Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Soğuk Beden Yanan Ruh

@senabookss

“Karanlıkta kalmış ruhun ışığı, karanlığın aydınlığı değil; kurtuluşun anahtarıdır.”


HAYALET: 

15 Kasım 2023 Çarşamba günü saat 23.42’de ormanlık alanda üç el silah sesi duyuldu. Her bir kurşun, sesinden önce acısını vereceği bedene teker teker saplanırken bu ana sadece gökyüzünde asılı olan ay ve yıldız şahitti.

Yekta Nadir Alatan... üç kurşunun açtığı delikten akan kanının toprağı beslediği saniyelerde, kurşunların saplandığı organlarının durmasıyla ruhunun bedeninden sıyrılışını an be an yaşayarak gökyüzü mavisi gözlerini siyahın en koyu tonundaki gökyüzüne düğümleyerek kıyamete kadar kapattı.

Kaderi tükenmiş ruhun, geri kalanların kaderini bağlayarak ayrıldığı dünyada birinin ölümü düzeni değiştirmezdi. Herkes ölürdü, yeniler doğardı. Kanun buydu ki düzen ölümle yaşam arasında geçen süreç için kurulmuş bir oyundu. Oyun, her zaman devam ederdi; oyuncular değişir, kurallar gelişirdi. Sabit olan oyun ölümsüzdü.

Kıyamete kadar.  

İnananların, inanmayanlardan ayrıldığı noktada ölümden sonraki kıyamet ölümle aynı hissiyatı verecek kadar yakın mıydı uzak mıydı bilinmezdi ama bu gece; Kıyamet, ölümle aynı anda gelmişti Kefne şehrine.

Zıt iki tarafın da kıyamet gecesi olan bu gecenin sabahı doğamayacak kadar zamanı yavaşlatırken acıların hüküm sürdüğü kalpler, kendi yalnızlıklarında boğulmaya başlamıştı.

15 Kasım 1983 Yekta Nadir Alatan’ın doğum günü.

15 Kasım 2023 Yekta Nadir Alatan’ın ölüm günü.

Bir günde doğdu, bir günün o gününde öldü. Hiç doğmamış gibi. Peşinden götürdükleri getirecekleri kadar ağır hissiyatlıyken kardeşinin üç saat önce koluna taktığı saat kanıyla kaplanırken zaman, onun duran kalbine inat akmaya devam etti; tıpkı akan kanı gibi.

Nefes alanların zamanı ölüme yenilirken yaşayanların saatleri durdu. Beyaz ve siyah birbirine karışırken iki çift göz birbirine düğümlendi.

Ela ve mavinin birbirine karıştığı odada yanlarında beyazlamış beden ruhunu karanlığa teslim ederken yanında bir anahtarı da götürmüştü ve ardında kilitli bir sandık bırakmıştı. Sandığın içinde ne olduğunu da bir tek anahtarın sahibi biliyordu...


MEHİR ALTUN: 

Sis perdesinin ardında geçen zamanda nabzımın yavaşlayan emarelerine karşılık kalbim, bir serçe yüreği gibi çırpınırken nefesim şaşkınlıkla aralanmış dudaklarımdan içeri süzülmüş ama boğazımdan akarak ciğerlerime ürün olamamıştı çünkü boğazımda gözlerimin gördüğü bir yük yer edinmişti. Göz bebeklerimi büyüten karşımdaki adam, nefesimi kesecek kadar gerçekti. Rüya olabileceğini düşünme isteğim bedenimi ele geçirirken elinden kanayan kan damlalarının yere çarparken çıkardığı ses fazlasıyla gerçekti. Hatta onun gözlerine bakarken çektiğim acı, canımı o kadar acıtıyordu ki bunun rüya olabilme ihtimalini bir bıçak gibi kesip atıyordu.

Abimin sesini duyuyordum. Bir gece, boğazımdan içeri kan süzülmesine sebep olacak kadar çığlıklarla uyandığım kabusumdan beni rahatlatmak için söyledikleri şimdinin gerçek olduğunu söylüyordu.

“Unutma” dedi. “Unutma Miri, eğer kabus görüyorsan canın yanmaz. Eğer kabusundan uyanmak istiyorsan canını acıt ama çok acıtma sadece ufak bir sızı tamam mı? Seni uyandıracak tek şey acı.”

Kalbimdeki acı beni uyandıracak kadar süründürücü bir ıstıraba bedeldi. Yani bu gerçekti. Sabah kaçtığım, benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynama cürrettini gösteren gözler şimdi benim kanımdan birinin üstüne atılan iftiranın doğurduğu nefretle bana bakıyordu.

Tok sesinden dökülen tek bir kelime altında o kadar çok yoğun duygular barındırıyordu ki ben onların altında ezildim. Kaslarım kasılmaktan uyuşmuşken bana doğru bir adım atmasıyla korkuyla bir adım geriledim. Sabahki gördüğüm kişiyle şu an karşımda olan kişi aynı değildi.

Karşımda kaybetmiş biri vardı ve bu kaybı onu canavara çevirecek kadar büyüktü.

Donuk gözleri gözlerimi esir almışken titreyen dudaklarım kelimelerimi mühürledi. Yakalanma korkusu bir yandan etimi sıkıştırırken abimin son görüntüsü zihnime bir tren vagonu gibi devrildi. O mu dövmüştü benim abimi?

Onun abisini benim abim mi öldürmüştü?

Hayır.  

Bu düşünceyle başımı hayır anlamında sallarken dolan gözlerimden süzülen tek damla yaş tenimi ısıttı. “Hayır.” diye mırıldandım, kararmış gözlerine bakarak. “Benim abim yapmadı. Yemin ederim.” kelimeler dudaklarımdan yuvarlanırken kendi anlamlarının dışında ona seslenmişim gibi bakışları karardı. Sanki ona yanımızdaki bedenin ölüm sebebi benmişim demişim gibi bana nefretle baktı.

Eğer kendimi bilmesem bu cinayetin faili benim derdim. Gözlerinde öyle bir kin vardı.

Keskin hatlı çenesini kasmasıyla belirginleşen hatları birer mermer gibi sertleştiğinde kaşları inanamayarak yukarı tırmandı. Bedeninden geçen öfkenin yangını gözlerini yaşartmıştı ki suyla parlayan gözleri beni tutuşturacak bir alev gibi yüzümü sahiplendi. “O yapmadı? Öyle mi?” bağırsa, kelimeleri söyledikleri değilde küfür olsa aynı etkiyi yaratacak konuşmasıyla göğüs kafesim hızlandı. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Buraya gelirken kafamda kurduğum tüm düşünceler enkaz olmuş, beni boş bir zihinle canavarın önüne atmıştı.

“Sana yardım edebilirim. Sana...” gözlerimin ucu beyaz çarşafın altındaki bedene değip hızla çekildi. “Sana katili yakalaman için yardım ederim.”

