@senemeevren
|
"Bazen gitmek istiyorum." dedi, yorgun ses tonuyla. Çınar'a bakıyordum, o ise denize. "Uzaklara. Çok Uzaklara..." dediğinde, sesi titremişti. Ağlıyor muydu? Yanına doğru adım attım. Sağ koluna sarıldım, geri çekilmedi. İçimdeki ağlama hissini göndermek için gözlerimi kapattım. "Cemal Süreya demiş ki; 'Ne zaman bu şehirden kaçıp gitme isteği gelse, bir köşeye oturup geçmesini bekliyorum. Gidersem dönemem, çünkü biliyorum.' " dedi ve sustu. Gözlerimi açtım. "Öyle şeyler deme." dedim, titreyen sesimle. "Ne söylememi isterdin?" diye merak dolu ses tonuyla karşılık verdi. Koluna sardığım ellerimi çektim ve denize doğru adım attım. Kayalıkların en ucuna geldiğimde, kollarımı açtım. Şiddetli rüzgâr saçlarımı geriye uçuşturuyordu. "İyi olacağız de. Mutlu olacağız de." dedim, ümit dolu ses tonumla. "Bütün yalanlara inandır beni." Yanaklarıma inen yaşlarla beraber devam ettim. "Aldanmak da bir ihtiyaç biliyorsun. Sevmek gibi. Unutmak gibi." Rüzgâr şiddetini arttırırken, gözlerimdeki yaşlarda şiddetini arttırıyordu. Birkaç ay önce... 1 Eylül 2021... Kaderlerimizin yeniden yazıldığı, hayatımızın dönüm noktasıydı. O günden sonra hiçbir şey adil olmayacaktı. Artık hiçbir şey eskisi gibi de olmayacaktı, buna ben de dâhildim. Edineceğim tecrübeler ile tesadüf kelimesini sözlüğümden çıkartacak, yaşamda tesadüf diye bir şey yoktur. Yaşanılanlar, yaşanılması gerektiği için yaşanıldı, diyecektim. Her şeyi yoluna koymaya çalışırken bataklığın içine saplanacak, git gide daha da derinlere gömülecektim. Yaşadığım onca acıya göğüs gererken, başıma gelenleri kendimi bile itiraf etmeye korkacaktım. Hangi yöne gideceğimi bilemeyecek, bir çıkmazın tam da ortasında öylece kalakalacaktım. Sessiz çığlıklarımı içten içe yok edecek, karanlık bir duygu yüreğime oturduğunda, paramparça bir şekilde hiçliğe sürüklenecektim. Umutsuzluk peşimi hiç bırakmayacaktı. Yaşadığım her şeyin bir kâbus olmasını dileyecektim. Onunla tanışmak kaderdi. Arkadaş olmak seçim; fakat âşık olmak kontrolümün dışındaydı. Yalnızlığı dibine kadar hissettiğimden; ölümden korkan ben, onsuzluktan korkacaktım. Artık yalnız kalmaktan korkacaktım. Olaylar karşısında ya arafta kalacak ya hissizleşecek ya da delirecektim. O gün kaderin böyle yazılacağını bilseydim ve eğer kaçma şansım olsaydı, elimin tersiyle iterdim. Her şeye rağmen pişman olmazdım. Çünkü hayatı boyunca yaşadığım en masum duyguyu artık benimsemiş olacaktım. Arabada oturmuş, eve doğru ilerliyordum. Yeni evimize. Karşılıklı koltukları olan arabanın, sağ arka koltuğunda oturuyordum. Az önce yanımda yıllardır kesik kesik görebildiğim, yaklaşık 2 aydır bizimle beraber olan abim. Tam karşımda -ziyaret ettiğimiz günler hariç- yıllardır göremediğim, dün hapisten çıkan babam. Yanında da varoluşumdan şu yana kadar ayrılmadığım ikizim vardı. Ben eve giderken onlar da ortak olacakları şirketle ilk toplantılarına gireceklerdi. Onları şirketin önünde indirdikten sonra eve gidiyordum. Yol çok fazla sürmemesine rağmen artık sıkılmıştım. Bakışlarımı Yasin abiye çevirdim. "Daha ne kadar kaldı?" diye sordum, sıkıldığımı belli eden ses tonumla. Bakışlarını dikiz aynasından benimle birleştiğinde "Kusura bakma." dedi, mahcup bir ifadeyle. "Ne kusuru? Asıl sen kusura bakma, Yasin abi. Biraz sıkıldım da ondan öyle çıktı sesim." dedim, mahcup bir ifadeyle. Bilerek öyle konuşmama rağmen, kendimi kötü hissetmiştim. Yasin abi; 50'li yaşların başlarında, bir yetmiş beş boylarında, kır saçlı, kahverengi gözlü, sakalsız orta yaşlı bir adamdı. Babamla aralarında çok fazla yaş farkı yoktu, fakat babam daha yaşlı olmasına rağmen daha karizmatikti. Yaklaşık on sekiz yıldır hapiste olduğundan biraz çökmüştü, toparlaması için elimizden geleni yapacaktık. Ben ve Aycan, onca yıl neden dört duvar arasında kaldığını bilmiyorduk. Sormuyorduk da ne abime ne de ziyarete gittiğimiz zaman babamıza. Abime bir kez sorduğumuzda, "Günü geldiğinde o size anlatır." demişti, daha önce duymadığım ses tonuyla. Bir daha da sormamıştık. "Siteye girdik. En fazla on beş dakika kalmıştır." dediğinde, düşüncelerimden onun sesiyle sıyrılmıştım. Ne dediğini anladığımda başımı sallamakla yetindim. Yeni bir hayata başlıyorduk. Yeni hayata başlamak için eskisini yok etmek gerekirdi; lakin ben eski hayatımı yok etmek istemiyordum. Tabii ki buraya zorla getirilmedim, sadece alışkanlıklardan zor kurtulan biri olduğumdan çok zorlanacaktım. Fakat alışmak için de ne gerekirse yapacaktım. Çocukluğumuzdan beri amcamların yanında, Alaçatı'da kalıyorduk. Onları orada bırakıp İstanbul'da yeni bir hayata -onların olmadığı yeni bir hayata- başlamak, içimde adlandıramadığım bir duyguyu su yüzüne çıkartıyordu. Abim onlara "Sizde bizimle gelin." demesine rağmen, gelmemişlerdi. Zaten onlardan böyle bir şey istemek haksızlıktı. Sonuçta düzenleri vardı ve onları bozmamalarını anlayışla karşılamıştım. Yasin abinin sesiyle yine düşüncelerimden sıyrıldım. Sağ kolunu şoför koltuğun başlığına dayayarak bana döndüğünde, "Geldik kızım." dedi, samimi bir ifadeyle. Aynı ifadeyle "Teşekkürler, Yasin abi." dedim. Bugün onunla ilk kez karşılaştığımızda, bana "Azra Hanım." diye seslendiğinde, ona samimi bir ifadeyle "Lütfen böyle seslenmeyin." demiştim. O da aynı ses tonuyla bana "O zaman sen de bana öyle seslenmeyeceksin. Ancak o zaman kabul ederim." dediğinde, anlaşmıştık. Otomatik açılan kapının düğmesine basınca, yanımdaki kapı yavaşça açıldı. Ben inerken, o da kapısını açıp araban indi. Hızlı adımlarla bagaja doğru ilerlerken, bende etrafıma bakmaya başladım. Artık burada yaşayacaktım. Yaşayacağım yeri alıcı gözüyle bakarken, "Merhaba." dedi, tanımadığım bir