Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. Bölüm: "Yalan."

@senemeevren

Yorum yapmayı ve oy vermeyi lütfen unutmayın..


...

Söylediğim yalanın üzerinden tam dört gün geçmişti. Doksan altı saat...

Ufak tefek yalanlar çoğunlukla zararsız yalanlar diye geçerdi. Ama sonuçta yalan, yalan değil miydi? Büyüğü küçüğü mü vardı yalanın?

En basit yalan bile gün gelir ayağına dolanır, seni çıkmaza sokardı; yalan, her zaman başka bir yalanın kapısını aralardı.

Daha önce yalan söylemediğimi iddia edersem, asıl o zaman yalancı olmuş olurdum. Ama söylediğim yalanlar, pespembe yalanlardı.

O gün söylediğim yalan da öyle pembe bir yalan değildi. Kapkaraydı.

Her ne kadar yalanı renklerle ifade etsek, küçük büyük diye ayır etsek de; yalan her zaman bir kaçıştı.

Bazı insanlar gerçekleri, yalanların arkasına saklamayı tercih ederlerdi. Bu da yanlışı bile bile tercih etmekti.

Yalanın arkasına gerçek; gerçeğin arkasına ise ben saklanmıştım.

O gün abimle içeri girdiğimizde babam odasına çıkmıştı. Kısa bir süre sonra yemek yediğimizde, sinirinden eser kalmamıştı. Abimin onunla konuştuğunu düşünmüştüm.

Peki ama neden? Neden öyle bir tepki vermişti. Belki de babam, farkına varmadan beni bu yalana zorlamıştı.

Öyle sinirliydi ki arkadaşım bile diyemedim, sevgiliye gelene kadar.

Babam hiçbir şey olmamış gibi davranmıştı. Ben, o öyle davrandıkça daha da sorgulamıştım. Sorgulamaktan, Çınar'la istemsiz bir mesafe girmişti aramıza. Ta ki dün gece bana attığı mesaja kadar.

"Bir şeyler var sende. Ve sen neden benden kaçıyorsun bilmiyorum. Bilmek hakkım. Lütfen yarın bana gel. Birlikte yemek yiyelim ve bu konuyu detaylıca konuşalım."

Mesajı okuduktan sonra "Olur." yazıp göndermiştim. Kupkuru bir olur...

Çınar, sevgisini fazlasıyla gösteren biriydi. Normalde ben de sevdiğim, değer verdiğim insanları önemserdim. Ama daha çok yeniydik ve ben çekiniyordum.

Çınar bunun farkındaydı. Ve bu dört gün boyunca yaşananların çekingenliğim yüzünden olmadığında.

Aynadaki aksime baktım son kez.

Üzerimde siyah, keten, şort bir tulum vardı. Kolları oldukça boldu. Siyah deri kemerin tokası hasırdan yapılmıştı. Dikdörtgen bir göğüs dekoltesi vardı. Dekoltenin ipini, köprücük kemiğinin üzerinde zarifçe bağlamıştım. Ayaklarımda siyah stiletto, kulaklarımdaysa klasik halka küpelerden vardı. Hafif dalgalı olan saçlarımı düzleştirmiş, sade bir makyaj yapmıştım.

Fazlasıyla şıktım.

Küçük, zincirli siyah çantamı da omzuma asıp odamdan çıktım. Aşağı indim. Kimse Çınar'a gittiğimi bilmiyordu. Aycan da dâhil.

Okuldaki yeni arkadaşlarla, kaynaşmak için kafeye gideceğimi söylemiştim. Evden çıktım. Taksiyi önceden çağırdığımdan evin önünde bekliyordu. Taksiye bindim. Adresi verdikten sonra sırtımı koltuğa yaslayarak yolu izledim.

Hava kararmak üzereydi. Araba Çınar'ın evinin durduğunda ödemem gereken meblağı şoföre uzattım. Ardından arabadan indim ve evi izledim kısa bir süre. Üşüdüğümü fark ettiğimde birkaç adım atarak sokak kapısından içeri girdim.

