri döneceğim yola girmem ben." dedim ve zihnim canlanan sahneyle aynı anda telefonu kapattım. Geri dönecek kadar zamanım yoktu, ilerisi her zaman daha karanlıktı ama en iyi yöndü. Geriye dönüşler beraberinde sadece acıyı getirirdi çünkü....


Arabam, yeşil tabelanın önünde durduğunda gözlerim beyaz binadaydı. Önündeki iki polis memuru bekliyordu, bir gurupsa dış tarafta bankların orada sigara içiyordu. Yeşil görev üniformalarının içinde hararetli bir şekilde tartışıyorlardı. Bazıları üzgündü, o sıra aklıma ölen polis memuru düştü... onun da bir ailesi vardı. Evli miydi acaba? Çocuğu var mıydı ya da çocukları? Peki anne, babası? Arkadaşları... Onu kim koparmıştı hayattan?


Ural'ın onsuz zaman geçirmeyen minik bir bebeği vardı. Aşk'ın lügatta eksik tanımlandığına, aşka inanmayanları bile inandıracak kadar çok sevdiği karısı vardı...


Ben vardım. Onun biricik küçük hırsızı...


Arkadaşları vardı, aynı evde yaşadığı, kan bağı olmayan gönül bağının bir arada tuttuğu kardeşleri...


Bizim, onların... katili kim?


Katil kim?


Gözlerim dolmuştu, kalbim hissedemeyeceğim kadar yavaş atarken terim üzerimde soğumuştu. Hissettiğim tek şey acıydı; saf, el değmemiş acı. Cama vurulan iki tık sesiyle bir rüyadan uyanıp benimle devam edecek kabusa geçtim. Bakışlarım donuk bir ifadeyle arabanın dışındaki şahsa kaydığında yutkunarak araçtan indim. Takım elbiseli kırk küsür yaşındaki Kenan, bana bakarken mahçuptu. Bense onun mahçupluğuyla aynı seviyede sabırsız ve öfkeli. "İçeri girmem lazım. Seninse onu oradan çıkarman. Anlaşılmayan bir şey?" net sesimle bakışlarını kaçırdı. Şişko yüzündeki her bir kıvrım kasıldığı için dalgalandı. "Sizi içeriye sokarsam çıkamayabilirsiniz. Ural Bey'e gelince... Mehir Hanım, polis memuruna üç el ateş edilmiş. Silah abinize ait, olay yerinden alınan DNA örnekleri abinizle uyuşuyor. Ayrıca kaçarken yakalandı... elimden geleni yapacağımdan emin..."


"Başlarım seni elinden gelene! Paraları alırken götün başın ayrı oynuyordu şimdi niye süt dökmüş kedisin? Sana dediklerimi yapacaksın. Şimdi beni abimin yanına götür sonrada onu en erken vakitte buradan çıkart! Anladın mı?"


Kenan, başını yere eğerek olumlu anlamda salladı. Ceketinin önünü kapatırken eliyle binayı işaret etti. "Gidelim Mehir Hanım." yüzüne bakmadan yanından geçtiğimde korkularımı bastırma yöntemimin insanlar üzerinde otorite kurarak giderdiğimi söyleyen psikoloğumun sesi çalındı. O psikolog başka ne demişti.... evet nefes al. Nefes almak normal bir olağan davranış gibi görünse de aslında ona muhtaç bir insanın farkına varabileceği kadar değerli bir şeydi. Nefes alarak ruhundaki yaraları geçici süreyle kapatabilirsin. Nefes al. Bırak temiz hava içini soğutsun.


Bir, iki, üç, derin bir nefes. Tekrarla bunu... on kere.


Ben nefes egzersizi yaparken karakolun girişindeki merdivenleri çıkmıştık ve hayatım boyunca kaçtığım o gerçekliğin kucağına kendi adımlarımla ulaşmıştım. Polislerle dolu bir binada tek başımaydım ve ilk defa kaçan değil, avcı değil, avdım.