ses. Arkamı döndüğümde, güzel bir kadınla karşılaştım. Kadın 35 yaşlarında duruyordu. Baştan aşağı süzdüğümde, boyunun çok uzun olduğunu fark ettim. Ortalama bir seksen boylarında duruyordu. Yeşil renginde, kolsuz, klasik yaka, blazer bir ceket giymişti. Göğsünün tam altında, aynı renkte büyük bir düğme vardı. Ceket belden oturuyor; fakat aşağı doğru genişliyordu. Ceketin altına bol, beyaz bir pantolon giymişti. Pantolonunun paçalarından gözüken beyaz topuklular, pantolonunu daha da kaldırmasını sağlamış, boyunu daha da uzun göstermişti. Ben kadını süzerken " Şu eve," dedi, samimi bir ifadeyle, yeni evimizi işaret parmağıyla gösterirken. "Birilerinin taşınacağını biliyorduk. Siz mi taşınıyorsunuz?" diye sordu, merak dolu ses tonuyla. Gözlerinin içine bakarken, "Merhaba." dedim, samimi olmaya çalıştığım bir ifadeyle. "Evet." diye de ekledim. Nedenini anlamadığım bir şekilde eli ayağına dolanmıştı. Acelesi vardı galiba çünkü bir saniyede en az üç kez; bir bana, bir de kolundaki saate bakmıştı. En son bana baktığında, "Kusura bakmayın. Size bir kahve ikram etmeyi çok isterdim." dedi, mahcup bir ifadeyle. Sorun olmaz diyecektim "Fakat bir toplantıya fazlasıyla geç kaldım. Kusura bakmayın." demesiyle, "Yok. Kusurluk bir şey yok. Başka zamanda içebiliriz." dedim, samimi bir şekilde tebessüm ederken. "Peki." dedi, bana doğru birkaç adım atarken. "Bu arada ben Yasemin." dedi, sağ elini bana doğru uzatırken. Havada duran elini, hemen sağ elimle doldurdum ve "Azra." dedim, tebessümüm yavaş yavaş gülümsemeye dönüşmüştü. Çok kısa bir süre gözlerine anlam veremediğim bir ifade yerleşmişti. Başını sallayarak "Tanıştığıma memnun oldum." dedi. Koyu kahve saçlı, beyaz tenli, ela gözlü bir kadındı. Gözleri o kadar büyüktü ki, uzaktan göz göze geldiği kişi bile göz rengini fark edebilirdi. Ellerimiz ayrıldıktan sonra az ötedeki beyaz, kenarlarıysa siyah olan arabaya doğru ilerledi. Sürücü koltuğuna oturmadan "Görüşürüz." dedi, ona başımla selam verirken koltuğa oturdu, arabayı çalıştırıp geldiğimiz yönde ilerledi ve birkaç saniyede gözden kayboldu. Bakışlarımı Yasin abiye çevirdiğimde, valizleri indiriyordu. Tanımadığım bir çocuk da ona yardım ediyordu. "Hadi geçelim kızım." dedi, yorulduğu ses tonundan bile belliydi. Eve doğru ilerlerken çocuk "Bunları nereye bırakayım, baba?" dediğinde, onun Yasin abinin oğlu olduğunu anladım. "En üst kata çıkar. Sağdaki en son odaya, Akın Bey'in odasına." dediğinde, arkalarından ilerliyordum. Siyah, demir sokak kapısından içeri girdiğimde; mavimsi gri renk olan, geniş ev kapısını gördüm. Yasin abiyle oğlu içeri girdiklerinde kapıyı açık bıraktılar. Deniz kabuğu rengi olan mermerin üzerinden geçerek açık kapıdan içeri girdim. Ev kapısından içeri girdiğimde, tam karşımda deniz kabuğu rengindeki geniş kapıyı gördüm. Bakışlarımı iki kapının tam ortasındaki, ev kapısıyla aynı renk olan küçük yuvarlak koltuğa çevirdim. Koltuk; rengi deniz kabuğu olan mermerin ortasındaki, mavimsi gri renk olan dikdörtgen mermerin üstündeydi. Bakışlarımı evin içindeki kapıya çevirdiğimde, kapının hemen yanında, koltukla aynı renk olan askılığı fark ettim. Askılık da henüz bir şey asılmadığından, askılığın mavimsi gri mermer duvarın üzerine koyulduğunu fark ettim. Askılığın çaprazında ayakkabı dolabı olduğunu düşündüğüm bir dolap vardı. Askılık ve dolap doksan derecelik bir açı oluşturmuştu. Dolap, deniz kabuğu ve mavimsi renklerin karışımından oluşuyordu. Ayrıca dolabın kabağında kesik kesik aynalar vardı. Dolabın hemen yanında deniz kabuğu renginde bir kapı daha vardı; fakat bu kapı diğer kapıdan biraz küçüktü, dış kapı ile de doksan derecelik bir açı oluşturmuştu. "Girmeyecek misin?" dedi, alay dolu ses tonuyla. Hala aynı yerdeydim. Dış kapının önünde... Bakışlarımı sağa çevirdiğimde, duvarın sağ tarafına yapışık olan merdivenlerden aşağı iniyordu. Gözlerimi devirmekle yetindim. O sıra da bir kapı açılma sesi duydum. Başımı yuvarlak koltuğun karşısındaki kapıya çevirdiğimde, Yasin abiyi gördüm. Kapıyı kapatıp yanıma geldiğinde, Yasin abinin oğlu da merdivenlerden inmişti. Bakışlarını oğluna çevirip, "Oğlum, annenin boyu yetişmiyor da bir el atsana." dediğinde, oğlu onu başıyla onayladı ve az önce Yasin abinin çıktığı kapıdan içeri girdi. "Sana evi gezdirmemi ister misin?" dedi, yumuşak ses tonuyla. "Olur. Önce ayakkabılarımı çıkartayım." diye cevapladım. Dolaptan bir terlik çıkartıp yanıma geldiğinde, koltuğa oturdum ve ayakkabın bağcıklarını çözüp terliği giydim. "Nereden başlamak istersin?" diye sorduğunda, tebessüm ederek "Fark etmez." diye cevapladım. Başıyla beni onayladığında arkaya döndü, eliyle ayakkabı dolabının yanındaki kapıyı gösterdi. "Burası misafirler için hazırlanmış, tuvalet ve banyodur." dedi. Az önce oğlunun girdiği kapıyı işaret ederek "Burası da salon. Salonun sol tarafında ise mutfak var." dediğinde, onu başımla onayladım. Merdivenin altındaki koridora bakarak "Şimdilik o tarafa bilmezsen daha iyi." dediğinde, sorgulayan gözlerle ona baktım. Anlamadığımı anlamış olacak ki "Akın Bey'in size bir sürprizi var." diye açıklama yapmıştı. Heyecanlanmıştım. Bu konuyu es geçmeye çalışırken beni merdivenlere yöneltti. Üs kata çıktık. "Bu kat sana ve Aycan'a ait. Yukarısı ise Aras Bey ve Akın Bey'e ait." dediğinde, geniş ve uzun bir koridora giriş yapmıştık. Koridor; karşılıklı iki sağda, iki solda olmak üzere dört kapıdan oluşuyordu. Koridorun sonunda ise cam kapı vardı, bir balkona benziyor gibiydi. "Koridorun sonundaki sol oda, senin odan." dedi, samimi ifadesiyle. Koridorda ilerlerken karşılıklı olan iki kapının ortasında durduk, sol eliyle benim odamın yanındaki odayı gösterdi. "Burası