Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. Bölüm: "Değmeyecek Bi' Sevgi..."

@senemeevren

Yorum yapmayı ve oy vermeyi lütfen unutmayın



...

Hayatımda birçok kez bu tarz sorularla karşılaşmıştım; fakat o zaman cevabım belliydi: Hayır. Ama şu an sanki dilim tutulmuştu ve ne cevap vereceğimi ben bile bilmiyordum. Sadece oldukça şaşkındım.

Bakışlarım gözlerinde takılı kalmıştı. İrice açılmış gözlerle bakıyordum gözlerine. Dudağının bir kenarı havaya kalktığında, bakışlarım ağır bir çekimdeymiş gibi yavaş yavaş dudaklarına indi. Şu an hiçbir şeyi algılayamıyordum. Sorduğu soru kafamın içinde yankılanıyordu.

Peki, şu an vaktin var mı?

Bu sorunun anlamı benim büyüttüğüm kadar derin olmayabilir miydi? Anlamı neydi ki?

Biriyle çıkmayı düşünüyor musun muydu? Yoksa benimle çıkar mısın mıydı?

Kaç kez art arda yutkunduğumu ben bile sayamamıştım. Avuç içini gözlerime doğru birkaç kez sallarken, "İyi misin?" diye sordu. Tam bir adım geriye gidiyordum ki ayağımda topuklu olduğunu unutmuştum. Acılıyla bağırdığımda, beni yere düşmekten kurtaran kişi Çınar'dı.

Kolunu belime sardığında, yüzü yüzme çok yakındı. Sol bileğimdeki acı oldukça keskindi. Acıdan dolayı yüzümü buruşturdum. "İyi misin?" diye sordu. Yere oturmaya çalışırken, o da belimdeki eliyle birlikte dizlerini yere koyarak "Hastaneye gidelim?" dedi, sorarcasına. Başımı olumsuz anlamda salladım. "Yok, hiç gerek yok. Buz koyarsam geçer."

Gözlerini devirdiğini hissettim. "Hadi kalk, inat etme." dedi. Bakışlarım gözlerine tırmanırken "Gerek yok dedim." Sakinleşmek için gözlerini kapattı. Tekrar açtığında "Peki," dedi, kabul edercesine. Sonra ekledi: "Eve bırakmama izin ver bari." Bakışlarımı denize çevirdiğimde, kafamı aşağı yukarı salladım.

Ayağımdaki ayakkabıları çıkarttıktan sonra belimdeki eli daha da sıkılaştı. "Şimdi yavaşça kalkalım." dedi, ilgili bir sesle. Ayağa kalktığımızda tüm ağırlığımı onun üzerine vermiştim ama o sanki hiç etkilenmemiş gibiydi. Burnuma dolan kokuyla birlikte gözlerimi kapattım.

Kokusu; yağmur sonrası, ciğerlerime dolan, o toprak kokusunu anımsatıyordu.

Yolcu koltuğuna oturduğumda, gözlerimi açtım. Ayakkabılarımı hemen ayaklarımın ucuna bıraktı ve arabanın önünden geçerek sürücü koltuğuna oturdu. Arabayı geldiğimiz yönde çevirdiğinde hızla ilerlemeye başladı. Bakışlarımı bir kez bile ona değdirememiştim.

Bakışlarım ellerime indi, parmaklarımla tırnağımın kenarlarındaki etleri kopardığımı fark edip hemen durdum. Göz ucuyla ona baktığımda, onun bakışları benim üzerimdeydi. Refleksle başımı hemen yanımdaki cama çevirdiğimde, keyifli bir gülüş doldu kulaklarıma.

Bu gülüş bana ait olmadığına göre... Gerginliğim bu kadar fark ediliyor muydu?

"Cidden böyle mi devam edeceğiz? Sen utanacaksın, ben sana bakıp..." Bir tepki dahi vermeden onu dinliyordum. Kolumda ellerini hissettiğimde, bakışlarımı ona çevirdim. Gözlerimin içine bakarak "Bu kadar gerileceğin bir şey yok. Sadece bir şansımız var mı, diye sordum." dedi. Ne diyeceği bilememiştim.

"Ben..." diye mırıldandım. "Şimdi düşünmemiz gereken konu bu değil, ayağın." Gerginlikten ötürü dudaklarımı ıslattım. "Düşüneceğim, dediğini var sayalım." dedi ve kolumdaki elini çekti. Araba yavaşça dururken "Ama iyi düşün, çünkü o cevabı er ya da geç vereceksin." dedi ve hızla kemerini çıkarıp arabadan indi.

Dediklerini algılamaya başladığımda yanımdaki kapı açıldı. Bakışlarımı ona çevirdiğimde küçük bir sağlık ocağının önünde durduğumuzu fark ettim. "Sana gerek yok demiştim." Kemerimi açtıktan sonra sol elini sırtıma koyup, sağ elini dizlerimin altından geçirdiğinde, ellerimi boynuna doladım.

Bakışlarımı sağlık ocağına çevirdiğimde, tabelanın üstündeki yazıyı okudum.

Rumeli Kavağı Aile Sağlığı Merkezi

Mahcubiyet dolu bakışlarımı Çınar'a çevirdiğimde, sağlık ocağının sokağa bakan merdivenlerini tırmanıp içeri girdik. Duvarda asılı duran saate baktım, saat neredeyse altı buçuğa geliyordu. İçerdeki derin sessizlikten dolayı kimsesin olmadığını anlamıştım.

Çınar "Kimse var mı?" diye yüksek sesle sordu, sesi içerde yankılanmıştı. Bir ayak burkulmasından bu kadar telaşlanması, kendimi garip hissetmeme neden olmuştu. Başımı kaldırıp Çınar'a baktığımda, "Bak kimse yokmuş, geri dönelim." dedim. Sert, kararlı bakışlarıyla bana döndü.

Başımı gövdesine indirip sustum, ardından birkaç topuk tıkırtısı ve "Buyurun." diyen ince bir kadın sesi duyuldu. Beyaz önlüklü bir kadın bir odadan çıkıp bize doğru yürümeye başladı. Çınar'ın bakışları bana döndüğünde kadın yanımıza gelmişti. Utanarak bakışlarımı doktor kadına çevirdiğimde, Çınar'ın hâlâ bana baktığını hissedebiliyordum.

En sonunda Çınar bakışlarını önümüzdeki kadına çevirdi, ardından "Kusura bakmayın. Ayağı burkuldu, buraya geldik. Kapanmadı değil mi?" diye sordu, endişeyle. Kadın gülümsediğinde daha arttı utancım.

Doktor kadın "Aslında şu an kapalıyız ama tabii ki hastamızı geri gönderemeyeceğim." dedi ve arkasına döndü. "Takip edin." diye devam etti ve az önce çıktığı kapıdan girdi. Çınar doktorun hemen ardından odaya girdi, beni beyaz bir yatağın üstüne bıraktı ve geri çekildi.

Doğrulduğumda bacaklarımı yataktan sarkıttım. Doktor yanıma geldiğinde ellerimi tutup yere basmam için yardımcı oldu. "Sağ mı sol mu?" diye sorduğunda, sol tarafı gösterdim. Yere çömeldi. "Sol ayağının üstüne bas ve ağrının şiddetini söyle."

Söylediğini yaptığımda, keskin bir ağrıyla karşılaştım. Boğazımdan küçük bir inilti döküldüğünde, bakışlarımı Çınar'a çevirdim. Sanki acıyı o çekiyormuşçasına yüzünü buruşturması, bakışlarımı kaçırmama neden olmuştu.

Doktor eliyle bileğimi kontrol ettiğinde ayağa kalktı. "Korkacağımız bir şey yok. Siz uzanın ben size bir buz torbası getireyim, aralıklı aralıklı ayağınıza uygulayalım." Mahcupça başımı salladım. "Sağ olun." Yatağa geri uzandığımda kadın yanımızdan ayrıldı. Başımı tavana çevirdim ve derin derin nefesler aldım.

