@senemeevren
|
Yorum yapmayı ve oy vermeyi lütfen unutmayın..
... Özlem, hasret veya tahassür; birden fazla kelime, tek bir anlam. Bu sözcükler daha önce tabii ki lügatımda vardı fakat bu anlamda daha önce hiç hissetmemiştim. Sorun bunu hissetmem değildi, sorun bu duygunun tüm vücudumu ele geçirmiş olmasıydı. Çığ gibi büyüyordu içimde. Nasıl, hangi ara bu noktaya gelmiştim, anlayamamıştım. Sadece... Sadece özlemiştim. Ve bu kontrolümden çıkmıştı. Yarın bineceğim uçağa bugün binmemin tek sebebi bu değildi. Hatta bundan daha önemli bir sebepti. Dönüşümüz 12 Ekim'di. Annemin ölüm yıl dönümü. Onun yanında olmalıydım. Pazar günü, yani dün Antalya'daki görevimiz bitmişti. Fakat birlikte geldiğim on dokuz kişi, geldiğimizden beri sadece iş odaklı olduğumuz için, bir gün daha tatil için kalmak istemişlerdi. Nazan Hoca da kabul etmişti. Füme rengindeki küçük bavulumu kaygan zeminde sürüklerken ileride gördüğüm kişiyle genişçe gülümsedim. Bakışlarını yerden kaldırıp etrafta gezdirdiğinde beni gördü ve göz göze geldik. Gülümseyerek birbirimize baktığımız sırada tanıdık bir ses duydum. "Azra!" diye seslenilmişti. Bakışlarımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde Çınar'da arkasına dönerek baktı. Gözlerim irice açılırken Çınar hızla önüne dönmüştü. Onu görmüş müydü, bilmiyordum. Görmemiş olsundu. Lütfen! Şaşkınlıktan dolayı aralıklı duran dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsemeye çalıştım. "Abiciğim." derken yanına doğru ilerliyordum. Bana doğru adımladığında "Gerek yok, taşıyabiliyorum." dedim. Eğer gelseydi sol taraftaki duvarın arkasında olan Çınar'ı görmemesi imkânsızdı. Aramızdaki birkaç adımı da yok edip yanına gittiğimde bavulu bırakarak sıkıca sarıldım. Kollarını belime sardı, Çınar'ı görmemiş olması yüreğime su serpmişti. Derin bir nefes aldım. Geri çekildiğimde yüzüne baktım. "Nereden öğrendin bugün geleceğimi?" diye sordum gülümseyerek. "Öğrenirim ben." dediğinde gözlerimi devirdim. "İşte bende onu soruyorum ya abi, nereden öğrendin?" diye karşılık verdiğimde, "Öğrenmese miydim?" diye sordu. Gülümsedim. "Tabii ki hayır, merak ettim sadece kimse bilmiyordu sürpriz yapacaktım." dedim, yanlış anlamasın diye. "Nazan Hanımı aradım. O söyledi bugün geleceğini." Anladım der gibi başımı salladım. Neden aradığını sormadım. Yanlış anlayabilirdi. Hem zaten neden aradığını tahmin edebiliyordum, biliyordum da. Her ne kadar Aycan'la küçüklüğümüze tanıklık etmese de amcamla hep iletişim halindeydiler. Anneme olan düşkünlüğümü bilen kişilerden biriydi o da. Abim her nerede olursa olsun, annemin ölüm yıl dönümünde mutlaka İzmir'e gelirdi. Çınar'a da geleceğimi söylememiştim. Muhtemelen o da Nazan Hoca'dan öğrenmişti. Aslında planım önce Çınar'ın yanına gidip biraz vakit geçirdikten sonra eve gidip abimlere sürpriz yapmaktı. Sonra da beraber İzmir'e giderdik. Yine de sorun değildi. Abimle havaalanının çıkışa doğru ilerlerken omzumun üstünden Çınar'a baktım. Bize bakıyordu. Göz göz geldiğimizde yapacak bir şey yok der gibi omuzlarımı kaldırıp indirdim. Abim elimdeki bavulu bagaja bıraktığında, ben çoktan yolcu koltuğuna oturmuştum. Kısa bir süre sonra solumdaki kapı açıldı ve abim şoför koltuğuna oturdu, arabayı sürmeye başladı. Atatürk Havalimanını geride bıraktığımızda, "Eee nasıl geçti?" diye sordu abim. "Güzeldi. Ümitliyim." dedim. Bakışlarını bana çevirdi, gülümsedi. "Güzelim, senin istediğinin sürece başaramayacağın hiçbir şey yok." dediğinde uzanıp yanaklarına ıslak olmayan minik bir öpücük kondurdum. "Teşekkür ederim abiciğim." Yol boyunca Antalya'da geçirdiğim on dört günü konuşmuştuk. Güzel anılar biriktirmişim. Bu süre zarfında Çınar'la ne konuşabilmiştik ne de -birkaç mesaj dışında- yazışabilmiştik. Yazdığım mesajlara çok geç cevap veriyordu, muhtemelen rahatsız etmek istemiyordu ve oradaki arkadaşlarım gibi aklımın sadece yarışmada olmasını istiyordu. Ama bunun hesabını sorardım ben. Erken saatlerinde uçağa binmeyi düşünüyordum fakat yer bulamadığımdan uçuşum beş buçukla altı kırk beş arasında gerçekleşmişti. Elli dakika sonra araba evin önünde durduğunda abimle beraber araçtan indik. Abim bavulumu indirirken bende kaldırımda onu bekliyordum. Arabayı kilitledikten sonra yanıma geldi ve sokak kapısından içeri girdik. "Bahçedelerdir." diye göz kırparak konuştuğunda gülümseyerek başımı salladım. İkizimi çok özlemiştim. Onunla daha önce hiç bu kadar uzak kalmamıştık. Evin etrafındaki boşluktan geçtiğimizde bahçedeki koltuklarda oturan Aycan ve babamı gördüm. Sırtları dönük olduğundan bizi görememişlerdi. Berjerlerde oturuyorlardı. Sessizce o tarafa doğru adım atarken abim elindeki bavulu verandaya bırakmıştı. Aycan'ın oturduğu berjere yaklaştığımda abim hemen arkamdaydı. Koltuğun başlığından Aycan'a baktığımda elinde telefon vardı. Ekranda ise benim resmim. Kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Birileri beni çok özlemiş olmalıydı. Koltuğa biraz daha asıldım. Başının üstüne, saçlarının arasına öpücük kondurduğunda irkilerek hemen ayağa kalktı ve beni gördüğünde gözleri irice açıldı. Üzerindeki şoku hızla atıp bana doğru atıldı ve kollarını boynuma dolayarak sıkıca sarıldı. Sendeleyerek geriye doğru birkaç adım attım. Az kalsın yere düşüyorduk! "Pislik! Neden geleceğini söylemedin?!" dedi kemiklerimi kırmaya devam ederken. "Aycan nefes alamıyorum." dediğimde kolları gevşedi ama asla geri çekilmedi. "Gıcık ya." diye mırıldandığında gülümseyerek kollarının arasından çıkmaya çalıştım. Geri çekildiğimde "Sürpriz yapmak istedim." dedim. Kollarını