boş. Akın Bey burasını senin için bir çizim odası yapmak istiyor. Zaten okul başlamadan ayarlarsınız." dedi. Sağ eliyle arkamdaki kapıyı gösterdi, arkama döndüm. "Burasıda misafir odası." diye devam etti. Burayı hızlıca geçip koridorda yine ilerlemeye başladık. Diğer karşılıklı olan iki kapının önünde durduk. Misafir odasının sağındaki odayı eliyle gösterdiğinde, "Tahmin etmişsindir, burası da Aycan'ın odası." dedi. Yasin abiyi başımla onaylarken, "Üst kata bakmak ister misin?" dedi. Olumsuz bir şekilde başımı salladım. Yorgundum. Biraz uyumak iyi gelirdi. Kolumdaki saate baktığımda sabahın sekiz buçuğuydu. Bakışlarımı yine Yasin abiye doğru çevirirken "Biraz dinlensem, iyi olur." dedim, yorgun bir şekilde. Beni başıyla onaylarken, "Bir ihtiyacın olduğunda bahçedeyim." dedi, her zamanki samimi yüz ifadesiyle. Ben de onu başımla onayladım ve "Teşekkür ederim, her şey için." dedim, mahcup bir ifadeyle. "Ben ne yaptım ki?" diye cevap verdiğinde, aşağı inmek için geldiğimiz yönde ilerledi. Birkaç adım öne giderek sağ elimle kapı kolunu aşağı çektim, kapı açıldı. Odamdaydım. Oda genel olarak büyük ve boştu. Kapıdan ilk içeri girdiğimde, sol tarafta yan yana iki kapı fark ettim. Hemen sağda ise modern yatak vardı. Omzumdaki çantayı yatağın üstüne fırlattım. Odanın içerisindeki mobilyalara beyaz ve gri renkler tercih edilmişti. Renklerde benim payım vardı; fakat diğer her şeyi abimin zevkine bırakmıştım, tabii ki beni yanılmamıştı. Akın Adalı, abim; otuz altı yaşlarında, yaklaşık bir doksan boyunda, koyu sarı saçlı, açık mavi gözlü bir adamdır. Yatak örtüsü soluk gri iken, yastıklar bembeyazdı. Yatak başlığının arkasında aynı uzunlukta olan upuzun, ince bir dolap vardı. Dolap; Kapıdan içeri girdiğinde başlıyor ve balkon olduğunu düşündüğüm camın oraya kadardı. Dolabın üzerinde büyük bir tablo vardı. Camın önünde içeri bakan tek kişilik iki tane gri koltuk vardı. Koltuklar soluk gri iken, yastıklar koyu griydi. Kahverengi parkenin üzerindeki tüylü beyaz olan halı, yatağın hemen ucundaydı; hatta bir kısmı yatağın altında bırakılmıştı. Yatağın hemen karşısında, makyaj masası vardı. Masa bembeyaz iken, koltuk koyu griydi. Bakışlarımı odanın içerisinde gezdirmeye devam ederken gardırop arıyordum, fakat yoktu. Duvar tarafındaki kapıyı sağ elimle açtığımda, geniş bir banyo ile karşılaştım. Banyodaki tüm mermerler beyaz renkteydi; beyaz renkte olan bir diğer şeyde sağ taraftaki yuvarlak, içe gömük olan jakuziydi. Jakuzinin karşısında lavabo vardı. Lavabonun mermeri beyaz; dolapları, koyu griydi. Lavabonun hemen sağında, duşa kabin vardı. Duşa kabin camlıydı. Kabinin hemen karşısında, beyaz bir klozet vardı. Banyo terliklerini girip hemen ellerimi yıkadıktan sonra ev terliklerimi girip odaya döndüm. Soldaki odada ne olduğunu merak etmiştim. Ayaklarım beni o tarafa doğru götürdüğünde, sağ elimle kapının kolunu aşağı indirdim, kapı açıldı. Kapı açıldığında bir giyinme odasıyla karşılaşmıştım. Kapının hemen yanında boy aynası vardı. Boy aynasının yanında da kirli sepeti vardı. Tam karşımdaki, kapağı olamayan dolapta, gece kıyafetlerini görebiliyordum. Dolabın altında; rengârenk, şekil şekil topuklular, çizmeler, botlar ve çantalar vardı. Bot giymeyi çok severdim. Yazın bile giydiğim olmuştur. Sol taraftaki yine kapağı olmayan dolapta ise günlük kıyafetler, bu dolabın altında ise rahat sporlar ve çantalar vardı. Sağ taraftaki dolap ise katlardan oluşuyordu. Katlarda rahat gecelikler ve eşofman takımları vardı. Kıyafetler incecik katlanılmıştı. Odanın tam ortada, dikdörtgen kısa bir dolap vardı. Dolap çekmecelerden oluşuyordu. En üsteki çekmecede saat ve takıların olduğunu görebiliyordum çünkü üst kısım camlıydı. Alttaki çekmecelerde ise iç çamaşırlarım olsa gerekti. Kolumdaki saati çıkarıp camın üstüne bıraktım. Sağdaki katlı dolaba ilerleyip elime; beyaz, İngilizce baskılı, kolsuz, vatkalı bir tişört aldım. Tişörtün üstünde tesadüf denilen şey aslında kaderin ta kendisidir, yazıyordu. Alt için ise beli lastikli, saten, siyah şort alıp üzerime geçirdikten sonra saçlarımı dağınık topuz yaparak odaya döndüm. Yatağın üstündeki çantayı arkamdaki dolabın üzerine koydum. Yatağın sağ tarafına uzandığımda, sağ elim her zamanki gibi boynuma gitti ve kolyemle oyalanırken yorgunluktan nasıl uyuduğumu anlamamıştım bile. ***** Duyduğum kapı sesiyle birlikte göz kapaklarım ağır ağır aralanıyordu. Birkaç saniye sonra "Gelebilirsin." dediğimde, kapı açıldı ve içeri 40'lı yaşların sonlarında, bir atmış beş boylarında bir kadın girdi. Mahcup bir ifadeyle "Kusura bakmayın. Belki acıkmışsınızdır diye bir şeyler hazırlamıştım." dediğinde, gülümsedim. "Teşekkür ederim, yüzümü yıkayıp geleceğim." dedim, uykulu bir sesle. Beni başıyla onayladı ve kapıyı kapatıp odadan çıktı. Çok sempatik ve şirin bir kadındı. Muhtemelen Yasin abinin eşiydi. Yatağın arkasındaki dolabın üstündeki çantamın içinden telefonumu aldım ve saate baktım, on ikiyi gösteriyordu. Yatakta biraz esnedikten sonra kalktım ve banyoya gittim. Yüzümü yıkadıktan sonra telefonumu alıp odadan çıktım. Koridorun başına geldiğimde, merdivenlerden aşağı indim. Büyük kapıdan içeri girdiğimde, büyük bir salonla karşılaştım. Salonun en sağında gri taşlarla kaplı şömine vardı. Şöminenin üstünde büyük bir televizyon vardı. Şöminenin önünde iki tane tekli, beyaz modern koltuk vardı. Koltuklar şöminenin ayrı kanatlarındaydı. Tekli koltukların tam karşısındaysa simsiyah, U şeklinde modern koltuk vardı. Ortada da; yapraklı, siyah, modern bir sehpa vardı. Bakışlarımı salonun ortalarına çevirdiğimde, birkaç merdivenden inmiştim bile. Salonun ortasında, şaşaalı bir oturma grubu