Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Bölüm: "Geçmiş Olsun."

@senemeevren

Yorum yapmayı ve oy vermeyi lütfen unutmayın


...

"İzmir'e mi?" Aycan'la aynı ayna sorduk.

Damla başını salladı. "Evet, İzmir'e gidelim. Bizim yazlığımız var orada. Birkaç gün kalırız. Okul öncesi tatil gibi düşünelim." Aycan'a baktım, suratındaki sırıtış kabak gibi ortadaydı. Göz göze geldiğimizde, kedi gibi bakıyordu bana

Bakışlarım Kerim'e çevrildi. Tam tahmin ettiğim gibi Damla'ya bakıyordu.

Aslında kısa bir zamandır buraya taşınmamıza rağmen İzmir'i çok özlemiştim ve bu tatil en çok istediğim şeylerden biriydi. Çocukluğumu, ergenliğimi geçirdiğim bu şehir, artık tatil diyerek gidebileceğim bir şehirdi ve bu gerçekten de artık hayatımın değiştiğinin bi' diğer kanıtıydı.

"Olur, gidelim." diye konuştum heyecanla. Damla'nın yüzündeki tebessümün yerini ciddiyet aldığında, kaşlarım çatıldı.

Kerim'e döndü. "Şimdi benim o salak, eski arkadaşlarıma söyle; benim arkadaşlarım var, onlara kalmadım." Yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirdi. "Sende çok bekletme arkadaşlarını, maazallah geç kalırsın falan, eğlencenin sonuna yetişirsin, kaçırma!"

Neydi bu şimdi? Alttan alttan laf mı sokuyordu? Peki ya neden? Yoksa o da mı Kerim'e...

Kerim'e çevrildi bakışlarım. Kısılmış gözleriyle, hafif çatılmış kaşlarıyla bakıyordu Damla'ya. Kaşları kendine gel dercesine havalandığında, ayağa kalktı. "Aynen ben kaçım, geç falan kalırım, maazallah."

Damla, Kerim mutfaktan çıkmadan önce "Hadi kızlar hazırlayın valizleri." dedi. Kerim'de kapıyı arkasından kapattığında, bende oturduğum sandalyeden kalktım.

"Sen?" diye sordum Damla'ya. Omuz silkerek "Benim orada giyeceklerim var." dedi. Hay hay dercesine salladım başımı. "Öyleyse abi bende, baba da sende olsun." diye konuştum Aycan'a. Aycan "Tamamdır. Hadi hazırlayalım şu valizleri." diye konuştu sevinçle.

Yukarı çıktım. Özenle seçtiğim kıyafetleri koydum çanta valizime. Telefonumu elime aldım. Abimi aradım. Açmadı. Kaşlarım çatıldı. Bir daha aradım. Tam kapatacaktım ki sesini duydum. "Alo."

"N'apıyorsun abi?" Denize yakın bir yerde olsa gerek, dalga sesleri işitiyordum. "Öyle, sıkıcı şeyler. Sen neden aradın, bi' sorun mu var?"

"Yok, yok. Sorun yok ama bir şey söylemem gerek."

"Söyle bakalım neymiş?" Sesi biraz sıkkın gibiydi.

"Abi biz İzmir'e gideceğiz, hatta şu an." Konuşmamı bitir bitirmez, yüksek sesi ulaştı kulaklarıma. "Ne?"

"Sandığın gibi bir şey değil. İki günlük bir şey olacak. Okullar açıldığında zor olur gitmek. Birkaç gün kalmış zaten. Ben, Aycan ve Damla gidiyoruz." Cevap vermedi. Ne oluyordu? "Abi?" diye sesledim telefonun diğer ucundaki adama.

"Ha? O-olur gidin." dedi. Kaşlarım çatıldı. "Abi sen iyi misin? Hem sen neredesin?" diye konuştuğumda, "İyiyim ben abim, iyiyim. Merak etme, eğlenmene bak sen. İşler yoğun ondan yorgunum ben." diye cevap verdi. Cevaptan pek tabii tatmin olmasam da, anlatmayacağından emindim.

"Peki, kendine iyi bak. Görüşürüz abim."

"Görüşürüz bi' tanem."

Telefonu kapattığımda, odamın kapısı açıldı. "Hadi kalk. Biliyorsun, arabayla gideceğiz." dedi Aycan. Gözlerimi devirdim, sıkıntılı bir nefes kaçtı aralıklı duran dudaklarımdan. "Onca yolu çekeceğim aklıma geldikçe gidesim gelmiyor." dedim.

"N'apayım, keyfimden değil herhalde." Ayağa kalktım. Kıyafet odasına girmek için yanından geçtiğimde, kolumu tutarak durdurdu. "Ne oldu? Bir sorun mu var?" Başımı iki yana sallayarak "Yok, yok bir şey. Öyle abinin sesi biraz değişik geliyordu sanki." dedim.

"Ne olabilir ki?" diye sorduğunda, bilmem der gibi dudaklarımı büktüm. "Neyse, belki yanlış anlamışımdır." dediğimde, başını salladı sonrada kolumu bırakarak odadan çıktı. Son kontrollerimi de yaptıktan sonra aşağı indim. Damla ve Aycan salondaki şaşaalı oturma grubunun berjerlerinde oturuyorlardı.

"Aycan ya saçmalama, ayarladım zaten biletleri, gidelim uçakla. Bir şey olmayacak. Bak o yolu arabayla çekemeyiz." diyordu Damla. Aycan uçağa binemediğini anlamış olacak ki, oldukça morali düşmüştü.

Salondaki birkaç merdivenden indiğimde, "Boşa çabalama derim ben. Buraya gelirken bile arabayla geldik. Ne yaptık, ne ettik olmadı."

Sıkıntılı bir nefes verdi. "Neyse benle Aycan süreriz. Sen zaten hiç oturmamışsın o koltuğa." Aycan'la birbirimize baktık. "Aycan, bana süremediğini söyleme." dedi Damla, dişlerinin arasından. Aycan "Sen biliyorsun değil mi?" diye sordu. Damla Aycan'a kötü kötü baktı.

"Tamam ya. Bozmayalım morallerimizi. Hadi geç olmadan çıkalım yola."

*****

Yola çıkalı üç saat oluyordu. Neyse ki trafik yoktu. Yolun yarısı bitmişti. Saat dokuz buçuktu. Araba Balıkesir'in Merkez ilçesindeki akaryakıt istasyonunda durmuştu. Markete girip bir şeyler aldıkları sırada beni uyandırmışlardı. Onlar marketteyken benzin doldurulmuştu. Geldikleri gibi yine uykunun kollarına atlamıştım.

Yola çıktığımızdan beri arka koltukta yayılmış uyuyordum. İzmir'de kaldığım süre boyunca zamanımı uyuyarak geçirmek istemiyordum.

Omuzlarımdan ittirildiğimde, gözlerim aralandı. Kısık gözlerle baktım Aycan'a. "Geldik aşkım." Onlara İzmir'e giriş yaptığımızda beni uyandırmalarını söylemiştim. Geldik dediği aslında İzmir'e girişimizdi.

Biraz esnedikten sonra doğruldum. Boynum ve sırtım biraz tutulmuş gibiydi. Bakışlarımı etrafta gezdirdim. Etraf karanlık olduğundan gözlerimi art arda birkaç kez kırpıştırdım.

Manisa'yı arkada bırakırken İzmir'e giriş yapmıştık. Tüm yolu izlemeye kararlıydım. Belki özlemimi bu şekilde dindireceğimi düşünüyordum.

Kemalpaşa'daki Çambel Mahallesi'ndeki bir sanayinin önünden geçtik. Aramızda sessizlik hâkimdi. Bir süre daha izledikten sonra Bornova'daki stadın önünden çektik. Stadın ışıkları açıktı. Yol akıp giderken bir bira fabrikasının önünden geçtik. Efes Pilsen. Efes Pilsen, 1969 yılında İzmir ve İstanbul'da üretilmeye başladıktan sonra dünyaya açılan bir markaydı. Bilinen, tercih edilen bir markaydı.

Işıkken Polis Şehitliğinin önünden geçerken sertçe yutkundum. Annemi ziyaret etmeden buradan gitmek istemiyordum. Mezarı Alaçatı'daydı. Eski evimize çok yakındı. Hep giderdim yanına, konuşurdum onunla. Bir cevap alamayacağımı bile bile ona çok şey anlatırdım.

Dokuz Eylül Üniversitesi'nin önünden geçtiğimiz sırada "Aycan." diye fark etmeden yüksek sesle seslendim. Ön çaprazımda, sürücü koltuğunda oturan Damla hızla arkasına döndüğünde, işaret parmağı dudaklarının üstündeydi. Aycan uyuyordu.

Şu okula girmeyeli üç ay bile olmamıştı. Ve zaten artık girmek için hiçbir sebepte yoktu. Aycan'la fakültelerimiz arasında on dakika bile yoktu. Yol akıp giderken acıyla baktım İzmir'ime...

Lisedeki okulumuz Urla'daydı. Ve amcam her sabah erken uyanır bizi okula kendi elleriyle bırakırdı. Genellikle okuldakiler alay etseler de duymazlıktan gelirdim. Ama Aycan onlara hep karşılık verirdi. Belki de en iyisini o yapıyordu. Göz yummayarak.

Üniversitemiz lisedekinden de uzaktı ve amcama hakkını bu sebepten bile olsa ödeyemezdim. Lisede reşit değildik, oysa üniversitede öyle değildi; öğrenebilirdik. Sürmeyi bilmediğimizden amcamdaydı tüm yük... Tabii benim saçma sapan takıntılarımı unutmamak gerekir.

Evimiz, Alaçatı'nın merkezinde müstakil bir evdi. Yengemle beraber ektiğimiz çiçeklerle resmen cennete gibi bir şey olmuştu. Yeni evimiz ne kadar büyük ve gösterişli olsa da ben o evi hiçbir şeye değişmezdim.

Urla'dan geçerek Çeşme'ye girdik. İzmir'e gireli neredeyse bir buçuk saat olacaktı. Tanıdık sokaklardan geçtikten sonra Çeşme'nin Ilıca Mahallesi'ndeki Eylül sitesine girmişti Damla. Siteye girdiğimizde Aycan'ı uyandırdık.

Araba bir villanın önünde durduğunda, Aycan yeni yeni kendine geliyordu. Arabadan indiğimizde, bagaja ilerledik. Herkes eline bir şey aldı, ardından eve doğru ilerledik.

Sokak kapısını açtığımızda, ayaklarımız geri geri gitti. Çünkü evin ışıkları açıktı. Çatık kaşlarla en solda duran Damla'ya döndük. Onunda bizimkinden farklı bir ifadesi yoktu. Anlamaya çalışıyorduk. "Sakin olalım, belki annem hazırlatmıştır. Temizlenmeye ihtiyacı olduğunu düşünmüş olabilir."

Söyledikleri Aycan'ı biraz rahatlatsa da beni tatmin etmemişti. Ürkek adımlarla taşlı zeminde ilerlemeye başladık. İkinci adımda ağaçlarına arasından bağırarak önümüze atlayan birini gördüğümüzde, elimdekileri yere fırlatarak, iki elimle yüzümü kapattım. Birkaç adım geriye giderek çığlık atmıştık.

Yüzümü örttüğüm parmaklarımın arasından karşımdakine baktım; Efe'ydi. Peki ya burada ne işi vardı? Avuç içim yüzümden aşağı kaydığında, Damla'nın sinirle Efe'ye baktığını gördüm.

Aycan ise hâlâ masum masum tek eliyle yüzünü örtmüş, bakmaya korkuyordu. Diğer eliyse kolumdaydı. Sıkıyordu.

Elimi elinin üstüne koydum. "Aç gözlerini, aç. Şakacı biri olsa gerek!" Aycan elini indirdiğinde, yüzündeki şaşkınlık gözle görülür cinstendi.

Kaşlarını çatarak "Sen!" diye mırıldandı. Sonra çatılan kaşları havalandı. Alayla güldü. "Şu kafanı bi' ara tam patlatayım da, bir daha eşek şakası yapama." dedi, dişlerinin arasında.

"Deme öyle." Eli, başındaki sargıyı çıkardığı yaranın üstüne gitti. "Hasarları hâlâ mevcut." Güldüm. Aycan elini göğsünün üstünden kaydırarak oh olsun derken dudaklarını belli belirsiz oynattı.

Efe gözlerini devirdiğinde, bakışları hâlâ aynı şekilde kendisine bakan Damla'ya değdi. "Kuzen bir sakin olur musun?" dedi Efe, yumuşak sesle. "Hem sinirlenilecek bir varsa o ben değilim." Dudaklarımda anlamsız bir tebessüm vardı. Efe'yi sevmiş olabilirdim.

"Ne saçmalıyorsun Allah aşkına ya." diye oflayarak konuştu Damla. Sol tarafta, bahçenin oralarda bir vücut belirdiğinde, gözlerimi kısarak baktım. Can'a benziyordu. Yapılı vücudu onu hemen tanımamı sağlamıştı.