Yakalanmayı bekleyen av...


"Ural Altun'un avukatıyım. Yardımcım Toprak Derin. Müvekkilimi görmek istiyorum." genç polis memuru bir bana bir de Kenan'a bakarken abimin ismini duyduğunda yüzünde bariz bir iğrenme ile ayağa kalktı. Yüzümüze bakma gereği duymadan, güvenlik kısmına ilerledi ve üstümüzü aramaya başladı. Üstümde arabamın anahtarı haricinde bir şey yoktu. Kenan'da üstündeki metal ve teknolojik eşyalarını bıraktığında görevli bizi kimliklerimizi almak için sıradaki bölüme geçirdi. Kimliğim yanımda olmadığı için parmak izimi basmam gerekiyordu. Bir gram bile tereddüt hissi hissetmeden parmağımı okuyucuya bastırdığımda Kenan, nefesini tuttu. Gözlerim kısa bir kapandığında artık işler tamamen değişmişti. Görevli sevimsiz bir göz süzmesiyle başını asansöre doğru yatırdı. "Asansöre binin, eksi ikinci katta."


"Teşekkürler." Kenan yarım yamalak bir mırıldanmayla kolumu tutup beni yürütmeye başladı, adımlarım onunla uyumluyken bedenimin en derininde ruhumun şu an hissettiği karmaşıklığın arasındaki düğüm gibi kendimi bir problem hissediyordum. Bir problemdim ve çözülmem gerekliydi. Şimdi ne olacaktı?


Asansör sarsılarak kendini eksi ikinci katta durduğunda cızırtılı bir sesle kapısı aralandı. Sol ayağım ilk zemine değen taraf olduğunda peşinden sağ ayağımda onu takip etti ve küf ile kan kokusu çevremi sarmaladı. Rutübetin krallığında havasızlıktan nefes almakla imtihan edilebileceğin bu katta normal şartlarda hiçbir güç beni tutamazdı fakat ne yazık ki Ural, buradaydı. Kaşlarım çatılmış, siyah uzun saçlarım darmadağınık şekilde omuzlarımdan aşağı salınıştı. Yüzümdeki iğrenir ifadeyi bozmadım, adımlarım sert ama bir o kadar da şüpheliydi. Burası nasıl lanetli bir yerdi?


"On üç dakikanız var. Acele edelim." Kenan'ın korku emareleriyle süslenmiş sesi bana ulaştığında kendisi benden üç adım öndeydi. Burayı benden iyi biliyordu çünkü ben hiç gelmemiştim. Gelmek de istememiştim.


Bembeyaz duvarların çoğunun sıvası dökülmüştü, küf kokusunun sindiği koridorun aydınlatması beyaz bir florasanla sağlanıyordu ve yetersizdi. Burası farelerin bile gezinmeyeceği kadar berbattı. Ural, buradaydı...


Uzun koridorun sonundaki büyük yeşil kapıya ulaştığımızda Kenan, durup bana baktı. "Sakin ol ve dediklerine dikkat et. İsim verme. Unutma on iki dakikamız var." başımı tamam anlamında salladığımda kapı kolunu indirdi ve gözlerim aralanan kapının bana sunduğu sahneye çevrildi.


Siyah kirpiklerinin çerçevelediği ela gözleri en kötü anımızda bile bana çevrildiğinde gülümserdi. Gamzesiz gülümsemesi gamzeli gülümsemeleri unutturacak kadar güzel olurdu bana sevgiyle baktığında. Siyah gür saçları her zaman bakımlı ve şekilli olurdu. Ural Altun, fazla titizdi ve o asla dayak yemezdi. Yirmi beş yıllık hayatımda onu sadece bir kere yaralı görmüştüm.


Benim ağabeyim öyleydi... peki karşımdaki kimdi o zaman?