tekrardan boynuma doladığında gülümseyerek kollarımı beline doladım. "Allah'ım birileri aşkından ölmüş." dedim şakacı bir üslupla. "Bir daha bu kadar uzak kalmana asla izin vermem, vallahi de." dediğinde, "Biraz bize de müsaade et kızım." dedi babam. Aycan geri çekildiğinde yanağıma sert bir öpücük bıraktı. Aycan'ın arkasındaki babamla göz göze geldik. Gülümsedim. Gülümsedi. "Gel buraya." dedi babam kollarını kocaman açarken. Birkaç adım atarak kollarımı beline sardım ve derin bir nefes aldım. Daha önce hapiste olduğundan hiç beraber vakit geçirememiştik, dışarıda yan yana gelememiştik. Ama o hapisten çıktığından beri yan yanaydık ve ben şu an onu çok özlemiştim. Önceden olsaydı belki hiçbir duygu hissedemezdim. Ama artık ona alışmıştım. Sonuçta o benim babamdı, aramıza giren onca yıla rağmen böyle hissedebilmek çok değerliydi. Babamdan ayrıldığımda Aycan yakamı bırakmamıştı. Bende onu çok fazla özlemiştim. Odama çıkıp duş almıştım. Üzerime siyah, sıfır kol bir bluz; altıma ise aynı renk, kot, paçaları yırtık bir şort giymiştim. Yemeğimizi bahçede yiyeceğimizden üzerime mevsimlik, midi boy, siyah bir hırka geçirmiştim. Akşam yemeğimizi yedikten sonra bahçedeki koltuklarda oturmuştuk. Abimle babam berjerlerde, benle Aycan'da üçlü koltuklarda oturmuştuk. Başım Aycan'ın göğsündeydi. Gözlerimi araladım ve başımı Aycan'ın göğsünden kaldırarak dikleştim. Abimle babam bize bakıyorlardı. Abime baktım. "Ne zaman yola çıkacağız?" diye sordum. Kaşları çatıldı, anlamamış mıydı? "İzmir'e gideceğiz ya onu soruyorum." Bakışlarını kaçırarak hemen karşısındaki ormana çevirdi. "Yarın sabah." dediğinde, "Yarın mı?" diye sordum hemen. Başını onaylarcasına sallarken bakışlarını tekrardan üzerime çevirdi. "Nasıl? Geç kalırız o zaman." dedim, anlamayarak. "Uçakla bir buçuk saatten az sürüyor." diye açıkladığında, bakışlarımı hemen solumda oturan Aycan'a çevirdim. "Sen gelmeyecek misin?" diye sorduğumda, bakışlarını kaçırarak başını olumsuz anlamda iki yana salladı. Dudaklarımı yanaklarına bastırdığımda "Üzülme, ben senin yerine de konuşuyorum." diye fısıldadım kulağına doğru. "Orayı hiç sevmediğini biliyor ve bana güven, sana asla kızmadığına eminim." Kollarını boynuma dolayarak sıkıca sarıldığında ağladığını biliyordum. Kollarını boynumdan indirdiğinde ayağa kalktı. "Sabah erken uyandım, uykum var. Size iyi geceler." dedi ve arkasına dönerek eve doğru ilerledi. Verandadan salona girdiğinde gözden kayboldu. Aycan'ı belki de bu hayatta hassas olduğu tek konu buydu. Ve elinde olmayan bu korku, ona çok çaresiz hissettiriyordu. İzmir'deyken bile zar zor gelirdi, hatta bazen gelmezdi. Geldiğinde de çok ürkek oluyordu. Mezarlık onu çok ürkütüyordu. Oraları hiç sevmiyordu. Bende sevmiyordum. Annem orada yattığı için nefret ediyordum. Ama annemle -bana karşılık veremeyeceğini bilmeme rağmen- konuşmak çok iyi geliyordu. Bakışlarımı verandadan çekip abime çevirdim. "Üçümüz mü gideceği sadece?" Abim "Hayır sadece ikimiz." dediğinde, kaşlarımı çatarak babama baktım. "Sende mi gelmiyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla. "Buradaki işlere bakmam gerek." diye cevap verdi babam. Alayla güldüm. "Buradaki işlere mi bakman gerek?" Başını sallayarak gözlerini ormana çevirdi. "Şu an gelemem. Oraya gittiğimde verdiğim tüm yeminleri tutmuş olmam gerek." dedi babam. "Ne yemini?" diye sordum. "Seninle bir ilgisi yok. Sen sadece bana güven." diye cevapladı beni. Sıkıntılı bir nefes aldım. Telefonumu üzerimdeki siyah hırkanın cebine koydum ve "Sen bilirsin baba." deyip ayağa kalktım. Bakışlarımı abime çevirdim. "Uçak ne zaman?" "Yarın sabah saat altıda." Başımla onayladım. "Biraz yürüyeceğim. Size iyi geceler." deyip verandadan salona girdim. Birkaç merdiveni çıkıp holdeki dolaptan siyah bir spor alıp ayaklarıma geçirdim ve kapıyı açıp evden çıktım. Sarı ışıkların aydınlattığı sokakta biraz yürüdükten sonra telefonumu elime aldım ve Çınar'ı aradım. Telefon ikinci çalışta açıldı. "Alo." dedi hattın diğer ucundaki ses. Gülümsedim. "Çınar." "Sevgilim." dediğinde, etrafa bakınıyordum. "Neredesin? Hadi gel basketbol sahasının önündeyim." dedim. "Ben orada değilim ki." dedi hüzünlü bir sesle. "Değil misin?" diye sordum şaşkınlıkla. "Neredesin?" "Kendi evimdeyim." "Hım." diye bir ses çıkardım üzüntüyle. Bakışlarımı sahadan çekip yola çevirdim. Bir taksi geçiyordu. "Geliyorum, evden çıkıyorum şimdi." dediğinde, "Dur, dur gelme." dedim. "Neden?" diye sordu anlamayarak. Elimi kaldırdığımda taksi yavaşça durdu. Muhtemelen siteden birini bırakmıştı. Kapıyı açtığımda "Çünkü ben geliyorum." dedim ve sağ arka koltuğa oturdum. "Sen mi geliyorsun?" diye sordu. "Hı hı. Ben geliyorum, hatta yoldayım." dediğimde, taksiciyle dikiz aynasından göz göze geldik. Nereye der gibi bir bakış atıyordu. Adama yolu tarif ettikten sonra Çınar'a görüşürüz deyip telefonu kapatmıştım. Araba yaklaşık yirmi dakika sonra Çınar'ın evinin önünde durduğunda telefon kılıfının arkasındaki elliliği çıkartıp adama uzattım ve teşekkür ederek arabadan indim. Çınar'ın evine bakıp derin bir nefes aldım. Bu evi çok seviyordum. Bir adım atıp sokak kapısından içeri girdim. Taş kaplamalı merdivenleri çıktım. Elimi kaldırıp zile basacağım sırada kapı açıldı ve onu gördüm. Gülümsüyordum. Gülümsüyordu. Aynı anda attığımız adımla birlikte Çınar yanaklarımı avuçlarının arasına aldı ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Dudaklarını hareket ettirmeden dudaklarıma sertçe bastırdı. Ardından dudaklarını hareket ettirerek usulca öpmeye