daha vardı. Bu oturma grubu diğerinden daha fazla gösterişliydi. Mavi, gri, gümüş renkleri kullanılmıştı. Bana doğru sırtı dönük bir koltuk vardı. Bu koltuğun sağında; iki tane tekli, yana yana olan koltuk vardı. Solundaysa onunla aynı büyüklükte olan bir koltuk daha vardı. Sırtı dönük olan koltuğun hemen karşısında da bahçe kapısı vardı. Ortada ise şık bir sehpa... Şaşaalı oturma grubuyla aynı renlerde olan yemek masası, en sol tarafta duvarın hemen yanındaydı. Masanın olduğu duvar köşesinde ise kapı vardı. O kapıya doğru yürürken kapı açıldı ve Yasin abinin oğlunu gördüm. Kapıyı kapattığında, yanıma doğru geldi. "Günaydın." dedi. Elini bana uzatarak "Tanışamamıştık. Kerim ben," dediğinde, elini sıktım ve "Azra." diye karşılık verdim. Başını olumlu anlamda salladığında "Bu arada, annem senin için baya döktürdü kaçırma derim." dedi, gülümseyerek karşılık verdim. Kerim; 26 yaşlarında, kahverengi saçlı, kahverengi gözlü, çapa sakal kesimli bir adamdı. Yanından geçtiğim sırada "Karnını doyurduktan sonra siteyi biraz gezmek ister misin?" dediğinde, "Sen bana mı yürüyorsun ne?" dedim, muzip bir ifadeyle. Sol elini göğsüne koyarken "Tövbe de. Dünya, ahiret bacımsın." dedi, sağ elini, sol göğsüne iki kere vurarak. Büyük bir kahkaha boğazımdan döküldüğünde, "Olur. Ben bir şeyler atıştıracağım, üstümü değiştirdikten sonra çıkarız." dedim, gülüşlerimin arasından. "Tamamdır, bahçedeyim." dedi ve salondaki kapıdan geçerek bahçeye çıktı. Arkamdaki kapıdan içeri girdiğimde, beyaz ve kahverenginin hakim olduğu geniş bir mutfakla karşılaştım. Kapının sağında birkaç dolap ve büyük bir buzdolabı vardı. Mutfak da L şeklinde bir dolap vardı. Dolap; kısa tarafı kapının hemen girişindeydi, uzun tarafı ise kapının karşısındaydı. Uzun tarafının önünde, dikdörtgen bir masa vardı. Masanın kısa tarafında birkaç tane sandalye vardı. Sandalyelerin arkasında ise yine bahçeye çıkan bir kapı vardı. Kadın beni fark ettiğinde, tebessüm ettim. Eliyle masayı gösterirken "Buyurun." dedi, masaya doğru ilerledim. Masada bir sürü atıştırmalıklar vardı. "Keşke bu kadar zahmet etmeseydiniz." dedim, samimi bir şekilde. "Sorun yok, afiyet olsun." dedi, sevimli bir yüzü vardı. " Bu arada adınız ne?" diye sorduğumda, "Deniz." diye cevap verdi. "Yasin abinin eşisiniz." dedim, sorarcasına. Başını olumlu anlamda sallarken gülümsüyordu. "Yaklaşık yirmi sekiz yıldır." dediğinde, bende istemsizce tebessüm ettim. Aşk böyle bir şey miydi? Yıllara meydan okumak? Onca yıl geçmesine rağmen konusu açıldığında gözlerindeki ışıltıyı görmüştüm. "Deniz abla, bana eşlik eder misin?" diye sordum, bir an afalladığını gördüğümde, "Çok isterim." diye direttim. Bana doğru birkaç adım atarak çaprazımdaki sandalyeye oturdu. "Bu arada lütfen bana adımla seslenin, öbür türlüsü garip geliyor." dedim, hafifçe kıkırdarken. "Olur. Siz nasıl hoşlanıyorsanız, Azra kızım." dediğinde, gülümsemiştim. Hem yemiştik hem de sohbet etmiştik. Kendinden, eşinden ve oğlundan bahsetmişti. Mimarlık okuduğumu duyduğunda, Kerim'in de aynı bölümü okuduğunu söylemişti. Fakat Kerim son sınıfta okulu bırakmış. Sebebi belki özeldir diye sormamıştım. Bir şeyler atıştırdıktan sonra bulaşıkları makinaya dizmek istesem de beni geri çevirmişti. Odama çıkıp dişlerimi fırçaladıktan sonra soldaki günlük kıyafetlerin olduğu kısımdan bir bluz bir pantolon aldığımda bluzun omzu açık olduğunu fark ettim. Kıyafetlerin altındaki boşluktan pantolon ile aynı renk çanta ve beyaz bir spor ayakkabıyı da aldığımda elimdekileri ortadaki camlı dolabın üstünde bıraktım. Alttaki iç çamaşırların olduğu çekmecelerden beyaz, straplez bir sutyen aynı renk külot alıp kıyafetlerin yanına bıraktım. Üzerimdeki tişörtü, şortu, iç çamaşırlarımı ve kolyemi çıkardığımda camlı dolabın üstündekilerini üzerime geçirdim ve sonra aynanın karşısına geçtim. Üzerimde beyaz, kolları tüllü, omzu açık bir bluz vardı. Bluzu bej rengindeki, kumaş pantolonun altına koymuştum. Pantolonun ön cebi oldukça büyüktü. Belden yüksek olan pantolonun beli hem lastikli hem de bağlamalıydı. Pantolon ile aynı renk olan küçük, dikdörtgen, zincirli çanta ve spor ayakkabılarımı da giydiğimde, çıkardıklarımı kirlilere koydum. Saat için koluma baktığım da saati çıkardığım aklıma gelmişti. Camlı dolabın üzerindeki saati ve kolyemi elime aldıktan sonra odaya döndüm. Makyaj masasına oturduğumda topuz yaptığım saçlarımı açtım ve hafifçe taradım. Kolyeyi ve saati taktıktan sonra saate baktım, yaklaşık bire geliyordu. Elimle kolyemi kontrol ettikten sonra daha fazla oyalanmadan aşağı indim. Girişteki yuvarlak koltuğun üstünde oturuyordu. Beni fark ettiğinde, bıkkın bir sesle "Hele Şükür." dedi ve ayağa kalktı. Yanına vardığım da " Ne yapabilirim, anca." diye karşılık verdim. Evden çıktığımızda yürümeye başlamıştık. Bakışlarını yoldan çekip bana çevirdiğinde, "Son sınıf mıydı?" diye bir soru yöneltti. Başımı olumlu anlamda hareket ettirirken "Evet, son sınıf." diye cevap verdim. Mimarlık okuduğuyla ilgili hiçbir şey söylemediğinde, bildiğimi gizledim. İleride birçok kişinin basketbol sahasının etrafını sardıklarını fark ettim. Bakışlarımı Kerim'e çevirip "Biraz izleyelim mi?" diye sorduğumda, "Olur." diye karşılık verdi. O tarafa doğru ilerlediğimizde tribündeki koltuklardan birine oturduk. Sahanın etrafı insanlarla doluydu. Yan taraftaki iki kız kendi aralarında konuşurken istemeden kulak misafiri olmuştum. Esmer, güzel olan kız "Kesin yine Çınar kazanacak. Zaten anlamıyorum, Can, kaybetmekten sıkılmıyor mu?" diye bıkkın bir sesle yanındaki kıza sormuştu. Kızıl saçlı, sevimli olan kız ise "Niye öyle söylüyorsun Sude? Bence bu sefer Can kazanacak." dediğinde, esmer