Doktor elindeki buz torbasıyla yanıma geldi, burkulan ayağımın üstüne koydu. Geri çekildiğinde, Çınar buzu tutmaya başlamıştı.

Birkaç saat süren bu uygulama sonrasında eve dönmek için yola çıkmıştık. Elimdeki buz torbasını ara ara bileğime tutuyordum. Karanlık da hızla ilerlerken "Nasıl?" diye sordu Çınar, ayağımı kastederek. Gözlerimi devirirken "İyi iyi, ama çok abartmadın mı? Sadece bileğim burkuldu." dedim.

Bakışlarını bana çevirerek "Canın yandı." diye açıklama yaptığında, kuruyan dudaklarımı ıslattım. "Benim yüzümden." diye ekledi. Bakışlarımı yola çevirdiğimde, süratle ilerliyorduk. Telefonumu elime aldım, ne bir mesaj vardı ne de bir çağrı. Bu durum beni şaşırtmıştı.

Mesajlara girerek Aycan'a yazmaya başladım.

"Neredesin?"

Anında çevrimiçi olmuştu. Yazıyor...

"Çınar'dayız. Birazdan çıkacağız, Kerim'le."

"Sen neredesin?

"Eve geçiyorum. Efe nasıl?"

"İyi gibi. Evde konuşuruz."

"Görüşürüz."

"Görüşürüz, bebeğim."

Telefondan başımı kaldırdığımda göz göze geldik. "Ne kadar kaldı." diye sorduğumda, afalladığını hissettim. "O kadar mı sıkıcıyım?" diye sordu. "Yok, yani geç oldu ya ondan şey yaptım..."

"Sıkıntı yok." diye lafımı böldü. "Gerçekten sıkıldığımdan değil, sen sabah..." Parmaklarımı çıtlattım. "İşte sen şey söyleyince..." Yutkundum. "Ben..." Elini, çıtlattığım parmaklarımın üstüne koyduğunda, araba yavaş yavaş durdu.

Gergin bir ifadeyle suratına bakarken "Parmaklarını bu kadar çıtlatırsan, yaşlanınca ellerin titrer." dedi, gülerek. Boğazımda "Hı?" diye bir ses çıktığında, kendimi yerin dibinde hissetmiştim. Gülüşü daha da derinleştiğinde bakışlarım dudaklarına indi.

Kaşlarımı kendine gel dercesine havaya kaldırdığımda, elleri hâlâ ellerimdeydi. "Hem sadece bir şakaydı, gerilme." Güldüm. "Şakaydı." diye tekrar ettim onu. Dudaklarımı vay be dercesine büktüğümde, "Şaka. Güzelmiş." diye devam ettim.

Gözleri kısıldı, kaşları çatıldı. "Alındın mı?" diye sordu, hayretle. "Saçmala, öylesine bir şeydi." Bakışlarımı yanımdaki cama çevirdiğimde, gözlerim görüş açısından çıkmıştı. Güldü. Gülüşünde şaşkınlık vardı. "Gerçekten mi?" diye sordu, bir cevap alamadı. Araba tekrar hareketlendiğinde, bana baktığını hissedebiliyordum.

Normalde bir şakaya bu kadar tepki vermezdim. Ben de bilmiyordum neden bu kadar tepki verdiğimi. Acaba bir kaçış yöntemi miydi? Belki o andan, belki de sorduğu soruya ne cevap vereceğimi bilemediğimden...

Yol boyunca bakışlarımı bir kez bile ona çevirememiştim. Araba evimin önünde durduğunda, ağır ağır bakışlarımı ona çevirdim. "Teşekkür ederim." dedim. Elim kapının kulpuna gittiğinde, onunda kapının kulpuna uzandığını fark ettim. "Kendim yürürüm." diye yükseldim bir an. "Onun için inmiyordum ki... Bizimkilere uğrayacaktım." dediğine, utançla tekrar kapının kulpuna uzandım.

Arabadan indim. "İstersen yardım edeyim." dedi. "Yok, gerek yok." dedim. Daha fazla rezil olmadan hemen eve girmek istiyordum. Eve doğru ilerlerken durdum. "Şey," diye mırıldandığımda, ona dönmüştüm. "Benim çizimlerim sende kaldı."

"Onları, zarar gelmeyecek bir yere koyarım. İyi akşamlar." dedi ve bizim evimizin solundaki evin demir kapısından içeri girdi. Arabanın kilitlendiğine dair bir tık sesi kulaklarıma ulaştığında "İyi akşamlar." diye mırıldanmıştım kendi kendime.

Dikkatli adımlarla eve doğru ilerlerken Yasin abiyle karşılaştım. Demir kapının arkasındaydı, sokağa çıkacak olmalıydı. "Yasin abi, nereye bu saatte?" diye sordum, sevecen bir şekilde.

Bakışlarında farklı bir ifade vardı. "Bir sorun mu var?" diye başka bir soru sordum, bu sefer. Bir tepki vermediğinde koluna dokundum. "Kızım şey ya, çok yoruldum ben bugün. Ondan... Çöp dökecektim bende." dedi ve yanımdan geçerek sokağa çıktı.

Çöpü, evin karşısındaki çöp konteynerine attıktan sonra geldiğinde zile bastım. "Niye böyle yürüyorsun?" diye sordu, ev kapısı açıldığında. Kapıyı açan Deniz ablaydı. "Burkuldu." dedim. Deniz abla "Buz koyalım mı, kızım?" diye sorduğunda, "Sağ ol. Gerek yok ben koydum zaten." diye cevap verdim.

Salona, oradan bahçeye geçtiğimde, abim ve babamı gördüm. Yanlarına doğru ilerlediğimde, babamın "Bak Akın, ne istediğimizi biliyoruz değil mi?" dediğini duydum. "Baba bu konuyu bir daha tartışmayalım." diye cevap verdi sertçe abim. Sonra ekledi: "Bitireceğiz ama zarar vermek yok. Yanlışa yanlışla karşılık vermek yok. Yoksa ben yokum."

Bir yapboz birleştiriyormuş gibi düşünmek istedim; fakat bu asla birleşemeyecek bir yapbozdu. Çünkü farklı farklı yapbozların parçalarını bir araya getirmek, sadece zaman kaybederdi bana.

Beni fark edememişlerdi. Çünkü havuzun karşısındaki tekli koltuklarda oturmuşlardı. Sırtları eve dönüktü. "Kim kime zarar veriyormuş?" diye konuya girdim alayla. Kafalarını arkaya çevirdiklerinde, bakışlarında endişe vardı her ikisinin de.

"Abini bilirsin, Azra. Edebiyatla çok haşir neşirdir. Basit bir konuyu bu şekilde yorumluyor işte." diye konuştu aceleyle. Tekli koltukların sağındaki üçlü koltuğa oturduğumda, dirseklerimi kolçağa yasladım. "Anladım." Gözlerim kapanırken "Ben bir odama çıkım, uyuyayım biraz." dediğimde, "Bu saatte mi?" diye sordu abim. Saatin daha dokuz bile olmadığından adım kadar emindim.

Başımı salladım. "Çok uykum var." Ayağa kalktığımda, "Bu arada Aycan, Kerim'le. Birazdan gelirler. İyi geceler." dedim ve odama doğru koyuldum. Merdivenleri çıktıktan sonra koridorun sonundaki sol odaya girdim.

Üzerimdekileri çıkardıktan sonra ten renginde bir takım gecelik giydim. İp askılı, şort bir takımdı...

Yatağın sağ tarafına oturduğumda, bakışlarım hemen karşımdaki koruluktaydı. Ayağa kalktığımda tekli koltukların arasından geçerek, açık kapıdan balkona çıktım. Bu orman mutlu ediyordu beni.

Korkuluklara elimi yasladığımda, yan bahçede oturan Çınar, Yasemin ve annesini fark etmiştim. Yasemin ve annesinin sırtı dönüktü bana ama Çınar beni görebilecek bir açıdaydı. Bakışlarım bizim bahçeye kaydığında abim tek oturuyordu.