"Ne duruyorsunuz orada, gelsenize." diye bağırdı. Damla "Bi siktirin gidin ya." diye cevap verdiğinde, arkada iki suret daha gördüm. Kerim ve Çınar'dı. Yutkundum. Uzaktan bile sanki gözlerindeki ağırlığı hissedebiliyordum.

Aycan, Damla'ya "Bizim için sıkıntı olmaz. Yani üzerlerine çok gitme." dedi. Bal gibi de sıkıntı vardı. Dudaklarım aralandı, yüksek sesle konuştum. "Benim için sıkıntı. Sonuçta kız kıza bi' tatil yapacaktık. Rahatsız edilmemeyi tercih ederdim."

Ta buradan bile dudaklarındaki imalı tebessümü fark ettim. Gecenin karanlığına rağmen... Belki de artık ne tepki vereceğini kestirebiliyordum.

"Benim bir suçum yok. Tek suçlumuz Çınar. İlla da gideceğiz diye tutturdu." dedi Efe. Kaşlarım havalandı.

Ha bi' de sende bir cevabım var ve onu en yakın zamanda alacağım, bundan emin olabilirsin.

Kurduğu cümle zihnimde yankılanmaya başladığında, sertçe yutkundum. "Uzatmanın âlemi yok. Kovamayacağımıza göre... Girelim, hadi." dedim. Yerdeki çantamı ve birkaç market poşetini elime aldım.

Kapıya doğu giden taşlı basamakları es geçerek çimlerin üstünden bahçeye yürüdüm. Arkamdan geldiler. Ayakta duran Can'la Kerim'i es geçerek, Çınar'ın önünden geçtiğim sırada gözlerine baktım. "Neden geldiğini biliyorum. Ama bil ki istediğini alamayacaksın. Hodri meydan." dedim.

Koltuklara doğru yürüdüğüm sırada, çantamı taşıdım elimin kolumdan tuttu. Kendine doğru çevirdi. Gözlerime baktı. Barut rengi gözlerine baktım. Keskin bakıyordu. Birkaç saniye sonra kolumu bıraktı. Ne demekti bu? Hodri meydan der gibi bir şey miydi?

Tekli salıncağa oturdum. Elimdekileri hemen salıncağın yanına bırakmıştım. Bahçedeki koltuk takımın rengi griydi. İki tane berjer, bir tane de üçlü koltuktan oluşuyordu. Üçlü koltuk tam karşımdaydı. Sağında ve solunda da berjerler vardı.

Kadraja ilk kızlar girdi. Üçlü koltuğun sağındaki berjere Damla oturdu. Diğer berjereyse Aycan oturdu. Üçlü koltuğa ilk Kerim'le Efe oturdu. Kerim, Damla'ya en uzak olan tarafa oturdu. Aycan'a yakın olan tarafa. Efe'yse tam ortaya oturmuştu. Başımı sağa çevirdim. Can ve Çınar ayaktaydılar.

Damla baktığım tarafa bakıyor olsa ki "Sığışın, bir şey olmaz." dedi. Dudaklarımı güldüğümü belli etmemek için birbirine bastırıyordum. "Sığışın, sığışın." diye tekrar etti. Çınar'ın bakışları dudaklarıma kaydığında, başımı denize çevirdim.

"Oturabilirsiniz." diyerek ayağa kalktım. "Bana odayı gösterebilir misin?" diye sordum, Damla'ya. Başını sallayarak ayağa kalktı. Hemen koltukların yanındaki camdan mutfağa girdik. Salonla mutfak neredeyse iç içeydi. Aralarında küçük bir duvar vardı.

Salondan çıktıktan sonra ahşap merdivenlerden üs kata çıktık. Merdivenin altında bir oda vardı, kapısı kapalıydı. Üst katta iki oda vardı. Karşılıklıydılar. Sağdaki odaya girdiğinde, peşinden ilerledim. Oda oldukça genişti. Yatak çift kişilikti. Bir de kapı vardı.

Damla bu odanın Aycan'la benim olduğunu söyledikten sonra çıktı. Sabahtan beri üstümdeki azur mavisi pantolon ve beyaz croptan kurtularak duşa girdim. Duştan çıktıktan sonra siyah, mini etekle crop giydim. Etek yırtmaçlıydı. Dışarı çıkacağımdan üzerime bir de beyaz bir gömlek geçirdim. Gömlek eteğin uçlarıyla neredeyse aynı hizadaydı. Az önce çıkardığım beyaz sporlarımı tekrar giyinip, telefonumu elime alıp odadan çıktım. Saat neredeyse gece bire geliyordu. Saçlarımı kurutmamıştım. Zaten kurutmayı da sevmezdim. Çok çabuk kururlardı.

Merdivenlerden inerken Can'la karşılaştım. Yüzüme zoraki gülümsememi yerleştirdim. Can aralarındaki en sessiziydi. Altındaki sebepleri tahmin bile edemezdim ama öyleydi. Ya da bana öyle geliyordu.

Belki o da benim gibi değişikliği sevmiyordu. Belki böyle davranmasındaki sebep bizdik. Belki de onu tanıdıktan sonra bu düşüncelerimi saçma bulacaktım. Zamanla her şey oturacaktı.

Yanından geçerek merdivenlerden indim, salona girdim. Mutfak kapısından bahçeye geçmek için mutfağa girdim. Çınar mutfaktaydı. Bir şeyler hazırlıyordu. Beni fark ettiğinde, bakışlarımı bahçe kapısına çevirip oraya doğru yürümeye başladım. "Hastalanacaksın!"

Sesindeki sert tını kaşlarımı çatmama ve adımlarımın durmasına neden olmuştu. Neden bahsettiğini anladığımda kaşlarım havalandı. Ona döndüm. "Yok, ben alışığım." diye cevap verdim. Bahsettiği şey kurutmadığım saçlarımdı.

Tekrar arkamı döndüğümde, "Aç mısın?" diye sordu. "Sağ ol, ben dışarda yiyeceğim." dedim. Bahçe kapısını açtığım sırada "Nereye gideceksin? Tek mi?" diye sordu Çınar. Gözlerimi kapatıp açarak derin bir nefes alıp verdim. Ona döndüm. "Evet."

"Gelmemi ister misin?" diye sordu bu sefer. Başımı salladım. "Gerek yok." Elindeki bıçağı tahtanın ütüne bıraktı. Tezgâhın üstünde duran bezle elini silip yanıma doğru adım attı. Aramızda az bir mesafe bıraktığında, başımı kaldırıp gözlerine baktım.

"İstanbul'a dönene kadar yanında durmama izin ver. " Yutkundu. "Eğer ki dönene kadar bir cevap vermezsen, söz veriyorum bu konu hakkında tek kelime dahi etmeyeceğim."

Arkama döndüm. Evet mi dedim ben şimdi? Oysa dudaklarım bile kıpırdamamıştı. Hayır dememek, evet demek miydi?

Bahçedekilerin bakışları bize döndü. Kerim oturduğu yerden kalmamış olsa gerek hâlâ aynı şekildeydi. Bakışlarındaki çekingenlik fark ediliyordu. Aycan bahçenin boş tarafındaki çimenlerin üstünde telefonla konuşuyordu. Damla ilk oturduğu tekli koltukta oturuyordu. Efe'yse benim yerimde gözü olsa gerek hemen oturmuş.

"Ben dışarı çıkıyorum. Gelmek isteyen var mı?" dedim.

"Ben." dedi arkamdaki Çınar.

*****

Çimlerden uzanıyorduk. Ben ve Çınar... Kimse gelmeyince baş başa kalmıştık. Evden çıktıktan onun siyah, üstü açık arabasına binerek siteden çıkmıştık. Kaç defa "Üşüteceksin!" dese de omuz silkmiştim. Şimdiyse kordondaki çimlerin üstünde uzanıyorduk. Çınar sol tarafımdaydı.

Aslında bu konuda biraz tartışmıştık. Belki de benimle inatlaşmak istemişti. Cimlere uzanmıştım. Sağ tarafıma uzanacağı sırada onu durdurmuş, Sol tarafıma uzanmasını söylemiştim. Beni duymazlıktan gelerek yanıma uzanmıştı, ayağa kalkarak oradan uzaklaşmak istediğim sırada, kolumdan tutarak beni durdurmuştu.

"Bu kadar abartacağını düşünmemiştim." demişti. Gözlerimi devirdikten sonra yanından geçerek tekrar çimlere uzanmıştım sırtüstü.

Bakışlarım gökyüzündeki yıldızların üstünde geziniyordu. "Kendini anlatsana biraz." dedi sol tarafımda çimlerin üzerinde uzanan Çınar. Üstünde hâki bir tişört ve koyu gri bir eşofman vardı. Rahat giyinmeyi seviyor olmalıydı.

Başımı ona çevirdiğimde, onun bakışları tahmin ettiğim gibi üzerimdeydi. "Nasıl yani?" dedim. "Yani Azra nasıl biridir? Nelerden hoşlanır? Nelerden hoşlanmaz?" dedi Çınar, hemen ardımdan.

Bakışlarım etrafta gezindi. Düşündüm. "Sen söyle." dedim, en sonunda düşünmeyi bırakarak. Gözlerine baktım. "Benim hakkımdaki ilk izlenimlerin neler?" diye devam ettim.

Kaşları havalanmıştı. Dudaklarında adlandıramadığım bir sırıtış da vardı. "Öncelikle..." duraksadı. "Hiç deryadil değilsin." Hiç anlayışlı değilsin. "Fazlasıyla mağrursun." Fazlasıyla gururlusun. "Mahşer midillisisin." Ortalığı karıştıransın. "Hodbinsin." Bencilsin. "Hasissin..."

Bir hışım doğrulduğumda, "Nerede gördün pintiliğimi?" diye sordum sertçe. Sağ kolunun dirseğini çimlere yaslayarak az biraz doğrulduğunda, bir kahkaha döküldü boğazından.

Kaşlarım çatıldı. Ne yani beni kızdırmak için mi söylemişti tüm bunları?

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıp verdim. "Tamam, tamam. Şimdi gerçek düşüncelerimi söyleyeceğim. Ama sırayla bi' sen söyleyeceksin bi' ben." Gözlerimi açtığımda, başımı salladım.

Hâlâ aynı şekilde uzanıyordu. Bense bacaklarımın üstündeydim. "Peşinden koşturulmasından hoşlandığını düşünüyorum."

"Hiç de öyle değil." dedim, tersleyerek. "Sen anlat o zaman. Seni tanımama izin ver." dedi. Önce saçlarımı geriye savurdum, sonraysa kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Yutkundum.

"Ben değişiklerden pek hoşlanmam, sevmem." Gözlerini bir an bile kırpmadan yüzüme bakıyordu. "Kabullenmem zor olmasa da, alışmam çok zor. Bir şeyler değiştiğinde ya da ne bileyim bunu fark ettiğimde, sanki düzen bozuluyor ve o mutlu anlar geride kalacakmış gibi hissediyorum." Dudaklarımı ıslattım. Bakışlarımı denize çevirdim.

Başparmağı ve işaret parmağıyla çenemi kavradığında, yüzümü kendine doğru çevirdi, gözlerine baktım. "Devam et." dedi. Başımı geriye attığımda, çenemdeki eli boşluğa düştü.

İki elimi alnımdan, başımın üstüne götürdüm sertçe. Başparmaklarım kulağımın arkasına değiyordu. Elimi oradan enseme götürdüm. Tüm saçlarımı ensemde toplayarak geriye attım. Sıcaktı.

"Ben sorayım öyleyse." Sustu, düşündü. Kaşlarım havalandı, ne soracağını merak ediyordum. Gülümsedi. "Yemek yapmayı biliyor musun?" diye sordu. Gülümsedim. "Ne yapacaksın?" diye sordum.

Biraz daha doğrulduğunda, elini çimlere yaslamıştı. "Nikâhıma alacağım." Dudaklarımı birbirine bastırarak gülmemeye çalıştım. En sonunda pes ettim ve büyük bir kahkaha döküldü boğazımdan.

"Hı hı. Aynen öyle." dedim, gülüşlerimin arasından. "Yalnız o gün sana bu dediklerini hatırlatırım." dedi. Sonra ekledi: "Neyse, evden çıkarken bir şeyler yiyeceğini söylemiştin. Hadi kalk."

Omuz silkerek tekrar uzandım çimlere. Gökyüzüne baktım. "Aslında..." diye mırıldandım. "Sufle ve kahveye hayır diyemem." diye devam ettim. Bakışlarımı Çınar'a çevirdim. "Tatlı sever misin?" diye sordum. "Sadece sütlü olanlar." diye cevap verdiğinde, "Çikolatalı olanlar?" diye sorduğumda, yüzünü buruştu. Kahkaha atarak doğrulup ayağa kalktım.

"Hadi sufle yemeye gidiyoruz." dedim ve elinden tutarak kaldırmaya çalıştım. O kalktığında benim dengem bozulmuştu, bir eliyle belimden tuttuğunda düşmekten kurtulmuştum. Ellerim omuzlarındaydı.

Yüzümüz arasında bir nefeslik bir mesafe vardı. Yutkundum. Bakışlarımı gözlerinden başka hiçbir yere değdirmiyordum. Bakışları aşağı doğru kaydığında, karnımda bir ateş hissettim.