Merdivenleri es geçerek evin sağ tarafındaki boşluktan dolanarak bahçeye çıktım. Bahçeye açılan mutfak kapısının önündeki yemek masası, şimdi çimlerin üzerindeydi. Masa oldukça özenliydi. Sunumdan tut mumlara kadar her şey özenle hazırlanmış gibiydi.

Mutfak kapısından çıkan Çınar, beni henüz fark etmemişti. İçinde ne olduğunu göremediğim tabağı masanın üzerine bıraktı. Bakışlarını masanın üzerinde gezdirdi. Derin bir nefes alıp verdi.

Sanki nefes almayı unutmuştum ve onun aldığı nefesle benim de göğsüm inip kalktı.

Üzerinde dar kesim siyah bir gömlek vardı. Gömleği aynı renkte giydiği pantolonun altına koymuş, siyah da bir kemer takmıştı.

Nefesim kesilmişti. Bu renk ona çok yakışıyordu. Fazlasıyla...

"Tamamdır." dediğinde, bakışlarını masadan çekip az ileride basketbol topunu hareket ettirmeye çalışan Kara'ya çevirdi. Dudaklarındaki minik tebessüm içimi ısıtmıştı.

Dikkat çekmek için boğazımı temizlediğimde bakışları bana çevrildi. Uzun bir süre bakıştık.

"Hoş geldin." dedi ve bana doğru bir adım attı. Gülümsedim. Bakışlarımı yere indirirken dudaklarımı ıslattım. "Hoş buldum." dedim, ardından onun yaptığı gibi ona doğru bir adım attım. Bir adım o, bir adım ben...

Ayağımdaki stiletto aramızdaki boy farkını sıfıra indirmemişti, fakat gözlerini görmem için başımı kaldırmama gerek yoktu.

Kuzguni bakışlarını bir an olsun gözlerimden ayırmamıştı. Dudağının kenarı kıvrıldı. "İyi ki geldin." Gülümsedim.

Sol elini nazikçe uzattığında elini tuttum. Arkaya döndü, adımlarım onu takip etti. Masanın önüne geldiğimizde elimi bıraktı, ardından sandalyeyi geriye doğru çekerek oturmam için yer açtı.

Oturmadığımı fark ettiğinde bi' sorun mu var der gibi baktı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Ellerim..." diye mırıldandım.

"Ah, kusura bakma." dedi, mahcupça.

Ellerini masadan çekerek eve doğru ilerledi. Çantamı sandalyeye astım. Salona girdiğinde hemen arkasındaydım. Salondaki birkaç merdivenden çıktıktan sonra küçük sofada sola döndü; kendi odasının olduğu tarafa.

Sofanın sonunda üç kapı vardı. Soldaki kapının ardında Çınar'ın odası, hemen karşısındaki odanın ardında ise çizim odası olduğunu biliyordum.

Tam karşıdaki kapı da banyoya açılıyor olsa gerekti. Kapıların hepsi örtülüydü.

Sofanın sonuna geldiğimizde Çınar kenara çekilerek bana yol açtı.

Ellerini banyo olduğunu düşündüğüm kapıya doğru uzatarak "Burayı kullanabilirsin." dedi ve yanımdan geçeceği sırada kolundan tutarak onu durdurdum.

"Nereye?"

"Bahçeye çıkacağım." Elimi kolundan çekerek yanıma bıraktım.

"Burada beklesen?" diye sordum.

Gözlerime baktı. "Tabii." dedi, dudaklarına samimi bir tebessüm yerleştirirken.

Banyoya doğru ilerleyerek onu arkamda bıraktım. Adım seslerinden hemen arkamda olduğunu anlayabiliyordum.

Rahat olmam için gitmek istemişti, fakat ben o şekilde daha da rahatsız olacaktım.

Kapının kolunu aşağı çekerek içeri girdim. Hemen girişte lavabo vardı. Lavabonun karşısındaki klozetin yanında ise duşakabin...

Duşakabinin karşısındaki kapı ilk önce kaşlarımı çatmama neden olsa da daha sonra o kapının onun odasına açıldığını düşünmüştüm.