başladı. Ellerimi omuzlarına çıkardığımda ona, onun gibi karşılık verdim. Adımları geriye gittiğinde onu takip ederek içeri girdim. Ayağını ucuyla kapıya dokunduğunda arkamdaki kapı yavaşça kapandı ve karanlık holde baş başa kaldık. Parmak uçlarım ensesinde birleştiğinde kontrolü elime alarak daha da sert öptüm. Ellerini bacaklarıma götürdü. Kaldırdığında bacaklarımı beline dolayarak tutkuyla öpüşmeye devam ettik. Nemli saçlarım iki yanımdan döküldü ve yüzümüzü gizledi. Kollarımı boynuna doladığımda bir adım atarak beni arkamdaki portmantoya oturtturdu. Nefes nefese kalmış bir şekilde başımı kaldırıp gözlerine baktım. Alnını alnıma yaslamıştı. Göğüslerimiz şiddetle inip kalkıyordu. Sıcak nefesini yüzümün her zerresinde hissediyordum. Efsunlu bakışları yüzümü taradı. "Çok güzelsin." dedi. Gülümsedim. Boynuna baskı uyguladığımda başını biraz daha eğmek zorunda kalmıştı. Burnu burnuma çarparken -ilk kez- "Çok özledim, sevgilim." dedim oldukça cesur bir şekilde gözlerine bakarken. Kaşları havalandı, beklemiyor olmalıydı. "Duyamadım desem?" dedi muzip dolu bir ifadeyle. Alt dudağına minik bir buse kondurdum. "Çok özledim, sevgilim." dedim bir kez daha, duyduğunu bile bile. Gülümsedi, bakışlarındaki tesir kalbime zarardı. Başını yana kaydırarak yanağını yanağıma sürttü ve dudaklarını yanağıma bastırdı. Dudakları -hangi ara düştüğünü bilmediğim- hırkamın açıkta bıraktığı omuzuma dediğinde midemde bir şeyler uçuşturmaya başladı. "Çok özledim seni..." diye mırıldandı, boğuk bir sesle. Boynundan çekerek yüzümü boynuna gömdüm ve sıkıca sarıldım. Göz kapaklarım örtünerek görüş alanımı sıfıra indirdi. Derin bir nefes aldım. Kokusu içime doldu. Avuçlarını sırtıma bastırarak okşadı. Gülümsedim. "Sen kazandın." dedim. Geri çekildiğinde gözlerimi aralayarak -karanlıkta simsiyah olan- gözlerine baktım. Yanaklarımı avuçlarının arasına alarak gözlerimin içine baktı. "Ben değil, biz kazandık." Uzanıp yanaklarına ıslak bir öpücük kondurdum ve geri çekildim tekrardan. Kocaman gülümsüyordum. Bir tepki vermedi hatta abimlerin aksine gülümsedi. Gülümsemek ona çok yakışıyordu. Özellikle kısılan gözleri ona çok yakışıyordu. Elimi kaldırdım, işaret ve orta parmağımı kaz ayaklarına dokundurdum. Gülümsemesi silikleşti. "Artık kaçmak yok. Saklanmak yok." dediğimde dudağının kenarı sinsice kıvrıldı. "Saklambaç bitti yani sonunda?" diye sorduğunda, kaz ayaklarındaki elimi hızla omuzuna çarptırdım. Beklemediği hamleyle geriye doğru sendelediği sırada portmantodan inerek karşımdaki adama samimiyetsiz bir şekilde gülümsedim. "Bitti saklambaç, bitti!" dedim sinirle. "İyi o zaman yarın okulda görüşürüz sevgilim." dedi pislik sevgilim. Yüzümde oluşan zafer dolu gülümsemeyle kaşlarını çattı. "Saklambaç bitti fakat yarın yine görüşemeyeceğiz sevgilim." dedim. "O niyeymiş?" Bana doğru bir adım atarak aramızdaki mesafeyi hemen hemen yok etti. "Çünkü İzmir'e gideceğim. Hem zaten yarın normal dönüş olacağından, bizim için okul yok." diye cevapladım. "İzmir'e mi?" Onca söylediğim arasından tek bir kelimeye mi takılmıştı? Başımı salladım. "Evet, İzmir'e gideceğiz." "Gideceğiz?" "Abimle." Yanaklarımı avuçlarının aldı. "Abinle... Özel değilse nedenini sorabilir miyim?" Bakışlarımı kaçırarak gövdesine indirdim. "Annemin ölüm yıl dönümü..." dedim, serçe yutkunmadan önce. Çeneme uyguladığı baskıyla başımı kaldırıp gözlerime baktım. "Özür dilerim." dedi. Gözlerindeki hüznü görmüştüm. Sorun değil der gibi gülümseyerek başımı iki yana salladım. Mahcupça bakarken bir elini boynuma götürerek başımı göğsüne çekti. Bir eli sırtımı sıvazlarken diğer eli ensemdeydi. Kollarımı beline sardığımda zil sesi evin içini doldurdu. Zilin sesini duyduğumda başımı göğsünden çekerek hızla ondan ayrılmıştım. Çınar benim aksime oldukça sakindi. Ellerini humeruslarıma koyarak "Sakin ol." dedi. Sık sık nefesler alarak başımı iki yana salladım. "Sakin ol bir bakayım kimmiş." Ellerini pazularımdan çekerek sol tarafımda kalan kapıya doğru adımladı. Eğilerek kapının dürbününden baktı. Derin bir nefes alarak geri çekildiğinde "Sorun yok, Can'mış." dedi, sessizce. "Can mı?" diye sordum şaşırarak. Başını salladı. "İyi, tamam ben o zaman saklanayım, o gidince de gideri..." "Saçmalıyorsun şu an." diye sözümü kesti. "Kapı açıyorum şimdi, sadece sakin ol yeter." diye devam ettiğinde sıkıntılı bir nefes çektim ciğerlerime. İstemeye istemeye başımı salladığımda sırtını dönerek kapının kulpuna uzandı ve indirerek kapıyı açtı. Kapı açıldığında kimse ortalıklarda yoktu. Kaşlarımı çatarak Çınar'a baktım. "Arkadan dolanmış olabilir." dediğinde "Çınar." diye seslenmişti Can. Sesi salonun olduğu kısımdan geliyordu. Muhtemelen bahçedeydi. "Çok iyi oldu bu." diye mırıldandığımda, birkaç adım atarak Çınar'ın yanağına bir öpücük bıraktım ve hızla açık kapıdan dışarı attım kendimi. Çınar'ın kınayan bakışlarına aldırmadan "Görüşürüz." dedim ve arkamı dönerek taş merdivenleri indim. Sokak kapısını açtığımda arkamı döndüm. Çınar hâlâ aynı pozisyonda bana bakıyordu. Avuçlarımı dudaklarıma bastırarak öpücük yolladığım sırada Can'ın "Çınar." diye seslendiğini duymuştum yine. Bu sefer ki ses oldukça yakından geldiğinde hızla kapıyı kapatarak sokağa çıktım. "N'apıyorsun orada?" dediğini duydum Can'ın. "Kapı çaldı, baktım kimse yok. Senmişsin meğer." diye cevapladı Çınar onu. "Baktım açacağın yok bende kapıdan değil bacadan gireyim dedim bu sefer." Adımlarımı hareket ettirerek uzaklaştığımda seslerini de duyamamıştım artık. Hem zaten tüm sohbeti kapının önünde yapacak değillerdi ya.