Üstündeki gömleği kan içindeydi, sol gözü morarmış ve şişmişti. Elmacık kemiği mosmordu ve büyük ihtimalle çatlamıştı. Yüzünü yere sürtmüşlerdi ki sol yanağı boylu boyunca yırtılmıştı... saçları karışmış üstü başı pus içinde kalmıştı. Sağ elinin işaret parmağı ve baş parmağı kırılmıştı, bunu ilk görüşte anlayabilirdiniz çünkü ters dönmüşlerdi.


"Abi..." dilimin tutulduğunu ilk defa hissettim. Konuşabilirken konuşamamak nasıl da yaralayıcı bir durumdu. Konuşamıyordum, hissedemiyordum gözlerim sadece bakıyordu ama göremiyordu çünkü görmek istemiyordum.


"Me..." dedi ve devamını getirmeden sol elini göğüs kafesine koyarak zoraki bir derin nefes alarak "Memnuniyetsiz olduğumu söylemiştim. Beni çıkartmak için gelmediysen git Kenan." başladığı cümleyi anlaşılmasın diye değiştirdiğinde ses tonunun bile değiştiğini fark ettim. Güven kokan, güç kokan sesi yoktu... umutsuzdu, yaralıydı. "Ben çıkayım efendim, asistanıma isteklerinizi söyleyin." Kenan, bana saatini göstererek odadan çıktığında artık odada ikimiz kalmıştık. Gözlerim odanın köşesindeki kameraya çarptığında yutkunarak küçük kare masanın bir ucuna oturdum. Odada masa, iki sandalye, bir lamba ve bir kamera vardı. Dört duvarı yemyeşil olan kafeste pencere yoktu ve nefes aldığınızda ciğerlerinize hava değil rutubet giriyordu.


"Ne oldu sana böyle? Anlat her şeyi ki çıkarayım seni buradan?" ses tonum o kadar kısıktı ki duyabilmesi için ona doğru eğildim. Bir gözü tamamen kapalıyken diğer aralık olan gözüyle yüzüme sevgiyle baktı.


"Buraya nasıl girersin? Nasıl kendini ifşalarsın? Parmak izini verdin girerken..."


Başımı hayır anlamında sallarken dolan gözlerim bana ihanet etti ve aynı anda iki damla yanaklarımdan süzüldü. "Şişşt, önemli değil. Senin için değer." dedim elini tutmak için uzandım ama son anda kendimi tutarak uzattığım elimi tüm soğukluğuyla saç derime gömdüm ve köklerimi acıtacak şekilde kaşıdım. "Kimliğim açıklansın, umurumda mı sanıyorsun. Sen nasıl buraya düşersin Ural?" boğazındaki parmak izlerini görmesem bile yutkunurken yüzünü buruşturmasından boğazının da hırpalandığını anlayabilirdim. Hangi piçin oğlu yaptıysa benim abimi fena dövmüşlerdi...


"Öldürüp öldürmediğimi sormayacak mısın?" çaresizlik masasının baş kısmında oturmuş muhtaçlık barındıran sesiyle yapma dercesine dudaklarımı büküp başımı eğdim. Göz yaşlarım sessizce yanaklarımdan yol tutarken nefeslerim sıklaşmıştı. "Ben bile yaparım ama sen yapmazsın. Söz verdik, sen sözünü tutarsın. Düşünmediğim bir şeyi soramam. Şimdi bana ne olduğunu anlat. Bak zamanım yok beş dakika içinde buradan çıkmazsam parmak izim veri tabanıyla eşleşecek ve kim olduğum ortaya çıkacak." yalvarırcasına konuşmamla acı dolu bir nefes aldı. "Özür dilerim.... özür dilerim. Ben yapmadım. Yemin ederim ki ben yapmadım... Miri.... Nehir'e, Peren'e, sana..." gözünden bir damla süzüldü ve iki yana açılmış derisinden içeri aktı. "Bunu yaşatır mıyım? Ben katil olur muyum? Yapmadım, ne oldu nasıl oldu hatırlamıyorum. Kendimi burada buldum." sayıklar halde konuşmasıyla ağlamam derinleşti. O, yapmamıştı. Yapmazdı zaten biliyordum. Neden peki şimdi rahatlamış hissediyordum?