O sırada Aycan'ın "Abiciğim." diye seslendiğini işittim. Kadraja girdi ardından Akın abimin boynuna atladı. Aycan'ın bakışları yukarıdaki bana takıldığında "Azra ne yapıyorsun? İnsene sende." diye bağırarak konuştu. "Yorgunum biraz." Onun aksine ben sadece onun duyabileceği bir desibelde konuşmuştum. Aksi takdirde siteyi rahatsız edebilirdik!

"Gel işte ya, oturalım şöyle kardeş kardeşe." Sırf daha fazla bağırmasın diye "Peki, geliyorum." dedim. Telefonumu elime aldığımda, odadan çıktım ve merdivenden inerek salona geçtim.

Bir an durdum, ardından bakışlarımı ayağıma indirdim. Ayaklarımda, yüksek tabanlı, kahverengi bir terlik vardı. Bakışlarım ağır ağır yukarı çıktığında, üzerimde vücuduma yapışan, ten renginde, ip askılı bluz ve şort...

Derin bir nefes alıp verdikten sonra adımlarımı bahçeye doğru attım. Bahçeye çıktığımda bakışlarım yan taraftaki, çaktırmadan bizim tarafa bakan Çınar'a değdi. Bakışlarını üzerimde olması gerektirdiğinden fazla tuttuğunu fark ettiğimde, adımlarımı daha da hızlandırdım.

Yanlarına vardığımda Aycan hemen boynuma atladı. Aynı şekilde karşılık verdiğimde, abim hâlâ aynı yerde oturuyordu. Ben abimin sağındaki üçlü koltuğa geçtiğimde Aycan hemen yanımda oturdu. Telefonumu yüzüstü bir şekilde sehpanın üstüne koydum.

Elini omzuma koydu, beni kendisine çekti ve başımı göğsüne koydu. "Özlemişim." dedi. Ellerimi beline doladım. "Bende." dediğimde, abim "Ama kendimi üvey abi gibi hissediyorum" dedi. Aycan sırtımdaki kollarını gevşetti. "Ay ay, sen bizimi kıskandın?" Kalçasını abimin oturduğu koltuğun kolçağına yasladı ardından sımsıkı sarıldı.

Bir ses yankılandı gecenin sessizliğinde. Telefona bakmak için sehpaya uzandığımda, karşı bahçeye değdi gözlerim. Yanında kimse yoktu ve doğruca bana bakıyordu. Sertçe yutkunduktan sonra telefonu aldım ve tekrar koltuğa oturdum. Telefonu açtım ve mesajın tam karşımdaki beyefendiden geldiğini gördüm.

"Ayağın nasıl oldu?"

Bakışlarımı ekrandan çekip tam karşıya çevirdim. Ablası elinde iki bardak kupayla hemen yanına oturmuştu. Cevap yazmak için boşluğa tıkladım. "Değil mi, Azra?" dedi Aycan. Başımı ona çevirdiğimde anlamayan gözlerle baktım ona. "Diyorum ki; klarneti getireyim bize bir konser versin, uzun zaman sonra." dediğinde, başımı hareket ettirmekle yetindim.

"E, iyi hadi getir." dedi Akın abim. Aycan heyecanla ayağa kalkıp salona girdiğinde, bir mesaj daha gelmişti.

"Bu arada iyi düşün, yarın o cevabı alacağım."

Sertçe yutkundum. Alttaki mesajı görmezden gelerek, ilk sorusuna cevap verdim.

"Ayağım şu anlık iyi gibi."

"Demek ısrarcıyız."

"Anlamadım."

"Anlamazlıktan da geliyoruz."

Gözlerimi devirdim. O sıra Aycan bahçeye elindeki klarnetle girdi.

"Sorun yok, elbet bir cevap alacağım."

"Benim artık evime gitmem gerek, iyi geceler."

Başımı kaldırdım, göz göze geldik. Yutkundum. Ayağa kalktığında, ablasına sarıldı. Bakışlarımı elinde klarnetiyle uğraşan abime çevirdim, Aycan'sa hemen solundaki tekli koltuğa oturmuştu.

Klarnetin bekini ağzına doğru götürdü, nefesini verdi. Müziğin sesi kulaklarıma ulaştığında, gözlerimi kapadım. Klarneti çok küçük yaşlarında çalmaya başlamış abim. Gerçekten oldukça profesyonel çalıyordu. O çaldıkça, şarkının sözleri yankılanıyordu zihnimde.

Hasretinle yandı gönlüm diyordu, zihnimdeki şarkının sözleri. Düşündüm, ona karşı hislerim neydi? Bir hissim var mıydı ki?

Eli eline değdiğinde atan şey neydi? diye sordu kalbim. Sendin, diye cevap verdim. Öyleyse? diye sordu ama bu sefer bir cevabım yoktu. Ya da vardı, kendime bile itiraf etmekten korktuğum bir cevap...

Başım geriye gittiğinde, gözlerimi açtım. Yıldızlar her zamanki gibi parlıyorlardı. En büyüğü yine gözlerimi alıyordu. Art arda yutkundum birkaç kez. Derin nefesler alıp verdim.

Neyden korkuyorsun? diye sordu. Bu sefer sorguyu devralan aklımdı. Tecrübesizim, diye geçirdim içimden. Denemekten korkuyor olmalıydım. Sonuçta ne konuşulur sevgiliyle, onu bile bilmiyordum. Aslında konu bu da değildi, konu; bu kadar hızlı gelişmesiydi, beni endişelendiren buydu.

Sonuçta zaman her şeyin ilacıydı, değil mi?

Belki ilerde böyle bir şey yaşansaydı; bu kadar tereddütte, muallakta kalmazdım. Bu kadar cevapsız kalmazdım, kendime bile. Buraya bile daha tam alışamamıştım. Ki bence buraya alışmam biraz zor olacak gibi duruyordu.

Bakışlarım karşı bahçeye değdi, kimseyi göremedim. Akın abimin çaldığı parça neredeyse bitmek üzereydi. Gözleri hâlâ örtülüydü. Aycan'la göz göze geldim, gülümsedim. Dudaklarını avuç içiyle birleştirdiğine, uzaktan bir öpücük attı bana.

Abim klarneti sehpanın üzerine koyarken Aycan'la ben avuç içlerimizi birbirine çarparak alkışladık. Gülümsedi. "Eee, neler yaptınız bugün?" diye sordu. Birbirimize baktık Aycan'la. "Hiç." dedi Aycan, ifadesiz bakışlarını abime çevirerek. Sonra ekledi: "Yani öyle önemli şeyler değil. Sen ne yaptın?"

"İşler." Sonra gökyüzü mavisi bakışlarını bana çevirdi. "Okul açılmadan, çizim odasını halledelim. Ben sana yardımcı olurum. Yarın akşam holdingden gelirken birkaç örnek getiririm." Başımı sallayarak gülümsedim. Aklıma gelen şeyle "Abi," diye yükseldim bir an. "Biliyor musun?" Neyi der gibi çatıldı kaşları. "Kerim de mimarlık okuyormuş bir ara, ama sonra bırakmış." Gülümsedi.

"Son sınıftaymış o da benim gibi. Bu kadarını bildiğimi bile bilmiyor. Neden bıraktı bilmiyorum ama devam edebilir. Ben ona bu teklifi sunamam, çünkü hemen reddeder biliyorum. Sen ona dersen ki, biz sana burs vereceğiz. Belki düşünür hatta kabul eder. "

Öyle heyecanlı konuşmuştum ki neler söylediğimi şu an hatırlamıyordum bile. Kahkaha attı Aycan. "Kızım biraz sakin ol." dedi daha sonra. Gözlerinin içine baktım abimin. Göz kapaklarını kapatarak onayladı beni. Koltuktan kalkarak boynuna sarıldım. "Çok teşekkür ederim." diye fısıldadım kulaklarına doğru.