Gök gürlemediyse bile kulaklarımda büyük bir şimşek çaktı. Cümlem daha dilimden dökülmeye yüz tutmuştu ki iki büyük adımda dibime girdi ve büyük eli ben daha müdahale edemeden boğazıma sarıldı. Beni geriye doğru sürüklerken attığımız üç adım sonunda sırtım soğuk duvara çarptı. Acıyla gözlerimi kapatarak inlememek için dudaklarımı ısırdım. İki elim refleks olarak bileğini kavrarken parmakları boynumu bir ağaç dalıymış gibi kavramış, kırma isteğiyle dolup taşmıştı.

“Ne diyorsun lan sen? Yardım mı?” dolu gözlerim onun bir insanın sahip olamayacağı vahşilikle parlayan gözlerine baktığında parmakları daha da kavradı tuttuğu dalı. “O piç benim dağımı yıktı lan.” tükürürcesine konuşurken tırnaklarımı bileğine sapladım. Dudaklarım bir tutam nefes için aralanırken olduğum yerde çırpındım ama çırpındıkça sırtım pütürlü duvarda ezildi. “Bak!” diye kükrediğinde ürpererek korkuyla göz yaşlarımı akıttım. Eli boğazımı kaçırmaktan korkarcasına sıkarken başını ölü bedene çevirdi. Gözleri abisinin cesedinin üzerindeyken teninin soğuduğunu hissettim. Eli bir nebze yumuşadı ve bunu fırsat bilen ciğerlerim aralanmış dudaklarımdan içeri nefes çekti. “Bak... uyanmıyor. Benim abim uyanamayacağı uykuya yattı.” bana mı söylüyordu yoksa kendi kendini bu duruma ikna mı etmeye çalışıyordu bilmiyordum ama zamanım daralıyordu, bunu biliyordum. Hem canım için hem de özgürlüğüm için. Zoraki tutunduğum nefesin rüzgarıyla “Bırak beni.” diye mırıldandım. Sesim kulaklarına ulaştığında varlığımı hatırlamıştı ki irkilerek başını bana doğru çevirdi. Mavi gözleri lacivertin tonuna özenirken teninden yayılan elektrik beni çarptı. Bir elini yanımdaki duvara yaslarken diğer eliyle beni kolaylıkla kafesine aldı. Gözleri ölüm vaadinde bulunurken mimikleri iğrenmenin en belirgin işaretlerini yansıtıyordu. Benden iğreniyordu.

Bende ondan iğreniyordum ama bunu belli edemeyecek kadar canımın derdine düşmüştüm.

“Siz... sen... o, siktiğimin kansızı.” yüzünü beni daha yakından yakmak için yüzüme yaklaştırırken tırnaklarım derisinin altında kendine yer edinmişti. “Hepinizin kökünün kazınması lazım ki zarar vermeyin. Sizin gibiler düzelmez daha da bozarlar. Siz yanlış yaşarken doğruları öldürürsünüz.” boğazımdan kavrayarak beni kendine çekip sertçe tekrardan duvara çarptığında acıyla dudaklarımdan bir çığlık firar etti. “Benim tek doğrumu en yanlışınız bitirdi lan!” kükreyişi tenimdeki çiziklerden içeri süzülürken sessiz bakışlarım onu daha da sinirlendirdi. “O yapmadı ha? Siktiğimin soysuzlarına bak! Hepinizi bitireceğim lan. Hepinizi sileceğim bu amına koyduğumun dünyasından!” nefessizlikten dolayı kızarmış yüzümde gözleri dolaşırken parmaklarını hafifçe gevşetti. Bunu fırsat bilerek derin bir nefes aldığımda biraz olsun ciğerlerim rahatlamıştı. Gözlerimi öfkeyle kaplanmış irislerine odaklarken uyarırcasına tırnaklarımı tenine sapladım.

“Şimdi konuşmak çok yersiz evet ama şimdi konuşmazsam bir daha ne zaman karşılaşabiliriz bilmiyorum.” parmakları gevşekliğini kaybetti. Çenemi kavrayarak ona doğru kaldırırken yüzündeki ifade korutucu derece soğuktu ama yine de konuşmaya devam ettim. “İzin ve bu yanlışı düzeltelim. Orada... orada yatan kişinin katili dışarda.” ikna kabiliyetimin bile destekleyemediği sesimden dökülen nareler onun için birer hakaret olup öfkesini katlarken bir şey demedi. Zihninde geçen düşünceler bir kıyamet alameti olabilecek kadar can yakıcı olmalıydı ki acıyla yüzünü buruşturdu. Bir an belki küçük bir zaman diliminde bana inandı mı bilmiyorum ama mavi gözlerinde o dilim içerisinde küçük bir çocuk gördüm. O küçük çocuk her şeye inanacak kadar saf ve sevgi doluydu.

Ya da değildi.  

Ben aynı anlamlara gelen cümlelerimi farklı kelimelerle kullanmak için dudaklarımı araladığımda burada bulunduğum süre boyunca korktuğumu belli etmemek için sarffettiğim çabayı çöp edecek o şeyi yapacağını tahmin etmemiştim.

İnsan korkularından kaçarken hayatın acımasızlığını en derininde hissederdi. Ben korkularımdan kaçarken öğrenmiştim hayatı. Hayat çok da abartılmaması gerek ama onsuz da yapamayacağımız bir nefesti. Ben nefesimle çok terbiye edilmiştim. En son edilişim korkularımın merkezindeki patlamaya sebep olduğunda hayatımdan bile vazgeçmek isteyecek kadar kendimi kaybetmiştim.

Delirmiştim.  

Onsuzluğa mahkum edildiğim hayatıma öyle bir çivi çakmışlardı ki her adım atışımda çivi ayaklarımı parçalıyordu.

Ve şimdi canavarın ininde, çivinin ayaklarıma değil kalbime gireceği bu anda korkum gözlerimdeki perdeyi araladı ve bir sis bulutu gibi yavaşça tüm bedenimi sardı.

Boğazımdaki elini bir alev kökünden çekercesine bıraktığında aynı eliyle kolumu dirseğinden kavradı ve beni uzak durmak için kaçındığım, bakışlarımı bir saniyeden fazla üzerinde tutmadığım o yere doğru sürükledi. Karşı koyamadım. Tepki gösteremedim. Ona uydum, kalbim göğsümü parçalarcasına atarken beyaz örtünün ardındaki ölünün varlığı tüm tenimi bir toprağın altına gömeceklerini düşündürecekleri kadar beni uyardı. Geçmiş bir su olup yeryüzünü sararken nefesimi tuttum. Gözlerimdeki sular nefes almak için göz pınarlarımdan süzülürken adımlarım geri gitmeye çalıştı ama o, buna izin vermedi.

“Katili dışarda... katil dışarda ama benim ağabeyim bu sikik örtünün altında öyle mi?” tok sesi tam kulağımın yanında can bulurken ben dediklerine değil tekrardan bir ölüyle burun buruna oluşumu algılamaya çalıştım. Beni belimden eğerek beyaz örtüye doğru savurduğunda bir cesetle aramda sadece bir bez parçasının olduğunu bilmek midemin boğazıma kadar savrulmasına sebep oldu.