"Çıkartacağım seni buradan. Söz, küçük hırsızın sözü. Seni ait olduğun yere götüreceğim tamam mı?"


Başını olumsuzca salladı ve ağrıyan göğsüne elini bastırarak gözümün en derinine baktı. "Ben buradan çıkamam ama siz sakın gelmeyin. Ekibi topla, herkesi bir arada tut. Birbirinize iyi bakın. Nehir'e iyi bak. Peren'e onu... en çok onu sevdiğimi söyle."


"Saçmalama! Seni burada bırakır mıyım ben? Sen yapmadın. Ne kadar sürerse sürsün seni buradan çıkartacağım... abi." son kelime kurumuş dudaklarımdan döküldüğünde gözümden akan damla beton zemine çarptı.


"Sen bana abi dediysen durum kötüdür... uzatma ve git küçük yılan. Yokluğumda unutma ki ben her zaman yanındayım." titreyen parmaklarımı sabit tutmaya çalışarak akan damlaları söndürdüm. Titreyen çenemi kontrol etmeye çalışarak başımı olumlu anlamda salladım. "Canavarlar yok değil mi?" başını olumsuzca salladı. "Canavarlar kötülerin yanında. Bizden çok uzakta." derin bir nefes aldım ve ona bir daha bakacak cesareti damarlarımda hissedemediğimden hızla kapıya doğru yöneldim. Kapı kolunu kavradığımda son kez yaralı yüzüne baktım. "Seni seviyorum canavar bekçisi..." dudaklarımı oynatarak söylediğimi okumuştu. Gözünün parladığını gördüğümde buruk bir tebessüm peydah oldu solmuş yüzümde. "İsteklerinizi yerine getireceğim Ural Bey." dedim ve kapıyı açarak odadan çıkıp ardımda bir yıkık; kalbimde bir ceset bıraktım.


Hissiz tenimde göz yaşlarından kalan soğuk bir ürpertiyle asansöre doğru yürürken kendimi toplamaya çalıştım. Düşersen kaldırılmayı beklersin ve seni kaldıracak kimse yok. Mehir, abini kurtar ki seni kaldıracak kişi olsun...


"Hemen çıkmamız lazım, veri tabanı üç dakika içinde kırmızı alarm verir." Kenan'a cevap vermeden hazır tuttuğu asansöre binip kabine yaslandım. Asansör sarsılarak yukarı kata çıkarken en ciddi bakışımla ona baktım. "Yaralı ve hastaneye gitmemiş.... o siktiğim gücünü kullanıp onu hemen doktora götür. Ayrıca öldürülen polisle ilgili elle tutulur bilgi var mı? Bir yakını falan? Şikayetlerini çekmelerini sağlayabilirim." aklıma başka bir plan gelmezken belki suçu hafifletmek işimi kolaylaştırır diye düşünmüştüm. "Kardeşi var. O da polis. Anne ve babası şehrin diğer kanadında yaşıyorlar. Evli değil." Kenan, bildiği tüm bilgileri bir hızla ortaya döktüğünde derin bir nefes alarak yaslandığım yerden doğruldum. İki elimi trençkotumun ceplerine yerleştirirken düz bir ifadeyle kapıya baktım. "Kardeşi nerede?"


Kenan, söylemek istemediğini belli edecek bir mırıldanmayla başını olumsuzca salladı. Ona bakmaya gerek duymadan kapıya bakmaya devam ederken "Nerede?" diye sordum. Son kez.