Arkama baktım. Kapını pervazına yaslanarak beni izliyordu. Gülümseyerek önüme döndüm ve ellerimi yıkadım.

Ellerimi yıkadıktan sonra bahçeye döndük tekrar. Kara bunu beklercesine ayağımda dolanmaya başladı. Eğilip onu sevdim. Birkaç dakika sonra tekrardan basket topuyla oynamak için yanımızdan uzaklaşmıştı.

Masaya hazırlarken çok vakit harcadığını düşünmeden edemedim. Çünkü oldukça özenliydi. Hiçbir kusur yoktu. Her şey olması gerektiğinden daha iyiydi. Düzen ve lezzet...

Karşımda oturan adama baktım; bakışları her zamanki gibi üzerimdeydi. Yutkundum. Artık konuşma vakti gelmişti.

Zaten buraya gelmemdeki amaç da bu değil miydi?

Boğazımı temizleyerek dudaklarımı araladım. "Seninle vakit geçirdikçe, seni tanıdıkça sana ne kadar haksızlık ettiğimi düşünmeden duramıyorum." Bakışlarımı tabağıma indirdim.

Bir şey söylemedi. "İnan bana," Gözlerine baktım tekrardan. "Aklımdan hiç çıkmıyor. Sen çok iyi bir adamsın." Gülümsedim. "Sevmeyi biliyorsun."

Masanın üstündeki elimi tuttu. Gülümsedi. "Benim daha önce hiç bu kadar ciddi bir ilişkim olmamıştı. Bundan daha uzun sürmüş olsalar bile, hiç bu kadar ciddi düşünmemiştim. Ama sen farklısın, bunu laf olsun diye söylemiyorum, vallahi..." Boştaki elini de elimin altına koyarak elimi avuçlarının içine hapsetti.

"Ben seni anlıyorum. Çok üzerine geldim, cevap da cevap diye. Bunun da farkındayım. Ama bende çok heyecanlıydım. Seni ilk gördüğümde anlamıştım aslında. Sonra senin daha önce hiç ilişkin olmadığını öğrendim. İlkin olmak istedim. Aceleci davrandım. Beni sev istedim. Ama unuttum senin daha önce hiç ilişkin olmadığını unuttum ve çok üzerinde geldim. Özür dileri..."

"Dileme." diye böldüm lafını. "Özür dilenecek bir şey yok ki." Boşta kalan elimi elimin üstündeki elinin üstüne koydum. "Asıl ben özür dilerim." Gözlerinin içine baktım. Ardından ekledim: "Bir daha senden kaçmayacağım. Her ne olursa olsun. Söz."

Tutamayacağımı bile bile söz vermek benim için olağan bir şeydi. Her ne kadar tutmak için çaba göstersem de; tutamadığım sözler, tuttuklarımdan daha fazlaydı. Tabii o, bunu bilecek kadar beni tanımıyordu.

Bu sözü bana hatırlatacağı gün muhtemel beni artık tanıyor olacak ve buna şaşırmayacaktı.

İleride ilişkimizle ilgili -küçük bile olsa- ilk sıkıntıda kaçan taraf ben olacaktım; bundan hiç şüphem yoktu. Çünkü ben korkaktım, kaçmak bir çözüm gibi gelir hep bana.

Benim aksime, o hep bizim için savaş verecek taraf olacaktı, bundan da hiç şüphem yoktu. Çünkü o cesaretli biriydi. Her sorunda kaçacak bir tipe benzemiyordu; bunu daha şimdiden anlamıştım. Pes etmek onun lügatında yoktu.

Tanışalı daha bir hafta bile olamayan birine vaktin var mı diye soracak kadar cesaretiydi. O, bu ilişkide daha çok seven taraf olacaktı. Ya da sevgisini gösteren...

Ellerini ellerimden ayırdı. Kaşlarım çatıldı hafifçe. Sandalyeyi geriye doğru iterek ayağa kalktı. Yanıma doğru geldiğinde bende ayağa kalktım. Kollarını açtığı sırada yüzümde genişçe bir tebessüm peyda oldu.