“Hayır. Hayır! Uzaklaş! Bakma!” gözlerimin önünde manzara geçmişin kapısını aralarken tanıdık hisler uzaktan yakına doğru bir sürü halinde ruhuma sarıldı. Örtünün ardında hatları belli olan yüzle aramızdaki kısa mesafede kolumdaki sıkı parmaklar ya da ensemdeki saç köklerimi kavramış avuç umurumda değildi. Tek bildiğim hemen buradan çıkmam gerektiğiydi.

Hatırla Miri, ölüler zarar veremez. Unutma Miri, ölüler sadece bakarlar.

Adını bilmediğim ama tutuşuyla kendini düşman olarak zihnime kazıyan adamın beni biraz daha öne itmesiyle kalbimden yayılan sanrı tüm damarlarımda soğuk bir lava dönüştü.

“Bak! Sizin boktan işleriniz yüzünden bir hayat yok oldu.” kolumdaki elini çekip de beyaz örtüyü yatan kişinin göğsüne kadar indirdiğinde zaman benim için durdu. Bir ölüye bakıyordum.

Cansız bir beden. Gözleri kapalı. Sakin ol Mehir, sana bakmıyor.

“Koruduğun abinin benim abime yaptığına bak lan! Yardım edeceksin demek? Sikerim senin yardımını, siz asıl şimdi nefes alabileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Benim abim nefes almazken üstelik?” nefret kusan sesine karşılık gördüğüm beyaz yüzle benimde midem içindekileri kusma isteğiyle doldu. Elalarım karşısındaki yüze takılı kalmışken aslında zihnimde başka bir yüz vardı...

Saçlarımdaki elin baskısıyla yaşadığım ana odaklanmaya çalıştım. “Üzgünüm. Bak zamanım yok. Üzgünüm!” diye haykırdım cansız bedene bakarak. “Zamanım yok. Bak, aptal mıyım bende kendimi yakayım? Abim yapmadı ve katil onu hedefe koydu. Şu an gerçekleri göremeyecek kadar acıyla kapattın gözlerini ama aç! Dediklerimi düşün... ve lanet olsun bırak beni.” midem daha fazla gördüklerine katlanamayacağını bana boğazıma sıvısını göndererek belli ederken tutuşundan kurtulmak için çırpındım.

Gözlerim ölü bedenin yüzünde gezinirken bir an yaşadığımız andan uzakta baktım ona. Birkaç saat önce renksiz yüzü renkli, cansız bedeni canlıydı. Gözleri ne renkti? Kardeşininki gibi mavi miydi? Yakışıklıydı. Fazla yakışıklıydı, kardeşi kadar üstelik. Orta yaşlı bir hali vardı, kardeşi gibi keskin hatlara sahipti ama yüzü daha yuvarlaktı. Kilolu olmasa da iri biriydi. Siyah saçlarına aklar düşmüştü ama bu onu yaşlı göstermek yerine onu daha alımlı yapmıştı. Yani yaşarken... şimdi ise sadece bembeyazdı. Sol yanağında biraz izler vardı. Boğuşma izleri gibi, sol omzunun tarafında göğsüne yakın bir yerde kurşun yarası vardı.

Sanki ölü gibi değildi. Birazdan gözlerini açıp bana kardeşi gibi nefretle bakacaktı. Keşke uyansa diye geçti içimden, keşke uyansa da gerçekleri anlatsa. Eğer o anlatsa abim kurtulurdu.

Bir ölünün ölmemesini isteme nedenim kendi benciliğimden olsa da arkamdaki adama bile acıyan tarafım kalbimdeki ağırlığın bir sebebiydi. Ural... abim ve ben bu durumda olsaydık ben ne yapardım?

Öldürürdüm. Ölürdüm.

“Daha birkaç saat önce bana gülüyordu. Şimdi ise yok.” dedi ve bana iyilik yaptığında habersiz bir şekilde canımı yakma isteğiyle beni kapının önüne doğru yere fırlattı. Bedenim sert bir şekilde mermere serilirken acıyla yüzümü buruşturdum.

“Önce onu, önce onu halledeceğim sonra da sizi. Duydun mu? Önce o kansızı hapishaneye göndereceğim. Sadece bir hafta, bir hafta oradaki eziyeti yaşayacak ve kurtulmak için tanrıya dua edecek.” kin kokan sesiyle kalbimi ayaklarının altına ezerken bana doğru eğildi. Bir dizinin üstüne çökmüş bana geleceğimizi anlatırken gözlerinde sadece acı vardı.

Şu an acı çekiyordu.  

“Dua ettiği gecelerin birinde bir hayalet gibi çökeceğim tepesine ve ant içtiğim gibi üç kurşun sokacağım boktan bedenine. Duydun mu? Sonra da sizi tıkacağım oraya.” bu adamla anlaşamayacaktım. Zamanım doluyordu. Söyledikleri şu anki öfkesinin yansımalarıydı, bunları ciddiye almak aptallık olurdu. Onu görmüştüm ve şimdi izleyeceğim yol haritam zihnimde oluşmuştu. Bu adamı ne parayla kandırabilirdim ne de sözlerle. Ona somut delil getirmekten başka çarem yoktu. Buradan hemen çıkmalı ve abim için gerçeklerin peşine düşmeliydim.

Bu adam bana yardım edemezdi, onun önce kendine ulaşması için sindirmesi gereken acısı vardı.

Üstüme bir gölge gibi düşeceğini düşündüğümde o bekledi. Gözleri yüzümün her yerinde gezindi ve dudaklarından tek bir cümle düştü. “Ona benziyorsun.” bu cümle bir farkındalıkla kulaklarıma ulaştığında yutkunarak göz ucuyla etrafa bakındım. Gözlerim abisine ait kanlı saate tutulduğunda buradan çıkmak çok az bir zaman kaldığını fark ettim. Buradan hemen çıkmalıydım.

Gözünden bir damla yaşın düştüğünü damlanın zemine çakıldığında anladım. Kendinde değildi, bunu avantaja çevirebilirdim. Öfkesi ayaklarına dolanabilecek kadar güçlüydü. Kullan Miri, zekanı kullan çünkü bundan sonra ona çok ihtiyacın olacak.

Çaprazımdaki masanın üzerinde bulunan makas ve iğneler dikkatimi çektiğinde sanki ondan korkuyla uzaklaşıyormuş gibi yaparak kalçamın üzerinde, avuçlarımı yere sürterek o tarafa doğru kaydım.

“Şimdi seni ait olduğun yere göndereceğim. Sonra da o piçle ilgileneceğim. O kurduğunu sikik çetenizi sikip atacağım. Duydun mu?” tükürürcesine konuşurken doğrularak ayağa kalktı. Bakışları kısa bir an yan taraftaki abisinin ölü bedeninde dolaştığında göğü yaracak bir nefes çekti içine. Şu an ben yerde olduğum için miydi bilmiyordum ama karşısında kendimi küçük hissettim. Fazlasıyla küçük. Sadece uzun boylu olduğu için değil, bedeninin büyüklüğü de beni küçültebiliyordu karşısında.