Ellerimi omuzlarından çektiğimde, belimdeki eli çözüldü. Yanından geçip arabaya doğru ilerledim. Arkamdan geliyordu. Yolcu koltuğunun kapısını açtım. Koltuğa oturdum. Kemerimi bağladığım sırada kapı açıldı ve Çınar koltuğa oturup arabayı hızla sürmeye başladı.

"Eğer ki sufleyi yersen, o cevabı buradan ayrılmadan vereceğime söz veriyorum." dedim. Bakışları bana döndüğünde, göz göze geldik. Kaşları havalanmıştı.

"Sen bilirsin." dedi ve bakışlarını yola çevirdi. Verdiği cevap beni oldukça şaşırtmıştı.

Bakışlarımı yola çevirdiğimde, içimdeki o duyguya küfürler ettim. Çok mu üzerine gidiyordum acaba? Onunla eğlendiğimi düşünsün istemezdim. Öyle bir amacım yoktu. Ne yaptığımı ben bile anlayamıyordum.

Sadece ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Ve bundan kaçıyordum.

Böyle yaparak düşüncelerimden kaçıyordum. Kendimden kaçıyordum. Ve bu sadece korkularım yüzündendi.

Evet ya da hayır; o cevabı buradan ayrılmadan verecektim. Kararım buydu. Doğrusu buydu.

Beş dakika sonra bir kafenin önünde durdu. Yüzüne bakamadan kemerimi açıp indim. Saat neredeyse ikiye geliyordu. Bu saatte açık olmasına şaşırmamıştım.

Kafeye girdiğimde en kösedeki masaya oturdum. Karşımdaki sandalyeyi çekip oturduğunda, garson yanımıza gelmişti. "Hoş geldiniz. Ne alırdınız?"

Çınar'ın konuşmasına izin vermeden dudaklarımı araladım. "Biz iki sufle, iki de sade Türk kahvesi alalım." Sesli bir şekilde güldüğünde, bakışlarımı garson adamdan çekip, Çınar'a çevirdim. Suratındaki sırıtışı gizleme zahmetinde bile bulunmuyordu.

Çınar'a bakarken, garson adama konuştum. "Bekliyoruz." dedim. Gözleri kısılmıştı. Yanağımı avuç içime, dirseğimi de masaya yaslayarak karşımda oturan adama baktım. Gözlerine baktım. Barut rengi gözlerine...

Yüzümde anlam veremediğim bir gülümseme vardı. Kaşlarım havalandı. "Unut gitsin." dedim. "Neyi?" diye karşılık verdi.

"Eğer sufleyi yersen cevabı vereceğim dedim ya. Unut gitsin." Devam et der gibi bakıyordu. Konuşmayacağımı anladığında, dudakları aralandı. "Peki neden iki tane istediğini söyledin?"

"Anca yetiyor." diye yalan söyledim.

"Cık. İkisini yiyemeyeceğini ikimizde biliyoruz."

"Yoo, ben çok seviyorum. Ama tabii istersen sana da verebilirim. Bana eşlik etmek istersen..." dedim. Bakışlarını yanındaki cama çevirdiğinde, yüzünde yine o gülümseme vardı. "Neye gülüyorsun acaba?" diye sordum.

"Hiç. Öyle..." dedi.

"Öyle..." diye tekrar ettim onu. "Vazgeçtim yemeyeceğim sufle falan, kalkalım." Bakışlarını bana çevirdiğinde, ben çoktan sandalyeden kalkmıştım. "Saçmalama, otur." dedi ama dinlemedim. Kafenin çıkışına doğru ilerlediğimde, arkamdan geldiğini biliyordum.

Arabaya binmedim. İzmir'in sokaklarında yürümek istiyordum. Birkaç adım atmıştım ki kolumdan tutarak beni kendisine çevirdi. "Bırak kolumu." dedim, uyarıcı bir tonla.

"Niye birden böyle cellallendin?" diye sordu. Sabır dilenircesine gözlerimi kapatıp derin derin nefesler aldım.

Boşta kalan elini havaya kaldırdı. Parmak uçlarını, varla yok arası alnıma değdiriyordu. Şakaklarıma doğru ilerledi. Yanağıma indi ardından avuç içini boynuma yerleştirdi. Gözlerimi açtım. Bakışları yüzümün her noktasında geziniyordu.

Başparmağı elmacık kemiğimin üstünde geziniyordu. Heyecandan dudaklarımı ıslattım. Bakışları dudaklarımda takılı kaldı. Sertçe yutkundum. Dikkatini dağıtmam gerekiyordu.

"Benim sana bir şey söylemem gerek." Neyi der gibi baktı suratıma. Yutkundum. "Hani sen demiştin ya, eğer ki İstanbul'a dönene kadar bir cevap vermemişsem; bu konu hakkında bir daha üzerime gelmeyecektin."

Saçlarımı geriye doğru savurduğumda, bir adım uzaklaşmıştık. "O cevabı vereceğim. Ne mi? Bende bilmiyorum ama vereceğim. Evet ya da hay..." İşaret parmağını dudaklarıma bastırdığında, susmak zorunda kalmıştım. Yutkundum. Bakışlarımız kesişti.

"Bakma şöyle." dedi, kısık sesle.

"Hı?" diye bir ses çıktı boğazımdan. Bana bir adım attığında, bakışlarımı yere, attığı adıma indirdim. Derin bir nefes çektim. Kokusu içime doldu. Nefessiz kaldım sanki. Gözlerimi örttüm. Derin bir nefes daha çektim. Ve yine onun kokusu... Petrichor... Bu fazlasıyla hoşuma gitmişti.

Dudaklarımdaki sırıtışı hissettiğimde, iş işten geçmişti. Göz kapaklarımı kaldırdım. Bakışlarımı dudaklarımın üstündeki parmağına indirdiğimde, parmağını dudağımın üstünden çekti. "Bakışlardan da etkilenmeye başlanmış. Geçmiş olsun." dedim, durumu toparlamaya çalışarak.

Yüzüme eğildi. Hiç etkilenmedim. Ya da etkilenmemiş gibi davrandım. "Olsun." diye fısıldadı. Biraz daha yakınlaştığında, nefesimi tuttum. Kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı.

Burnunu burnuma değdirdiğinde, durdu. Sonra kalp atışlarımı yavaşlatan o cümleyi kurdu: "Kalp atışları göğsü delecek şiddette atmaya başlamış. Geçmiş olsun."

"Olsun." diye mırıldanırken buldum kendimi. Yüzündeki şaşkınlık bana bile ne dediğimi sorgulayacak kadar büyüktü. Sahi bu bir itiraf mıydı? Ama farkında bile değildim ki söylediğim kelimenin. Uzaklaşmadık.

"Cevabını erken vereceğini söylememiştin." Nefesi dudaklarıma çarptı. Elini göğsüne götürdü. "Bu da kalp... Yüreğime inecek. " Gözlerimi devirdim. Geriye bir adım atarak uzaklaştım. "Ama bu baya manipülasyondu." diye yakınarak konuştum.

"Kalpten geçmeyen, dudaklardan dökülmezmiş." dedi Çınar. "Alakası yok." diye karşılık verdim hemen. "Psikolojik baskı denen bir şey var." diye devam ettim. "Hem sen mimarlık okumamış mıydın? Ne bu süslü süslü cümleler?"

"Hep böyle misindir?" diye sordu Çınar. Kaşlarım çatıldı. "Nasılımdır?" diye karşılık verdim, merakla.

"Ne söyleyeceğini bilmiyorsun ve saçma sapan şeylere takılarak, konuyu değiştirmeye çalışıyorsun." Tam da dediği şeyi yapıyor olmalıydım. Fakat yememişti. Beni bozguna uğratan bu değildi. Beni bu kadar tanıyor olmasıydı.

"Saçma." diye mırıldandım. Yanından geçerek arabaya ilerledim. "Çok saçma. Çok çok saçma. Baya saçma. Baya baya..."

"Saçma olan ne?" diye sordu, yolcu koltuğuna oturduğum sırada. Kendi tarafına ilerlemesi gerekirken, bana doğru geliyordu. Kemeri taktığım sırada kolunu arabanın kapısına yaslayarak üzerime eğildi.

Başımı kaldırdığımda, göz göze geldik. "Neymiş saçma olan?" diye sordu tekrar. Yutkundum. "Bir hafta oldu tanışalı." diye söze girdim. "Evet." dedi, devam et der gibi.

"Ve sen benden etkilendiğini söylüyorsun." diye devam ettim. Başını salladı ve "Evet, senin de benden etkilendiğin gibi." dedi.

Gözlerimi devirdim. "Böyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum." Bakışlarımı kaçırarak yola çevirdim. "Bir haftadır tanıdığım biriyle flörtleşmemi bekliyorsun?"

"Flört?"

"Her neyse. Benlik değil bu durumlar." Gözlerinin ağırlığını üstümde hissediyordum. "Hadi gidelim." dedim, konuyu kapatarak. Doğrulduğunda, avuç içini iki defa arabaya vurarak, sürücü koltuğuna geçmek için arabanın önünden geçti.

On dakika sonra evin önünde durdu araba. Yol boyunca hiç konuşmamış, göz göze bile gelmemiştik. Hiçbir şey söylemedim, kemerimi çıkarttım ve arabadan inip eve girdim.

Anahtar olmadığından ve nerede olduğunu bilmediğimden, mutfak kapısından girmeyi uygun görmüştüm. Hepsi uyumuş olmalıydılar ki, ev karanlık ve sessizdi. Mutfaktan salona geçtiğim sırada bir suret gördüm. Koltuğun üzerinde oturuyordu. Kerim'di.

"Kerim." diye seslendiğimde, ses vermedi. "Uyanıksın biliyorum." diye devam ettim. Yanına doğru ilerledim. Üstümdeki gömleği çıkartıp koltuğun kolçağına koyduktan sonra hemen sağına oturdum. Başını geriye atmış, tavanı izliyordu. "İyi misin?"

"Değilim." dedi. Bu kadar açık sözlü olması şaşırtmıştı. Kaşlarım havalandı. "Konuşmak ister misin?" diye sordum.

"Başımı omzuna koyabilir miyim?" Ne söyleyeceğimi bilememiştim. "O-olur." dedim, kekeleyerek. Başı, omzuma düştü. Ensemi koltuğun sırtına koyarak geriye yaslandım. Başımı havaya kaldırarak boş tavanı izledim. Karanlıkta ne kadar görülebiliyorsa...

"Ben hiç böyle zorlanmadım." dedi Kerim, acizce. "Anlatmak zorunda değilsin." dedim, bana böyle açılıp, sonra ki gün benden kaçıp utandığı günü hatırladığımda.

"Ben kendimi bildim bileli ona aşığım. Ama bu bir haftada hissettiğim acıyı..." Anlatmak zorunda değilsin dememe rağmen anlatmak istemişti fakat tamamlayamamıştı konuşmasını. Elimi dizindeki elinin üstüne koydum, destek verircesine.

"Onunla konuşsan?" diye bir fikir attım ortaya, bu fikri kaç bin kere düşündüğünü tahmin etmeme rağmen. "Benimle muhatap bile olmak istediğini düşünmüyorum." diye cevap verdiğinde, "Nereden çıkardın?" diye konuştum, tersleyerek.

Sonra ekledim: "Bak o kendini beğenmiş kadınlardan değil. Biliyorum. İyi biri. Öyle laf olsun diye söylem..."

"Biliyorum." diye lafımı kesti. "Hep öyleydi. Çocukken de. Temiz kalbi yüzüne vurmuş." diye devam etti. Dudaklarımı aralamama rağmen kapatmak zorunda kalmıştım, çünkü kilit sesi doldurmuştu kulaklarımı.

Gelen Çınar olmalıydı. Ne o başını kaldırdı omzumdan, ne de ben kalktım. Kapı açıldı. Ayak sesleri geldi. Sesin sahibi doğrudan odasına çıkmak istese gerek, merdivenlere yönelmişti.

*****

Saat nerdeyse sabahın yedisiydi. Dün gece Çınar odasına çıktıktan birkaç saat sonra Kerim'de başımı omzundan kaldırarak ayağa kalkıp yukarıya çıkmıştı. Hiç uyumamıştım. Bahçeye çıkmış, koltuğa uzanıp kitap okumuştum.

Dan Brown'ın Da Vinci Şifresi adlı romanıydı.

Kitabı en heyecanlı yerinde bırakıp kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçmiştim. Bunu hep yapardım; kitabı en heyecanlı yerinde bırakırdım. Daha kitabı elime tekrar almak için çok sabırsızlanırdım. Bu duyguyu çok seviyordum.

Hazırladığım tüm tabaklar mutfağın ortasındaki masanın üstündeydi. Adımlarımı merdivenlere çevirdim. Üçüncü katta durdum. Bu katta da bizim katta olduğu gibi iki oda vardı. Rastgele bir kapısı seçtim, kapıya tıkladım. Ses gelmeyince daha sert vurdum. "Hay ben senin... Gel." diye konuştu biri. Efe'ydi bu.