olan kız ona dalga mı geçiyorsun der gibi bakmıştı. Kızıl saçlı kız "Var mısın iddiasına?" dediğinde, bakışlarımı onlardan çekip sahaya çevirdim. Sahanın etrafındaki insanlar geri çekildiklerinde; birkaç kişi bizim gibi seyirci koltuğuna oturdu, diğerleri de ayakta izlemeyi tercih etmişlerdi. Sahanın içini gördüğümde, içeride iki adam vardı ve oyuna başlamışlardı. Uzun olan adam ile diğer adam arasında, en az on santim var gibiydi. Oyun keyifli geçiyordu fakat tek sorun Çınar denen çocuğun bakışları sürekli üzerimdeydi. Can dedikleri kişi bu sefer kazanmaya yemin etmiş gibi sert oynuyordu. Çınar dedikleri kişiyse kazanacağım edasıyla oyunu çok fazla ciddiye almıyordu. Ne zaman ki fark baya açıldı, biraz daha oyuna asıldı. Ama zaten çok kazanmak istemiyor gibiydi. Maç bittiğinde bizde eve dönüyorduk. Maçın sonucunda güzel olan kızın dediği olmamıştı. Kızıl saçlı kızın dediği gibi Can kazanmıştı. Aslında Çınar denilen çocuk sanki bilerek kaybetti gibi gelmişti bana. Maçı bir puan farkla Can kazanmıştı. Eve doğru yürürken, "Güzel maçtı." dediğimde, beni başıyla onayladı ve bakışlarını elindeki telefondan çekip bana çevirdiğinde, "Evet, gerçekten de güzel bir maçtı." dedi ve bahçe kapısından içeri girdik. "Bahçedelermiş. İstersen direkt oraya geç." dedi, samimi bir şekilde. "Olur." diye cevap verdiğimde, ev kapısını es geçip evin sol tarafındaki boşluktan geçip bahçeye ulaştığımızda, onları gördüm. Yanlarına ilerlediğimde, Kerim mutfak kapısından içeri girdi. Mutfak kapısının hemen önünde yemek masası vardı. Bahçenin tam ortasında ise geniş, yuvarlak bir havuz vardı. Evin karşısındaki kocaman orman şaşırmama neden olmuştu; çünkü sanki sonu yokmuş gibi her yeri kaplıyordu. Nefes kesici bir görüntüsü vardı. Havuz ile evin arasındaki boşlukta, çimlerin üstündeki koltukta oturuyorlardı. Aycan beni fark ettiğinde, ayağa kalktı ve "Ooo," dedi uzatarak, "İkizim bensiz gezmiş buraları, öyle olsun." dediğinde, Aycan'ın karşısındaki ikili koltuklarda oturak abim ve babam beni fark etmişlerdi. Yanlarına vardığımda, önce abime sonrada hemen sol tarafında oturan babama sarılıp Aycan'ın yanına gittiğimde, kollarımı açıp "Ne yapayım? Sıkıldım. Biraz gezeyim dedim." dedim ve sıkıca sarıldım. O da aynı şekilde karşılık verdiğinde, nefesini kulağımda hissettim. "Sen bensiz buraları gezerken, ben arkadaşlar edindim, buluşmalar ayarladım." dedi, eğlendiğini belli eden ses tonuyla. Kollarımı hemen çekip sahte duygusal bir role girdiğimde, bakışlarımı ona çevirdim. "Sen benim üzerime kumalar mı getirdin?" dedim, ağlamaklı ses tonumla. Ciddi olamazsın der gibi bana baktığında, büyük bir kahkaha attım. "Tamam, tamam. Çok kötüydü." dediğimde, beni tekrar kollarına sarmıştı. Gerçek huzuru sadece bu kollarda hissedebiliyordum. Abimle sarılınca da hissederdim, fakat bu şekilde asla değildi. Babam ile zaten sarılamamıştık. Aras Adalı, babam; 56 yaşlarında, bir seksen beş boylarında, mavi gözlü, kırlaşmış kahverengi saçlı bir adamdı. İkizim, Aycan onunla bir yapboz gibiydik, yan yana geldiğimizde birbirimizi tamamlardık. Gözlerine baktığımda gökyüzüne bakıyormuş gibi hissederim. Aycan; 21 yaşında, bir atmış beş boylarında, kumral, mavi gözlü bir kadındı. Sol yanağında, elmacık kemiğinin üzerinde bir ben vardı ve bu ona çok yakışıyordu. Sağ tarafına oturduğumda, bana doğru eğildi ve nefesini yine kulağımda hissettim. "Akşam dokuzda Damla'nın doğum gününe gidiyoruz." dedi, geliyor musun diye sormadan. "Kimin?" diye bir soru yönelttiğimde, "Tanımıyorum, ama iyi biri... Doktormuş. Yani asistan tarzı bir şey bilmiyorum. Geliyorsun değil mi? Gelirsin, gelirsin. Yalnız bırakmazsın beni." dediğinde, gülümsemiştim. "Olur, gideriz." dediğimde, başını boynumdan çekti. Bakışlarımı, gökyüzünü andıran gözlerine çevirdim. Aramızda kısa bir bakışma geçti, beraber ayağa kalktık. Babam ile abim çok derin bir sohbette olsa gerek, bizim kalktığımızı fark etmemişlerdi. "Öhö öhö," diye bir ses çıkardığında, masmavi bakışlarını bize çevirdiler. "Bizim yukarıda biraz işimiz var. Merak etmeyin." dediğinde, beni kolundan çekiştirmeye başlamıştı bile. Salona girdiğimizde, hızlıca mutfak kapısına doğru ilerledik. Kapının kolunu aşağı indirdiğimizde, içeri girdik. Deniz abla ve Kerim masada yan yana oturuyorlardı. Deniz ablanın sorgulayan bakışları üzerimizdeyken karşılarına oturduk. Sol tarafımdaki Aycan'a çevirdim bakışlarımı. Son bir onay aldığımda, Deniz ablaya döndüm. "Deniz abla, babam ve abime bir sürpriz yapmak istiyoruz. Bu evdeki ilk akşam yemeklerini biz yapabilir miyiz? Sende yardım edersin, istersen." dedim, hevesli bir şekilde. Fazlasıyla şaşkın bir şekilde "Anlamadım. Şimdi siz mi yapmak istiyorsunuz yemekleri?" diye bir soru yönelttiğinde, ikimizde aynı anda olumlu bir şekilde başımızı salladık. "Aslında ben yardımcıyım." dedi Aycan. ***** Neredeyse akşam olacaktı. Saat yaklaşık yediye geliyordu. Hemen hemen her şey hazırdı. Soğuk ayran çorbası... Kuru börülce salatası... Kabak çiçeği dolması... İzmir köfte... Enginarlı pilav... Şam tatlısı... Evet, yaklaşık üç buçuk saatte her şey hazırdı. Ve evet, hem yetiştirmiştik hem babamlar fark etmemişti hem de lezzet olarak baya iyiydiler. Kerim en köşede oturmuş şok olmuş gözlerle ben ve Aycan'ı izliyordu. En başında beri küçümseyen bakışlarının yerinde şimdi hem şaşkınlık hem de hayranlık vardı. Gerçekten de beklemiyordu. "Ne oldu, Kerim bey?" dedim Kerim'e, gülüşlerimin arasından. "Beklemiyordum." diye karşılık verdi, mahcup bir ifadeyle. Avuç içlerini birbirine vurarak alkışladığında ikimizde gözlerimizi devirdik. Sonra ekledi: "İzmirli kızların, İzmir yemekleri..." Sonra