Onunla boy ölçüşemezdim. Dövüşmekte iyi değildim, beceremezdim ayrıca güçlü de değildim. Balkın, beni çalıştırırken her mola verdiğimizde onaylamazca bana bakar ve “Eğer biriyle dövüşmek zorunda kalırsan ve o kişi bir çocuk değilse ilk yapacağın şey kaçmak olsun Miri.” derdi.

Normalde onu hiç dinlemesem de, çoğu zaman yapma dediklerini yapsam da şimdi onu dinleyesim tuttum çünkü daha fazla kendimi riske atmak istemiyordum. Kendimi biraz daha geriye ittiğimde bu hareketimi fark ederek kaşlarını çattı. Sabahki alaycı hali gözümün önüne geldiğinde bu iki adamın aynı kişi olması beni ürküttü. İnsanları acıları değiştirebilirdi peki bir duygu insanın ruhunu öldürebilir miydi?

Öldürebilirdi. Bir acı bir duyguyla birleştiğinde insana her şeyi yaptırabilirdi ve evet, karşımdaki adam her şeyi yapabilecek kadar karartmıştı benliğini. Bunu bana sarffettiği küfürlerden veya tehditlerden bakışlarından anlamıştım.

Ve biliyordum yaşadığım için. Ölüm bir insana her şeyi yaptırabilirdi özellikle kanından sevdiği biri için kendi canından bile vazgeçebilirdin.

“Cidden şimdi, şu an benden kaçabileceğini mi düşünüyorsun? Bu sefer bu karganın elimden kaçmasına izin vermem.” diyerek beni yakalamak için hamlede bulunmuştu ki hızla yerden destek alarak ayağa kalktım ve makasla iğnelerin bulunduğu masanın üzerindeki tepsiyi kavrayarak kafasına vurdum. Hızım karşısında afalladığını hissederken bu vuruşun üzerinde çok durmayacağını bilecek kadar bu işlerde bulunmuştum. O yüzden kaçışımı kolaylaştırmak için bacağımı kaldırarak ayak tabanımı hızla kasığına sapladım. Adam acıyla öne eğilirken bir kez daha kafasına tepsiyi geçirdim. Alnından akan kanı gördüğümde toparlanmasına fırsat vermeden hızla onu ittim. Dengesini sağlamak için elini geriye attı ama tutunabileceği bir şey olmadığı için yere yalpalandı. Bunlar olurken hızla cesedin ayak ucundaki poşeti alarak çıkışa doğru koşmaya başladım. Adrenalin damarlarımda bir volkan gibi lavlarını akıtırken nefesim zehir olmuş göğüs kafesimi çürütüyordu. Ağzımdaki acı tat bundan dolayı olmalıydı ya da bir ölüye ait eşyaları çaldığım için de olabilirdi.

Gözlerim elimde sıkıca tuttuğum şeffaf poşete bakmak isterken bunu yapmayıp önüme bakmayı sürdürdüm. Hızımı azaltamaz ya da dikkatimi dağıtamazdım. Parmak izim çoktan açığa çıkmış olmalıydı ve polislerin hepsi şu an avukatımın peşindeydi. Onlar avukatın peşindeyken bu lanet yerden çıkmalıydım. Adımlarım koşarak altındaki zeminde süzülürken gözlerim arabamdaydı. Oradaydı. Uzun bacaklarımın verdiği güvenceyle hızımı arttırırken arkamdan duyulan bağırışın kulaklarıma ulaştığı zaman dilimini zihnimde hesaplarken benden uzakta olduğunu düşündüm. Bacaklarının arasındaki o ağrıyla benim kadar hızlı koşamazdı.

Etraftaki boşluk işime gelirken gecenin bu geç vaktinde karakolun önünde koşuyor olacağımı bundan iki saat önce söyleseydiniz içtiğiniz şeyin markasını sorar onu içerdim. Gerçekten de hayatta ne olacağı belli olmuyordu, her an her şey olabilirdi.

Her şey bir gecede yıkılıp günün şafağında tekrar doğabilirdi. Düzen bir kurşunla bozulup bir sözle düzelebilirdi. Hayat böyle dönek bir şeydi.

Arkamdan koştuğunu biliyordum. Arabama ulaştığım anda zaman kaybetmeden arabaya bindim. Tam o sırada karakolun önündeki nöbetçi askerler silahlarını bana doğrultmuşlardı. Aramızda elli metre kadar mesafe vardı. Yavaş adımlarla nişan almış şekilde bana yaklaşırlarken içimden işte şimdi sıçtım diye geçirdim. Arabayı çalışır vaziyette tutarken gözlerim dört silahlı polisteydi. Yan taraftan gelen mavi gözlere gözlerim değindiğinde nefesimi tuttum.

“Hareket ederse ateş edin ama öldürmeyin. O sağlam lazım bana.” gür sesi gözleri bendeyken bahçeye yayıldığında silahlı polislerden biri bağırdı:

“Arabayı durdur ve ellerini havaya kaldırarak in araçtan!” hiçbir hamlede bulunmadan onlara bakarken titreyen telefonumun bildirimiyle gözlerimi karşımdan ayırmadan direksiyondaki tuşla telefonu açtım.

“Saat üç yönünde. İşaret verdiğin anda. Ben girişin arkasındayım.” duyduğum cümlelerle bedenim gevşedi, korku yavaşça bedenimi terk ederken bakışlarım yavaşça cam mavisi gözlere düğümlendi.

Aramızda neredeyse beş adım vardı. Aynı sabahki gibi... neredeyse beni tutacaktı.

“Emanetlerin bende, onları sana sen benimle iş birliği yaptığında vereceğim Polis.” dedim ve arka lastikleri zeminde döndürürken kornaya bastım. “Kan dökülmesin.” derken onun mavi gözleri kısıldı ama telefondaki şahıs mesajı almıştı. Emrimle silahlarını çekmiş olan polislerin yanlarına ateş edilirken hepsi kaçışarak ateş edilen yere doğru ateş etmeye başladılar. Ben hızla geriye doğru gidip bir anda direksiyonu döndürerek üç yüz altmış derece döndüğümde dikiz aynasından ona baktım. Sanki benim tarafından atılan hiçbir kurşunun onu vurmayacağını biliyormuş gibi saklanma ihtiyacı duymadan karakolun otopark tarafına doğru hızla koşuyordu. Sanırım peşime düşecekti. Oturduğum koltukta omuzlarımı dikleştirirken ana yola çıktığım gibi peşimden gelen siyah Range Rover’a kısa bir bakış atıp yanıma yaklaşmasını bekledim. O sıra da uzaktan siren sesleri geliyordu.

Sanırım şehrin tüm polisleri birazdan peşimize düşecekti.