Kapının kolunu aşağı indirdiğimde, içeri girdim. Gördüğüm görüntü sesli güldürmüştü beni. Yatakta Kerim ve Efe vardı. "Ne oluyor amına koyduğum bu saatte?" Dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında, kaşlarım havalandı.

"Yavaş ol." dedim, uyarıcı bir tonla Efe'ye. Sesim duyar duymaz doğruldu. Gözlerini ovaladıktan sonra ellerini çekti. Boş boş bakıyordu suratıma. Hemen yanında uzanan Kerim'se uyuyordu, kımıldamıyordu bile.

"Çınar karşı odada..." Kaşlarım çatıldı. "E, ne yapayım?" dedim.

"Onun için gelmedin mi?" diye sordu. Gözlerimi devirdim. Ardından oflayarak "Kalk hadi." dedim. Neden der gibi başını salladı iki yana. "Salondaki masayı, bahçeye taşıyacağız."

"Hadi iniyorum ben. Beş dakikan var. Üstünü değişme, elini yüzünü yıka in." diye devam ettim. Yüzünde anlam veremediğim bir sırıtış peyda oldu.

"Ne yani, bu kadar erkeğin arasından benimi gözüne kestirdin." Aslında rastgele bir odaya girmiş, o uyanık olduğundan onu seçmiştim. Ama onun bunu bilmesine gerek yoktu.

Başımı salladım. "Kendini güçsüz mü görüyorsun?" diye sordum. "Yani bir Can değiliz." diye cevap verdi. Gözlerimi devirdim. "Of, ne abarttın. Bir masa... Naim Süleymanoğlu olmana gerek yok."

Gözlerini devirdi, ardından ayaklarını yataktan sarkıttığında, odadan çıktım. Karşıdaki odaya takıldı bakışlarım. Yutkundum. N'oluyor bana? Derin bir nefes çektim ciğerlerime.

Böyle bir şey mümkün müydü? Yıldırım aşkı diye bir şey var mıydı? Olmamalıydı. Bence aşk, hiç tanımadığın birinin fiziksel görüntüsünü beğenerek içinde büyüttüğün o duygu değil.

Bence aşk; karşındakini tanıyıp, kalbine, ruhuna duyulan hayranlıktır.

Aşağı indikten sonra Efe'de inmişti. Masayı çimlerin üstüne taşıdıktan sonra tabakları taşıdık. Masadaki her şey tamamladıktan sonra eserime baktım uzun uzun. "Ellerime sağlık." dedi Efe.

"Ha? Ellerine mi sağlık?" Büyük bir kahkaha patlattım. "Ben seni baya sevdim ya, valla." diye devam ettim. "Keşke kardeşin de biraz senden feyz alsaymış." Gözlerim kısıldı. "Ne dedin sen?"

"Yanlış anlama, her seferinde beni öldürmek istiyor gibi bakıyor da. Korkuyorum ondan." diye cevap verdiğinde, Aycan girdi kadrajıma hemen ardından da Damla.

"Geliyor." dedim, gülümseyerek. Arkasına döndü. "Nasıl? Çok güzel görünüyor değil mi? Ellerime sağlık." dedi, kızlara.

Efe'ye gözlerimi devirdiğim sırada kızların arkasından Can ve Çınar'da göründü. Kırk sekiz saatten az bi' sürem kalmıştı. Ne olursa olsun bu kez onu cevapsız bırakmayacaktım.

Masanın başına oturdum. "Kesin senin ellerine sağlıktır." dedi Damla. "Ne yani böyle bir şey hazırlayamaz mıyım?" diye sordu, ardından hemen sağ çaprazımdaki sandalyeye oturdu.

"Tabii ki de hayır." dedi Damla. Karşımadaki sandalyeyi çekerek masanın diğer başına geçti. Aycan'sa hemen sol çaprazıma oturdu. Can, Efe'yle arasında bir sandalye bırakacak şekilde Damla'nın sol çaprazıma oturdu. Çınar, Can'ın hemen karşısına oturdu.

"Kerim?" diye sordum, masadakilere. Bilmem der gibi dudaklarını büzdüler. "Ben bir bakim." deyip ayağa kalktığımda, "Uyuyordur, bırak." dedi Damla. Masaya doğru döndüğümde, kaşlarım çatıktı. "Uyandırmaya gidiyorum zaten ben de." diye karşılık verdim.

Masadakilerin bakışları arkama çevrildiğinde, "Geldi zaten." dedi Aycan. Damla'yla bakışlarımız kesiştiğinde, anlam veremediğim bir ifade vardı gözlerinde. Yerime tekrar oturduğumda, Kerim'de Aycan'la Çınar'ın arasına oturdu.

Çınar "Eee, bunu neye borçluyuz?" diye sordu, masayı göstererek. Bakışlarım ona çevrildiğine, göz göze geldik. "İçimden geldi." dedim. İmalı imalı bakıyordu.

Düşündüğü şeyi anladığımda, kaşlarım havalandı. "Eğer bunu dünkü sorunun cevabı olarak düşünüyorsan, alakası bile yok. Tesadüf." dedim.

Hı hı der gibi başını salladı. Bana inanmıyordu. Oysa gerçekten de uyumak istememiş, içimden gelerek kalmış, kahvaltı hazırlamıştım.

"Benim için sıkıntı yok, hemen oturabiliriz o masaya." Nikâh masasından mı bahsediyordu bu? Çüş. Aycan "Neyden bahsediyorsunuz siz? Ne masası?" diye araya girdiğinde, "Okey masası." diye atladım. Çınar'ın boğazından ufak bir kahkaha döküldü.

"Okey masası mı?" diye sordu Aycan. Başımı salladım. "Ama sen bilmezsin ki oynamayı."

"İşte bana öğretecek." dedim, inandırıcı bir yalan olması dileğiyle. "Ne zamandan beri okey oynamasını biliyorsun sen?" diye sordu Can, Çınar'a. Yüzümde zoraki bir gülümseme vardı. Aslında gerginliğim fark edilmesin diyeydi.

Attığım yalan tutmamıştı ama tutmayacak anlamına gelmiyordu. Ne diyeceğimi bilemediğimden, zaman kazanmak için "Gizli gizli kumar oynuyormuş." dedim. Efe'yle Can kahkaha attılar.

"Şaka. Yani bilmiyorum öyle söyledi." diye toparlamaya çalışıp, topu birazda Çınar'a attım.

Çınar'a baktım, bakışları hâlâ üzerimdeydi. Ve bakışlarında ne hinlikler dolaşıyordu, ne hinlikler... Yüzümde hâlâ o zoraki gülümsemem vardı. Bakışlarımdaysa tehdit.

"Acaba seni etkilemek için söylemiş olabilir mi bu yalanı?" diye konuştu, hemen sağımdaki Efe. Bakışlarımda oluşan öfke, Efe'nin "Tamam, tamam söylemedim var say." demesine sebep olmuştu.

"Çok sevdiğim söylenemez. Ama öğretecek kadar biliyorum." diye konuştu Çınar, arkadaşlarına. Konuyu kapattığımızda, kahvaltımıza başladık.

Bakışlarım Damla'nın üzerinde takıldığında, aslında sabahtan beridir orda olduğunu bile unutturmuştu. Fazlasıyla sessizdi bugün. Ellerindeki çatalla tabaklarındakileri parçalıyordu ama asla yemiyordu.

Bakışlarım sola doğru Kerim'in üzerine çevrildiğinde, gözlerim kısılmıştı. Bakışlarım ikisinin arasında mekik dokuyordu. "Bir sıkıntımı var?" diye sordum, Damla'ya; Kerim'e kaçamak bir bakış attığı sırada.

Masanın üzerindeki bir çift göz buz kesti âdeta. "Hayır." diye cevapladı Damla.

"Ben yanlış anlamışım." dedim.

Kahvaltımı yaptıktan sonra Odama çıkıp üstümü değiştirdim. Siyah bir kotla bir tişört giyidim, siyah şal ve telefonumu da alıp odadan çıktım.

Bahçedeki koltuklarda oturuyorlardı. "Aycan." diye seslendim, salıncakta oturuyordu. "Ben çıkıyorum." dedim. "Nereye?" diye sorduğunda, yutkundum.

"Anneye..."

Bunu beklemediğinden biraz duraksamıştı. "Git sen. Şey yaparım ben..."

"Anladım. Görüşürüz." dedim. Bahçeden sokak kapısına doğru ilerlediğimde, bir el tuttu kolumdan. Yüzümü ona döndürdüm. "Ne oldu?" diye sordum.

"Bırakmamı ister misin?" diye soruya soruyla karşılık verdi. "Yalnız kalmak istiyorum." dedim, yumuşak bir sesle. Peki der gibi başını salladı. "Dikkat et kendine."

Evden çıktıktan sonra ilk mezarlığa uğradım. Elimdeki suyla çiçeklerini suladım. "Annem." dedim, iç çekercesine, mezar taşını okşarken. "Benim kafam darmadağın. Ne yapacağım bilmiyorum." Keşke karşımda olsaydı ve benim onun mezar taşını okşadığım gibi, o da benim saçlarımı okşasaydı.

Yüzümde buruk bir gülümseme oluştu.

İnsan hiç tanımadığı birinin eksikliğini bu kadar çekebilir miydi? Çekerdi. "Özledim." diye fısıldadığım da, gözlerim dolmuştu. Mezar taşına eğilip öpücük kondurdum. Ayça Adalı... Ölüm tarihi... 12.10.2003... "Çok, çok fazla..."

Yanağıma akan yaşla geri çekildim. "Biri var anne." duraksadım. "Ya da yok, bilmiyorum." diye devam ettim. " Saçma bir şekilde yanında olmak, yanımda olması iyi geliyor."

Mezarlıktan çıktıktan sonra amcamlara geçtim. Saat neredeyse ona geliyordu. Beni ilk gördüklerinde şaşırmışlardı. Hemen ardından da sarılmışlardı. Amcam, yengem ve kuzenimle yaklaşık üç saat zaman geçirdikten sonra ayaklanmıştım.

Aycan'ı sormuşlardı. Onun da burada olduğunu söylediğimde, çağırıp onlarda kalmamızı istemişlerdi. Ama Damla'ya çok ayıp olacağını düşündüğümden, kız kıza tatil yapmak için buraya geldiğimizi söylemiştim. Kumru gelmek istemesine rağmen, yengem bizi rahatsız etmesin diye izin vermemişti. Yengeme ısrar etmeme rağmen olmaz diye tutturmuştu bir kere...

17 yaşındaydı Kumru. 10.09.2003 doğumluydu. Doğum gününe iki gün kalmıştı. 18 yaşında olacaktı artık. Hazır buradayken bir sürpriz yapmak istiyordum, fakat perşembe akşamı İstanbul'a dönmemiz gerekiyordu. Belki de erken kutlardım.

Annemin ölümünden iki ay sonra İzmir'e taşınmıştık. Kumru daha üç aylık bile değildi. Adını Aycan'la birlikte koymuştuk. Bir kuşumuz vardı. Adı Kumru'ydu. Annemin öldüğü gün ölmüştü o da.

Ve küçük, iki kız kardeşin akıllarına ilk o isim gelmişti.

Eve geldiğimde kimse yoktu. Telefonu açmış ve cevapsız çağrılarıma göz gezdirmiştim.

Kuzum, Cevapsız Arama (7)

Çınar, Cevapsız Arama (3)

Aycan'ı aramıştım. Ilıca Halk Plajı'nda olduklarını, beni orada beklediklerini söylemişti. Telefonu kapattıktan sonra odaya çıkıp üzerimdekileri değiştirmiş, taksiye binmiştim.

Siyah, V yaka bir mayo giymiştim. Üstüme de siyah, bilek ve etek kısımları püsküllü bi' pareo geçirmiştim. Hasır şapka ve siyah bir sandalet...

Plaja vardığımda onlarda şezlonglarında güneşleniyordu. Kerim, Can, Çınar, Efe, Damla ve Aycan diye yan yana sıralanıyorlardı.

"Merhaba." dedim. Kerim duymamıştı, çünkü kulaklık takmıştı. Can bana bir kez baktı, başıyla selam verdikten sonra tekrar gözlerini kapattı. Çınar'da takıldı gözlerim. Uzun uzun baktım, baktı. En sonunda gözlerini kaçıran taraf ben oldum.

Aycan'ın yanındaki şezlonga oturdum. Telefonumu bir köşeye bıraktıktan sonra etrafta gezindi gözlerim. Çok kalabalıktı.

Bakışlarının üzerimde olduğunu hissediyordum, dahası biliyordum. Göz göze geldiğimizde, sertçe yutkundum. Ardından arkamı döndüm ona. Parmaklarım pareonun eteklerini kavradığında, tek hamlede çıkardım.

Kahverengi saçlarımı toplamak için başımı aşağı doğru sarkıttım. Tepeden sert bir şekilde bağladım. Avuç içimle alnımı sertçe geriye doğru götürdüm.