Kollarımı beline sarmak yerine boynuna doladım. Derin bir nefes çektim, kokusu içime doldu. "Öyleyse," Ilık nefesi boynuma değdi. "Bende sana bir söz vereyim." Ellerin belime yerleştirdi. "Her ne olursa olsun, hep yanında olacağım, söz." Yutkundum.

Benim ondan yana bir şüphem yoktu zaten, ayrıca verdiği sözden dönecek bir adam da değildi.

Başımı geriye attım gözlerini görmek için. "Hele bir karşımda ol. Ben gösteririm sana gününü." dedim, şakacı bir üslupla. Başını arkaya atarak seslice güldüğünde, bakışlarım kısılan gözlerine takıldı.

Kahverenginin en koyu tonu gözlerini, kısılan göz kapakları yok ediyordu adeta.

Bir elimi boynundan çekerek yanağına koydum. Başparmağım kısılan gözlerinin yanındaki kırışıklara dokundu, okşadı. Asıl güzellik gülünce kısılan gözlerindeydi.

Yüzünde asılı kalan gülümsemeyle alnını alıma yasladı. "Ben bu asi, hırçın hallerimizi çok sevdim. Alıştırma, sonra hep isterim." dedi, ciddi bir ifadeyle. Güldüm.

"Sen hep gül." dedim, neşeli bir sesle. Derin bir nefes aldı. Burnu şakaklarıma değdi. Yutkundum. Ardından yanaklarıma indi. Dudaklarını yanaklarıma bastırdı, gözlerim kapandı.

Belimdeki bir eli çekildi, avuç içi yanağıma değdi. Alnını alnıma yasladı tekrardan. İç çekercesine nefes aldı. Yanaklarımı okşarken "Oturalım mı?" diye sordu. Başımı salladım hafifçe.

Alnını alnımdan ayırdı önce, ardından elini yanağımdan çekti. Boynundaki elimi aşağı indirdim gözlerimi araladım. Diğer elimi de aynı şekilde indirerek parmaklarımı birbirine geçirdim.

Belimde bir el vardı?

Belime uyguladığı baskıyla vücudum vücuduna çarptı. Dudaklarıma değen dudakları, ben henüz üzerimdeki şaşkınlığı atamadan geri çekildi. Belimdeki elini de çektiğinde, boşluğa düşmüş gibi hissediyordum.

Gözlerime bakmadan tam arkasına dönüyordu ki, kolundan, pazılarından sertçe çekerek kendime döndürdüm. Ellerimi yanaklarına yerleştirir yerleştirmez dudaklarını hırçınca öpmeye başladım.

Madem o, her istediğinde beni öpebiliyordu; bence, bunu benim yapmamda da bir sakınca yoktu.

Hem az önce yaptığı da neydi? Sadece o istediğinde kavuşmayacaktı bu dudaklar...

Şaşkınlıktan olsa gerek henüz karşılık vermemişti. Parmak uçlarıma hafifçe baskı uygulayarak yüzümü yüzüyle aynı hizaya getirdim. Kollarımı boynuna sardım. Ardından daha da sert öpmeye başladım.

Parmakları belime değdi. Öpmedi. Bir an ona fırsat vermediğimi düşündüm, ardından saçma bir düşünce olduğuna karar verdim. Tozla buluta karıştırdım o saçma düşünceleri...

Karşılık vermiyordu, fakat geri de çekilmeye çalışmamıştı. Yine de bu beni biraz kırmıştı.

Karşılık vermediğinde öpmeyi bıraktım. Dudaklarım hâlâ dudaklarına değiyordu. Nefesim kesik kesikti. Hızla alıp verdiğim nefesler aralık duran dudaklarına çarpıyordu.

Bakışlarımı dudaklarından çekip gözlerine kaldırdım. "Neden karşılık vermedin?" diye sordum, fısıltılı bir sesle.

Bakışlarını dudaklarıma indirdi, hemen ardından yutkunarak tekrardan gözlerime çıkardı. "Ben..." Gözlerimin içine bakıyordu. "Bilmiyorum..." Gözlerim kısıldı. Ne yani istememiş miydi?