Aycan "Çok teşekkürler. " dedi, muzip bir şekilde. Dişlerini sıkarak "Bu arada bu yemeklere dokunmayacaksın, unutma!" dediğinde, Deniz ablayla ben gülmeye başladık. "Tamam, Aycan." dedim. "Bak saat neredeyse yedi olacak. Önlükleri çıkartalım." Önlükleri çıkardıktan sonra Deniz ablayı babamların yanına gönderdik. Yemekleri bahçede kurmuştuk. Yani aslında gözükürüz diye bahçeye hiç çıkmadığımız için Deniz abla sofrayı tek kurmuştu. Masaya geçtiklerinde bahçe kapısından çıkarak onlara sürpriz yapmıştık. Babam masanın başına geçmişti. Sol çaprazında abim oturmuştu. Abim, işte benim kardeşlerim, demişti. Babamsa gerçekten şaşırmıştı. Anlamıyordum, neden kimse bizden beklemiyordu? İzmir'deyken yengemle birlikte çok güzel yemekler yapardık. Yemekleri yedikten sonra bahçedeki koltuklarda oturduk. Yanımızdaki eve takıldı gözlerim. Ev gerçekten de çok güzel görünüyordu. U şeklinde bir evdi. Havuz... Havuzu sabah fark etmemiştim. Muhteşem bir havuzdu. Hava karardığından ışıkları açılmıştı. Ve olağanüstü bir görüntüsü vardı. Kahveleri içerken Aycan konuya girmişti. "Biliyorum bu evdeki ilk günümüz." dedi, masum bir ifadeyi yüzüne takınarak. Sonra ekledi: "Fakat bu gece bir arkadaşımızın doğum günü, davet etti, gitmezsek ayıp olur." "Sende gelir misin abi?" diye bir soru yönelttiğimde, Aycan koluma çimdik attı. "Lütfen." diye direttim. "Siz arkadaşlarınızla eğlenin, benim ne işim olur orada." dediğinde, Babam söze atladı. "İlk günden hangi ara arkadaş edindiniz?" diye bir soru yöneltti. Aycan "İzmir'den bir tanıdık." diye yalan söylediğinde, irice açılmış gözlerle Aycan'a döndüm. Basit bir konu için ne diye yalan söylüyordu ki? "Babacım, şimdi geç olacak biz kalkıp hazırlanalım." dedi ve ayağa kalktı. Onunla birlikte bende kalktığımda, dudak bükerek "Gelmiyorsun yani?" diye son şansımı denedim. Abimin gelmesini istiyordum. Çünkü böyle bir ortama ihtiyacı vardı. İçine kapanık biri değildi ama bir kadınla birlikte daha önce hiç görmemiştim. Yıllar önce annemi kaybettikten sonra kalbini aşka da kapatmıştı. Yani ben öyle hissediyordum. "Peki, geleyim. Çok uzun kalmayalım olur mu?" dediğinde, başımı olumlu anlamda salladım. Odalarımıza çıktıktan sonra duş almıştım. Saçlarımı kuruladıktan sonra oyalanmadan giyinme odasına girdim, tam karşıdaki gece elbiselerinin olduğu dolaba doğru ilerledim. Elimi kıyafetlerin üzerinde gezdirdim. Fazlasıyla abartı oldukları için günlük kıyafetlerin oraya geçtim. Beğendiklerimi elime aldıktan sonra üzerimdeki havluyu çıkarttım. Giyeceğim takımın renginde olan iç çamaşırı ve straplez sütyeni giydim. Üzerimde omuzu açık, beli lastikli bir bluz vardı. Altımdaysa kat kat, beli lastikli mini bir etek. Takım kiremit rengindeydi. Aralarında siyah çizgi olan kahverengi bir bot giydiğimde neredeyse hazırdım. Odama geçtiğimde makyaj masasına oturdum. Hafif bir makyaj yaptıktan sonra saçlarımı atkuyruğu yaptım. O sıra Aycan odaya girdiğinde, onunda hazır olduğunu fark ettim. Üstünde straplez, kolları balon, mavi beyaz karışımı bir bluz vardı. Altındaysa kısa, kot bir etek. Beyaz da bir spor ayakkabı giymişti. Açık bıraktığı saçlar neredeyse beline kadardı. Tercih ettiği renk gözlerinin rengini daha da belirginleştirmişti. "Çok güzel görünüyorsun." dedim ikizime, "Sen de, Azra'm." diye karşılık verdi. Ayağa kalkıp yanına gittiğimde, boynuna sarıldım. "Canım kardeşim, oraya gittiğimizde insanlarla çok yakın olma." dediğimde, gözlerini devirdiğini hissettim. "Allah'ım, sen bu kızı kör kütük âşık et, beni bir salsın artık." dediğinde, gülümseyerek ondan ayrıldım. "Sen onu anca rüyanda görürsün." diye konuşurken kıyafet odasına girmiştim. "Gün gelecek öyle bir tutulacaksın ki, ben seni o zaman göreceğim." dediğinde, yanıma gelmişti. "Aynen, aynen." diye alaya aldım. Çantalara bakarken gözüme ilk çarpanı aldım. Çanta kahverengi, küçük ve hem el hem omuz çantasıydı. Çantanın içine eşyalarımı koyduktan sonra makyaj masasındaki kolyemi takıp koridora çıktık. Saat neredeyse akşam on buçuğa geliyordu. Merdivenlerden inerken abimle karşılaştık, o da merdivenlerden iniyordu. "Kızlar, çok güzel olmuşsunuz." dediğinde, yanımıza gelmişti. "Sende öyle abim." dedi Aycan, merdivenlerden inerken. Spor giyinmeyi tercih etmişti. Lacivert takımın içine gri bir tişört giymişti. Takımıyla aynı renk, süet bir ayakkabı giymişti. Lacivert tercihi göz rengini daha da koyulaştırmıştı. ***** Gece kulübünden içeri girdiğimizde, telefona baktım. Saat on bire on dakika vardı. Kulüp oldukça büyük ve kalabalıktı. Mekâna doğru ilerlerken bize doğru bir kızın geldiğini fark ettim. Fazlasıyla şık görünüyordu. Mini, siyah bir elbise tercih etmişti. İnce askılı, kolları tüllü, göğüsten bağlamalı büzgülü bir elbiseydi. Altına da siyah, ince topuklu bir ayakkabı giymişti. Boynundaki zarif kolye ve hafif makyajıyla oldukça güzeldi. Aycan'a sarıldıktan sonra bize döndü. "Abin ve ikizin," dedi Aycan'a, onaylamasını istediği bir sesle. Ona samimi bir şekilde gülümsediğimde, elini uzattı ve "Damla ben," dedi. Elini sıktım ve "Azra bende, memnun oldum." dediğimde, samimi bir şekilde gülümsedi. Oldukça güzel bir kadındı. Damla; 24 yaşlarında, bir yetmiş boylarında, sarışın, mavi gözlü, açık tenli bir kadındı. Abimle de selamlaştıktan sonra bizi bir locaya doğru ilerletti. En sağa oturdum. Hemen yanımda Aycan, onun yanında da abim oturdu. En sola Damla oturduğunda konuşmaya başladılar. Bakışlarımı mekânın içinde gezdirmeye başladığımda, bu sabah basketbol oynayan adamları gördüm. Çınar denen çocuk bizim tarafımıza bakıyordu. Hatta bana bakıyor diyebilirdim. Çünkü göz göze geldiğimiz an bakışlarını kaçırmıştı. Bu durumu çok fazla