Ondan ayrıldım. "Hadi ben kaçar, kızlar." dedi abim. "Abi ya, kal biraz daha." diye söylendi Aycan. O sıra abim ayağa kalkmıştı bile. "Galiba siz yarın erken kalkacaksınız hanımefendi." dedi, kinayeli bir şekilde. Aycan gözlerini devirdi. "Hadi iyi geceler baş belaları."

Ben "İyi uykular maviş." diye karşılık verirken, Aycan "İyi geceler abilerin en yakışıklısı." diye karşılık veriyordu o sıra. Abim gözlerden kaybolduğunda, Aycan'ın sağındaki tekli koltuğa oturdum. Sırtımı koltuğa yasladım, başımı kaldırarak gökyüzüne baktım.

Kısa bir süre yıldızlara baktık. Daha sonra sehpaya uzanıp telefonumu aldım elime. Çınar'la mesajlaşmamıza baktığımda görüldü attığımı fark ettim.

"Kusura bakama müsait değildim. Sana da iyi geceler."

Çevrimiçi değildi, telefonu kapatıp tekrar sehpaya koydum. Aycan'a bugünden bahsetsem mi acaba, diye düşündüm. Aycan'a döndüğümde bana baktığını fark ettim. Ne oldu der gibi baktığımda "N'oluyor?" diye sordu. Kaşlarımı çattım "N'oluyormuş?"

"Bilmem, sen söyleyeceksin onu."

"Neyden bahsediyorsun?" diye sordum. "Çınar'la birlikte çıkmışsınız hastaneden." dedi, imalı bir sesle. Başımı salladım. "Ondan hoşlanıyor musun?" diye sordu, suratındaki ifadeyi gizlemeye çalışarak. Yutkundum. "Nerden çıkartıyorsun böyle şeyleri." dedim, sinirle. Gülmemek için öyle kıvırıyordu ki üzerine atlamamak için zor duruyordum.

"Canım kardeşim, kötü bir şey değil ki bu. Aksine. Hem çocuk baya yakışıklı. Bunu inkâr edemezsin." Ne saçmalıyorsun der gibi baktım suratına. Gözlerini devirdi. "Kızım hoşlanıyorsun işte uzatma." dedi, sabrının sınırındaymış gibi.

Ayağa kalktım. "Hadi ben kaçar." Arkama dönüp salona doğru yürüdüğümde, "Aynen, anca kaç sen." dediğini işittim.

Odama çıkıp yatağın sağ tarafına uzandım, havanın çok sıcak olmasından üzerimi örtmemiştim. Bakışlarım beyaz tavanın üzerindeydi. Gözlerimi kapattım. Art arda yutkundum.

Neler olmuştu öyle? Sanki her yerden köşeye sıkıştırılmış gibi hissediyordum kendimi. Hem de birkaç gün içerisinde olmuştu bu. Ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum; nasıl düşünmem gerektiğini de bilmiyordum. Kafam tarumardı.

Aslında ben insanlardan kaçan taraftım, eskiden; çocukken. Merdümgiriz bir çocuktum. 11 yaşıma kadarda böyle sürmüştü. Kendimi yalnız hissettiğimden mi, bilmiyorum ama öyleydim işte; çekingen.

Annem yoktu. Babam yoktu. Abim yoktu. Aycan ve ben kalmıştık. Bir tek ikimiz

Üçü de farklı sebeplerden yoktu yanımızda.

Annem ölmüştü; bir daha hiç görememiştim. Zaten siması da fotoğrafları olmasaydı şimdiye silinmişti hafızamdan.

Babam dört duvar arasındaydı; yaklaşık on sekiz yıldır. Dile kolay on sekiz yıl!

Abim yoktu; öyle işte yoktu, sadece yoktu. Arada bir gelirdi. Kalırdı. Yanımızda olduğunu söylerdi. Yalnız olmadığımızı söylerdi.

Susmuştum, bir cevap verememiştim. Ama onaylamazdım onu, içimden. Yalnızız derdim hep içimden; küçüktüm, oldukça küçük. Büyüdüm benimle birlikte yaralarımda büyüdü, ama ben içimdeki o küçük kız çocuğuna mecburduk demekten başka hiçbir şey yapamamıştım.

Çünkü annemi geri getiremezdim, babamı oradan çıkartmazdım, abim... İşte onu büyünce anladım. Bizim için çalışmış, direnmiş. Eğer şu an rahat bir hayat yaşıyorsak bu onun sayesindeydi. Artık onu da anlıyordum.

Abim bizi bırakıp gittiği zamanlarda hep şey derdi; gidiyorum ama bir gün çok mutlu olacağız.

O gün bu gün müydü? Onca yıldır beklediğim gün bu gün müydü?

İzmir'e taşındığımızda 5'inci yaşımıza basmak üzereydik. Birbirimize sığınmıştık. Birbirimizi teselli etmiştik. O, bana göre daha çabuk toparlamıştı.

Biz güvenilir bir yerdeydik evet, zaman geçtikçe alıştım amcamlara. Büyüdükçe alıştım insanlara, onlardan kaçmamam gerektiğine.

Oradan ayrılırken çok zorlanmıştım. Değişiklikler bana göre değildi; sevmezdim, çabuk alışamazdım çünkü. Büyüdükten sonra değişmeyen tek özelliğim olabilirdi.

Şimdi buradaydım; yine alışamamıştım. Çünkü değişikliği sevmezdim.

Fakat şimdiden bir şeylerin değiştiğini fark edebiliyordum.

*****

Tarih 7 Eylül Salı'ydı. Okulun açılmasına bir hafta bile kalmamıştı. Dün gece düşüncelerimin arasından sıyrılıp da uyumam şaşırtmıştı beni. Sabah yine aynı şekilde uyandırılmıştım. Tepemde Aycan, uyanmam için her şeyi yapmıştı. Kahvaltımızı yapıyorduk. Abim holdinge gitmişti, yoktu. Babam sol çaprazımda, masanın başında oturuyordu. Birazdan o da kalkacaktı ve holdinge gidecekti.

Karşımda oturan Aycan'la birlikte bizde Çınar'ın evine, Efe'yi ziyarete gidecekmişiz. Aycan Hanım mahcup olduğundan bir şeyler yapmak istiyormuş.

Ben ondan kaçamaya çalıştıkça, hayat yönümü hep ona çeviriyordu.

Babam "Afiyet olsun." dediğinde, ayağa kalkmıştı. Önce benim, sonrada Aycan'ın başına öpücük kondurduktan sonra bahçeden çıkmıştı. Aycan'ın bakışları bana döndü. "Dün gece Damla'yla konuştum. Okul açılana kadar izindeymiş. Bu akşam buraya gelecek, biraz oturduktan sonra dışarı çıkacağız." Başımı salladım.

Telefonu elime aldım, saat daha yeni dokuz buçuktu. "Eee ne yapacağız, bu saatte mi gideceğiz milletin evine?" diye sordum bakışlarımı karşımda oturan Aycan'a çevirirken. "Evet, ama bir şeyler yapalım. Çorba?" diye sorduğunda, yüzüm buruştu.

"Bu sıcakta? Hem hasta değil, kafasını çarptı sadece?" Yüzü düştüğünde "Benim yüzümden." diye karşılık verdi. Masanın üstüne eğilerek "Üzme kendini, yanlışlıkla oldu sonuçta. Hem iyi şu an. Bir çiçek alır gideriz." dediğimde, elinin üstüne koymuştum elimi.

Bir süre sonra evden çıktık, ilk önce çiçekçiye uğradık. Biz çiçeklere bakarken Kerim arabada bekliyordu. Bir süre sonra Aycan bana döndü ve "Ne alalım acaba? Gül mü alsak?" dediğinde, bir kahkaha döküldü boğazımdan. Gülüşlerimin arasından "Yani eğer hastamıza karşı normal şeyler dışında, aşk gibi mesela... Yani o tarz bir şey hissediyorsan olur tabii." dedim.