Boynundaki kolları kendime çektiğim sırada belime sardığı kollarıyla duraksadım. "Yanlış anladın." dedi telaşla. Parmak uçlarım omuzlarına değiyordu. "İstemediğimden değil, bilakis daha fazlasını istemekten korktum."

Bakışlarımı kaçırdım ve omuzlarındaki ellerimi indirdim.

"Neden öpmeyecekmiş gibi davranıp..." Sustum. Derin bir nefes aldım. "Ben ne olduğunu bile anladım." dedim, kızgın bir sesle. "Öyleyse bir defa da ben öpeyim dedim." diye devam ettim dürüstçe.

Dudağının kenarı kıvrıldı. "Ne yani hep ben mi öpüyorum?" E yani dercesine kaşlarımı kaldırıp başımı salladım.

Seslice güldü. Nefesi yüzümü yaladı. Gözlerim kısıldı, niye gülüyordu ki? Ardından o gülünce, gülmek bulaşıcı olsa gerek benimde dudaklarım kıvrıldı.

"Az önceki minik buseyi saymazsak, ilk öpen taraf olarak beni geçtin bile..." dedi, gülerken.

İlk öpücük, İzmir'de, onun tarafından gelmişti.

Ardından ben de okulun ilk günü, Rumeli Feneri'ndeyken öpmüştüm; cevabımı bu şekilde göstermek istemiştim.

Bana ilk sevgilim dediği günse ilk o öpmüş, sonra da ben öpmüştüm.

Durum eşitti. Lakin ben az önce öne geçecek hamleyi gerçekleştirmiştim.

Ellerimi ensesinde birleştirerek dişlerimi gösterecek şekilde gülümsedim. "Az önceki kısa öpücüğü saymakla beraber durum eşit Çınar Bey."

Tıpkı beni gibi gülümsediğinde gözleri kısılmıştı. "Peki, az öncekini de sayalım." Bir elini belimden çekerek önüme gelen saçları omuzlarımdan geriye bıraktı.

Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırırken "Peki neden hep öpen taraf benmişim gibi davranıyor, benim güzel ama bir o kadar da huysuz sevgilim?" diye sordu, muzip bir ifadeyle.

Kaşlarım çatıldı. "Huysuz mu?" diye sordum, şaşkınlıkla. Ellerimi boynundan indirdim. "Hiç de bile." dedim, ters bir ifadeyle. Daha da gülerek kahkaha attı. Sinirle baktım yüzüne.

Belimdeki elini çekmeye çalıştım ama nafile, bırakmıyordu. Tek eliyle beni alt edemezdi!

Kahkaha atmamak için birbirine bastırdığı dudaklarını araladı. "Tamam, sakin ol."

"Bırakır mısın?!" diye sordum sertçe. Bırakmadı.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Gerçekten aynı anda hem gözüme şirin görünüp hem de nasıl sinir bozucu olabiliyordu bu adam?

"Bırakacağım ama kaçmak yok." Gözlerimi aralayarak başımı salladım.

Belimdeki elini temkinli bir şekilde yavaşça bıraktığında bir adım geriye gittim. Yüzüne baktım. Yüzündeki gülümseme yok olsa da emareleri vardı.

Arkama dönüp bahçedeki ikili koltuğa oturdum. Arkamdan geldiğini hissediyordum, dahası biliyordum. Kara yanıma gelip ayaklarımda dolanmaya başladığında kucağıma aldım.

"Sesin çok güzel." dediğinde hemen soluma oturmuştu. Bakışlarımı ona çevirdim. Hafifçe tebessüm ettim. Çünkü daha bugün ona bir daha senden kaçmayacağım diye söz vermiştim.

Belki bir gün sözümü tutamayacaktım, evet ama bu, bu kadar erken olmamalıydı. Yani ufacık bir şeyde olmamalıydı.

Ben kaçmayacağım diye söz vermemin üzerinden geçen on dakika sonunda, ondan kaçmayacaktım. Hem de hiç denecek kadar basit bir sebepten.

"Teşekkür ederim." Bakışlarını Kara'yla benim üzerimde götürüp getirdi memnun bir ifadeyle.