Aycan'ın yanındaki kremi aldığımda, Çınar'ın bakışları hâlâ üzerimdeydi. "Bir sorun mu var?" diye sordum, daha fazla dayanmayarak. "Yok bir şey. Öyle bakınıyordum." diye cevap verdi.

Bakışlarını çevirdi. Baktığı yere baktım, gözlerim kısıldı. İki grup voleybol maçı yapıyordu. Arada birkaç bikinili kadın vardı. "Çınar." diye seslendim, ben bile niye bağırdığımı bilmiyordu.

"Efendim?" dediğinde, yüzünü benden yana çevirdi.

"Yok bir şey. Öyle seslenmek istedim." dedim. Kaşlarını çattı. "Adımı bu kadar beğendiğini bilmiyordum." diye karşılık verdiğinde, "Ah, çok, çok fazla beğeniyorum. Öyle böyle değil." diye konuştum alayla.

Kremin kapağını açtım, elime bolca sıktım ardından vücuduma sürmeye başladım. Beni böyle dikkatle izlemesi kalp ritmimin bozulmasına neden oluyordu. Peki ya neden?

Damla doğrulduğunda, "Ben denize gireceğim. Gelmek isteyen var mı?" diye sordu, sonra ayağa kalktı. Mavi rengine bikini tercih etmişti. Efe'yle Aycan aynı anda ayaklandıklarında, birbirlerine baktılar.

Onlar denize doğru ilerlediklerinde, kulaklıklı Kerim ve gözlerini dinlendiren Can dışında ikimiz baş başa kalmıştık.

Kremi sürmeye devam ederken Çınar birden ayağa kalktı ve yanıma doğru ilerdi. Az önce Aycan'ın oturduğu şezlonga oturduğunda, ne oldu der gibi baktım. Bakışları kreme değdiğinde, "Gerek yok ben sürebilirim." dedim.

"İzin ver yardımcı olayım." dedi, masum bir ifadeyle. "Gerek yok..." diye konuştuğumda, "Lütfen." diye böldü. "Peki..." diye mırıldandım, en sonunda pes ederek.

Ayağa kalktı ardından arkama oturdu. Parmakları sırtımın açıkta kalan kısımlarına değdiğinde, nefesim kesildi. Sertçe yutkunduğumda, parmakları ağır ağır hareket etmeye başladı.

Boynumda hareket eden parmakları omuzlarıma indi sonra kollarıma... "Tamam, yeter bu kadar." diye konuştum, boğuk bir sesle yana doğru kayarken. "Daha bitmemişti." dedi Çınar. Şu saçma sapan hareketleri bilerek yaptığı açıkça ortadaydı, eğleniyordu.

"Denize gireceğim zaten, sürülmesine gerek yok." dedim ve ayağa kalktım. Sırtımı ona döndükten denize doğru ilerlemeye başladım. Voleybol oynayanların yanından geçerek bizimkilerin yanına gittim.

Uzun bir süre denizde yüzerek eğlendik. Damla şezlongluna dönerken, Can ve Çınar bu tarafa geliyorlardı. Bende denizden çıktım.

Can ve Çınar'ın yanından geçtiğim sırada Çınar'ın yüzünde alaylı bir sırıtış peyda oldu. Gözlerim kısıldı. Niye gülmüştü ki? Önümden geçtiklerinde kadrajıma şezlongda uzanan iki kız girdi.

"Gördün mü? Bana baktıktan sonra güldü." diye konuştu bir kız. Kaşlarım çatıldı.

"Gördüm, gördüm." diye karşılık verdi, Çınar'ın kendisine güldüğünü sanan kızın yanındakiler , ondan güzel olan kız.

"İkisi de taş mübarek." diye devam etti en güzel olan kız.

"Yalnız uzun olan benim." dedi, Çınar'ın kendisine baktığını sanan çirkin kız!

Ne saçmalıyordum ben, of! Kızları duymazdan gelerek şezlonga yürüdüm.

Kerim hâlâ aynı pozisyonda, kulaklıklarıylaydı. Damla'ysa havluyla kendini kuruluyordu. Aycan'ınkilerden bir havlu alıp kendimi kuruladıktan sonra kremimi sürdüm. Ardından şezlonga uzandım ve güneşlenmeye başladım.

Yaklaşık yarım saat sonra Kerim ayaklanmış, Aycanların yanına gitmişti. Birkaç saat sonra yanımıza geldiklerinde, Aycan'ın ısrarları sonucunda; voleybol maçı yapıyorduk.

Ben, Aycan, Kerim ve Efe bir takım; Çınar, Damla, Can ve Beyza da diğer takımdaydı.

Beyza; Çınar'ın kendisine baktığını sanan kız. Oyuna başladığımızda, bir kişi eksik olduğumuzu görüp yanımıza gelmişti. Oynamak istediğini söylediğinde, kimse itiraz etmemişti.

Takımlarsa şu şekil kurulmuştu; Aycan'la ayrılmamıştık. Çınar'la Damla birlikte iyi oynuyor olsa gerek, onlar da ayrılmamışlardı. Kerim bize gelmiş, Can'da karşıya geçmişti. Beyza'da tam o sıra gelmişti. O, Çınar'ın yanına geçince, Efe'de sayısal eşitlik için otomatikman bizim takıma gelmişti.

Güzel bir takımdık. Bence...

Durum eşit ilerlese de oyunu bir yerden koparıp almak istiyorduk. Setler iki ikiydi. Son sete kalmıştı; tie breaka. On beşte bitecek setin; on iki puanını biz, on puanını da karşı takım almıştı.

Servisi attıktan hemen sonra filenin önüne geçtim. Bizim takımda benle Efe; karşıdaysa Can'la Çınar smaçördü. Damla topa parmak pasla karşılık verdi. Can'la birlikte havalandığımızda, topa dokunan ben oldum. Yaptığım smaç tam yere değiyordu ki, Çınar plonjon yaparak topu tekrar havalandırmıştı. Beyza bu topa zaman kaybetmeden karşılık verdiğinde, onu bloklayarak sayının bize gelmesini sağladım.

Sevinçle birbirimize sarıldığımızda, çaktırmadan onlara da bakıyordum. Beyza bize nefretle bakıyordu. Çınar yerden kalkmış, bana bakıyordu. "Kazandıktan sonra seviniriz." dedim, takım arkadaşlarıma.

Tekrar yerlerimize geçtiğimizde, servisi kullandım. Özellikle Beyza'ya atıyordum; çok iyi oynayamıyordu. Ve haklı da çıkmıştım. Manşetle karşılık verirken topu geriye atmıştı. On dörde, ondu. Servisi bu sefer Efe kullandı. Can topu manşetle havalandırdı ardından Çınar smaç yapmak için havalandığında, topa karşılık veremeyip yere düşmüştü. Topun yere değmesi için zıpladım ve dokundum. Tam seviniyorduk ki, Beyza beklenmedik bir şekilde yere kapaklanarak topu havalandırdı, Çınar'da buna karşılık vererek, topu bizim alanımızda yeri boylattı.

Can'la Damla sarıldıklarında, Beyza yerden kalktığı gibi Çınar'ın boynuna atladı. Dudaklarımı kemirdiğimi ağzıma kan tadı geldiğinde fark ettim. "Abartmayın isterseniz. Alt tarafı bir puan, oyunu kazanmış gibi seviniyorsunuz." dedim.

Beyza "Yalnız aldığınız her puanda siz, bizden daha fazla seviniyorsunuz. Tabii fark edememen normal." diye karşılık verdiğinde, "Anlamadım?" diye sordum. Fazlasıyla gerilmiştik. "Tamam uzatmayın. Ne kaldı şurada oyunun bitmesine." dedi Can, ortamı yumuşatmaya çalışarak.

Çınar topu alarak arkaya gitti. Topu sertçe bizim tarafa attığında, Kerim manşetle topu havalandırıp bize attı. Efe smaç atmak için havalandı, yanlış bir zamanda atladığını fark ettiğimde, hemen zıpladım ve topu tüm gücümle karşıya attım.

Az önceki gerginlikten olsa gerek oldukça fazla bir güç kullanmıştım. Ve bu güç kontrolsüzlüğü topun yönünü değiştirmişti. Attığım top Beyza'nın tam kafasına denk gelmişti. Acı dolu bir bağırış kulaklarımı doldurdu. Ve yerde uzanıyordu.

*****

Hastaneden döneli neredeyse bir saat olacaktı. Derin bir sessizlik vardı. Kimse konuşmuyordu. Sadece birbirimize bakıyorduk. Beyza bayıldıktan sonra hemen hastane götürmüştük. Birkaç tahlil yapıldıktan sonra taburcu edebileceğimizi söylemişlerdi.

Beyza buraya tatil yapmaya geldiğini söylediğinde, onu buraya getirmeye karar vermişlerdi. Bense tek kelime dahi edememiştim. Hatta çok fazla gözükmemeye çalışıyordum. Bilerek yapmadığımı bilememe rağmen o tartışmadan sonra böyle algılanması şaşırılmayacak bir şeydi; lakin ben asla böyle bir şey yapacak biri değildim.

Salonda tek üçlü koltuk vardı ve Beyza orada uzanıyordu. Aycan'la Damla berjerlerde; bizde yemek masasına ait sandalyelerde oturmuştuk. Saat yediyi yirmi geçiyordu.

Bu kasvetli ortam beni boğmaya başlayalı çok oluyordu. En sonunda ayaklandığımda, bahçeye çıktım. Ardımdan gelen ayak seslerini işittiğimde, arkama döndüm. "Eğer beni azarlamak için geldiysen, söyleyeyim; bilerek olmadı kontrolsüz bir güç sonucu oluşan bir kazaydı sadece."

"Tebrik ederim." Kaşlarım çatıldı. "Kazandın ya ondan bahsediyorum." diye devam etti. Aramızdaki mesafe, attığı adımlarla kapanmak üzereydi. "İyi oynarım." dediğimde, ayağındaki ayakkabı çıplak parmaklarıma değdi.

Bakışlarım ayaklarına kaydı ardından tekrar gözlerine çıktı. "Neydi oyundaki o hâllerin?" diye sordu.

"Anlamadım?" diye karşılık verdim, düz bir sesle. Dudakları iki yana kıvrıldığında, gözleri kısıldı. O gülünce -gülmek bulaşıcı olsa gerek- benimde suratımda anlamsız bir tebessüm peyda oldu.

"Anlamadın." dedi, sorarcasına. Başımı salladım. "Ben anlatayım o zaman." Sen bilirsin der gibi omuzlarımı kaldırıp indirdim. Yüzüme doğru eğildiğine; nefesim kesilmiş, kasılmıştım. "Kıskanılmaya da başlanılmış. Geçmiş olsun."

Bakışlarım dudaklarına kaydı. Benimkilerin aksine, çokta kalın olmayan dudakları vardı. Oldukça nizamiydi. Dudaklarının etrafını saran kirli sakalları... Sertçe yutkunarak bakışlarımı hemen gözlerine kaldırdım.

Onunda bakışları benimkisi gibi yukarı tırmandığında, "Eğer öpmeyeceksen, bu kadar sansasyona gerek var mı?" dedi. "Ha?" diye bir ses çıktı boğazımdan.

Avuç içini yüzüme yasladı. Orta parmağı kulağımın arkasına değiyordu. Başparmağıyla yanağımı okşarken, ağır ağır aşağı kaydırıyordu. Başparmağı dudaklarımın hemen kenarlarına değerken, serçe parmağı köprücük kemiğime değiyordu.

Öbür eliyle kuru, açık olan saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdığında, biraz daha eğilmişti. Gözlerim her hareketini takip ediyordu. Nefesi dudaklarıma çarpıyordu. Bakışlarım dudaklarımızın arasındaki mesafeye takıldı.

Dudakları dudaklarıma değecekti ki geriye birkaç adım atarak uzaklaştım. Derin bir nefes çektim ciğerlerime. Ellerim boynuma gittiğinde, "Ben içeri geçeyim." dedim, boğuk bir sesle.

Yanında geçtim. "İnkâr etmedin." diye konuştu arkamdan. Kaşlarım çatıldığında, adımlarım durdu ardından başımı arkaya çevirdim. "Neyi?" diye sordum.

"Beni kıskandığını..."

"Bildiğim kadarıyla onun cevabı susmak değil. Olsun, değil mi?" diye cevap verdim.

"Peki, senin dediğin gibi olsun. Kıskanmadın varsayalım." Birkaç adım atarak yanımdan geçti ve içeri girdi. Ardından ben de girdim. Odama çıktım duş aldıktan sonra saten siyah şortla ince askılı siyah bir crop giydim. Saçlarımı kurutmamıştım. Yatay girerek uykunun kollarına bıraktım kendimi.

*****

KERİM SARGIN

Ben Kerim. Kerim Sargın.

Deniz Sargın ve Yasin Sargın'ın tek çocuğu.

Bundan yaklaşık on dokuz yıl önce kalbim biri için tekledi. Bir kız için...

1 Eylül 2002, onu gördüğüm ilk an...

O gün henüz sekiz yaşında bile değildim. O ise küçücük bir kız çocuğuydu...

O beni görmemişti ama ben bakışlarımı bir an olsun başka yana çevirememiştim.