***** Dün gece eve döndüğümde ortalıklarda kimse yoktu. Odama çıkıp uzanmıştım. Gözlerimi kapatarak sessizliği dinlemiştim biraz. Ardından ayaklanıp küçük bir sırt çantasına ihtiyacım olan eşyalarımı koyup duşa girmiştim. Meteorolojinin birkaç gün boyunca İzmir'in soğuk ve sağanak yağışlı geçeceğini söylediğinden biraz kalın giyinmiştim. Balıkçı yaka, krem rengindeki ince kazağı; yüksek belli kotun altına sıkıştırmıştım. Üzerime ise bej renginde, kahverengi düğmeli peluş mont geçirmiştim. Peluş uyluk kemiğime kadar geliyordu. Omuzlarıma kısa zincirli, vizon rengi çanta takmıştım. Ayaklarımdaysa klasik beyaz sporlarım vardı. Sabah beş gibi abimle yola koyulmuş, altıda uçağa binmiştik. Uçaktan indiğimizde direkt kabristana gitmiştik. Saat şimdi neredeyse sekize geliyordu. Kafama taktığım siyah şalı düzeltirken abim bakışlarını bana çevirdi. Gülümsedi; acı dolu bir gülümsemeydi, mahcupça. Bakışlarını tekrardan annemin mezarlığına çevirdi. Bakışlarımı mezar taşına değdirdiğimde sertçe yutkundum. Ayça Adalı... D. 05.06.1966... Ö. 12.10.2003... Yavaşça mezarın kenarına oturdu. Yüzündeki acı dolu gülümseme silikleşti ve yerini kocaman bir hüzün kapladı. Dudaklarımı birbirine bastırarak sertçe yutkundum. "Özür dilerim. Biliyorum sen beni affettin ama ben kendimi affedemiyorum annem." Kaşlarım çatıldı. Neden bu şekilde konuşuyordu ki? "Seni çok seviyorum." diye ekledi Akın abim. "Neden bunları söylüyorsun abi? Neden suçluymuşsun gibi konuşuyorsun?" diye sordum, anlayamayarak. Avucunu toprağın üzerine bastırarak okşadı. "Bi' cevap vermeyecek misin?" diye sorduğumda bakışlarını toprağın üstünden çekerek bana çevirdi. Gözleri ıslaktı. "Bu ikimizin arasında bir sorundu ve ben o an onu üzdüğüm için hâlâ çok pişmanım." Gözlerimin içine baktı. Boğazım düğüm düğümdü. Benim böyle bir anım bile yoktu. Çünkü o günlerde henüz dört yaşında bile değildim. Fotoğraflarına baktığımda sadece neredeyse tıpa tıp benzediğim bir kadını görüyordum, o kadar; fazlası yoktu. Bu canımı çok yakıyordu. "Keşkeler çok zehirlidir, Azra. Diline değdi mi ömür boyu yakar seni. Yanarsın ve seni söndüren olmaz." Tedirginlikle abime baktım. Neden bu şekilde konuşuyordu bilmiyordum. Buraya gelince sanki dengeleri bozulmuştu. "Her neyse," Ayağa kalktı. "Arabadayım ben." diye ekledi ve sırtını dönerek uzaklaştı. Avuçlarımı yüzüme götürerek sertçe sıvazladım. Ardından başımın üstünden geriye atarak derin, titrek bir nefes aldım. Birkaç adım atarak yağmurdan dolayı ıslak olan mezar taşına öpücük kondurdum, ardından az önce abimin kalktığı yere oturdum. Gülümsedim, bir yaş aktı yanağıma. "Annem." diye fısıldadım. Avuçlarımı açarak dua okudum. Bir elimi toprağa yerleştirerek okşadım. "Özledim." Boştaki elimle yanağıma akan yaşı sildim. Bir anda aklıma gelen şeyle tebessüm ettim. "Geçen geldiğimde biri var demiştim ya hani? Adı Çınar'dı." Beni duymuyorsa bile ben, o beni duyuyormuş gibi konuşmayı alışkanlık haline getirmiştim. Hem biliyordum duyuyordu beni, hissediyordu. Gözlerimi kapattım. "Anne ben çok pis tutuldum." dedim, gözlerini gözlerimin önüne getirmeye çalışarak. Gözlerinin içine bakarak söylemek isterdim; utanarak, ezilip büzülerek belki de. "Böyle bi' değişik... Nasıl anlatılır bilmiyorum. Tek bildiğim daha önce hiç böyle hissetmediğim." Gözlerimi araladım. "İki hafta boyunca bu duygularım daha da kabardı ve ben ne yapacağımı bilmiyorum. On dört gün boyunca bir an olsun aklımdan çıkmadı." "Neyse. Belki bir sonraki gelişimde onu da getiririm. Eminim tanısaydın sende çok severdin. Çünkü asla beni üzmüyor. Çok değerli hissettiriyor. Bakışlarından bunu hissedebiliyorum. Değişik. Hangi ara bu raddeye geldik, farkında bile değilim. Eminim o da bunun şaşkınlığını yaşıyordur. Tabii bunu hiç hissetmedim. Dedim ya bana çok değerli hissettiriyor. Beni asla üzmez, biliyorum. Bende onu aynı şekilde tabii... İlk başlarda bu ilişkinin en çok seven tarafı oydu. Tabii şimdi öyle değil, eşit ve eşitlik her zaman güzeldir." Gülümsedim. "Anne biliyor musun? Aycan da birinden hoşlanıyor. Çınar'ın kuzeni Efe diye bir çocuk. Biraz fırlama ama iyi çocuk. Aramızda kalsın, senin kızın gidip adamın dudaklarına yapışmış." Dudaklarımdan acılı bir kıkırtı döküldü. "Buraya gelmeyi çok istedi fakat okulu vardı. Benimde işte bugün tatil... Öyle gelebildim." Pembe yalandan bir zarar gelmezdi. Hem zaten uzun zamandır yalanda söylemiyordum. Neredeyse on beş gündür. Bugünkü de pek yalandan sayılmazdı. Yağmur atıştırmaya başladığında ayağa kalkarak mezar taşına bir öpücük kondurdum ve "Yine geleceğim anneciğim, hatta bir sonraki gelişimde damadında gelir belki. Gelmezse zorla kolundan getireceğim." Gülümsedim. "Görüşürüz annem." Mezarlıktan çıktıktan sonra ilerideki arabaya yürüdüm. Kapıyı açıp yolcu koltuğuna oturduğumda abim ellerinin tersiyle yanağını siliyordu. Gözyaşlarını benden gizlemeye çalışıyordu. Rahatsız olmaması için bakışlarımı ondan çekip kucağımdaki ellerime indirdim. Çok kısa bir süre sonra arabayı hareket ettirerek sürmeye başladı. Evin sokağına girdiğimizde bakışlarımı özlediğim rengârenk evlerin üzerinde gezdirdim. Mor ve beyaz çiçeklerle süslü olan ev kadrajıma girdiğinde gülümsedim. Burayı görmeyeli bir ay olmuştu. Özlemiştim. Araba durduğunda kapıyı açarak önce ben sonra da abim indi. Lila rengindeki kapıyı iteklediğimde bahçedeki çardakta oturan Alparslan amcamı ve Elif yengemi gördüm. Sırtları bize dönük olduğundan henüz geldiğimizi fark edememişlerdi. Birkaç adım daha attığımda sesleri daha da duyulur vaziyetteydi. Abim dikkat çekmek için yapay bir şekilde birkaç defa art arda öksürdü. Amcamla yengem omuzlarının üzerinden arkaya baktıklarında yengemle göz göze geldik. Ela gözleri gözlerimle kesiştiğinde parladı. Gülümsedim. Ayağa kalktıklarında amcam, "Yolunu mu kaybettin oğlum?" diye sordu muzip bir ifadeyle abime. Abim mahcupça güldü. "Valla işler falan... Çok yoğunuz. Vakit bulamıyorum amca." dedi. Amcam kafasını iki yana sallayarak güldüğünde mavi harelerini bana çevirdi ve içten bir tebessüm etti. "Gel kız buraya." dedi kollarını iki yana açarken. Hızla kollarının arasına attım kendimi. "Amcacığım, nasılsın?" dedim, kokusunu içime çekerken. Amcamı çok özlemiştim. "İyiyim benim güzel kızım. Sen nasılsın? Üzmüyor değil mi seni bu sıpa?" Kendimi tutamayıp kıkırdadığımda abim yine öksürdü. Bu gülme Azra demekti. Amcamın kollarından çıkıp bir kolumu sırtından beline doladığımda abimle yengemde sarılıyorlardı. Ayrıldıklarında abim kolunu yengemin omuzuna atarak bize baktı. "Valla abiciğim hiç kusura bakma. Amcam çok haklı... İnsan bir arar, sorar." dediğimde, abim