"Morgta. Morg iki bina ötede. Polislerin sağlık merkezinin içinde." kapı ardına kadar açıldığında duraksamadan ilerlemeye başladım. Güvenlik kısmında bir kez daha parmağımı okutup arabamın anahtarını geri aldığımda artık dakikalarımın tükendiğinin farkındaydım. Bizimle ilgilenen görevli çıkışımıza sadece iğrenme duygusuyla bakmakla yetindiğinde duygularımızın karşılıklı olduğundan bahsetmedim. Karakoldan çıktığım gibi yağan yağmuru umursamadan arabaya doğru koşar adımlarla ilerledim. "Ural'ın hastaneye götürülmesini sağla ve on beş dakikalığına polisleri oyala. Nasıl yaparsın bilmiyorum ama yap yoksa geçen hafta aldığın araban bir bakmışsın gece vakti toz olmuş?" diyerek Kenan'a son bir bakış atıp araca bindim. Arabayı vakit kaybetmeden çalıştırdığımda hedefim iki blok ötedeki sağlık merkeziydi. Kardeşiyle konuşmak için uygun bir zaman değildi evet ama benimde kaybedecek zamanım yoktu.


Aynı bölge içinde, arnavut taşla döşenmiş iki şeritlik yolun iki tarafı da yeşillikle süslenmişti. Bakımlı çiçeklerle tam bir güven yuvasıydı; onlara inanlar için... Geçtiğim bir bina yatakhaneyken diğer beyaz ışıklarla bezelenmiş sağlık merkezi gözüme çarptı. Önü boştu, polislerin çoğu haftasonu olması sebebiyle burada değildi sanırım. Ya da şehirde yine olaylar durulmamıştı...


Arabayı çıkışımı en kolay şekilde sağlayacak bir pozisyonda park ettiğimde trençkotumun yakalarını dikleştirip yüzümü bir nebze de olsa kapatmaya çalıştım. Yağan sağanak yağmur saçlarımı bir su bezesine çevirmişti bile. Yüzümden aşağıya doğru akan damlalar deminki göz yaşlarımın tutturduğu yolu sildiğinde adımlarım merkezin kapısındaki tabelanın yönlendirdiği şekilde binanın arka tarafına doğru ilerlemeye başlamıştı. Morg, arka tarafta ayrı bir binadaydı. Siyah duvarları olan tek katlı binanın girişi mermerle kaplanmıştı. Girişin önünde bir grup polis vardı ve elleri ceplerinde yağmurdan korunmak için verandanın altında duruyorlardı. Aramızda elli metreden fazla bir mesafe kaldığında kısa boylu olanın telefonu çaldı. Telefonu açtığında kendi konuşmadı, sadece karşı tarafı dinledi ve kapattı. Aralarında ne konuştular bilmiyordum ama Kenan'ın bir şeyi başarabildiği belli olmuştu. Adamlar aynı anda bana doğru yürümeye başladıklarında hedeflerinin karakol olduğunu anlamıştım. Beşi de bana bir şey demeden yanımdan geçtiklerinde. Sadece bir tanesi yüzüme uzun uzun baktı. Bakışından kaçınmak için başımı eğdim. Yağan yağmur botlarımı ağırlaştırdığından fazladan güç kullanarak yürümeye çalıştım. Ta ki arkamdan duyduğum sese kadar...


"Hey!" durdum ve arkama dönerek masum bir edayla demin bana bakan adama baktım. Mavi gözleri üstümde oyalanırken en çok ela gözlerimde durdu. "Sizi daha önce görmedim. Kimsiniz?" zamanım kısıtlı olduğu için başımı kaldırıp rahatsız olduğumu belli eden bir ifadeyle gökyüzüne bakıp tekrar ona döndüm. "Saye'nin kardeşiyim. Nöbetten çıkarken kıyafetlerini unutmuş, onları almaya geldim. Başka sorunuz var mı memur bey?" diye sordum. Adam küstah bir bakışla beni süzdü ve "Döndüğümde burada olur musun?" diye sordu.


"Beni yağmurun altında ıslatan bir adama randevu veremem. Bunu telefi edersen başka zaman belki?" diye üstten bir bakış attığımda sırıtarak kafasını olumlu anlamda salladı ve öndeki arkadaşlarına doğru koştu. Bense onun arkasından bakmayı keserek gözlerimi devirip önü boşalmış morgun kapısına ürperti eşliğinde baktım. Bu yaptığım doğru muydu?