Yan yana geldiğimizde Balkın, camını aşağıya indirdi. Bende camımı indirirken ikimizde hızlanmıştık. “Adamlara söyle hepsi kulelere çıksın. Kan dökülmeyecek duydun mu? Biz içeriye girene kadar savunma yapsınlar. Kapıdan içeriye polis girmeyecek!”

“Avukatın peşindekilerde bize doğru yola çıkmışlar. Telsizleri dinliyoruz, tüm şehrin polisleri götümüze girecek birazdan, kan dökmeden durmazlar.”

“Ne zamandan beri emirlerimi ikiletir oldun koca dev?” sorgulayan sesimle son noktayı belli edercesine hızımı arttırdığımda artık arkamda kalmıştı. Kırmızı ve mavi ışıklar gökyüzünden daha aydınlık bir ortam yaratırken rotamız Manus’tu.

Çünkü polislerin oraya girmesi yasaktı. Krallık’la yapılmış bir anlaşma vardı. İki Manus’a hiçbir Krallık çalışanı izinsiz giremezdi. Bu durumda da izin alamayacakları için orası bizim için dokunulmaz bölgeydi.

Manus benim kalkanımdı.  

Peşimizdeki üç polis aracının yanına eklenen beş motoru fark ettiğimde hızımı arttırmam gerektiğini anladım. Balkın'ın aracı biraz arkamdayken beni kollamak için polis arabalarını arkasına saklıyordu. Telefonu arabaya bağlayarak onu aradım.

“Emret.” diyerek açtığı telefonda sesi mesafeli olsa da rahattı. Her zamanki gibi böyle durumlarda sakinliğiyle beni şaşırtmaya devam ediyordu.

“Orkunlar mıydı ateş edenler?” diye sorarken sol tarafa keskin bir dönüş yaptım. Balkın, aracını karşıdan gelen diğer araca sıfır geçecek şekilde döndürdüğünde arkasındaki polis aracı diğer gelen araca çarparak diskalifiye oldu.

Balkın, biraz önce sakin bu kazaya sebep olmamış ve günlük bir sürüş anındaymış gibi sakin bir ses tonuyla söylendi. “O ibne götümden ayrılmıyor ki onsuz bir şey yapayım.”

“Onların girişi için güvenlik işleri halledelim. Peşimizdeler mi?” konuşurken aynı zamanda da yanımdaki motoru kıstırarak çöp kutusuna doğru kıstırdım onu. Bu şehrin en sevdiğim yanlarından biri bu olabilirdi. Çöp konusunda fazla titizdi, her on metrede bir çöp kutusu vardı.

“Orkun, motorla geldi. Sahre, arabasıyla polis arabalarının ardından geliyor. Onu sivil sandılar beyin yoksulları.” arkamızdaki polis araçlarından gelen mermiler kurşun geçirmez cama çarpıp yola savrulurken yol boyunca dizilmiş apartmanlardaki insanlar balkonlardan bizi izliyorlardı. Aslında bu onlar için dizi izlemek gibi bir şeydi çünkü bu yollar kurşunlarla fazlasıyla haşır neşirdi.

“Son iki yüz metre. Kuledekilere haber ver.” dedim ve telefonu kapatırken gözlerim tam karşımda takılı kaldı.

Cam mavisi gözleri motorunun üzerinden bana bakıyordu. Onun ardında da benim kalkanımın giriş kapısı vardı. Bakışlarım onun bakışlarına düğümlüyken Balkın, onun kim olduğunu bilmiyordu. Kapıya yaklaştığımız için onu umursamadan ezerek benim yolumu açmak için hızlanmıştı ki hızla direksiyonu ona doğru kırarak yandan ona çarptım. Çarpışmamızla o sağa doğru kayıp yavaşlarken camdan ona doğru dönüp başımı hayır dercesine salladım. Diğer polis arabaları arkamızdan gelirken Sahre’nin sürdüğünü tahmin ettiğim araç polislere arkadan çarparak onları şaşırtıyordu. Dikiz aynasından gözüm bir an takılı kaldığında bir polis üniforması giymiş motorlu kişinin diğer motorlu polis memurlarını işaretlerle sağ tali yola doğru yönlendirdiğini fark ettim.

Bu kişi kesinlikle Orkun’du.

Başımı onaylamaz anlamda sallarken normal şartlarda bu davranışa gülerdim ama şu an gülemeyecek kadar sıkışmış durumdaydım. Karşımdaki adama gözlerimi dikerken gelen telefon aramasını cevapladım.

“Ne halt ediyorsun sen?” Balkın’ın sinirli sesi arabanın içini doldururken gözlerimi bir an bile karşımdaki adamdan ayırmadım. Motorunun iki yanından sarkıttığı uzun bacaklarıyla dengede durmuştu ve ben ona yaklaşırken patlayan bir yanardağdan süzülen lavları kıskandıracak kadar yakıcı gözlerini bana odaklamış şekilde belindeki silahı çıkarttı.

“O adam, ölen adamın kardeşi. Şu an hiçbirinin bir yerinden kan akamaz duydun mu? İşin ucu Ural’a dokunur.” kuledekilere ulaş arkadakilerin lastiklerine ateş etsinler. O adam, bende.” Balkın, hattın diğer ucundan homurdanarak telefonu kapattığında ben onun bana doğrulttuğu silahın namlusuna bakıyordum.

Daha önce karşı karşıya kaldığım demir parçasının şimdi hissettirdikleri öncekilerin yanından geçemeyecek kadar yoğun hisler barındırıyordu. Gözlerim usulce yan koltuğun üzerindeki kanlı poşete değdiğinde tüm bedenim titredi. Gözleri keskindi ve lastikler beni ona yaklaştırırken mermilerinden birkaçını bana hediye edeceğini belli edecek kadar nefret barındırıyordu.

Balkın, biraz gerimden gelirken, yüz elli metre ilerimdeki sur şeklinde çerçevelenmiş koca duvarın üzerindeki beş kuleden aynı anda ateş edilmeye başlandı. Kurşunlar arkamızdaki polis araçlarını hedef alırken bunlar etkilenmeyen tek bizdik. Ben, o ve Balkın.

Aramızda çok az bir mesafe kala dudaklarını oynattı. “Dur.” son bir şans verircesine bana bakarken benim tek yaptığım vitesi arttırmak oldu. Motor bağırarak lastikleri kırbaçlarken yaptığım hareketle üst dudağı kıvrıldı. Aslında onun istediğini yapmıştım, onun vicdanını rahatlatmıştım.

Tam şu anda normal insanlar ne hissederdi? Korku, endişe, mide bulantısı... peki ben ne hissediyordum?

Boşluk.  

Boşluğun hissi tarif edilemeyecek kadar duygulardan arınmıştı ki onu hiçsizliğimle bile betimleyemezdim. O kadar boştu içim. Mesela tam şu an, şu saniyede onun tuttuğu silahtan bana doğrulmuş namluya ulaşan merminin arabamın camından geçip benim alnıma girmesi an meselesiydi çünkü tetikteki parmağı hareket etti ve evet. Kurşun, serbest kaldı.