Eliyle omzumdan ittirdi. "Uf saçmalama ya." dedi. Ben bilmem der gibi kaşlarım havalandı ve omuzlarım yukarı kalkıp indi. Çiçekçi kadına döndüm. "Biz beyaz bir orkide alalım. Saksıda olsun yalnız." dedim.

Orkideyi aldıktan sonra arabaya geçtik ve Kerim tekrar sürmeye başladı. Üzerimde ince askılı, beyaz bir crop vardı. Altına da azur mavisi dar paça giymiştim; ayaklarımda da beyaz sporlarımı geçirmiştim.


Araba evin önünde durduğunda, Ben ve Aycan inmiştik sadece. Aycan elindeki saksı beyaz orkidelerle zile bastı, ben hemen arkasındaydım; saklanıyordum. Ah, aptalsın kızım!

Bu arada iyi düşün, yarın o cevabı alacağım.

Dün mesajlaşırken yazdığı cümle bir an aklıma geldi. Gözlerimi kapatırken sıkıntılı bir nefes verdim. Kapı açıldı. Gözlerim aralandı. Kapıyı açan Can'dı. "Hoş geldiniz." dedi, yakın bir ifadeyle.

Çantayı portmantoya astım. Ayağıma dün giydiğim terlikleri geçirdikten sonra salona ilerledik. Salon genel olarak genişti. Koltuk takımı en soldaydı, rengi lacivertti; deriydi. Sol duvara yapışık üçlü bir koltuk vardı; Efe o koltukta oturuyordu. Efe'nin oturduğu koltuğun karşısında aynı renk berjerler vardı.

Bu iki koltuğun arasında gri üçlü bir koltuk vardı. Üçlü koltuğun tam karşısındaki gri dolabın içine, geniş bir televizyon koyulmuştu. Televizyonun yanındaki boşluklarda aksesuarlar vardı. Televizyonun hemen altında da dikdörtgen bir elektrikli şömine vardı. Şöminenin yanlarında da çekmeceler vardı.

En sağ tarafta da gri renginde bir yemek masası vardı. Yemek masasının üzerinde kahvaltılıklar vardı.

Efe bizi fark ettiğinde "Hoş geldiniz." dedi. "Hoş bulduk." diye mırıldandım. En arkadaydım ve gözlerim evin sahibini arıyordu. Aycan elindeki orkideleri Efe'ye uzatırken "Ah bu gözler bunları görecek miydi, be Aycan?" dedi Efe. Aycan'ın sinirlerine hâkim çıkmaya çalıştığına adım kadar emindim. Ve Efe bence Aycan'ın sınırlarını zorluyordu.

O sıra ensemde hissettiğim nefesle hemen arkama döndüm. "Cevabı vermek için bu kadar acele etmeseydin."

Dünkü gibi ayağımda topuklu olmadığından başımı daha da kaldırmak zorunda kalmıştım. Bakışlarımı gözlerinden başka hiçbir yere değdirmedim. Yutkundum. Bakışları ağır ağır aşağı indi. "Cevap?" diye sordum, salağa yatarak.

"Burada olmamın senle hiçbir ilgisi yok. Efe'ye geçmiş olsun demeye geldim." dediğimde, bakışları tekrar yukarı, gözlerime tırmandı. Kaşları havalandı. "Cevap, diye soruyorsun ya hani. Ben cevabı biliyorum zaten, sadece senin dudaklarından çıkmasını bekliyorum o kadar. O cevap ister benim düşündüğüm gibi olsun, ister olmasın; kaçamazsın."

"Kaçtığım falan yok!" dedim, sözünü bitirdiğinde. "Var." dediğinde, başını hafifçe öne eğmişti. Yüzlerimizin arasında bir karış mesafe vardı. "Yok!" dedim, sesim yüksek çıkmış ve biraz daha yaklaşmıştım. Kokusu burnuma...

Arkamızdakileri hatırladığımda duruşumu dikleştirdim. "Yani kahvaltımızı yaptık biz, aç değiliz, yemeyeceğiz." diye çevirdim hemen yanlış anlaşılmasın diye. Kafasını hay hay dercesine salladığında elindekileri masanın üzerine koymak için yanımdan geçti. Derin bir nefes alıp verdim.

Tabağı bırakıp tekrar yanımdan mutfağa geçerken "Yardıma da hayır demezsin, muhtemelen." deyip ve yanımdan geçti. Sakinleşmek için gözlerimi yumdum. Derin bir nefes alıp verirken birkaç merdiven çıkarak sağdaki koridordan mutfağa ilerledim.

"Yavaşşş," dedi Çınar. Ben mutfağa girerken o da çıkıyordu ve elinde çaydanlık vardı. Ani bir hareketle geri çekilmişti, eğer çekilmeseydi şimdiye yanmıştık. "Pardon." dedim ve ortadaki tezgâhın üzerindeki ekmeği alarak peşinden ilerledim.

Salona geçtiğimde Aycan'ın, Efe'nin oturduğu koltuğun karşısındaki berjerde oturduğunu gördüm. Yanında da Can vardı. Elimizdekileri masaya bıraktıktan sonra televizyonun karşısındaki koltuğa oturdum.

Israr etmiş olmalarına rağmen yememiştik. Onlar masada yemeğe devam ederken aklıma gelen şeyle dudaklarım aralandı. "Çınar," diye seslendim. Masanın başında oturuyordu. Üzerimden çekmediği bakışlarını tekrar bana doğru çevirirken "Evet?" dedi.

"Benim çizimlerim nerede?"

Ayağa kalktığında bende kalkmıştım. "Sen yap kahvaltını, daha sonra bakarız." dedim. Yanıma doğru ilerlerken "Bu kadarı kâfi." dedi ve salondan çıkarak sola döndü. Derin bir nefes alıp verirken peşinden ilerledim. Salondaki birkaç merdivenden çıkarak soldaki koridora döndüm.

Sağ taraftaki kapıdan içeri girdiğinde kapıyı kapatmamıştı. Girdiği oda, çalışma odasıydı. Çalışma odasının karşısındaki odanın kapısı açıktı. Ve bu bir yatak odasıydı. Onun yatak odasıydı.

Açık kapıdan içeri göz atarken odanın fazlasıyla toplu olduğunu fark ettim. Kapının hemen önünde siyah, deri bir üçlü koltuk vardı. Koltuğun karşısında da geniş bir yatak vardı. Yatağın üstündeki siyah örtü, yatağın üzerine koyulduğu tüylü halının üzerine dökülmüştü. Yatağın yastıklarıysa koyu griydi.

Yatağın arkasında boydan boya bir paravan vardı. Paravan delikliydi. Yatağın sağındaki duvardaysa, salondaki gibi dikdörtgen, elektrikli bir şömine vardı ve bu dikkatimi çekmişti. Çünkü evin kışın alttan ısıtıldığına adım kadar emindim. Seviyor olmalıydı şömineleri...

Şöminenin önünde iki tane modern sandalyeler vardı, sandalyelerin arasında da küçük bir sehpa; üstündeyse iki tane, üst üste birkaç kitabın olduğu raf vardı.

Yatak odasıyla çizim odasının arasında bir kapı daha vardı, fakat kapı örtülüydü. Bakışlarımı çizim odasına çevirdiğimde o da odadan çıkıyordu. Elindeki proje tüpünü bana uzattı. Alırken salona dönüyorduk bile.

Üçüncü adımımda "Hep böyle misindir?" diye sordu, kaşlarım çatılmıştı. Adımlarım dururken "Anlamadım." diye cevap verdim. O da durdu. Bana doğru döndü. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. "Hep böyle utangaç?" Bakışlarımı kaçırırken çenemden tutup gözlerine bakmamı sağladı.

Çenemdeki elini tuttum, yavaşça uzaklaştırırken yutkundum. "Öyle olduğumu düşünmüyorum." dediğimde, elim hâlâ ellerinin üzerindeydi. Gülmüştü, gözlerinin kısıldığını fark ettiğimde benimde yüzümde silik bir tebessüm oluştu. "Peki," dedi, sesi yandım ben der gibiydi.