tek kaşını kaldırıp öyle mi der gibi baktı, gülmemek için kendini zor tutuyordu. Öyle der gibi kaşlarımı kaldırıp indirdim. Amcamın kollarından çıkıp yengeme sarıldım. "Hiç bu kadar ayrı kalmamıştık." dedi yengem. Geriye çekildiğinde avuçlarını yanaklarıma yerleştirdi. Gülümsedim. "Bir ay oldu ama ben çok özledim ya." Yanaklarımı okşadı. "Ben de." Hem amcamları hem de İzmir'i çok özlemiştim. Peki, bir ihtimal buraya döndük diyelim. Ya orası? Artık oradan ayrılabilecek miydim? Sanmıyordum. Bir yarım burada diğer yarımda orada olsa olmaz mıydı? Keşke böyle bir ihtimal olabilseydi. "Kumru nerede? Okulda mı?" diye sordum. "Yok Azracığım, bugün onun dersi yok. Okula gitmedi ama uyuyor içeride." Yengem konuşurken gülümsüyordum. "Uykucu." diye mırıldandım, keyifle. Dinime küfreden Müslüman olsa diye geçirdim içimden. "Ben şunu bir güzel uyandırayım." diye devam ettim. Yengem başıyla onayladı. Bahçedeki birkaç merdiveni çıkarak eve girdim. Anahtar kapının üzerindeydi. Ayakkabılarımı çıkartıp terlik giydim. Bir üst kata çıktığımda merdivenlerin hemen karşısındaki odaya ilişti gözlerim. Buruk bir tebessüm oluştu dudaklarımda. Aycan'la kaldığımız odaydı. Çok güzel anılar vardı; evin her köşesinde. Eskiden kaldığımız odayı es geçerek hemen solundaki odaya doğru yürüdüm. Bu odanın yanında bir oda daha vardı. O da amcamların odasıydı. Kapının kulpunu aşağı indirip yavaşça içeri girdim. Uyuyordu. Yatağa yanaştım ve kenarına oturdum. Ellerimi yorganın altından geçirip gıdıklandığı tüm yerlere dokundurdum. İlk hamlede gözlerini irice açarak bana baktı. Parmaklarım hareketini hızlandırdıkça odanın içindeki kahkaha sesleri daha da çoğaldı. Gıdıklamayı bıraktığımda göğsü hızla inip kalkıyordu. Ellerini karnına bastırarak bana baktı. "Bi-bir an öleceğim zannettim Azra." dedi, kesik kesik nefes alırken. Sinsice güldüm. Bana kınar gibi baktığında bildirim sesi doldurdu odayı. Mesajdı. Fakat bu sefer benim telefonuma gelmemişti. Bakışlarım gayriihtiyari yatağın sağındaki komodinin üstündeki ekrana kaydı. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. "Günaydın." Mesaj Can diye birinden gelmişti. Can? Benim tanıdığım tek bir Can vardı. Onunda Kumru'yla hiçbir işi olmazdı. Fakülteden biri miydi? Olabilirdi. Çünkü etrafımızda tanıdığımız tek bir Can bile yoktu. Yeni tanıştığı biri olmalıydı. Okuldan olabilirdi. Hızla doğrulup telefonu eline alıp mesajı okudu ve endişeyle bana baktı. Kaşlarım çatıldı. Okumuş olmamdan korkuyor gibiydi. Kimdi bu Can?! "Kim bu Can? Günaydın mesajı atabiliyorsa baya yakın olmalısınız." dedim, sesimi yumuşatabildiğim kadar yumuşatarak. Korkutup yalan söylemesini hiç istemezdim. Sertçe yutkundu. Gözlerime baktı. Gözlerinde tedirginlik vardı. Peki ama neden? Gözlerini kaçırarak, "Tanımazsın sen. Fakülteden biri." diye yalan söyledi. Bir insan yalan söylemeyi bu kadar mı beceremezdi? Aptal! Kimse senin kadar iyi bir yalancı değilse, bu onların suçu değil! "Hım," Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Okuldan biri yani?" "Hı hı." diye onayladı beni. "Çok kötü bir yalancı olduğunun farkında mısın?" dedim, hemen ardından. Gözleri seğirdi. İnandığımı falan sanıyorsa yanılıyordu. "Nereden çıkardın bunu?" Bakışlarımı elinde sıkıca tuttuğu telefona indirdim. Parmaklarını gevşeterek telefonun parçalanmasını engelledi. "Gerilecek bir şey yok." diyerek bakışlarımı gözlerine çıkardım. "Bana her şeyi anlatabilirsin, biliyorsun değil mi?" Gözleri dolduğunda sıkıntılı bir nefes çekerek yanaklarını avuçlarımın arasına aldım. Gözlerinin içine baktım. "Ağlama." dedim, yumuşak bir sesle. Gözlerini kaçırarak odanın içinde gezdirdi. "Kumru," Yanağına akan yaşı başparmağımla sildim. Gülümsedim. "Ağlama lütfen. Ve gözlerime bak." Bakışları ürkekçe gözlerime değdi. Korkmaması için daha da gülümsedim. "Ben yanlış bir şey yapmıyorum." diye savunmaya geçtiğinde burnumdan güldüm. "Biliyorum bebeğim. Sen yanlış bir şey yapmıyorsun." Gözleri ışıldadı. Yanaklarını okşadım. Gülümsedim. "Kim bu Can?" diye sorduğumda gülümsedi. "Can Yüksüz." Bu hiç iyi değildi. O adamdan hiç haz etmiyordum. "Bir şey söyle." "Nasıl tanıştınız?" diye sordum. Avuçlarımı yanaklarından çekerek kucağımda birleştirdim. "Hangi ara bu kadar yakın oldunuz?" Gözlerini kaçırarak "Doğum günümde." diye mırıldandı. "Siz gittikten sonra Efe'yle birlikte beni bırakmışlardı." Kaşlarım çatıldı. "Çınar'la Kerim?" diye sordum. "Onlar neredeydiler?" Bilmem der gibi dudaklarını büktü. "Sizden sonra hemen çıkmışlardı ama nereye gittiklerini bilmiyorum." Ben biliyorum. "Sonra?" dedim asıl konuya dönerek. "Sonra bir şekilde numaralarımızı verdik. O zamandan beri de yazışıyoruz. Çok iyi biri... Hatta çok naif..." Naif? "Onunla yazışırken mutlu oluyorum. Hem zaten sizin arkadaşınız değil mi?" "Değil. Benim arkadaşım değil yani." Şaşırtmadı bu söylediğim onu. Aksine biliyormuş gibiydi. "Biliyorum. Yani Can söylemişti." Kaşlarım havalandı. "Daha neler söyledi acaba?" diye sordum kendi kendime mırıldanarak. "Sizin yıldızın pek barışmamış. Yani o öyle söylemişti." dedi Kumru. Demek bu yüzdendi kıvranmaları. Tepki vereceğimden korkmuş ürkek ceylanım. Neyse... "Doğru söylemiş pek haz etmiyorum kendisinden, tabii o da benden. Aramızda yüksek gerilim hattı mevcut." Tabii bu kadar değildi. Abartıyordum. Söylediğim yalanlarla gözleri irice açıldı. Durumun vaziyetinin bu kadar kötü olduğunu bilmiyordu. Değildi de zaten. Ufak bir oyundu sadece. "O kadar da kötü olduğunu düşünmemiştim." dedi Kumru. Kendimi tutamayıp patlattığım kahkahayla kaşları çatıldı. "Şakaydı." dedim gülüşlerimin arasından. "Ne tepki vereceğini merak ettim sadece." Omzuma vurarak yataktan çıktı. Yalın ayakla gardırobuna ilerledi. "Pislik." İşaret parmağımı kendime doğru tutarak "Bana mı dedin onu?" diye sordum şaşkınlıkla. Başını salladığında gözlerimi irice açarak "Can seni biraz terbiyesizleştirmiş olabilir mi?" Gözlerini devirip gardırobun kapağını açıp kıyafetleri eliyle eleyerek seçtiklerini alıp odadan çıktı. Onu beklerken çantamın içindeki telefonu elime alarak WhatsApp'a girdim. Gelen bir mesaj yoktu. Çınar'ın profil fotoğrafı çarptı gözüme. Üzerine tıkladım. Bu fotoğrafı daha önce görmüştüm. Instagram'daki paylaşmış olduğu üç fotoğraftan biriydi. En beğendiğim fotoğrafıydı. Stalk yaparken Aycan yüzünden yanlışlıkla beğendiğim, beğenmekle kalmayıp beğeniyi geri çektiğim ve rezil olduğum o fotoğraftı. Fotoğrafı yine ve yeniden inceledim. Siyah ona çok yakışıyordu. Fazlasıyla... Gözlerindeki siyah çerçeveli oval gözlük, üzerindeki simsiyah takım ve üsten açtığı iki düğmeye kadar çok