Hayır değildi ama her zaman doğru olan yapılmazdı. Bazen yanlışı yapardık ki doğruya ulaşalım...


Düşüncelerime kilit vurarak kapıya doğru ilerleyip içeri girdim. Dışardaki havadan daha soğuk ve sinsi bir yalnızlık hissi kokan hava beni karşıladığında ürpererek kollarımı göğsümde kavuşturdum. Adımlarım ne yöne gideceğini bilemezken kimsenin olmaması ayrı bir tuhaflık barındırıyordu. İçimden geçen tarafa doğru yürürken sağ tarafa doğru ilerledim. Beyaz mermerle sarmalanmış koridor beyaz ışıklarla aydınlatılmıştı ve her kapının ardında cesetlerin olduğu gerçeği ardımdan gelen bir kabus gibi beni takip ediyordu.


Korkma Mehir... ölüler yoklar.


Hangi kapının ardında aradığım kişi vardı ve nasıl birini aradığıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Zaman tükenen bir varlıktı benimki fazlasıyla tükenmişti. Sert adımlarımın eseri olan topuk sesim koridorda yankılanırken başka bir sesi daha duyduğumda adımlarımı yavaşlatarak duyduğum sese odaklandım. Boğuk bir ağlama sesi kulaklarıma iliştiğinde tüylerim ürperdi. Yutkunarak yavaşça dudaklarımı ıslatıp sese doğru ilerledim. Koridorun sonundaki aralık olan kapıdan gelen ses, beni kendine doğru çekerken kısa bir an arkama doğru baktım. Çıkmalı mıydım?


Geri dönmek korkakların tercihidir.... hayır devam.


Adımlarım kapıya doğru ilerlediğinde duyduğum ses daha da yükselmişti. Yumruk sesi, ve boğazdan gelen hırlama sesine karışmış haykırış. Kapının önünde durmuş, içerideki manzarayı tahmin etmeye çalışıyordum ama tahmine gerek yoktu. Yüzleşmek en iyi gerçeklikti.


Kapıyı araladım. Eşikten geçtim ve artık içindeydim. En savunmasız anında, en olmayacak kişi olarak yanındaydım.


Gözlerim, önce büyük mermer taşın üstünde beyaz örtüyle kaplanmış bedende dolaştı; ardından ayaklarının ucundaki küçük tezgahın üstündeki beyaz poşette.


Poşettin içinde kanlı cüzdan ve kırık bir saat vardı. Kırık saattin ekranında kurumuş kan gözüme iliştiğinde saattleri anımsadım.


Donmuş bedenim odaklandığı yerden bir yumruk sesiyle ayrıldığında başım yavaşça bana arkası dönük olan yapılı bedene döndü. Duvarın önündeydi, üstünde siyah kısa kollu bir tişört vardı. Dalmış gibi sadece duvara bakıyordu. Sanırım duvarda birinin yüzünü görüyordu.


"Üzgünüm." dudaklarımdan kısık sesle dökülen tek kelimeyle irkilerek bana döndü halbuki bir kelimeyle irkilebilecek bir adama benzemiyordu.


Başını çevirerek bana döndüğünde gözlerimiz birleşti ve o an tüm duygular birbirine karıştı. Onun kaşları şaşkınlıkla çatılıp yüzündeki ifadeyi sertleştirirken benim gördüğüm yüzle afallamanın doğurduğu bir hazımsızlık oluştu. Midem, hiç olmadığı kadar kasılırken bakışlarım bir an ölü bedenle onun arasında dolaştı.


"Sen..." cam mavisi gözleri öfkeyle bana kilitlendiğinde kilitlenen tek şeyin gözlerimiz olmadığını anladım.


Bizim kaderimiz de bir saat ve üç kurşunla kilitlenmişti.


Loading...
0%