Dakikalar önce beni hırpaladığı elinden şimdi bana bir kurşun hediye edildi. O kurşun önümdeki kalkan olmasaydı, sol omzuma saplanacaktı, bunu cama çarptığında camda bıraktığı izle anladım. Sonraki kurşunu beni tam boğazımdan vuracaktı, cama çarptı ve arabamın kaputuna çarptı.

Son kurşunu ise aramızda çok az mesafe varken attı. Gözleri gözlerimdeydi, gözlerim gözlerindeydi. Ben tam bir elimle direksiyonu sıkıca kavramış, diğer elimi el frenine sarmıştım ki onun kurşunu iki kaşımın ortasından beni vurmak için atıldı. Kurşun diğer kurşunların aksine görevindeydi istekliydi.

Çünkü kalkanımı delmeyi başarmıştı. Mermi, tam alnımın hizasında; kurşun geçirmez camda saplı kaldı. Kalbim o an atmayı kestiğinde omurgamdan aşağıya iri bir ter damlası süzüldü. Direksiyonu tutan elim, titreyerek gücünü kaybederken gözlerimi kurşundan çekerek cam mavilere odakladım. Nerdeyse aramızdaki mesafe bir kuyu olup bizi içine çekecekken sıkıca kavradığım el frenini çektim ve onun etrafında yarım ay şeklinde döndüm.

Bulunduğum araba onun etrafında dönerken o daha fazla ateş etmedi. Sadece üç kurşun sıktı bana.

Tıpkı ağabeyimin ağabeyine sıktığı kadar.

Başını çevirerek bana bakarken neden müdahalede bulunmadığını merak ettim. Cam çatlamıştı, bir kurşun daha sıksa işimi bitirebilirdi. Meraklı gözlerimi ondan çekerken bizim için açılan büyük iki taraflı demir dökümlü kaplan işlemeli kapıya çevirdim. Arabayı yarım ay döndürerek onu arkamda bıraktığımda kapıyla aramda çok az bir mesafe vardı. Kulelerden açılan ateşler diğer polisleri etkisiz hale getirirken yanımdan hızla geçen motorla bakışlarım dikiz aynasına takıldı. Benim sol çaprazımda Balkın, sağ çaprazımda Sahre vardı. Ortalarındaki boşluktan baktığımdaysa sırtı bana dönük bir şekilde elini karşısındaki polislere durması için kaldırmış o adamı gördüm.

O adam... diğer polislere durması için emir verebildiğine göre üst rütbede olmalıydı.

Hepimiz kapıdan geçtiğimiz anda kapı ağır ağır kapandı ve son ana kadar atışlar kesilmedi. Polislerin araçtan inmeleri ya da kapıya dayanmamaları için alınan küçük bir önlemdi bu.

Ama içimden bir ses bu önlemden daha büyük şeylere ihtiyaç duyacağımızı bana fısıldıyordu. Fırtına kapıdaydı ve bizim evimizin çatısında büyük bir delik vardı.

Şimdilik kapı kapanmıştı ve fırtına uzak kalmıştı ama yakında o fırtınanın getirdikleri kurduğumuz düzeni yıkacaktı.

Ya da biz fırtınayı bozguna uğratacaktık.

Arabanın hızı ezbere bildiğim yolda yavaşlarken toprak yoldaki pütürler arabayla birlikte beni de sarsıyordu. Zihnim bir oraya bir buraya savrulurken deminki adrenalin yerini gerçekliğe bırakmıştı.

Ural, orada kaldı Mehir.  

Hissetmek istemediğim duygular bu gerçekle başımdan aşağı bir kaynar su misali döküldüğünde abimin yaralı yüzü gözlerimin önünde belirdi. Başımı hafifçe sağ tarafa çevirdiğimde ise onun parlak elalarını ve içimi bir küçük kız çocuğunun bir park günü heyecanına boğan neşesini hissettiren gülüşünü görüyor gibiydim ama bu sanrı sadece güzel yüzü yerine bu gece gördüğüm yüzüne evrilene kadardı. Tüm duygular karaya bulandı, gözlerinden akan yaşının yanağındaki yarıktan içeri süzülüşü düştü kalbimin yangın yerine.

Ural, burada değildi. Ağabeyini orada bıraktın Mehir.

Araba üç katlı evlerin arasından giderken arkamdan gelenlere hiç bakmadım. Manus, bu gece sessizdi ve sebebi büyük ihtimalle acil duruma geçilmiş olmasındandı. Gerçi saat sabaha dönmüştü.

04.23  

Dün gece bu saatlerde Falyo’yla uyuyamadığım için bahçede oturmuş sallanıyordum. Peki şimdi? Bir gecede hayatımın tersi düzüne girmişti.

Son düzlükten döndüğümde karşıma çıkan evle gözlerimin dolduğunu hissettim. Boğazımdan yukarı doğru tırmanan yumruyu bastırmak istercesine yutkunurken çitlerin önünde arabayı durdurdum ve farları kapattım ama arabadan inemedim.

Bekledim.  

Ural, yoktu. Peren ve kızı evdeydi. Abim yoktu. Hiçbir şeyi çözemeden geri geldim ve şimdi ne söyleyecektim?

Gözlerim yan taraftaki poşete kaydı. Ölen bir insanın ardından kalan hatıralar. Kendi çıkarım uğruna çaldığım şey.

Şimdi ne olacaktı?  

Sinirle direksiyona bir yumruk attım. Yetmedi, bir oldu birkaç ama içim sönmedi. Gözlerim yaşlarla yanarken cama saplı olan kurşuna baktım. Ona ait bir kurşun, bana hediye edilmiş bir son gibi onu oradan çıkarmamı bekliyordu.

Elim usulce ona uzanırken arabamın kapısı açıldı ama dönüp bakmadım. Kurşunu kavrayan parmaklarım onu kendine çektiğinde sanki evrenin bir mesajıymış gibi tüm cam bir gürültüyle yerle bir oldu. Arabanın içi cam kırıklarıyla dolarken bir gövde yüzümü kapattı. Bense ne korkuyla tepki verdim ve de bir şey söyledim sadece parmaklarımla sıkıca kurşunu avcuma bastırdım.

“İyi misin? Kırıklar acıttı mı seni?” bedenini benden uzaklaştırırken tereddütle sorduğu sorularla bana merakla baktığını tahmin edebiliyordum. Bakışlarımı ona değdirmeden elimdeki kurşunu cebime atıp arabadan indim.

“Kırıklar tenimi acıtmadı.” derken altındaki manayı anlayıp anlayamayacağından emin değildim ama bunu bile düşünecek kadar şımarıkça davranamayacaktım.

“Ural, nasıl?” Orkun’un meraklı sesini duyduğum da artık daha fazla kaçamayacağımın farkındaydım. Gözlerim onun sarıya çalan irislerini bulduğunda hırsızların en iyi yapabildiği ikinci şeyi yaptım.