Yaklaşık bir yıl sonra memlekete gittikten sonra bir daha ne sesini duymuştum ne de yüzünü görmüştüm.

Aradan geçen onca yıl, onu sevmeme engel olamamıştı.

Aradan geçen onca yıl, onun güzelliğinden hiçbir şey götürmemişti.

Aradan geçen onca yıl, hiçbir şeyi değiştirmemişti. Onun beni fark edememesi ve benim üzerinden çekemediğim bakışlarım...

Şu an yine karşımdaydı. Ve hâlâ çok güzeldi. Aklımı durduran güzelliği, soluğumu kesiyordu.

Sırma saçları, iri turkuaz rengi gözleri...

Derin bir nefes çektiğimde, bakışlarımı da üzerinden çektim.

Bildirim sesi odada yankılandı. Bu ses benim telefonumdan geliyordu. Telefonu elime aldım, bakışlarım sağ üst köşede yazan saate değdi. Saat gece yarısını geçeli yirmi dakika oluyordu.

Mesajın üstüne dokundum. Annemden gelmişti.

"Gelince hesaplaşacağım ben seninle!"

"Tamam anneciğim, gelince azarlarsın. Buradan zevk almıyorsundur zaten sen."

Mesajı attıktan sonra telefonu cebime koydum. Oturduğum sandalye bir yerden sonra kalçamı ağrıtmıştı.

Ben, Can, Efe ve Çınar yemek masasına ait sandalyelerde oturuyorduk. Tam karşımdaki berjerlerde o ve Aycan oturuyordu. Üçlü koltuktaysa Beyza uzanıyordu.

Beyza'yla bugün tanışmıştık. Bizimle voleybol oynamıştı. Azra'yla aralarındaki soğuk rüzgar, oyunun sorunsuz bitmeyeceğini az çok tahmin ettirmişti.

Pek tabii, Azra'nın bilerek yapmadığını biliyordum. Azra'yla tanışalı on gün bile olmamıştı. Ama onu gördüğüm ilk gün sevmiştim. Ona içimi açtığım günse, kardeşim demiştim, içimden.

Bir şeyler konuşuyorlardı, arada bir gülüyordu; ama ben sanki hiç burada değişmişim gibi onlara ne katılıyordum ne de duyuyordum. Bakışlarım ya yerde ya da onun üzerindeydi.

Başımı yerden kaldırdım ve güzel yüzüne baktım. Öyle güzeldi ki...

Yutkundum. Başının bir buraya çevirdiğini anladığımda, bakışlarımı hemen başka yöne çevirdim.

Bazen onu izlerken yakalanıyordum.

Bir şeyler anlamış olabilir miydi? Olabilirdi. Zaten bana karşı biraz tuhaftı.

Kızların bakışları kapıya çevrildiğinde, Azra'nın sesini duydum. Uyanmış olmalıydı. Omzumun üstünden arkaya baktım.

Uyandığı gibi aşağıya inmişti. Üstündekilerden bunu anlıyordum. Siyah ince askılı bir crop ve siyah saten bir şort vardı üzerinde.

Beyza'ya bakıyordu. "Kusura bakma, isteyerek olmamıştı." dedi Azra, mahcup bir şekilde.

"Sorun yok, iyiyim ben." diye karşılık verdi Beyza. Aslında değişik bir kızdı. Yani pek sevememiştim. Oyundaki hâlleri biraz değişikti.

Azra aslında kızı Çınar yüzünden sevmemişti. Kız doğrudan Çınar için oyuna girmek istemişti. Oyunda bir an olsun onunla olan teması kesmemişti. Azra'yı delirten de bu olsa gerekti.

Aralarında bir şey vardı. Bu apaçık ortada değildi, ama ben anlıyordum. Vardı bir şeyler...

Zaten Çınar'a sorduğumda da inkâr etmemişti.

"Azra," dedi Aycan. "Uyandırmaya geldim, ama uyanmadın. Açsan eğer bir şeyler ayırdım sana. Mutfakta." diye devam etti.

Azra avuç içini öperek Aycan'a uzattı elini. Aycan da dudaklarını öne doğru uzatarak öpücük yolladı.

Azra mutfağa geçti. Oturduğumuz yerden mutfağın içi görülebiliyordu. Azra ortadaki geniş tezgâha geçtiğinde, bir şeyler atıştırıyordu.

"Ne yapalım? Sıkıldım ben. Oyun mu oynasak acaba?" diye sordu Aycan. "Olur." dedi Çınar. "Ne oynayalım?" diye devam etti.

"Doğruluk, cesaret?" dedi Beyza sorarcasına. Aycan hemen kafasını sallarken Efe de "Bak bu olur." dedi.

O hiçbir tepki vermedi. Birkaç gündür fazlasıyla sessizdi. Fark ediliyordu. Ve ben, benim yüzünden olduğunu düşünüyordum.

Bir süre sonra ortadaki sehpanın etrafına oturduk. Çınar mutfağa gidip şişe getirdiğinde, oyuna başlamıştık.

Birkaç kural koymuştuk. Oyunu oynayalı neredeyse 10 dakika geçmişti. Ve şişenin ucu henüz beni göstermemişti.

Azra mutfaktan çıktığında yanımıza gelip Aycan'la Can'ın arasına oturdu. O, Can'la Çınar'ın arasındaydı. Bende Aycan'ın yanındaydım.

Azra'nın bakışları bir ara; Beyza ve onun arasından oturan, Çınar'a değdi. Bu çok kısa sürmüştü.

"Birkaç kuralımız var Azra." dedi, benimle Beyza'nın arasından oturan Efe. Azra Efe'ye baktı. "Eğer cevap vermek istemezsen. Cevap vermiyorum de. Ama yalan yok."

"Bi' de üst üste iki kez doğruluk deme hakkımız var. Üçüncü otomatik olarak cesaret olur." Başını salladı.

Efe "Hadi, ben devam ediyorum o zaman." dedi ve sehpanın üstündeki şişeyi çevirdi. Şişenin uç kısmı oyunun başından bu yana ilk kez bana doğruldu.

Bir şey demesini beklemeden "Cesaret." dedim. Oysa bir gram cesaretim yoktu. Olsaydı bi' an bile düşünmeden ona olan hissettiklerimi anlatırdım.

Efe'nin yüzünde hınzır bir gülüş peyda oldu. Saçmalayacaktı. "Telefonundaki son mesajı sesli oku." dedi Efe. Gözlerim kısıldı. O kadar da zor değildi. En azından beklediğim kadar...

Elim cebime gitti. Ardından telefonu çıkardım. Ana ekranı açtım. Ne olduğunu anlayamadan, elimdeki telefon bir başkası tarafından çekildi. Hemen yanımda oturan Efe'ydi. Ayağa kalkarak uzaklaşmıştı.

Sabır dilenircesine gözlerimi kapattım. "N'apıyorsun?" diye sordum, gözlerimi aralarken. Sakinliğimi korumaya çalışıyordum.

Aycan gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmıştı. Ona her nasıl baktıysam, işaret ve başparmağıyla dudaklarına hayali bir fermuar çekti.

"Belki silersin diye aldım." dedi Efe, elindeki telefonla uğraşırken. "Efe saçmalamayı bırakır mısın?" dedi, uzun süredir sessizliğini bozan Çınar. "Hadi."

Efe ağır ağır yanıma doğru gelirken, bakışları hâlâ telefonun üstündeydi. Telefonumu Efe'nin elinden çektiğimde, "Nasıl lan?" diye sordu Efe.

Kaşlarım çatıldı. Neyden bahsediyordu bu?

"Oğlum hiç mi yazıştığın yok?" diye devam ettiğinde, "Senin çok olmalı." diye araya girdi Aycan.

Efe, Aycan'a baktı. "Belki..." dedi Efe. "Belki..." diye tekrar etti Aycan, Efe'yi. Sesinde imalı bir ton vardı. Kaşlarım çatıldı. Anlayamamıştım. Neydi bu şimdi? Bunlar da mı? E çüş, toplu nikâh yapalım en iyisi biz.

Mesaj kutusuna girecektim ama zaten Efe çoktan girmişti. Beklemeden anneme attığım mesajı okudum. Zaten son mesaj da oydu.

"Tamam anneciğim, gelince azarlarsın. Buradan zevk almıyorsundur zaten sen."

Tüm gözler bana çevrildi. Bir tek o hariç...

Göz ucuyla ona baktım. Gözleri masanın üzerindeydi. Artık emindim. Ona olan duygularımın farkındaydı. Bir gün bana sorarsa ne yapardım? Ne derdim?

Sehpaya uzanıp şişeyi çevirdim. Şişe süratle kendi ekseninde dönerken tüm gözler şişenin ucundaydı. Ve yavaş yavaş gerilmeye başlıyordum.

Şişenin ucu Can'ın üzerindeydi.

"Doğruluk." dedi Can.

Ne soracağımı bilmiyordum. "Bu oda da sana en uzak kişi kim?" diye sordum. Sormak için sorulan bir soruydu. Cevaplanması en kolay sorulardan biriydi.

Can önce hepimizin yüzüne baktı hemen ardından dudaklarını aralayarak cevapladı. Can'ın cevabı şaşırtmıştı. "Azra."

Azra'nın kaşları havalandı. Beklemiyordu. Ama çok fazla tepki vermemeye çalıştı. Gözlerimi kaldırdığında, Çınar'la göz göze geldi. Dudaklarını ıslattı, sertçe yutkundu. Ardından bakışlarını başka yöne çevirdi.

Can'a baktı, Azra. Yüzünde samimiyetsiz bir tebessüm vardı. "Ne yazık ki duygularımız karşılıklı." dedi.

Can yüzüne birkaç saniye kadar baktıktan sonra şişeye uzandı, ardından çevirdi. Şişe durduğunda, kendisinin hemen yanında oturan o kadını gösteriyordu. "Cesaret." dedi, hiç beklemeden.

Can biraz düşündü. "Gözlerini kapatacaksın. Senin için seçtiğimiz kişiyi dokunarak tanıyacaksın." dedi tek nefeste. "Saçmalama." diye karşılık verdi o.

"Kızım cesaret demedin mi sen?" diye sordu Efe. Başını salladı. Bu evet demek oluyordu. Efe öyleyse der gibi kaşlarını kaldırdı. O da gözlerini devirdi.

Bakışlarımı sehpaya indirdim.

Aslında duygularımı saklamayı iyi beceremiyordum. Bunu daha önce oynadığımız oyunda fark etmiştim. Yan yanaydık ve gözlerini o kadar yakından gördüğümde, nefessiz kalmıştım. O günden ders alarak bu sefer ona en uzak yere oturmuştum.

"Mutfağa git, biz çağırmadan da gelme." diye konuştu Can. Ayağa kalktı, salonu terk ettiğinde, mutfağa girdi.

Onu buradan görebiliyordum. Sırtını ortadaki tezgâha yaslamıştı. Yüzünü göremiyordum. Bakışlarımı masaya çevirdim.

"Eee, kimi tanımaya çalışacak?" Ben sadece onları dinliyordum; bakışlarım masada, dilim lâldi.

Çınar "Valla bana hiç bakma, Efe." dedi ve sırtını arkasındaki koltuğa yasladı.

Bakışlarımı kaldırdığımda, Azra'yla göz göze geldik. Aklında ne vardı? Gözlerimin içine bakıyordu. Peki ya neden? Umarım düşündüğüm şeyi aklından geçirmiyordu.

Kaşlarımı kaldırdım. Bu lâl olan dilimin bakışlardaki konuşma şekliydi. Hayır diyordum, belki de yalvarıyor...

Soluk alıp verdim. Gözlerini kapatıp açtı. Bana güven dercesine. Bakışlarımı ona çevirdim, serçe yutkundum.

"Bence Kerim olur." dedi Azra. Olmaz, olamaz. Sert bir bakış attım. "Sonuçta sizi tanıması çok kolay olurdu. Tanımadığı biri olması bu işi daha da zorlaştırır." diye devam etti.

"Bence Kerim olmasın." dedi Çınar. Ona baktım. Azra'ya uyarı dolu bakışlar yolluyordu.

Ona olan hislerimi ilk Çınar'a anlatmıştım; küçükken. Benim tek dostum oydu. Zaten onu, Çınar sayesinde tanımıştım. Arkadaş olmuştum. Sevmiştim.

Azra gözlerini Çınar'ın gözlerin dikmişti. "Bence en doğru seçim Kerim." dedi Azra, tüm kelimelerin üstüne basa basa.

"Bence de Kerim olabilir." dedi Can. Asıl onun ne dediği önemliydi. Ve eğer benim olmamı isterse, olacaktım. Dikkat çekmemek şu an için en iyisiydi.

"Benim için fark etmez." dedim. Bunu Azra'nın burnundan fitil fitil getirecektim. "Eğer tamamsa ben Damla'nın gözlerini bağlamaya gideyim." Efe ayağa kalkıp mutfağa gitti.

Kısa bir süre sonra salona birlikte geldiler. Onun gözleri bağlıydı. Bakışlar üzerime çevrildiğinde, kalkmam gerektiğini anlamıştım.