takmamaya çalıştım. Bakışlarım az ilerideki sahneye takıldı. Sabah tanıştığım kadın sahnedeydi. Hatta mikrofonun başında, şarkı söyleyecek gibiydi. Göz göze geldiğimizde, sıcak bir gülümseme gönderdim, fakat bir karşılık alamadım. Parmaklarıyla mikrofona vurduğunda, tüm dikkatler oraya verilmişti. Abim ve Damla arkalarına döndüğünde, Yasemin boğazını temizledi ve " Öncelikle herkese merhaba." diye konuşmaya başladı. Sonra ekledi: "Birazdan bir şarkı söyleyeceğim ve aranızdan biri bu şarkıyı iliklerine kadar hissedecek!" Müziğin sesiyle birlikte şarkının sözleri kulaklarımı doldurduğunda, gözlerimi kapattım. Bu şarkıyı biliyordum. İçinde Aşk Var... "Canım, ders almadık mı? Gerçekten de sesi çok güzeldi. Gözlerimi açtım. Aycan sola doğru yan dönmüştü. Damla ve abim arkalarına dönmek zorunda kalmışlardı. Yüzlerini göremiyordum. "Yarın geçti çoktan, Tüm gözler Yasemin'in üstündeydi. Hayranlık vardı bakışlarda... "Özlüyorsan, dönmüyorsan yazık... Bilmiyorsan içim hala yanık..." Şarkının nakarat kısmı geldiğinde, gerçekten de herkes büyülenmiş gibiydi. "İçinde aşk var yüzünde kin, Abim bize doğru döndüğünde "Kızlar ben bir lavaboya gidiyorum." deyip yanımızdan kalkıp kalabalığın arasına karıştı. Şarkı bittiğinde Aycan bana doğru eğildi ve "Sen söylesene," dedi, fısıldayarak. "Cık." dedim, istemeyerek. Daha yeni olduğum bir ortamda söylersem heyecanlanabilirdim. "Hadi ya, ses neymiş görsün millet." dediğinde, gözlerimi devirdim. Benimle ilgili her şeyi abartmaya bayılırdı. "Eğer heyecanlanacağını düşünüyorsan Yasemin ablayla söyleyebilirsin." dedi Damla. Bakışlarımı kalabalığa çevirdiğimde yine Çınar denen çocuğun bakışlarıyla karşılaştım. Bu sefer gözlerini kaçıran taraf ben olmuştum. Aycan "Tamamdır hadi kalk," dediğinde, "Of, tamam." diye söylenip pes ettim. Aycan'ı orada bırakıp ayağa kalktığımda, Damla'yla sahnenin olduğu tarafa doğru ilerliyorduk. Heyecan bastığında, sağ elim her zamanki gibi kolyeme gitti. Derin bir nefes aldım. Damla sahneye çıkıp Yasemin'le konuştuğunda, Yasemin'in bakışları ara sıra bana dokunuyordu. Birkaç dakika sonra Damla yanıma geldiğinde, "Hadi geç, seni bekliyor." dedi, samimi bir şekilde gülümserken. "Sağ ol," deyip yanındaki merdivenlere yöneldim. Birkaç merdivenden çıktıktan sonra Yasemin'in yanına gittim. "Merhaba." dedim, elimi öne doğru uzatırken. Elimi sıktıktan sonra çenesiyle sağındaki bar sandalyesi işaret etti. Sandalyenin üstüne oturduğumda, ayaklarım havada kalmasın diye sandalyenin ayaklarına doladım. "Daha önce hiç böyle bir ortamda söylemedin, değil mi?" Başımı olumlu anlamda salladıktan sonra "Sadece arkadaş arasında." dedim. Bakışlarım insanlara döndüğünde, abimin sahneye bakarak Aycan'ın yanına geçtiğini fark ettim. "Kendine güven, heyecanlanacak hiçbir şey yok. Ben sana yardımcı olurum." dediğinde, içten bir şekilde gülümsedim. "Sevdiğin, istediğin ve bildiğin bir şarkı söyle, onu söyleyelim." dedi, ilgili bir şekilde. "Fark etmez." diye mırıldandım. "Öyleyse Unut Beni, diyelim mi?" diye sorduğunda, sesli bir şekilde güldüm. Fazlasıyla kafa dengi biriydi. O'nu şimdiden kendime yakın görmüştüm. Arkaya dönüp bir şeyler söyledikten sonra müzik sesi kulaklarımı doldurdu. Derin bir nefes alıp verdim. Bakışlarımı insanların üzerinde gezdirdim. Bakışlarında şaşkınlık vardı, bakışlarında alay vardı. Yaklaşık elli saniye sonra Yasemin şarkıya giriş yaptı. "Bazı şeyler vardır, affedilmiyor. O kadar güzel söylüyordu ki bir an söylemekten çekindim. Bakışları bana döndü. Sıramın geldiğini anlamıştım. Ve destek verircesine gözlerini açıp kapattı. Kendimi bir an hiç yabancı hissetmedim. Gözlerimi kapattım, dudaklarım kıpırdandı... "Söyle uçurumdan atlayan dönebilir mi? Şarkıyı sözlerken verdiğim tüm nefeste heyecanım yok oldu. Gözlerimi açtım. Yine o çocuğu gördüm, herkes gibi sahneye bakıyordu. Kime baktığını anlayamıyordum fakat bu durum artık rahatsız edecek boyuta gelmişti. Nakarat kısmı geldiğinde birlikte söyledik. Ve gerçekten de güzel bir uyum yakalamıştık. "Unut beni, unuttuğum gibi seni... Şark bittiğinde, kulakları sağır edecek hiddette bir alkış koptu. Çıplak omzumda bir el hissettiğimde, okşamaya başladı. "Kendine güvenmekten asla vazgeçme!" dedi Yasemin, anaç bir tavırla. Gözlerinin içine baktım. Mahcup bir şekilde gülümserken "Çok teşekkür ederim." dedim. Sandalyeden ayağa kalktıktan sonra sahneden indim, bizimkilerin oraya ilerledim. Yanlarına vardığımda Aycan boynuma atladı. "İşte benim, aşkım." diye fısıldadı. Koltuklara baktığımda abimin orada olmadığını fark ettim. Ellerimi belinden çekerken "Abim nerede?" diye sordum. "İlk iş günü olduğundan yorulduğunu söyledi. Bizi alması için Kerim'i yollayacakmış." diye cevap verdi. Locaya oturduğumda, Yasemin hâlâ sahnedeydi ve çeşitli şarkılar söylüyordu. Sol tarafımda oturan Aycan'a döndüm, telefonuyla ilgileniyordu. Uzun bir süre Yasemin şarkı söyledi. Damla birkaç kez yanımıza geldi. Önümde bir el hissettiğimde bakışlarım önümde hafifçe eğilmiş, "Benimle dans eder misiniz?" diye soran adama çevrildi. İlk başta anlamasam da sonra "Yok." dedim. Adam istifini hiç bozmadan Aycan'a döndüğünde ağzım açık kalmıştı. "Hanımefendi siz benimle..." Cümlesini tamamlatmadan konuştum. "E çüş, defol git buradan." dedim, sertçe. Adamın omzunda başka bir el belirdiğinde bakışlarım adama kaydı. Bu oydu... Sabahtan beridir bakışlarını üzerimden çekmeyen adam. Çınar... Sonra konuştu. "Yok dedi, değil mi? Ne bekliyorsun o zaman?" Sesi fazlasıyla keskindi. Adam önce bize doğru uzattığı elini çekti, sonra da Çınar'a döndü. "Sen kimsin?" dedi, öfkeyle. Çınar'ın dudakları alayla iki yana kıvrıldı. Bakışlarım gülüşüne