nefes kesici görünüyordu. Yüzümdeki silik bir tebessümle fotoğrafı incelemeyi bırakıp mesaj yazmaya başladım. "Günaydın sevgilim..." Attığım mesajın ikinci dakikasında çevrimiçi oldu ve mesaja görüldü attı. Yirminci saniyenin sonunda yazmaya başladı. Mesajı gördüğü andaki ilk tepkisini çok merak etmiştim. "Günaydın sevgilim..." Gülümsedim. "N'apıyorsun?" "Kahvaltı yapıyorum." "Afiyet olsun." "Teşekkür ederim." "Ne zaman geleceksin?" "En geç yarın sabah." "Çok özledim." "İki hafta geçti. Bence bir gün daha dayanabilirsin." "Sabrederim." Kapı açıldığında kafamı kaldırdım. Kumru kurutmuş olduğu saçlarıyla odaya girmişti. Üzerinde siyah, kemerli, deri bir şortla balıkçı yaka, siyah bir body vardı. Dolabını açıp siyah deri ceketini aldı ve üzerine geçirdi. Bakışlarımı açık kalan ekrana çevirdim. Klavyedeki emoji kısmına girdim ve kalbe dokunarak yolladım. Ekranı kilitleyip telefonu çantama koyduğumda Kumru'yla göz göze geldik. Gözlerini kısarak bana bakıyordu. "Ne gülüyorsun sen?" Kaşlarım çatıldı. "Anlamadım?" diye sordum. "Neden sırıtıyorsun diyorum." Sıkıntılı bir nefes verip yataktan kalktım. "Bir videoya hoşuma gitti." diye cevap verdim. "Hem sen onu bunu bırak da... Can'ın bu son hareketi hoşuma gitmedi değil ha." diye konuyu değiştirdim. "Hangi hareketi?" diye sordu merakla. "Hani onunla aramızdaki enerjinin tutmadığını söylemiş ya. Harbi adammış yani. Sonuçta seni kendine bağlayana kadar, en yakınınla olan ilişkisini kullanarak iletişime geçmek yerine doğruları söylemiş." Amacım her ne kadar konuyu değiştirmek olsa da söylediklerimde içtendim. Utanarak başını eğdiğinde parmak uçlarımı çenesine bastırarak gözlerime bakmasını sağladım. Gülümsedim. "Utanılacak bir şey yok. Sadece çok kaptırma kendini. Yani her ne kadar harbi adam demiş olsam da sen benim öyle dediğime bakma." Söylediğim şeyle genişçe gülümsedi. "Valla Azra sen ne dediğini biliyor musun? Bir karar ver." "Demek bana karşı onun tarafındasın öyle mi?" dedim, alaylı bir ifadeyle. Gözlerini devirdiği sırada seslice güldüm ve parmaklarımı çenesinden çektim. "Bak Kumru," dedim ciddileşerek. "Ben sadece senin üzülmeni istemiyorum o kadar. Zaten onu gördüğümde bir güzel testten de geçireceğ..." "Saçmalama." diye sözümü kesti. "Yani bunu yapmana gerek yok." Gözlerimi kapatarak başımı salladım. Tam olarak söyleyeceğim şeyi yapmayacak olsam bile kesinlikle konuşacaktım. "Tamam canım. Bir de sen isteyene kadar da kimseye bir şey söylemeyeceğim." "Aycan'a da?" dedi, tek kaşını kaldırırken. Gözlerimi kapatıp açarken "Aycan'a da." diye onayladım onu. Kollarımı uzatarak sıkıca sarıldım. Aşağı indiğimizde bahçedeki çardakta kahvaltımız hazırdı. Hep birlikte buruk fakat keyifli bir kahvaltı yapmıştık. Kahvaltıdan sonra hava soğuk ve yağmurlu olduğundan bir yere gidememiştik. Bahçede oturup bir ayın hıncını alırcasına vakit geçirmiştik. Akın abim okulum için uçağın biletlerini bu akşam saat ona almıştı. Akşam yengemle birlikte güzel bir sofra kurup hafif serin olan bahçede yemeğimizi yemiştik. Kahvelerimizi içtikten sonra ayaklanıp vedalaşmıştık. Her biriyle uzun uzadıya sarılmıştım. Lila rengindeki kapıdan çıktığımda bir yaş akmıştı yanağıma. Uçaktan indiğimizde saat on biri on sekiz geçiyordu. İzmir'in aksine İstanbul daha ılımandı. Eve vardığımızda yarım saat kadar bahçede oturup babam ve Aycan'la konuşmuştuk. Saat on iki olduğunda odama çıkıp duş almıştım. Üzerime siyah kısa kol ve bol paça siyah bir eşofman geçirmiştim. Yatağa girdiğimde sabahtan beridir sesi soluğu çıkmayan Çınar'dan mesaj gelmişti. "İyi geceler demeden uyumak istemedim. İyi geceler sevgilim..." "İyi geceler sevgilim. Bu arada evimde, odamdayım." "Bu seni bekliyorum demek mi?" "Tabii ki hayır aptal." "Sadece bilmeni istedim." "Merak etme mesaj yerine ulaşıldı." "İyi geceler!" Görüldü atmıştı. Görüldü atıp cevap yazmamıştı. Önce sinirlenmiştim. Fakat sonra buraya geldiği düşünüp sakinleşmiştim. Başımı yastığa koyup uyumaya çalışmıştım ama nafileydi. Ne yaptıysam gözüme bir türlü uyku girmemişti. Yarın on buçukta dersim vardı ve ben onu düşünmekten uyuyamamıştım. En sonunda üzerimdeki pikeyi sertçe iterek doğruldum ve yataktan çıktım. Balkona çıkıp derin derin nefesler aldım. Bundan neredeyse yirmi gün önceki konuşmamız düştü zihnime. "Gidiyorum." demişti. "Bir sonraki gelişimi bekle, sürpriz." "Ne sanıyorsun yani? Her gece seni bekleyerek uyuya falan kalacağımı mı?" "Yanılıyorsun." demiştim o soruma başını sallayarak karşılık verdiğinde. Bakışlarımı karşıdaki nefes kesici ormanın üzerinde gezdirdim. "Al işte," dedim sinirle sesimin tınısına dikkat ederken. "O haklı çıktı ve üstüne üstlük uyuya bile kalmadım." "Çünkü sürpriz değildi." diye başka bir ses duymamla başımı balkon kapısının pervazına yaslanan Çınar'a çevirdim. "Geleceğimi anlamıştın." Şaşkınlığımı üzerimden atarak gülümsedim. Bir adım atarak elini uzattı. Bileğime dolanan parmaklarıyla daha ne olduğunu anlayamadan içeri çekildim. Kollarını belime dolayıp yüzünü boynuma gömdü. "Dün gece sen gelmiştin. Bu gece de ben..." Derin bir nefes aldığını işittim. "İadeyi ziyaret." Sertçe yutkundum. Şaşkınlıktan dolayı havada duran ellerimi boynuna bastırarak daha da sıkı sarıldım. "Sen kazandın, ben kaybettim." İçimdeki huzurun hiçbir tarifi olamazdı. "Yenilgimin beni bu kadar mutlu edeceğini hiç düşünmemiştim." diye devam ettim. Asla dediğim her şeyi yapıyordum ve bundan asla şikâyetçi değildim. Geri çekildiğinde çok da uzağa gitmedi, yüzümü avuçlarının arasına aldı ve alınlarımızı buluşturdu. "Özledim." dedi gözlerimin içine bakarken. Gülümsedim. Derin bir nefes aldım. "Ben de..." Boynundaki bir elimi yanağımın elindeki elin üstüne koydum. Alnını alnımdan ayırmadan dudaklarıma sert, tutku dolu bir öpücük bıraktı. Nefesi nefesimle karışırken gözlerimin içine baktı. "Her şey dursun; zaman dursun, hayat dursun. Biz seninle ömür boyu böyle kalalım; ele ele, göz göze, dudak dudağa..." dedi ve gözlerini yumdu. İçim içime sığmıyordu. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Kalbinin sesi kalbimin sesiyle sanki savaş içindeydi. Geçmiş olsundu. İki insan birbirini seviyorsa, buna mutlu bir son yoktur, demiş Ernest Hemingway. Bu düşüncenin asla doğru olmadığını kanıtlamak için her şeyimi verecektim. "Çok teşekkür ederim." diye fısıldadım. Burnumun ucuna dudaklarını bastırdığını hissettim. "İyi ki pes etmemişsin. İyi ki kabul etmişim. İyi ki sen... İyi ki..." Kollarımı boynuna dolayarak sıkıca sarıldım. Gün ağarana kadar ona sarılabilirdim. Beni sarhoş eden o toprak kokusunu çok özlemiştim. Kollarını belime sardı. "İyi ki de sen."