"Söyler misin?" diye sordu. Bilmem dercesine dudaklarımı büktüm.

Öyle güzel bakıyordu ki...

"Olabilir." diye mırıldandım. Sağ omzunu koltuğa yasadı, sağ dizini kırıp sol dizinin altından geçirerek vücudunu bana doğru döndürdü. Ne söyleyebilirdim ki?

"Belki güneş bir gün ikimiz için doğar..." diye mırıldanmaya başladım, gözlerinin içine bakarak.

"Belki korkuları, hayallerimiz boğar.
O masal günü gelinceye kadar,
Susuyorum, susuyorum..."

Gözlerinin içi ışıldıyordu. Bakışları öyle yoğundu ki derin bir nefes aldım. Ardında gözlerimi kapattım ve devam ettim.

Bakışları aklımı başımdan alıyordu.

"Susadıkça yüzün düşer aklıma
Korkar oldum düşlemekten.
Adını anarım, çoğalır sesim.
Konuşmaktan, düşünmekten, özlemekten..."

Gözlerimi araladım. Bakışları yüzümde geziniyordu. Bakışlarındaki efsun kalbime zarardı.

"Gel bak bir elimde gökyüzü var hâlâ...
Ötekinde kayıp giden yıldızlar, la la...
Korkularda benim, umutlarda...
Beni bırakma, beni bırakma..."

Parmak uçlarının tersiyle yanaklarıma dokundu, okşadı, gülümsedim. Gözlerini kapatıp açtı, devam et der gibi.

"Kimse kimsenin her şeyi olamazmış.
Di'li geçmişten tek yaramsın sen.
Sensiz kimse miyim, kimsesiz miyim, bilmem...
Hiç bilmek istemem, hatta düşünmem..."

Şarkının son sözleri de dudaklarımdan uçup gittiğinde, Çınar yanıma kaydı. Kara'da kucağımdan inerek yanımızdan uzaklaştı. Her nereye gitmişse anın verdiği heyecandan bilmiyordum.

Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı, ardından dudaklarını şakağıma bastırdı.

Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes çekti. "Çok güzel kokuyorsun." Kimin dudaklarından çıkmıştı bu cümle?

Bunların benim dudaklarımdan çıkması gerekti. Ama o söylemişti. Oysa onun kokusuna olan tutkum bambaşka bir şeydi. Tabii onun bundan haberi yoktu.

Sıcak nefesi boynuma çarpıyordu. Dudaklarını tenime sürttü. Boynumdaki kolyenin üzerinde gezdirdi dudaklarını, öptü. Gözlerim hâlâ kapalıydı.

Aldığım nefesler ciğerlerime ulaşmıyordu. Yutkunmaya çalıştım. Kalp atışlarım bozulmuştu. Aklım başımda değildi.

Aklımı başımdan almıştı.

"Gardenya..." diye mırıldandı, nefesi boynumu yaladı. "Hı?" diye bir ses çıktı dudaklarımdan; benden bağımsız...

"Kokun..." Yüzünü boynumdan çektiğinde, gözlerimi araladım. Göz göze geldik. Aynı anda, sertçe yutkunduk.

Heyecandan kuruyan dudaklarımı ıslattığımda bakışları dudaklarıma kaydı. "Gardenya gibi..." diye devam etti. Tebessüm ettim hafifçe.

Gardenya gibi kokuyorsun demek istemişti.

Ellerini kaldırıp boynumdaki kolyeye dokundu. A harfi yazan kolyenin ucunu avuçlarının içine aldı.

"Seni her gördüğümde boynunda bu kolye var." Her ne kadar soru cümlesi olmasa da, açık bir şekilde kolyenin benim için önemini sormuştu.

Her zaman takıyor oluşum gözünden kaçmamıştı.

Söylediği cümleyle yüzüm düştü. Derin bir nefes alarak "Annemin..." diye mırıldandım. Bakışlarımı kaçırarak yutkundum. Kolyeyi bırakarak parmak uçlarını çeneme yerleştirdi. Gözlerine bakmam için çenemi hafifçe kendine çevirdi.