takıldı. Çınar'ın bakışları tekrar bize döndüğünde, hemen sapık olan adama bakışlarımı çevirdim. Tekrar adama döndü. "Şu an yakın arkadaşımın doğum günü bu günü bozmamak için yumruğum havada kalacak. Ama eğer zorlarsan emin ol Damla'yı da bir kenara atarım. O anlar zaten..." Adam durumu anlamış olacak ki yanımızdan ayrıldı ve çıkışa doğru ilerledi. Aycan ayağa kalktığında, elini Çınar'a uzattı. "Aycan ben, bu arada çok teşekkürler." dediğinde, gözlerimi devirdim. "Biz de halledebilirdik." dedim, imayla. Çınar Aycan'ın elini sıktıktan sonra "Çınar." diye ismini söyledi. Sonra ekledi: "Sorun değil, hem zaten arkadaşınız doğru söylüyor. Eminim sizde halledersiniz." Ellerini çektiğinde, Aycan, gereksiz bir bilgi daha verdi. "Biz arkadaş değiliz, o benim canım, ikizim." dedi, yumuşak ses tonuyla. Çınar elini bana doğru uzattı ve o an hâlâ oturduğumu fark ettim. "Tanıştığıma memnun oldum. Ben Çınar." dediğinde, "Biliyorum." deyiverdim. Bakışlarındaki sorguyu fark ettiğimde, toparlamaya çalışarak "Biraz önce Aycan'a söylediniz ya." dedim, telaşla. Bakışlarındaki sorgu arttığında stres yaptığımı fark ettim, açık kalan boynumu kaşımaya başladığımda, gülerek "Elim havada kalacak galiba," dedi, şaşırma taklidi yapmama gerek kalmamıştı, çünkü gerçekten de bir an elini uzattığını unutmuştum. "Ha, pardon fark edemedim." dediğimde, Çınar daha fazla gülmeye başladı. Arkadan Aycan'ın gülerek konuştuğunda, kendimi yerin dibinde hissettim. "Adamın eli havada kaldı, Azra." Elini elimle doldurduğumda; parmaklarımdan başlayıp koluma, oradan gövdeme, tüm vücuduma anlam veremediğim bir elektrik akımı geçmişti sanki. Bu durum kalp atışlarımı da hızlandırmıştı. Aycan "Azra." diye seslendiğinde, Çınar'ın elini bırakmadığımı fark ettim. Çınar hafifçe güldüğünde, ellerimi geri çektim. Suratına bile bakamıyordum. Utanç tüm vücuduma yayılmıştı. "Biraz oturur musunuz? Ben bir makyajımı tazeleyip geleceğim. Azra kendinde değil, yalnız kalmasın." dediğinde, öfkeli bakışlarımı ona çevirdim. Çınar sağıma oturduğunda, o kadar utanmıştım ki sağ tikim var, diyemedim. Aycan "Çınar, öbür tarafa geçebilir misin?" diye sordu, ona minnettar bakışlarımı gönderdiğimde, Çınar sorgulamadan kalktı ve sol tarafıma oturdu. Aycan eğilip çantasını aldıktan sonra kalabalığın arasında karıştı. "Daha önce sahneye çıktın mı?" diye sordu Çınar. Bakışlarımı ona çevirdiğimde, o da bana bakıyordu. Çınar; yaklaşık 25 yaşlarında, bir doksan üç boylarında, yapılı, kahverengi saçlı, koyu kahverengi gözlü, kirli sakallı bir adamdı. Beni kendime getiren Çınar'ın sesi değildi. "Merhaba." dedi Yasemin, Bakışlarımı ona çevirdiğimde, Çınar ayağa kalkmıştı ve ona sıkıca sarılmıştı. Ayrıldıklarında, "Siz nereden tanışıyorsunuz?" diye sordu Yasemin, anlam veremediğim gerginlikte. Onlar nereden tanışıyorlardı? "Şu an tanıştık." dedi Çınar. Sol tarafıma oturduklarında, "Ablam." dedi Çınar, ortamızda oturan Yasemini tanıştırarak. Kardeşler miydi? "Bugün evden çıkarken karşılaştık, yanımızdaki eve taşınıyordu." dedi Yasemin. Damla'nın telaşla yanımıza geldiğini fark ettiğimde, bakışlarımı ona çevirdim. Yasemin "Ne oldu?" diye sordu. "Sakin olun, size bir şey söylemem gerek." İkisi de korkuyla Damla'ya bakıyorlardı. Damla "Kardelen teyze şu an hastanede, kalp krizi geçirmiş." dediğinde, buz kesmişlerdi. Yasemin "Anne," diye mırıldandığında, Damla'nın bahsettiği kişinin anneleri olduğunu anladım. Onları şu an anlayabiliyordum. Çünkü ben daha tanımadan bu kadar eksikliğini yaşıyorken, onlar bu kadar olgunken daha zor olsa gerekti. Birden ayağa kalktıklarında, bende kalktım. Yasemin en önde hızla ilerlerken Damla "Bende geleyim mi?" diye sordu. Çınar "Gerek yok, sen burada kal." diye cevap verdi. Arkalarından ilerledim. İnsanların arasından geçerken "Yasemin'in yanında biri olmalı, gelmemi ister misin?" diye konuştum Çınar'a. Başını hafifçe sallarken hızlı adımlarla peşinden ilerliyordum. İnsanlara çarpa çarpa dışarı çıktığımızda, Çınar şoför koltuğuna, Yasemin hemen yanına, bense sağ arka koltuğa geçtim. Yasemin başını yanındaki cama dayamış, sessizce ağlıyordu; çok korkuyordu. Bakışlarımı Çınar'a çevirdiğimde, hızla arabayı sürüyordu. Oldukça gergin görünüyordu. Dudaklarım aralandığında bi' an konuşup konuşmamakta kararsız kaldım. "4 yaşımda annemi kaybettim." Cevap vermeseler de beni duyduklarının, dinlediklerinin farkındaydım. "O günü çok hatırlayamıyorum, ama hissettiğim o duyguyu da hiç unutamıyorum. Hissettiğim şey şuydu; hiçbir şey hissedememek. Anlıyorum sizi... Korkuyorsunuz... Yapacak hiçbir şeyiniz yok. Sadece beklemek. Çok kötü... Şu an ağlaman hiçbir yararınıza dokunmaz, Yasemin." Sustum. Dikiz aynasından Çınar'la göz göze geldim. Mahcup bir şekilde bakarken hızla ilerliyorduk. Aycan aklıma geldiğinde, mesaj kutusuna girip yazmaya başladım. "Aycan şu an hastaneye gidiyorum. Korkma, bizimle bir ilgisi yok. Sadece şu an Yasemin'in yanında olmam gerekiyor. Merak etme." Cevap vermesini bekledim, ama çevrimdışıydı. Yaklaşık on beş dakika sonra hastaneye vardığımızda, hızlıca arabadan indik ve danışmaya doğru ilerleyip bilgi aldık. Asansöre bindikten sonra çıkacağımız kata bastık. Yasemin biraz sakinleşmişti. Çınar'sa ne kadar güçlü durmaya çalışsa da korktuğunun farkındaydım. Asansör açıldığında, indik ve yoğun bakıma doğru ilerledik. Gördüğüm görüntü adımlarımı yavaşlatmıştı. Durdum, benimle birlikte Yasemin'de durmuştu. Sanki bir an nefessiz kaldım. Kalp atışlarım yavaşladığındaysa gözlerim doldu. Bir yaş yanağıma aktığında, yine o güne gittim; 4'üncü yaşıma. O günü çok hatırlamıyordum; fakat şu an hissettiklerimi bir tek o gün hissetmiştim. ... BİTTİ! |
0% |