*****
Kartımı turnikeye okutup hızla yürümeye başladım. Geç kalmıştım. Adımlarımı hızlandırıp dersin olduğu kata çıktım. Dersliğin önüne geldiğimde derin bir nefes aldım. Bugün çarşambaydı ve kapının diğer ucunda onun olduğunu biliyordum. Aynı zamanda geç kaldığımı da... Elimin tersiyle birkaç kez tıklattım. "Gir." diye bir ses duydum kapının ardından. Kapının kulpunu kavrayıp daha fazla zaman kaybetmeden aşağı çektim ve kapıyı açarak içeri girdim. Tüm öğrenciler ve Çınar'ın bakışları bana çevrildiğinde "Kusura bakmayın geç kaldım. Malum İstanbul trafiği." diye açıklama yaptım. "Yerine geçebilirsin." dedi. Mahcupça başımı yavaşça hareket ettirerek teşekkür ettim. Hızla yerime geçtiğimde önümde oturan kıza bakarak çokta geç kalmamış olduğumu fark ettim. Henüz yeni başlamış sayılırlardı. Çınar, yine bildiğimiz Çınar'dı. Sanki dün gece beni öpen o değilmiş gibi bir defa bile gözlerime bakmamıştı. Hani anlıyordum odağını kaybetmek istemiyordu ama insan bir kez yanlışlıkla bile olsa bakardı. Böyle ketumluk yoktu! Dersin sonlarına geldiğimizde sonunda dayanamayarak, "Hocam," diye seslendim. Bakışlarını mecburiyetten bana dokundurduğunda yüzümdeki gülümseme genişledi. "Bugün boş musunuz?" Aramızdaki birkaç sıraya rağmen gözlerindeki şaşkınlığı gördüm. "N-nasıl? A-anlamadım?" Kekeleyerek konuşması seslice gülmeme neden oldu. "Anlaşılmayacak bir şey yok." Tek kaşını kaldırarak uyarı dolu bir ifadeyle baktı. Alt dudağımı dişlerimin arasına alarak gözlerinin içine baktım. Ne sanıyordu? Kalkıp da herkesin ortasında bizi ifşa etmeyeceğime göre ne bekliyordu merak etmiştim. "Birkaç çizimim var. Onları gösterecektim." Yalandı. Fakat yalan sayılmazdı çünkü Çınar'da şu an bunu uydurduğumu biliyordu. Artık sinirlenmiştim. Herkese baktığı sınıfta bir şekilde benimde gözlerime bakması gerekiyordu. "Maalesef." dedi. Böyle bir cevap beklemediğimden kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. "Çok isterdim fakat sana ayıracak vaktim maalesef ki yok." Aralıklı duran dudaklarımı birbirine bastırarak cesurca gözlerinin içine baktım. "Sebebini öğrenebilir miyim?" "Tabi," Kollarını bağlayarak kalçasını masasına yasladı ve gözlerime baktı. "Kız arkadaşımla uzun zamandır çok uzağız." İçimdeki mutluluğu yüzüme yansıtmamaya çalıştım. "Bugünüm onundur." Ama benim maalesef ki dersim vardı. Sertçe yutkundum. "Bizde öğrenciyiz sonuçta. Yardımcı olmak zorunda değil misiniz?" diye meydan okudum. "Nazan Hoca bu konuda sana daha çok yardım edecektir, şüphen olmasın." Ömrümde bu kadar iyi oyunculuk görmemiştim! Bir ara oyunculuk eğitimi alıp almadığını soracağımı aklımın bir köşesine yazmıştım. "Her ne kadar yardım teklifimi geri çevirmiş olsanız da yine de teşekkür ederim." dedim imayla. "Kusura bakma." Bakışlarını üzerimden çekerek sınıfa döndü. "Ders bitmiştir. İyi günler." dedi ve siyah omuz çantasını omuzuna asarak derslikten çıktı. Ağır hareketlerle toparlanıp derslikten çıktım. Bahçeye çıkmadan evvel filtre kahve almıştım. Normalde dersim bitmişti fakat gelmediğimiz günün telafisini blok derslerle yapacaktık. Ders birazdan başlayacaktı, ne kadar süreceği ise belirsizdi. Gelen bildirim sesiyle gülümsedim. Telefonu elime aldığımda gülümsemem yüzümde asılı kaldı. Mesaj beklediğim kişiden gelmemişti. "Merhaba Azra." Mesaj Damla'dandı. Çevrimiçi yazıyordu. Parmaklarımı tedirgin bir şekilde klavyede dolaştırdım. "Merhaba." "N'apıyorsun?" "Fakültenin bahçesindeyim." "Müsait misin?" "Ne için?" Neden yazdığını bal gibi de biliyordum. Keşke bilmeseydim. "Geçen konuşmamız yarım kalmıştı ya onun için." "Hatırladın mı?" "Hatırladım." Hatırlamaz olaydım. "Bugün müsait olduğunda hastaneye uğrayabilir misin? "Blok dersim var. Tam olarak ne zaman biter bilmiyorum." "Bittiğinde gelirsin. Konuşmak istiyorum." "Tamam o zaman dersim bittiğinde gelmeden yazarım sana." "Tamam canım sağ ol." "İyi dersler." "Sana da iyi çalışmalar."