Ağzından çıkanların pişmanlığını yüzümdeki ifadeyi gördüğünde yaşamıştı. Annemin olduğunu bilmiyordu. Bilmiyor oluşu onu suçlu yapmazdı.

Yüzüme yerleştirdiğim zoraki gülümsemeyle gözlerinin içine baktım. "Annemden bana kalan tek şey." Artık biliyordu. Kolyenin ucunu tuttum. "Bunu takmak bana iyi geliyor. Bir zamanlar onun boynunda olan bir şeyi takmak, çok iyi hissettiriyor."

Derin bir nefes alarak dudaklarını alnıma bastırdı. Bir müddet öyle kaldık.

Geri çekildiğinde "Tatlımızı yemiş miydik biz?" diye sordu. Başımı iki yana salladım. Dudaklarına yerleştirdiği gülümsemeyle gözlerim kısıldı.

"Sen bekle ben geliyorum." dediğinde, dudaklarımda silik bir tebessüm peyda oldu. Ayağa kalktı hızla yanımdan ayrılarak mutfağa girdi.

Tatlı? Sufle mi yapmıştı? Yok daha neler! Hem ben kaç saattir buradayım. Hangi ara yapmıştı? Soğuk yenmediğine göre...

Ah...

Hızla ayağa kalkıp peşinden mutfağa girdim. Ortadaki ahşap tezgâhın üzerindeki sufleye pudra şekeri döküyordu.

Kafasını kaldırıp beni gördüğünde kaşları çatılmıştı. "Sana beklemeni söylemiştim." dediğinde kızmıştı. Suçlu bir çocuk gibi ellerimi önümde birleştirip dudaklarımı kemirmeye başladım.

"Kızma. Tahmin etmiştim zaten." Gülümsedi. Öfkesi bile birkaç saniye sürüyordu. Bu adam gerçekten harikaydı.

Gülümseyerek yanına doğru birkaç adıma attım. Yanına vardığımda, elindeki minik süzgeci arkadaki lavabonun içine bıraktı.

Tatlının üzerinde göz gezdirdim. Dumanı üstünde tütüyordu. Nasıl sıcaktı ki?

"Bu nasıl hâlâ bu kadar sıcak?"

"Çünkü daha yeni çıkardım fırından." Hemen yanımda durdu. "Çok pişirmiş olabilir misin?" diye sordum bu sefer. Başını salladı iki yana, ardından iki tabağı eline alarak arkamdan geçti.

Arkasından ilerledim. Bahçeye çıktığımızda yemek masasına oturduk tekrardan. Sabırsızca gözlerime bakıyordu.

Tatlı kaşığını elime aldım. Suflenin tam ortasına bastırdığımda, sos akmaya başladı. Gerçekten de görünüşü muazzamdı. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Vay be dercesine dudaklarımı birbirine bastırarak büktüm.

Memnun olmuşçasına gülümsedi. Bir kaşık dolu sufleyi ağzıma aldım. Yavaşça yemeğe başladığımda, gözlerim kapandı. Muhteşem!

Dilimle dudaklarımı yaladıktan sonra gözlerimi araladım. "Bu muhteşem bir şey olmuş."

Gülümsemesi daha da büyüdü. "Yesene." Yüzünü buruşturdu. " E ama hadi. Lütfen..." Kaşlarını kaldırdı. "E o zaman neden önünde o tabak senin?"

"Senin için."

"Benim için mi?" diye sordum şaşkınlıkla. Başını salladı. "Senin için. İki tane yediğini söylemiştin ya." Gözlerim kısıldı.

O günü hatırladığımda, gözlerimi devirerek Çınar'a baktım. "İkisini yiyemeyeceğimi ikimizde biliyoruz." dedim, onun o gün söylediğini taklit ederek.

Seslice güldü. Pes ederek kaşığı eline aldığında, gülümsedim. Kaşığı sufleye batırıp ağzına götürdüğü sırada "Senin için yiyorum. İlk ve son." demeyi de ihmal etmedi.


*****


Gece yarısına kadar oturup sohbet etmiştik. Gitme vakti geldiğinde Çınar beni bırakmak için her ne kadar çok ısrar etse de kabul etmemiştim.