Ellerini bıraktığımda salona geçtik. Efe gayet iyi duruyordu. Muhtemelen iyiydi de. Sadece biraz ilgiden hoşlanıyor olmalıydı ya da Aycan'ın sınırlarını zorlamak istiyordu.

Çınar'ın o yoğun bakışları hâlâ üzerimdeydi. Bense her defasında yönümü başka bir tarafa çeviriyordum. Kahvaltılıkları kaldırdıklarında, bahçeye geçmiştik. Hava oldukça sıcaktı. Havuza yakın olan ikili koltuğa Aycan ve Can, yüzü havuza dönük olan üçlü koltuğaysa Efe'yle ben oturmuştuk.

Çınar benim hemen sağımdaki tekli koltuktaydı. Ve bakışlarını bir türlü üzerimden çekmiyordu.

Birbirimize bakmaktan başka hiçbir şey yapamıyorduk. Ortam oldukça sessizdi. Bu sessizliği bozan kişi ben olmuştum. "Ben bir su alacağım. İsteyen var mı?"

Ayağa kalktım. Herkes başını olumsuz anlamda sallayınca, salona geçmek yerine bahçedeki yemek masasının arkasındaki mutfak kapısından geçerek mutfağa girdim. Arkamdan gelen adım seslerini duydum. Umursamadım.

Mutfağın dolapları genellikle beyazdı. Bahçe kapısından içeri ilk girdiğimde, üç koltuk yan yanaydı. Önünde de mermer bir tezgâh vardı. Tezgâhın altındaki dolap beyaz, koltuklar krem rengindeydi.

Bu tezgâhla L şeklini oluşturan bir tezgâh daha vardı, o da mermerdendi. Tam ortadaysa ırmak yeşili bir dolap vardı. Dolabın üstündeki tezgâh ahşaptandı. En sağda da bir yemek masası daha vardı.

Ahşap tezgâhın arkasındaki dolaba uzadığımda bir bardak çıkardım, hemen önümdeki tezgâhın üstüne koydum. Çınar'ın bahçe kapısından içeri girdiğini gördüm. Buzdolabını açtım. Bir şişe su çıkardığımda, geri kapattım. Ona arkamı dönerek mermer tezgâhın üstündeki bardağa su koydum.

Bardağı dudaklarıma götürürken duraksadım. Bir el hemen yanımdaki tezgâha yaslanıldı. Bu onun eliydi. Ne yapıyordu bu adam? Hareket dahi etmedim, edemedim. Ben yutkunurken bardağın olduğu dolaba uzandı, boşta kalan eli. Derin bir nefes çektim. Ciğerlerim onun kokusuyla doldu. Burnuma dolan kokuyla çektiğim nefes yarım kalmıştı.

Göğsü sırtıma değdi, nefesim kesildi. Kolu o kadar uzundu ki hiçbir şekilde değmeden o bardağı alabileceğine adım kadar emindim. Ve bilerek yaptığına da...

Bu duruma son vererek ona döndüm yavaş yavaş. Bardağı almamış mıydı hâlâ? Teninden burnuma ulaşan kokusu oldukça baş döndürücüydü. Bakışları benim yüzümde gezindi. Bardağı tezgâha koyduğunda bir ses çıktı. Bakışlarım gözlerinden aşağı, göğsüne indi.

Sabahleyin giydikleri hâlâ üzerindeydi. Siyah bir tişört ve siyah bir eşofman...

Şu hâlde olmamız kadar saçma bir şey yoktu. Sol eli hâlâ tezgâha yaslıydı. Diğer taraftan geçmek için hareket ettiğimde sağ eliyle, sağ kolumu tutarak durdurdu. Bakışlarımı gözlerine çıkardığımda onun gözleri yüzümde geziniyordu. Yutkundum.

"İki kelimelik bir cevabı veremiyorsun." diye mırıldandı. Öküzün trene baktığı gibi bakıyordu suratına. "Vaktim var ya da vaktim yok, diyeceksin. Hepsi bu. Bu kadar zor olmamalı." Bu kadar zordu işte benim için. Zordu.

"Ne cevap vereceğimi bilmiyorum." diye itirafta bulundum. Güldü. O gülünce gözleri kısıldı. "İki seçeneğin var; evet ya da hayır." diye karşılık verdi gözlerime bakarak. Eli hâlâ kolumun üzerindeydi.

Bakışlarım kolumdaki eline kaydığında bıraktı kolumu. Sonra onu da yasladı arkamdaki mermere. Üzerime doğru eğildiğine kulağıma doğru fısıldadı. "Daha ne kadar oyalayacaksın beni?"

Gözlerine bakmak için başımı geri çektiğimde, yüzüm yüzüyle aynı hizaya gelmişti. Oldukça yakındı. Derin bir nefes alıp verdi. Verdiği nefes yüzüme çarptı, gözlerimi kapattım. "Kapama gözlerini." Kaşlarım çatıldı. Ağır ağır açtım gözlerimi. Kaşlarım hâlâ çatılıydı. "Gözlerin..."

Aycan "Bir su içmek ne kadar..." diye bahçe kapısında mutfağa girdiğinde, hemen uzaklaştık Çınar'la. İkisinin de cümlesi yarıda kalmıştı. Aycan'ın ne diyeceğini merak etmesem de Çınar'ınkini ediyordum.

Her ne kadar hemen uzaklaşmış olsak da pek tabii gördüğüne emindim. Ve onun dilinden asla kurtulamayacaktım. Lanet olsun!

Az önce içemediğim su aklıma geldi, elimdeki bardağı dudaklarıma değdirdim. Suyu tamamen bitirdiğimde, Aycan yanımıza gelmişti. Bakışlarımı kaçırdım. Fakat dudaklarındaki sırıtışı fark etmemek imkânsızdı.

"Şey diyecektim ben... Kalksak mı artık?" Konuşurken bakışları Çınar'la aramda mekik dokuyordu. "O-Olur kalkalım." diye kekeleyerek cevap verdim.

Aycan başını aşağı yukarı sallarken arkasına döndü. Elimdeki bardağı tezgâha bıraktım. Aycan'ın arkasından arkasından ilerlerken Çınar, sol bileğimi sağ eliyle kavrayarak durdurdu.

Derin derin nefesler alıyordum. Bir adım attığını hissettim. Yutkundum. Bir adım daha attı. Kulağıma doğru eğildi. "Gözlerin... Gözlerim daha önce bu kadar güzelini görmemişti." Nefesi boynumu yaladı. Yutkundum.

Bileğim çözüldü. Aycan mutfaktan çıktı. Birkaç adım atmıştım ki... "Ha bi' de sende bir cevabım var ve onu en yakın zamanda alacağım, bundan emin olabilirsin." Bağırmamıştı, sesi keskindi.

Daha fazla oyalanmadan çıktım mutfaktan. Yanlarına vardığımda ayaktalardı. Bir iki adım atıp Efe'ye sarıldım. Ellerini belimde hissettiğimde "Geçmiş olsun." dedim. Geri çekildim.

Bakışlarım Can'a çevrilirken bize doğru gelen Çınar'a değdi bir an. Tebessüm ederken ağır ağır ağır salladım başımı. "Görüşürüz." dedi Aycan. Salona girmeden evin yanlarındaki boşluktan geçerek sokak kapısını açtık.

O sıra bir adam elindeki köpekle kapının önünde zile basıyordu. Bakışlarım adamın elindeki köpekte takıldı. Bu köpek, fotoğrafta gördüğüm köpekti. Çınar'ın elindeki köpek... Malta köpeği... Oldukça güzeldi, oldukça.

Kapı açıldı, Çınar'la göz göze geldik. Bakışlarımı kaçırarak sokak kapısından çıktım.

*****

YASEMİN YILDIRIM

Adım Yasemin. Yasemin Yıldırım.

Çok güzel bir çocukluk geçirmiştim. Fakat bunu, sonrası için asla söyleyemezdim.