Telefonu çantama atıp derin bir nefes aldım. Antalya'dayken konuştuğum birkaç kişiden biri olan Ceyda, bu tarafa doğru adımlarken gülümsedim. Yanıma otururken "N'apıyorsun?" diye sordu. Samimi bir kızdı. "Öyle... Dersten çıktım, bir kahve içeyim dedim." Kahvemden bir yudum aldım. "İyi etmişsin." dedi ardından oflayarak derin bir nefes verdi. "Şu blok derslerden nefret ediyorum ya." Yapacak bir şey yok der gibi omuzlarımı indirip kaldırdım. "Neredeyse iki haftadan fazladır yokuz. İyi olur bu ders. Çok geride kaldık." dedim. "Doğru aslında ama işte nefes almadan kaç saat..." Derin bir nefes aldı. "Anlatırken bile nefesim daralıyor." Güldüm. "Hadi, hadi. Çok konuştuk." Ayağa kalkıp elinden tuttum. "Bugün bir kez daha derse geç alırsam adım çıkacak." "Abartma." dedi gülerken. Ayağa kalktı. Birlikte okula girip dersliğe doğru ilerledik. Sınıfa girdiğimizde hemen hemen herkes yerini almıştı. Ortalardan bir sıraya oturduk. Beş dakika sonra Nazan Hoca geldi. Saat beşe geldiğinde hemen hemen herkes elini beline koyarak söyleniyordu. Gerçekten belimin tutulduğunu hissediyordum. Ceyda söylendikçe daha da çekilmez oluyordu. Nazan Hoca artık halimize acımış olsa gerek beşi otuz beş geçe dersi sonlandırdı. Ceyda'yla sarılıp fakülteden çıkıp taksiye bindim. Taksi yarım saat sonra Acıbadem Maslak Hastanesinin önünde durduğunda ödemem gereken meblağı ödeyip arabadan indim. Damla'ya geldiğime dair bir mesaj atarken hastaneye girdim. Hastanenin kafeteryasına indiğimde bir masaya oturup Damla'yı bekledim. Artık neyle ilgili konuşacağımızı da biliyordum, böylesi daha stresliydi. Damla'yı gördüğümde zorla gülümseyerek ayağa kalktım. Kollarını açarak sıkıca sarıldığında aynı şekilde karşılık verdim. Aslında Damla'yı seviyordum fakat Kerim'le olan -ya da olmayan- ilişkileri bana sıçradığından yanındayken tek ayaküstündeydim. Kerim hakkında soracağı sorulara nasıl cevap vermem gerekiyordu bilmiyordum. Ayrıldığımızda karşımdaki sandalyeyi çekip oturdu. Yüzündeki tebessüm silikleştiğinde sertçe yutkundu. "Konunun ne olduğunu tahmin ediyorsun diye düşünüyorum." Daha fazla saçmalamaya gerek yoktu. Kafamı sallayarak onayladım. Gözlerimin içine çok uzun bir süre baktığında dinliyorum der gibi kaşlarımı kaldırıp kafamı hafifçe iki yana salladım. "Söyleyecek bir şey yok." Kaşlarım çatıldı. "Sorduğum soru hâlâ aynı." diye ekledi. Derin bir nefes aldım. "Her şeyi açık açık konuşalım mı?" diye sordum artık dayanamayarak. Kerim'le son konuşmamız hiç de iyi sonlanmamıştı. Ne istiyordu bilmiyordum. Seviyorsa konuşsaydı ya! Niye ısrarla susuyordu? Neymiş? Duygularını ciddiye almayıp, alaya alacakmış(!). Daha nelerdi? Nasıl bu şekilde düşünürdü? Damla asla böyle bir şey yapmazdı ki. Kısacık zamanda da olsa onun böyle biri olmadığını anlayacak kadar tanımıştım. Bu bahaneyi kabul etmiyordum. Bildiğin bahaneler uyduruyordu! "Ben de bunu istiyorum zaten." diye cevapladı beni. Hay hay der gibi başımı salladım. Parmaklarımı birbirine geçirerek yatay bir şekilde masaya yerleştirip gözlerinin içine baktım. "Şimdi söylediklerim seni çok şaşırtacak," Gözleri kısıldı. "Ve bu kesinlikle aramızda kalacak." Artık yalandan da saklı olan her şeyden de nefret ediyordum. Her ne kadar üzerime düşmese de Damla'nın olanlardan haberi olmalıydı. Belki çok kötü bir tepki verecekti. Belki de Kerim'in hiç ummadığı bir şey olacaktı ve bir ilişkileri olacaktı. Tek bildiğim, Damla'nın artık bilmesi gerektiğiydi. Masanın üzerine eğilerek yaklaştı. "Tamam." dedi. Derin bir nefes alıp dudaklarım araladım. "O sapık bir tacizci değil." Kaşlarını çattı. "Geçen sefer bakışlarından rahatsız olduğunu söylemiştin ya." dedim hatırlatmak istercesine. "Aksine bunu yapacak son insan bile değil. Kalbinin saflığını bi' görsen..." "Anlayamıyorum." dedi sözümü keserek. Gerçekten Kerim'in kendisine olan bakışlarının bir sapığın bakışlarından ziyade, hayran dolu olduğunu hiç mi fark edememişti? "N'oluyor Azra?" "Bir şey olduğu yok." Sesim biraz yüksek çıkmıştı. "Sadece nasıl fark edemediğini anlayamıyorum!" Sırtını dikleştirerek saçlarını omuzlarının arkasına atarak derin bir nefes aldı. "Damla," Parmaklarımı çıtlatıyordum. "Gerçekten sana nasıl baktığını görmüyor musun? Ya da nasıl bakmaya kıyamadığını?" "Sus." dedi gözlerini yumduktan sonra. Histerik bir kahkaha döküldü boğazımdan "Konuşmak istediğini sanıyordum?" "Azra!" dedi uyarı dolu bir tonlamayla. Gözlerini aralayıp gözlerime baktı. Lütfen yalan söylüyor ol der gibi. "Bir şey söylemeyecek misin?" "Saçmalık bu." Yüzüme hafif bir tebessüm oluştu. "Saçmalık değil bunlar, gerçek." dedim. "Hangi ara olabilir ki?" diye sordu şaşkınlıkla. Kendine soruyor gibiydi. "Biz Çınar'la nasıl olduysak öyle... Ki bu, bu kadarlık bir şey değil sadece." dediğimde, "Nasıl?" diye sordu nefes verir gibi. "Çok uzun bir süreyi kapsayan bir sevgi." diye açıkladım. "Hem de çok uzun zaman önceyi. Sen belki yedi yaşında bile değildin. Ben de tam bilmiyorum." "Ama nasıl?" Bakışlarını masanın üzerinde gezdirdi. Düşünüyor olmalıydı. "Daha da ayrıntıya girmeyeceğim. Ki zaten girdim gireceğim kadar. Neyse..." Derin bir nefes verdim. "Anlaştığımız gibi aramızda kalacak. Sen bunları hiç duymamışsın gibi, aynı şekilde davranmaya devam edeceksin." Ayağa kalktım. "Eğer ayrıntılarını da merak edersen. Nasıl öğrendiğimi falan... Belki sonrasını da... Tekrardan konuşmak istersen ben anlatmaya hazırım. Ya da dediğim gibi umurunda değilse hiç duymamış gibi devam et hayatına. Görüşürüz." deyip arkama döndüm ve kafeteryadan çıktım. İstikamet belliydi: Çınar'ın evi... Sürpriz yapacaktım. Hem zaten doğru dürüst hasrette giderememiştik. Taksiden indiğimde hava kararmıştı. Eve bakıp genişçe gülümsedim. Umarım evdedir diye geçirdim içimden. Sokak kapısından girip evin sağ tarafındaki boşlukta ilerledim. Arka bahçeye yaklaştığım sırada adımı duymamla adımlarım kesildi. "O gün Azra'yı gösterdiğimde..." "O konu açılmamak üzere kapandı Can!" Kaşlarım çatıldı. "Biliyorum Çınar, sadece merak ettim. Eğer ben..." "Can! Kapandı diyorum kardeşim. Unut gitsin! Hiç öyle bir an yaşanmadı var say. Ben onu çok seviyorum." diye tekrardan böldü Can'ın sözünü Çınar. Kaşlarım gevşediğinde yüzümde bir gülümseme peyda oldu. "Gerçekten bu kadar çok mu seviyorsun?" diye sorduğunu işittim Can'ın. "Ona deliler gibi âşığım." Bu şekilde duymamalıydım. Gözlerimin içine bakarak söylemesini tercih ederdim. Ah Can! "Mesela şu an sımsıkı sarılmak istiyorum." Sertçe yutkundum. Elimi hızlanan kalbimin üzerine koydum, sakinleştirmek istercesine. " O çok farklı, çok özel... Çok seviyorum onu. Çok..." Ben de seni çok seviyorum Çınar Yıldırım. ...
BİTTİ..
Kitap nasıl gidiyor? |
0% |