Ayağa kalktım. Ses çıkarmadan önünde durdum. Aramızda bir adımlık mesafe vardı. Efe üçlü koltuğa oturdu. Yüzümü gören kimse kalmamıştı.

Sertçe yutkunurken bakışlarım bir parçayla örtülen gözlerinin üzerindeydi. Bakışlarım ağır ağır dudaklarına indi. Asırlar gibi gelen birkaç saniye sonunda bakışlarımı hemen arkasındaki kapıya çevirdim.

Ellerini bana doğru uzattı. Elleri çıplak kollarıma değdi. Ardından tutundu. Derin bir nefes çekerken bana doğru bi' adım attı; aldığım nefes ciğerlerime ulaşmadı. Yutkundum. Nefes almak daha önce hiç bu kadar zor olmamıştı.

Elleri ağır ağır omuzlarıma çıktı. Elleri bi' an olsun tenimden ayrılmamıştı. Dudaklarım aralandı. Parmak uçlarını boynuma götürdü. Gözlerim kapandı. Bir yaş yanağımdan aşağı kaydı.

Yaşın akmadığı yanağıma avuçlarını yasladı. Soluğum kesildi. Dudaklarımın bir kısmına değen teni...

Birkaç adım geriye gitmeden evvel gözlerimi aralamıştım. Bu hareketime arkamdakilerin ne tepki verdiğini göremiyordum, pekâlâ umursamıyordum da.

"N'oluyor?" diye sordu o.

"Kusura bakma." dedim, boğuk bir sesle. "Tanıyacak gibi değildin." diye devam ettim. Gözlerindeki parçayı çıkardı. Sonra ekledim: "Sıkıldım."

Yalandı. Kalbimin sesinin ona ulaşmasından korkmuştum.

Çatık kaşlarla yüzüme bakıyordu. Koyu turkuaz rengi gözlerine son kez bakıp yanından geçerek mutfağa girdim, oradan da bahçeye çıktım.

Başımı semaya kaldırdım. İçeride alamadığım nefeslere inat, derin derin nefesler almaya çalıştım. Gözlerimi kapadım. Tenime dokunduğu anlar geldi gözümün önüne...

Başımı görüntüleri yok etmek istercesine iki yana salladım. "İyi misin?" diye sordu Çınar. Sesini duyduğumda burada olduğunu fark ettim.

Göremeyeceğini bile bile, bilmem der gibi dudaklarımı büktüm. "Kızma ona." diye devam etti. Kaşlarım çatıldı. "Böyle olacağını tahmin edemedi." Neyden bahsettiğini anladığımda, sıkıntılı bir nefes alıp verdim.

Arkama döndüm. "Tahmin edemedi." diye tekrar ettim onu. "Ben ona güvendim, kalbimdekileri açtım. Peki o ne yaptı?"

"En iyisini yaptı." diye diklendi bana.

"Bu şekilde mi?" diye sordum hayretle.

"Evet, aynen bu şekilde." Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. "Kerim..." diye devam etti. Gözlerimi aralayıp Çınar'a baktım. "Böylesi senin sonun olur."

Bana doğru bir adım attı. Bir elini omzuma koyup, yüzüme doğru eğildi. "Bi' gün biri çıkar karşısına, âşık olur. Sen daha ne olduğunu anlamadan, bir bakmışsın imkânsızın olmuş." Sertçe yutkundum.

Omuzlarımdaki ellerini sırtıma götürerek sarıldı. "Bilmiyorum... Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum." dediğimde, "Konuş. Gözlerine bak ve içinden geldiği gibi konuş." dedi.

Birkaç adım geriye gitti. Bakışlarım Çınar'ın arkasına takıldı. Azra, bahçe kapısının ardından bize bakıyordu. Onu fark ettiğimi anladığında, boğazını temizleyerek bize doğru adım attı.

Çınar arkasına dönerek Azra'ya baktı. Ardandan yüzünü bana döndürdü ve yapma der gibi baktı.

"Şey diyecektim ben..." dedi Azra. Yutkundu. "İçeridekilere de söyledim." Havuza dönerek, ona sırtımı çevirdim. Çok kızgındım! Çok!

"Yarın kuzenimin doğum gününü kutlayacağım. Aslında 10 Eylül ama biz yarın İstanbul'a döneceğimiz için... Mecburen bir gün erken olacak. Gelmenizi çok isterim."

Sesi biraz mahcup çıkmıştı; içeride beni zorladığından olsa gerek. Birkaç dakika sonra, "Ben içeri geçiyorum." dedi Çınar. Azra'ya yalnız kalmamız için yapmıştı.

Şu an için Azra'yı görmek bile istemiyordum. Koluma dokundu. Ondan uzaklaşarak içeri girmeye yeltendiğimde, kolumdan sertçe tutarak durdurdu. "Özür dilerim."

Boğazımdan sarkazm dolu bir gülüş döküldü. Gözlerine baktım. Aramızda çok da bi' boy farkı olmadığından, hemen hemen yüz yüzeydik. "Neden yaptın?" diye sordum sadece.

"Özür dilerim." diye tekrar etti çaresizce. "Benden çıkmaz diyen sen değil miydin?" diye sordum, hayal kırıklığıyla. Gözlerini kaçırdı. "Sana sadece yardımım dokunur diyen sen değil miydin?" diye devam ettim. Kolumu tutan eli gevşedi. "Hissettiklerini hissettim diyen sen değil miydin?"

Kolumun üzerindeki elini çekti. Ardından sertçe yutkunarak, gözlerime baktı. Gözleri ıslanmıştı. "Ben sadece..." duraksadı. Dudakları tekrar aralandı, fakat konuşmasına izin vermedin.

"Sen sadece ne?" Derin bir nefes aldım. "Gözlerine baktım. Gözlerim yapma diye bağırdı. Ama sen inatla benim adımı tekrar ettin."

"Özür dilerim." dedi, yine ve yine.

"Bana mantıklı bi' tek sebep söyle, affedeceğim; tekrar güvenemem ama affedebilirim." dedim. Mahzun bir şekilde gözlerime bakıyordu.

"Onu kaybetmemen için... Senin için..." dedi Azra. Benim için? "Sence bu beni daha kötü yapmadı mı?" diye sordum.

Başını salladı. "Hayır." dedi. "Kerim bak, konuş onunla. Son pişmanlık hiçbir şeye yaramaz." diye ekledi.

Yutkundum. "Ben..." duraksadım. "Ben bunları düşünmedin mi zannediyorsun?" diye devam ettim, çatlayan sesimle.

"Hiçbir şeyi değiştirmeyecek ama yine de özür dilerim." dedi Azra.

"Dileme." diye karşılık verdim hemen ardından. Bakışlarını yere indirdi. Ardından "Peki..." dedi, pes edercesine.

Arkasına döndü. Birkaç adım atmıştı ki, "Azra," diye seslendim. Durdu ve bana döndü. N'oldu der gibi bakıyordu. Yüzümdeki sert ifadeyi yok ettim. Kollarımı açtım. "Gel buraya şapşal."

Başını sağa doğru eğdi. Gülümsedi. "Pislik." dediğinde, bana doğru birkaç adım atmıştı. Boynuma atladı. Fazla sıkınca "Lan boğuluyorum, dur." dedim. Neşeli bir gülüş doldurdu kulaklarımı.

Geriye çekildi. "Unutalım olur mu? Bir daha asla böyle bir şey olmayacak" dedi. Gözlerine baktım. "İnanayım mı?" diye sordum.

"Güven." dedi, gülümsedim. "Deneyeceğim." Güven; bir kere kırıldı mı, ne kadar çabalasa da insan, bir yerlerde şüphe hep kalırdı.

Kollarını belime dolarken, başını da göğsüme yasladı. Kısa bir süre öyle kaldık. Ardından ben içeri girdim. Onun dışında herkes hâlâ salondaydı. En üst kata çıkarak odaya girdim. Üstümdekileri çıkarmadan yatağa girip, kendimi uykunun kollarına bıraktım.

*****

AZRA ADALI

Kerim'in beni bahçede bırakıp içeri girmesinin üzerinden bir saat geçmişti. Çınar yanıma gelmiş, soluma oturmuştu. Tek bi' kelime dahi etmemiştik.

Öylece oturup sessizliği paylaşmıştık; iki saat boyunca.

Saat dört sularında yanımdan kalkıp içeri girmişti. Bende dün sabah, en heyecanlı yerde bıraktığım kitabı alıp devam etmiştim. Kitabı bitirdiğimde hava neredeyse aydınlanmak üzereydi.

Birkaç saat sonra hep birlikte kahvaltı yapıp, Çınar'ın hangi ara ayarladığını bilmediğim mekâna gitmiştik. Yolda Beyza'yı kaldığı otele bırakmıştık.

Oldukça büyük bir mekândı. Tüm her şey ayarlandığında, Aycan hariç hepimiz eve dönmüştük.

Eve dönerken CADDE PLUS'a uğramıştık, Damla'yla. Erika Mitchell'a ait tüm kitapları Kumru için almıştım. Damla henüz onu tanımadığından ne alacağını bilememişti. Ona yardımcı olmuştum. Cinsi kumru olan bir kuş almıştı.

Aycan ise amcamlara gitmişti. Geç saatlere kadar orada oturacak, vakti geldiğinde, Kumru'yu da alıp mekâna gelecekti.

Eve geldiğimizde, odama çıkıp duş almıştım. Damla yanıma gelmiş, ikimize de abartılı bir makyaj yapmıştı. Şu ansa aynadaki aksime bakıyordum. Saat yediye gelmek üzereydi.

Rengi kırmızı olan elbise, buğday tenime çok yakışmıştı. Geniş omuzlarımı gözler önüne seren elbise, dizimin bir karış üstünde bitiyordu. Kolları balon ve kısaydı. Elbisenin göğüs kısmında başlayan yatay büzgüler, aşağı kadar devam ediyordu; eteğin uçları trompetti.

Yüzüme bakıldığında fark edilecek ilk şey dudaklarımdaki kırmızının en koyu tonu olan rujdu. Yeşil gözlerimi ortaya çıkartan koyu bir göz makyajı yapmıştı, Damla. Omzu açık bir elbise giyeceğimden saçlarımı da at kuyruğu yapmıştı.

Ten rengindeki ince topuklularla odadan çıkarken, Damla da hazır bi' vaziyette odasından çıkıyordu. Hayran dolu bakışlarına gülmeden edemedim. "Yandı buralar, yandı." Mahcup bir şekilde gülümsedim.

Onun üzerinde püsküllü, beyaz bir takım vardı; ince akılı crop ve beli lastikli mini etek...

Merdivenlerden inerken topuklu ayakkabılarımızın zeminde bıraktığı tok ses eşliğinde salona girdik.

Bizi ilk fark eden Kerim'di. Ayaktaydı. Bakışları çok kısa bir an Damla'ya değdi. Sertçe yutkunurken arkasına dönerek bakışlarını bahçeye çevirdi.

Kerim, koyu gri pantolon ve ceketin içine siyah bir tişört giymişti.

"Ooo, yakıyorsunuz." dedi, berjerlerden birinde oturan Efe. Hemen yanındaki berjerde Can oturuyordu. Can bize baktıktan sonra ilgisi tekrar elindeki telefona çevirmişti.

Efe, çelik mavisi bir takım giymişti. Ayak bilekleri lastikli olan takımın içine beyaz tişört giymişti.

Can'sa bej rengi takımın içine beyaz bir gömlek giymişti.

Çınar yemek masasının başında oturuyordu. Sağ ayak bileğini sol dizine atmıştı. Odaya girdiğimizden beri bakışlarının ağırlığını üzerimde hissediyordum. Bi' an olsun ona bakamamıştım. Göz göze gelmekten korkuyordum.

Üzerinde siyah bir takım vardı; gömleği, ayakkabıları... Baştan aşağı simsiyahtı.

Derin bir nefes aldım. "Çıkalım mı?" diye sordum.

"Çıkalım, çıkalım. Zaten mekâna vardığımızda hava kararmış olur." diye cevap verdi Efe. "Öyleyse ben kapıdayım, Aycan'a haber vereyim." dedim.

Aldığım hediye yemek masasının üzerindeydi. Ayaklarım beni o tarafa doğru ilerletirken, gözlerine bakmamaya çalışıyordum.

Hemen önündeki hediye paketine uzandım. Elimi çekecektim ki, elini elimin üstüne örterek durdurdu beni.

Yutkundum. Bakışlarımı ağır ağır kaldırarak gözlerine baktım. Ellerimizin üzerindeki bakışlarını kaldırdı ve göz göze geldik.

Barut rengi gözleri olması gerektiğinde fazla koyuydu. Söyle der gibi bakıyordum.

Kısa bir süre sonra bakışlarını bakışlarımdan çekti, ardından ellerini ellerimden çekerek ayağa kalktı. Mutfağa girdi. Bahçe kapısının sesi ulaştı kulaklarıma.

Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes alarak göz kapaklarımı tekrar araladım.

Ne diye dokunmuştu ki tenime?

Masadaki hediye paketini alarak evden çıktığımda, kapının önünde dört araba vardı. Damla'nın arabasına bindim. Telefonumu kilidini açarak Aycan'a yazmaya başladım.