Yalan söyledim.  

“İyiydi. Sadece biraz hırpalamışlar ama ciddi bir şeyi yok. Onu yakaladıkları için salaklar o kadar mutlular ki ona dokunmaya bile kıyamamışlar.” sesim üzgünlükle harmanlanmıştı ama gerçekçiliğini kaybetmemişti. Bana inan bakışları gördüğümde içten içe memnundum.

“Avukat aileyle ilgili bilgileri gönderdi. Bir dosya hazırlayıp eve bıraktım.” kafamı onaylarcasına sallarken eve girmek için hareketlenmiştim ki kolumda hissettiğim parmaklarla duraksadım.

“Siz geçin, biz geliyoruz.” Balkın’ın tok sesiyle bakışlarım ona yükseldi. Gözlerim keskin çehresinde gezinirken esmer tenini gecenin karanlığında bir ışık gibi parlıyordu. İki metreden uzun olduğu için kafamı kaldırarak bakmak zorundaydım karadan hallice gözlerine.

“O şerefsiz mi dokundu sana?” kömür karası gözleri boynumda gezinirken çenesindeki gamze bir iz gibi belirginleşmiş kaslı bedeni gerilmişti. Üzerindeki siyah dar tişört göğsündeki hiddeti saklayamayacak kadar şeffaf kalmıştı üzerinde.

“Haklıydı, parayla kandırılabilecek olanlardandır diye düşündüm de gittim o an yanına. Aslında olay bu kadar tazeyken gitmemeliydim.” diye mırıldanırken gerçek hislerimden bahsettim. Bu konuda haklıydı o adam.

“Miri...” iç çekerken adımı mırıldandığında gözlerimiz birbirine bağlıydı. Diyecekleri dudaklarından dökülemeyecek kadar mı büyüktü yoksa bir anda fırlayacak kadar acılı mıydı emin olamadım.

“Ural, gerçekten iyi mi?” gözlerimi gözlerinden ayırmadım.

“İyi.”  

“Çok mu iyi?” gözlerim doldu ama ifademi bozmadım. Ellerimi sıktım ama belli etmedim.

“Çok iyi.”  

“Anladım...” diye mırıldandığında kalbime dokundu.

“Gerçekten anladın mı?” sesim bu sefer belli etti her şeyi. Kömürleri elalarımı kaplarken sıkıntıyla nefes verdi.

“Keşke anlamasaydım.” kalçasını benim arabama yaslarken kollarını göğsünde kavuşturdu. Bu hareketiyle kol kasları fazlasıyla kendilerini aramıza soktular.

“O yapmadı, peki kim yaptı? Sana ne dedi?” gözlerim onun yatak odasının camına odaklanırken ayağımla yerdeki taşı sürüklemeye başladım.

“Hatırlamıyor. Sadece kendisinin yapmadığı söyledi.” gözlerimi beni dikkatle izleyen yüze çevirdim ve “O, yapmadı. Hatırlamıyor oluşu ona da bir şey yapıldığını gösterir. Avukatta ona test yapılması gerektiğini söyleyeceğim.” dedim. Bu en başından yürüttüğüm olasılıklardan biriydi. Ona suçu yüklemeleri için cinayet mahaline getirmişlerdi, abimi oraya nasıl getirmişlerdi?

“Avukata şu anda ulaşamayız, polis sorguya almış. Yarın sabah deneriz konuşmayı.” anlayışla konuşurken beni omzumdan tutarak kendine çektiğinde ne yapacağımı bilemedim. Erkeksi kokusu burnuma dolarken abimin kokusunun özlemi burnumu yaktı.

“İyisin Miri ve bu sinirimi bozuyor. Her şeyi üstüne almaya çalışma. Beraber çözeceğiz bunu ve Ural’ı geri alacağız.” aile gibi hissettiren sarılışı ve teselli tadı bırakan cümleleriyle kollarım kas yığını bedenine sarıldı. Göz yaşlarım bana ihanet ederek onun tişörtüne sönmeyi seçtiğinde kendimi saklayamayacağımı anladım.

“Alacağız değil mi onu?” avutulmaya ihtiyaç duyan bir kız çocuğu nezlinde çıkan titrek sesimle başımın üzerine bir öpücük bıraktı.

“O götsüz burası çekilmez olur. Merak etme o bizsiz yapabilse bile ben onsuz yapamam. Geri getireceğim onu, söz.” başımı aldığım sözle göğsünden kaldırırken kollarımı bedeninden çektim ve akan burnuma sürdüm.

Burnumu çekerken elimin tersiyle göz yaşlarımı sildim. Ben bunları yaparken o yüzünü buruşturarak bana bakıyordu. Ne oldu dercesine kafamı salladığımda ise kafasını olumsuzca sallayarak eve doğru yürümeye başlamıştı.

“Polisler kıçımızın dibindeyken emir verebiliyorsun ama bir sümüklü kız çocuğu olmaktan da vazgeçmiyorsun.” ardında yürümeye başladığımda onunla şu durumda uğraşamayacağımın bilincindeydim. O yüzden cevap verme gereksinimi duymadan gözlerimi devirmekle yetindim. Diğerleri biz konuşurken eve girmişlerdi. Evin ruh halini az çok tahmin edebiliyordum ve bu adımlarımı zorluyordu.

Onsuz o eve girmek istemiyordum ama mecburdum. Yeğenim için ve yengem için yanlarında olmaya, bu işi çözmek için ayakta kalmaya mecburdum. Balkın, benim için giriş kapısını açmış, içeri girmem için yol vermişti.

Nefes aldım, yetmedi nefesimi tuttum.

Kasvet kokan evin sınırları içine girdiğimde bir girdap damalarımdan süzüldü. Abim, orada harapken ben sıcak evimize girdim.

Ev beklediğimin aksine sessizdi. Peren, üzerime atlayıp beni sarsarak abimi sormadı. Nehir’in kulak kanatan çığlıkları yoktu. Ev sessizdi, Ural’sız ev kimsesiz gibiydi.

Bu iyiye işaret değildi.  

Kaşlarım afallamayla çatılırken adımlarım oturma odasına ilerledi. Odada sadece Orkun ve Sahre vardı. Ardımdan Balkın, girdiğinde diğerlerini arayan bakışlarım Sahre’nin ilgisini çekmiş olmalıydı ki merdivenleri işaret etti.

“Peren’e doktor sakinleştirici yapmış. Evi yıkmış resmen. Nehir’de uyuyor. Yanlarında İlay var.” başımı anladım dercesine sallarken kalbime ağırlık çöktü. Kendimi onların yan tarafındaki kanepeye bıraktığımda beynim durmuş gibiydi.