Bi' gelinlik giydim. Çok erken yaşta... O gelinliği giyerken aslında kefen giydiğimden habersizdim. Ölmemiş olabilirimdim, yaşıyor olabilirdim.

Ancak bu sadece fiziksel anlamda geçerliydi; ruhum, bir ölünün ruhundan farksızdı.

Ruhum paramparçaydı.

Kendi odamdaydım. Şirketteki odamda. En üst kattaydı odam. Bu katta sadece iki oda vardı. Biri bana aitti; diğeriyse anneme aitti, bir hafta öncesine kadar tabii.

Bundan bir hafta öncesinde sorsalardı; o oda kimin olacak, diye. Karşımdaki odada oturan adam, vereceğim en son cevap bile olmazdı. Öyle imkânsız, öyle saçmaydı ki... Ama amacını tahmin etmek çokta zor olmasa gerekti.

O gün -1 Eylül'de- onu görmek beni bozguna uğratmıştı. Ortak olacak birini beklerken, bir düşmanla karşılaşmıştık; yan yana ilerlemeyi beklerken, karşı karşıya gelmiştik.

Odalarımız karşı karşıyaydı; masalarımız yüz yüzeydi. Sırtını geriye doğru yasladığında, gözlerini tavana çıkardı. Ayağımı yere sürttüm, oturduğum koltuğu hareket ettirerek ona sırtımı döndüm.

Odalar camlardandı. İkimizin de masasının arkasında geniş bir cam vardı. Benimki büyük bir denize bakıyordu. Onunkisiyse şehrin kalabalığına...

Önümdeki kocaman denize baktım. Başımı arkaya yasladım, gözlerimi kapattım. Kaç gündür doğru düzgün çalışamıyordum. Ne kadar zorlasam da olmuyordu, gelmiyordu içimden.

Sesli bir nefes verdim. Olmadı, olmuyor. Rahatlatamıyordum zihnimi. Tekrar açtım gözlerimi. "Tam da her şey düzene girmişti." diye mırıldandım kendi kendime. Girmiş miydi gerçekten? Hayır, kendimi kandırıyordum sadece.

Belki de kandırmıyordum. Ben bile ne düşündüğümü bilmiyordum. Bildiğim tek şey nefes alamadığımdı. Elim cama gitti, açtım. Tekrar yaslandım koltuğa. Kapıya vuruldu, iki kez. Sıkıntıyla gözlerimi kapattım. "Gir Ecrin."

Kapı açıldı. "Akın ben. Girmeme izin var mı?" Sırtım kapıya dönük olduğundan gelenin asistanım olduğunu düşünmüştüm. Ama gelen oydu. Kirpiklerim aralanırken "Gir." dedim, buz gibi sesimle. Ağır ağır döndüm.

Ne oldu der gibi baktım. Karşımdaki, sırtı cama yaslı olan geniş koltuğun ortasına oturdu. Elini koltuğun arkasına atarken, sağ ayak bileğini sol dizine atmıştı. Bu kadar rahat olması sinirlerimi bozuyordu.

Dudaklarımda yapay bir tebessüm vardı, sahte olduğu oldukça belliydi; umursamadım. "Evet?" diye sordum, aynı sesle. Rengi gökyüzünü andıran gözlerine baktım. "Biliyorsun, buranın sahibi olalı daha bir hafta olmadı. Ve..." Cümlesini alaylı kahkaham bölmüştü.

"Ne sanıyorsun sen kendini?!" diye konuştum sertçe. Suratında benimkine benzeyen bir alaylı gülüş peyda oldu. "Bu şirketin sahibi..." diye karşılık verdiğinde, boğazımdan bir kahkaha daha döküldü.

"Eğer şu alaylı kahkahan bittiyse önemli bir konu hakkında konuşacağım." Yüzündeki ifade oldukça keyifli olduğunu gösteriyordu. Kolumu yatay bir şekilde masaya yerleştirdim, parmaklarımı da birbirine geçirdim. Avuç içim masaya değiyordu. Alayla baktım suratına. "Tabii ki Akın Bey. Buyurun, dinliyorum."

"Cumartesi günü bir organizasyon olacak." Gözlerim kısıldı. "Osman Yıldırım Mimarlık holdingi adına olacak." dedi, tükürürcesine. "Kayıtlı tüm müşteriler çağrılacak."

"Neden böyle bi' organizasyon veriyoruz?" diye sordum.

"Çünkü artık buradayım ve bunu herkes bilmeli."

"Peki, neden bana geldin?" diye sordum bu sefer.

"Asistanım yok ve aramalarla uğraşamam. Asistanına söyle müşterilerimizi tek tek arayıp davet etsin." Dizindeki ayağını indirdi.

Başımı salladım. "Çık." dedim, düz bir sesle. Kaşları havalandı. "Bende çıkıyordum zaten." dedi ve ayağı kalktı. Sesli güldüm.

Odasına geçtiğinde çantamdaki günlüğü aldım, açtım. Tarih attım:

7 Eylül 2021

Altı gün oldu, bugünse yedinci gün. Yedi.

Çok şey hissedip bir sözcüğe sığdıramamak bu olsa gerek. Öfkem hala dinmiyor, dinmeyecekte!

Eğer bir gün bu sayfayı açıp okursan, yanlış bir şey yaptıysan bu sözüm sana, Yasemin:

Değmeyecek bi' adam, değmeyecek bi' sevgi...

Kapattım günlüğü, yazarken bir damla yaş düşmüştü sayfaya. Başımı kaldırdığımda göz göze geldik. Yazdığım cümleyi hatırlattım kendime; değmeyecek bi' adam, değmeyecek bi' sevgi...

Çantamı elime aldım. Ayağa kalktım. Bakışları hâlâ odamda, üzerimdeydi. Böylesine nefret dolu olması, küçük Yasemin'in hayretle bakakalmasına neden olmuştu. Kapıyı açtım, çıktım odadan.

Soldaki tarafa ilerleyerek terasa çıktım. Biraz oturduktan sonra kalkarak odama geçtim. Ecrin'le konuştum. Ecrin odadan çıktıktan sonra ayağa kalktım. Aynı anda o da kalkmıştı. Kapıdan çıktık. Asansöre bindik. Zemin kata bastım. Elinde örnek kataloglarımızdan biri vardı.

Yan yanaydık. Ayağımdaki topuklularla boylarımız neredeyse eşit duruyordu. Aslında o kısa değildi. Ben uzundum. 1.78.

Başparmağım stop düğmesine gitti, bastım. Asansör sarsılarak durduğunda bakışlarımı ona çevirdim. "N'apıyorsun?" diye sordu, kaşları çatılmıştı. "Asıl sen ne yapıyorsun?" diye çıkıştım. "Farkında mısın? Değilsin." Ellerim iki yana açılmıştı. "Madem zengin oldun. Bulaşmasaydın bize. Uzak dursaydın. Kursaydın ailene bir hayat ama bizden uzak."

Sol eliyle ağzımı kapattığında susmak zorunda kalmıştım. Sırtım asansörün soğuk duvarına değdi. Serçe parmağı, sus çizgimin üzerindeydi. Göğsüm hızla inip kalkıyordu. Gözlerimiz birbirinin derinliklerinde kaybolmuştu. Yutkundum.

Adem elmasının hareket ettiğini gördüğümde bakışlarım boynuna indi, sonra tekrar gözlerine çıkardım. Sağ elim, susturmak için dudaklarıma bastırdığı elin, koluna gitmişti. Diğer elimse göğsüne...

Yaptığım hareketle geriye doğru birkaç adım sendeleyerek gitti. Kolunu aşağı doğru çektiğimde, dudaklarımın üstündeki eli aşağı kaymıştı. Göğsünü de sertçe iterek benden uzaklaşmasını sağlamıştım.

Dengesini düzeltmesini bile beklemeden "Sakın! Sakın bir daha bana dokunma!" diye işaret parmağımı suratına doğru kaldırarak bağırdım. Yüzündeki alaylı ifade... Derdi neydi bu adamın? Beni çileden çıkartmak mıydı?