"Evden çıktık haberin olsun. Bir saat sonra gelirsiniz. Öptüm..."

Birkaç dakika sonra Damla geldiğinde, onları beklemeden arabayı sürmüştü.

Yirmi dakikalık bir yolculuk sonrasında mekâna varmıştık. Her şey hazırdı. Mekân kalabalıktı. Çünkü sabah konuştuğumuzda mekânı kapatmaya gerek olmadığını söylemiştim. Ki gerek de yoktu.

Bizim için ayarlanan locada oturduğumuzda, telefonumdan mesajlar geldi.

"Doğum günüsünü kutlayacağımızı söylemeseydim yenge asla izin vermeyecek gibi duruyordu."

"Hazırlandı. Şimdi evden çıkıyoruz. On beş dakikaya oradayız."

"Seviyorum seni."

"Seviyorum seni."

Yüzümdeki salak tebessümle telefonu kilitledim. Başımı kaldırdığımda buraya doğru geldiklerini fark ettim.

U şeklindeydi loca. Efe'yle Can, Damla'nın çaprazına oturdular. Hemen karşımızdaysa Kerim'le Çınar oturuyordu.

"Aycan'la mesajlaşıyordum." dedim. "On beş dakikaya burada olurlarmış." diye devam ettim. Başını salladı. Bakışlarımı onun üzerinden çekerek kalabalığa çevirdim.

Bakışlarını üzerimden çekmemek de ısrarcıydı. Yutkundum. Elim boynuma gitti. Sertçe sürtmeye başladım. "İyi misin?" diye sordu, hemen solumda oturan Damla.

Elimi boynumdan çekerek masanın altında, diğer elimle birleştirdim. "İ- İyiyim." diye kekeleyerek konuştuğumda, Kerim'le göz göze geldik. Gözleri kısılmıştı. Bir sorun mu var, der gibi bakıyordu.

"Bi' sıcak oldu sanki..." diye eklediğimde, "Fazlasıyla..." diye tamamladı biri beni.

Bakışlarım refleksle ona döndü. Gözlerimin içine baktı ve öyle uzun baktı ki...

Zorla yutkundum. Aldığım nefesler ciğerlerime ulaşmıyordu. "Değil mi?" diye sordum, gülümsemeye çalışırken.

Efe "Hadi biz kalkalım. Maazallah yanarız falan... Malum, alev aldı buralar." dedi, muzip bir ifadeyle. Bakışlarımı Çınar'dan çekip, Efe'ye çevirdim.

"Ne saçmalıyorsun?" diye ters bir ifadeyle sorduğumda, dudaklarına hayali bir fermuar çekti. Telefonumda gelen bildirim sesi ortamın havasını değiştirmişti.

"İki dakikaya oradayız."

Mesajı sesli okumuştum. Okuyup okumaz hareketlenerek son hazırlıkları yaptık.

Elimdeki kocaman pastayla kör bir noktada bekliyordum. Kadrajda yan yana iki loca vardı. Az önce oturduğum loca da Can, Efe ve Damla oturuyordu; hemen yanındakinde ise Çınar'la Kerim.

Aycan'la Kumru'yu fark ettiğimde gülümsedim. Aycan etrafa bakınıyordu, güya bana bakınıyordu.

Kumru; kızıl saçlı ve mavi gözlü bir kızdı. Saf bir güzelliği vardı.

Etraftakilere bir şeyler soruyorlardı. En sonunda Damlaların oturduğu locaya gittiler. Beni soruyor olmalıydılar. Çınar'ın oturduğu locaya geçtiler bu sefer. O sıra onlara doğru adım attım.

Aramızda birkaç adım kala müzik sesi kesildi. "Başına bir şey mi geldi acaba?" diye sordu Kumru, endişeyle. Pastayı bir elime aldım. Boşta kalan elimin üç parmağını havaya kaldırdım. Üç. İki. Bir. "İyi ki doğdun Kumru." diye bağırdık hep bir ağızdan.

Kumru arkasına döndüğünde, şaşkınlığını kanıtlarcasına donup kalmıştı. Birkaç adım atarak hemen önünde durdum. "İyi ki doğmuşsun." dedim. Gözlerinin içi parlıyordu.

"Hadi üflesene." dedim, gülümseyerek. Göz kapaklarını örttü. Başını hafifçe yukarı kaldırdı. Birkaç saniye geçtiğinde, tekrar araladı gözlerini. Pastanın üzerindeki mumları tek nefeste söndürdü.

Elimdeki bir masanın üzerine bıraktığımda herkesin bu tarafa baktığını fark ettim. Kollarımı açtım. Başını göğsüme yasladı. Gözlerim kapandı. "Çok teşekkür ederim." dediğini duydum. Biri ikimize sarıldı. Aycan'dı.

Gözlerimi araladığımda, Çınar'la göz göze geldim. Gülümsedim, gülümsedi.

Ayrıldığımızda, locaya ilerlemiştik. Hepsi ayaktaydılar. Kumru onlarla tek tek tanışmıştı.

Hediyemi verdiğimde oldukça sevinmişti. Tek bir locaya sığamamıştık. Bir locada kızlar, diğerindeyse erkekler oturmuştu.

Saat onu geçeli yirmi dakika oluyordu. Gözlerim bir yere takıldı. Beyza bu tarafa geliyordu.

Dün gece anlattığımda o da orada olduğundan, mecburi bir şekilde teklif etmiştim; fakat geleceğini hiç hesaba katmamıştım. Her ne kadar onu hastanelik ettiğim için mahcup olsam da, ondan hâlâ hoşlanmıyordum.

Yanımıza yaklaştığında yüzüme samimiyetsiz bir tebessüm yerleştirdim. "Merhaba." dediğinde, "Merhaba." diye karşılık verdik. "Kumru sen olmalısın." dedi, işaret parmağını Kumru'ya doğru uzatırken.

"Evet, benim." dedi Kumru, gülümseyerek. "Siz?"

"Ben Beyza." Elini uzattı. Kumru karşılık verdiğinde, "Doğum günün kutlu olsun." dedi ve içinde hediye olduğunu düşündüğüm poşeti Kumru'ya uzattı. "Çok teşekkür ederim." dedi Kumru, mahcup bir ifadeyle.

"İyi eğlenceler." dedi ve arkasına dönerek, erkeklerin olduğu locaya ilerledi. Bir şeyler konuşuyorlardı, müziğin sesinden hiçbir şey duyamamıştım.

Çınar'ın yanına oturdu. Ardından boynuna sardı ellerini. Dişlerimi birbirine bastırarak başka bir yöne baktım.

Ne kadar geçti bilmiyorum, ama bu süre zarfında kimse yerinden kalmamıştı. Bir an gözüm o tarafa kaydı. Beyza ağzı kulaklarında, Çınar'ın boynuna sarılıp geri çekilmişti.

Yutkundum. Bu durumun beni bu kadar etkilemesi kadar saçma bir şey yoktu. Sinirden ellerim titriyordu. Derin bir nefes alıp verirken, telefonum titredi. Mesaj gelmişti.

Telefonu elime aldım. Mesaj tam karşımda oturan heriften gelmişti. Parmaklarım sert bir şekilde mesaja dokundu.

"Dans edelim mi?"

Bakışlarımı uzun süre tuttuğum ekrandan çekip, o tarafa çevirdim. Bana bakıyordu. Cevap için bakışlarımı ekrana çevirdim.

"Teşekkür ederim. Ama dans etmek istemiyorum."

"Peki."

Yutkunarak bakışlarımı ona çevirdim. Bakışlarını üzerimden çekmişti. Bir şeyler konuşuyorlardı. Dudaklarımı kemirmeye başlamıştım.

Sıkıntılı bir nefes alarak ayaklandım. "Nereye?" diye sordu Aycan. "Tuvalete."

Dar koridorun sonundaki sağ kapıdan içeri girdim. İki kız, aynanın karşısında makyajlarını tazeleyerek konuşuyorlardı. Umursamadım.

Yüzüme art arda çarptığım soğuk sular hararetimden hiçbir şey eksiltmiyordu. Derin bir nefes alarak aynadaki aksime baktım.

N'oluyor sana diye sordum içimden.

Gözlerimi kapattım, sertçe yutkundum, ardından derin bir nefes alarak gözlerimi tekrar araladım.

"Kendine gel." diye fısıldadım. "Kendine gel!" diye tekrar ettim. Mermerin üzerindeki telefonumu alarak tuvaletten çıktım.

Locaya yaklaştığım sırada Kerimlerin oturduğu locaya baktım. Bıraktığım yerde değillerdi; Çınar ve Beyza.

Etrafa bakındım. Gözlerim kısılmıştı. Gördüğüm görüntü afallamama neden oldu. Kendilerini müziğin ritmine bırakmışlardı. Delicesine dans ediyorlardı.

Aralıklı duran dudaklarımı birleştirerek sertçe yutkundum. Kaşlarımı havaya kaldırdığımda, alayla güldüm. Dudaklarımı birbirine bastırdığım sırada Çınar'la göz göze geldim.

Bakışlarımı başka yöne çevirdiğimde, adımlarımda mekânın çıkışına yöneldi.

Öfkeyle mekândan çıktım, adımlarım ağır ama yeri sarsacak şiddetteydi. Denize doğru birkaç adım atmıştım ki kolumdan çekilerek durduruldum. Çınar'dı. Öfkeyle baktım.

"Nereye?" diye sordu sadece. "Anlamadım?" diye cevap verdim hemen ardından.

Sabır dilercesine nefes alıp verdiğinde, gözlerini de kapatıp açmıştı. Gözlerimi devirdim. "İstanbul'a döneceğiz." dedi, sorarcasına. Yani der gibi baktım. "N'oluyor?" diye sordu en sonunda.

"Sen içeri dönsene." diye konuştum sakince. Ardından arkamı dönüp yürüdüm. "İçeride gördüklerine mi bu kadar kızdın?" diye sordu. Adımlarım kesildi. Ona döndüm. Tepeden tırnağa süzdüm; hayal kırıklığıyla. "Farklısın sanmıştım. İnanmıştım sana." dedim.

Gözleri kısıldı. "Bunu belli edecek tek bir hareketin bile yok!"

Öfkeyle ona doğru birkaç adım attım. "Ne fark eder?! Sen bana vaktin var mı diye sormadın mı?!"

"Kıskançlığın bu kadar etkili olacağını bilseydim..." Hızla sözünü keserek, "Kıskandığım falan yok!" duraksadım. "Öyle bir şey yok! Olamaz da!" Aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı.

"Öyleyse?" diye sordu, aramızdaki bir adımlık mesafeyi kapatarak. O da sinirlenmeye başlamıştı.

"Bir insan iki kişiye birden aynı duyguyu hissedemez." dediğimde, gözlerine bakmak için başımı kaldırmak zorunda kalmıştım.

"Yok öyle bir şey." dedi, sinirle. "Ha bu günlük rutinin yani?" diye sordum, alayla.

"Saçmalama." Burnuma dolan petrichor kokusu bu sefer aklımı karıştıramamıştı. Kaşlarım havalandı. "Sen söyle o zaman, içeridekiler de neydi?"

"Sadece eğlenmek istedim, sana teklif ettim ama istemediğini söyledin. Onunla birlikte olmuşum gibi davranma." dedi. Güldüm. Alayla.

"Bekârsın. Kız çok güzel. Bi' de senden hoşlandığın da unutmazsak." durdum. Düşünüyormuş gibi yaptım. "Neden olmasın?"

Arkamı dönüp gittiğim sırada söyledikleri adımlarımı tekrar durdurmuştu. "Bana bir cevap borçlusun. Söz verdin. Buradan gitmeden..."

Öfkeyle ona döndüm. Ve dudaklarımın arasından tek bir kelime çıkıverdi: "Hayır."

"Anlamadım." dediğinde gözleri kısılmıştı. "Duydun işte. Cevabım hayır." dedim.

"Saçmalıyorsun." duraksadı. Ne söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. "Bak içeridekiler bu kadar abartılacak bir şey değildi." Güldüm.

"Değil miydi?" diye sordum, Çınar'a doğru birkaç adım atarken. "Sen katıksız bir aptalsın!" diye devam ettim. "Sözlerine dikkat et."

"Etmiyorum." diye bağırdım. Gözlerini kapatıp sıkıntılı bir nefes aldı, ardından göz kapaklarını araladı. Aramızdaki birkaç adımı yok etti.

"Bu kadar zor olmak zorunda mısın?" diye sordu sakin bir şekilde. "Ben zor falan değilim!" diye cevap verdim sertçe. "Sen fazla genişsin!" Yapma der gibi baktı.

"Cevabını da aldığına göre, artık gidebilir miyim?" dedim, yüzüme yerleştirdiğim sahte gülümsemeyle.

"Hayır canım, gidemezsin." dedi. Gözlerim kısıldı. "Anlamadım?" diye cevap verdim.

"Anlatayım." dediğinde, bakışları dudaklarıma kaydı. Ellerini yanaklarıma yerleştirdiği gibi dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

...

Loading...
0%