“Polislerle ilgili bilgiler dosyanın içinde. Adam sabah gördüğümüz polis. Amına koyayım şansa bak lan. Adam az daha sabah seni yakalıyordu şimdi ise...” Orkun, son cümlesini bitiremediğinde Balkın’ın bakışlarının onu susturduğunu bakmasam da biliyordum. Onlara bakmadan kanepenin önündeki orta sehpanın üzerinde okunmayı bekleyen mavi kapaklı dosyayı dizlerime koyarak kapağını açtım.

İlk sayfa kurbana aitti.  


YEKTA NADİR ALKATAN.  

D.T. 15 KASIM 1983 

Ö.T. 15 KASIM 1983 

DOĞUM YERİ: KEFNE 

MESLEĞİ: CİNAYET BÜRO AMİRİ

MEDENİ DURUMU: BEKAR 

BOY: 1.97 

KİLO: 100  

GÖZ RENGİ: MAVİ 

BABASI: Hasan Tuğrul Alatan (Dış İşleri Bakanı)

ANNESİ: Nalan Alatan (Doktor) 


Gözlerim onun fotoğrafına değinmedi, değinmeme sebebi midemden kaynaklıydı. Gördüklerim şu an her ne kadar belli etmese de bana bir geri dönüşte bulunacak kadar ağırdı. O yüzden sadece hızlıca bilgilerde dolaştırdım gözlerimi.

Sayfayı çevirdiğimde ise gözlerim direkt onun yüzünü buldu. Biçimli bir şekilde geriye yatırılmış sarı saçları ve kameraya buranın sahibi benim dercesine bakan cam mavisi gözleri ile resmen sabah gördüğüm adam gibiydi. Bakışlarım merakla onunla ilgili yazılanlara döndü.


ALAZ KAVAS ALATAN  

D.T. 28 AĞUSTOS 1995 

DOĞUM YERİ: KEFNE 

MESLEĞİ: SİVİL POLİS- AJANLIK EĞİTİMİ ALMIŞ- MALİ SUÇLAR AMİRLİĞİ

MEDENİ DURUMU: BEKAR 

BOY: 1.95 

KİLO: 97 

GÖZ RENGİ: MAVİ 

BABASI: Hasan Tuğrul Alatan (Dış İşleri Bakanı)

ANNESİ: Nalan Alatan (Doktor) 


Her bir satır abisiyle ortak yönlerini gözlerimin önüne sererken iyi bir ailesi olduklarını düşündüm. Bakan'ın oğlu ve Krallık’ta köklü bir meslek sahibi. Bunlarla kolay kolay oynayamazdım, adımlarım zemine sert basmalıydı yoksa ayağımı kaydırırlardı.

Hem de hiç çaba sarfetmeden.

“Ölen adam Bakan’ın oğlu. Hepimizi sikecekler.” Orkun’un fısıldayarak konuşmasıyla ona alttan bir bakış attım. Bakışımı görünce omuz silkerek oturduğu koltuğa yaslanırken Balkın, “Bir sikim yapamazlar. Onları düşünene kadar biz ne yapacağız onu düşünelim.” dedi.

“Evet, onlarla zaman kaybetmeyelim.” diye ekledi Sahre. Elimdeki dosyanın detaylarına yalnızken bakmayı aklıma not ederek kapağını kapattım ve odadakilere baktım.

“Yarın olay yerini inceleyeceğiz. Ben parmak izimi verdim, yani dışarıya artık rahatça çıkamam. Kılık değiştireceğim. Buradaki düzeni de kontrol etmemiz gerekiyor. Olası bir paniğe engel olmalıyız.” Balkın, ondaki bakışlarımla sözlerimin ona olduğunu anlamıştı.

Yemek masasının sandalyelerinden birini ters çevirmiş, bacaklarını iki yanına atarak sandalyenin sırtına kollarını yaslamış şekilde bana bakıyordu. “Yarın kurulu toplarım, açıklama yaparız beraber.”

“Peren’e ne diyeceğiz peki?” Sahre’nin mırıldanan üzgün sesiyle bakışlarım merdivene kaydı. En çok çekindiğim kısıma değinmesi tüm enerjimi iliklerimden çekmişti.

“Onu sabah düşünürüz.” dedim kısık bir sesle. Şu an ne desem yalan olabilirdi. Daha kendimin nasıl davranacağını bilemezken başkalarına nasıl davranacağımı öngöremiyordum.

Kabul etmeliydik ki hepimiz şoktaydık. Sabah asıl gerçekle yüzleşecektik.

“Gençler, televizyonu açsak iyi olur.” Orkun’ın gergin sesi odaya düştüğünde hepimiz ona baktık. Elindeki telefona bakarak kaşlarını çatmış bir yazıyı okuyordu. Başını telefondan kaldırmadan “Haber kanalı açın.” dedi.

Balkın, oturduğu yerden eğilerek yan tarafındaki büfenin üzerinden kumandayı alarak televizyonu açtığı sırada yaslandığım yerden ürpertiyle doğruldum.

Fırtına kapıda Mehir.  

Fırtına senin adımlarının ardında.

Balkın, rastgele açtığı bir haber kanalında durduğunda kırmızı altyazıyla yazılmış son dakika yazısının altındaki cümleyi okuduğumda tenimden bir titreme geçti.

Şu an hissettiğim tek şey damarlarımdan akan kanın kıvamıydı.

Son dakika yazıyordu. Son dakika.

Tüm Güvenlik Ekiplerince Aranan Altın Listenin Başındaki isimler İfşa Oldu.

Ünlü çete lideri Ural Altun, cinayet zanlısı olarak yakalandı.

Kızıl Şeytan olarak polis ekiplerince aranan ünlü hırsızın kimliği açığa çıktı.

Çetenin ikinci yöneticisi Mehir Altun. Bu sabah bir saatçiden saat çalarken görüntülendi.

Güvenlik kamerası kayıtlarında yüzüm net olmasa da basına sızdırılmış bir fotoğrafım vardı ve bu fotoğraf bu gece karakolda çekilmişti.

Artık her şey bitmişti.  

“Has siktir amına koyayım! Siktir.” diye bağırdı Balkın, “Sizin ben saatinizi de sikeyim, basınınızın da sülalesini!”

“Mehir, ne yapacağız şimdi?” diye koluma dokundu Sahre. Dönüp bakmadım ona. Gözlerim ekrandaki fotoğrafımdaydı.

“Bu şerefsiz bilerek verdi haberi basına. Yoksa bu niye şimdi yayınlansın? Sabah gündeme bile gelmedi saat olayı!” Orkun, söylenerek odanın içinde yürümeye başladı.

Bense sadece baktım. Hissizce. Biliyordum çünkü hiçbir şey olacağı önleyemezdi.

“Bilerek yaptı.” dedim ve odadaki herkes durdu. Orkun, yürümeyi kesti. Sahre, yanıma oturdu. Balkın’ın gözlerinin ağırlığı bedenimi ezdi.

“Bilerek yaptı çünkü cinayetten önce beni yakalamak istiyordu ama şimdi beni öldürmek istiyor.”

Ve içimden bir ses bunu ikimizin de istediğini söylüyordu.

Loading...
0%