Öyleyse çoktan çıkmıştım.

"Kes şunu!" diye bağırdım, dişlerimin arasından. Yüzündeki alaylı ifade yerli yerindeydi. Yutkundum. Gözlerim doldu.

O yaş akmayacaktı!

Asansörü çalıştırmak için düğmeye bastım. Tekrar çalıştığında, bakışlarım kapının üzerindeydi.

Hiçbir şekilde göz teması kurmamaya çalıştım. Kurmadım da. Kapı iki yana açıldığında, hızla indim. Şirketin önündeki beyaz arabama bindim. Çalıştırıp hızlıca eve sürdüm.

Akmadı...

AZRA ADALI

Çınar'ın evinden çıktığımızda, Kerim kapıda bekliyordu. Bizi eve bıraktıktan sonra başka bir yere gitti. Eve gelene kadar Aycan'la göz temasına girmemeye çalıştım; oysa biliyordum o sorgu yapılacaktı. Evde kimse yoktu. Saat neredeyse dörde geliyordu.

Geldiğimden beri bahçedeki koltuğa uzanmış gökyüzünü izliyordum. Aslında düşünüyordum. Aycan'ı fark ettiğimde elindeki limonataları sehpanın üzerine koyarak karşımdaki koltuğa oturdu. Bakışlarımı tekrar gökyüzüne çevirdim.

Onun bakışlarını üzerimde hissediyordum. Göz uzuyla baktığımda onunda uzandığını fark ettim. Dudaklarım aralandı. "Sormayacak mısın bir şey?"

Bakışlarını bana çevirdi. "Ne gibi?" diye bilmezlikten geldiğinde, aslında beni sıkıştırmak istemediğini fark ettim. Üzerime gelmek istemiyordu; çünkü düşüncelerimle bi' savaş içinde olduğumun farkındaydı.

Gülümsedim.

İki saat sonra kapı çaldığında, ayağa kalktım açmak için. Deniz abla yemek hazırlıyordu. Salona girdim. Salonun kapısını açtığımda mavimsi gri renk olan, geniş ev kapısını gördüm. Kapıyı açtım. Gelen Damla'ydı.

Gülümsedim. "Hoş geldin." Başını salladı. "Hoş buldum." dedi, yüzündeki içten gülümsemesiyle.

Kapıdan bir adım attığında sokak kapısından içeri giren Kerim'i gördüm. Ellerinde dolu dolu poşetler vardı. Damla'yı gördüğünde adımları durdu. "Hoş geldiniz." Bakışlarımı salon kapısının önüne çevirdiğimde, konuşanın Deniz abla olduğunu anca fark ettim.

Damla Kerim'i daha fark edememişti. Damla yüzündeki gülümsemeyle "Sağ olun." dedi. Deniz ablanın bakışları kapının arkasında, Damla'ya bakakalan Kerim'e değdi. Aramızdan geçerek kapıdan çıktığında, "Ver oğlum, yardım edeyim." dedi Deniz abla.

Elinden birkaç poşeti aldığında bile hâlâ kendine gelememişti. Daha önce söylese miydim acaba?

Deniz abla içeri geçerken, bende Damla'nın önüne terlik bırakmıştım. Damla terliği giydiğinde Kerim'de içeri girdi. Başıyla selam verip salondan mutfağa geçti. Ayakkabıyla girmesine şaşırmamıştım. Abimlerde giriyordu.

Bahçeye geçtiğimizde Aycan'la sarıldılar. Karşı karşıya olan ikili koltukların birine ben ve Aycan, diğerine de Damla oturmuştu. "Eee, neler yapıyoruz bugün?" diye sordu Aycan. Damla "Akıyoruz, salıyoruz kendimizi." diye karşılı verdi.

Bu gece Çınar'ı, sorduğu soruyu, yaptıklarını aklıma bile getirmeden keyifli bir gün geçirmeye karar vermiştim. Bir an bile düşünmeden...

Aycan ayağa kalkıp mutfağa yürüdüğünde, Damla birden ayağa kalktı. Kollarını açarak sırtımın dönük olduğu eve bakıyordu. "Yasemin Hanım nerelerdeydiniz kaç gündür?" diye yüksek sesle konuştu. Başım arkaya dönmüştü, bu tamamıyla bir refleksti.

Yasemin bahçeye yeni çıkmış olmalıydı. Bakışları birkaç saniye benim üzerimde kaldı. Bakışlarını Damla'ya çevirdiğinde, Damla ona doğru çoktan yürümeye başlamıştı.

Ayağa kalktım. Aslında o günden sonra pek konuşacağımı zannetmiyordum. İlk karşılaştığımız günü hatırlıyordum da gayet iyiydik. Sanki ne kadar geçmiş üstünden, Azra? Bir hafta.

Sarıldıktan sonra ayrıldılar, ne konuştuklarını duyamıyordum. Duymak istediğimde söylenemezdi. Bakışlarını bana döndürdüklerinde sahte bir tebessümle "Merhaba." dedim, Yasemin'e.

"Merhaba." diye sessizce karşılık verdi. Fakat yüzünde ne düşündüğüne dair hiçbir duygu yoktu. Burada daha fazla kalmak istemediğimi fark ettiğimde, "Damla ben mutfaktayım." dedim.

Mutfağa geçtiğimde, Deniz abla akşam için yemek yapıyordu. Masada oturan Kerim telefonuyla ilgileniyordu. Aycan da soğuk kokteyller hazırlıyordu. Kerim'in sağına geçip oturdum. Beni fark etti ama başını telefondan kaldırmadı.

Kolumu koluna vurdum. "Çıkacağız zaten çok kalmayacak burada." diye fısıldadım kulağına. Bakışlarını bana döndürdüğünde "Sorun yok bende çıkacağım birazdan." diye konuştu. O, benim aksine sesli konuşmuştu.

"Nereye oğlum?" diye sordu Deniz abla. Kerim bakışlarını annesine çevirirken "Hiç öyle, bizimkilerle buluşacağım." diye konuştu. "Neresi ki acaba Deniz abla?" diye araya girdi Aycan. Kerim Aycan'a kötü kötü baktığında, yapma der gibi bende Aycan'a baktım.

"Yok, anneciğim yok. Aycan'ı dinleme sen. Saçma sapan konuşuyor." diye konuştu Kerim. Deniz abla sertçe baktı Kerim'e. "Ben yukarı temizleyeceğim. Uslu dur." dedi Deniz abla, Kerim'e. Mutfak kapısından çıktığında, arkasından kapıyı da kapatmıştı.

Aycan durmadı daha da üstüne gitti. Üzerine gitmekten keyif alıyor olmalıydı. "Kimmiş bu arkadaşlar Kerim Bey?" diye konuştu Aycan, gülüşlerinin arasından.

Kerim'in yüzünde sahte bir gülüş peyda oldu. "Çınarlarla buluşacağım. Başka sorun var mı canım benim?" diye konuştu Kerim.

"Kimlerle, kimlerle?" Hangi ara mutfak kapısından girdiğini anlayamadığım Damla, Kerime bakarak sormuştu soruyu. Arkaya döndüğümüzde "Çınarlarla." dedi Kerim, bakışlarını kaçırırken.

Damla "Çınarlarla." diye mırıldanırken, Aycan "Efe de mi var?" diye sormuştu. Kerim başını salladı. "Nasıl ya! Hangi ara iyileşti ki o?" diye konuştu Aycan. Kerim bilmem der gibi dudağını büktü.

Damla, Aycan'la benim aramda durduğunda, bakışları aramızda mekik dokuyordu. Bakışlarını Kerim'e değdirmiyordu. Damla'nın dudakları aralandı.

"Tatile ne dersiniz kızlar?"

Aycan "Hı?" diye bir ses çıkardığında, "Nereye?" diye sordum.

"İzmir'e."

...


Loading...
0%