Bir yalan daha söylemek istememiştim.

Babamla bu konuyu konuşmam gerekirdi. Öbür türlü içim hiç rahat değildi. Ben de rahat değildim...

Çınar, ben taksiye binerken "Bu seferlik böyle olsun ama bir daha kine asla izin vermem." demişti. Bir daha kine kadar babamla konuşmayı planladığımdan "Tamam." diye karşılık vermiştim.

Eve geldiğimde direkt odama çıkıp duş almış, uzun kollu, siyah bir eşofman takımı giymiştim. Havalar artık soğumaya başlamıştı. Eylül'ün bitmesine ne kalmıştı şunun şurasında? Yazı yaşayamadan kış gelmişti yine.

Bir Egeli olarak yaz ayları vazgeçilmezimdir.

İki defa kapıyı tıklattım. "Gel."

Kapının kulpunu yavaşça aşağı indirdim. Derin bir nefes alarak karşımdaki masanın başında oturan babama baktım.

Gülümsedi. Ben oldukça gergindim. Zoraki gülümsemeyle masaya doğru birkaç adım attım. Masanın önündeki siyah deri berjerlerden birine oturdum. "Çalışıyor muydun?"

Başını salladı. "Valla hafta sonu ama işte, bizde iş bitmiyor. Mola yok." dedi, şakacı bir üslupla. Zorla gülümsedim, oldukça gergindim.

Sağ elimi enseme götürdüm ve nemli saçlarımın ensemde biten kısmını karıştırdım. "Bir sorun mu var?"

Elimi indirdim. Bir elimin tırnaklarıyla, öbür elimin tırnaklarını koparıyordum. "Baba ben sana şey diyecektim." Ney der gibi kaşları havalandı. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım.

"Sen o gün... Hani beni..." Yutkundum. Gözleri kısılmıştı. "Çınar Hoca'yla gördüğün gün var ya..." Açık mavi gözlerinden bir an anlayamadığım bir duygu geçti, bu sadece birkaç saniye sürmüştü. O bakışın kesinlikle iyi bir anlamı olduğunu düşünmüyordum.

Bakışı tüm söyleyeceklerimi yutturmuştu adeta. Öyle ki dilimi yutmuş gibi konuşmamı da devam ettirememiştim. "O gün..." diye tekrar etti beni, devam et dercesine.

Oysa mümkün müydü? Tüm söyleyeceklerimi bir bakışıyla yutturmuştu.

"O gün neden öyle bir tepki verdin?"

Gülümsedi. Gülümsedi mi? Allah'ım... Delirmek üzereydim.

Bir zaman nefret geçiyor gözlerinden, bir zaman gülümsüyor.

Bu nasıl bir çelişkiydi. Ben n'apacağımı tamamıyla şaşırmıştım.

Ellerini birbirine geçirerek hemen önündeki masanın üzerine koydu. Bana doğru eğilerek gözlerimin içine baktı.

"Nasıl bir tepki?" diye sordu şaşkınlıkla.

Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. Gözlerimi aralarken yüzüme samimiyetten uzak bir tebessüm yerleştirdim. Aklımı kaçıracaktım.

"Baba. Hani çok kızmıştın ya." dedim, hatırlatmak istercesine.

Kaşlarını yeni hatırladığını belli edercesine kaldırdı. "Ha, sen onu mu diyorsun?"

Başımı salladım hızlıca. "O gün işle ilgili bir sorun vardı da... Sana çattım işte bend..."

"Bana mı çattın?" diye sordum şaşkınlık ve öfke dolu sesle; sözünü keserken. "Baba ne diyorsun sen Allah aşkına? Ben kaç gündür niye böyle bir tepki verdiğini düşünüp duruyorum."

Düşünmekten gayriihtiyari Çınar'la arama mesafe bile koymuştum.

Kaşlarını çattı. "Sen neden bu kadar taktın ki bu meseleyi?" Sesinde hem merak hem de çok az öfke vardı.

Bakışlarımı parmaklarıma indirdim. Yutkundum. Tekrardan kafamı kaldırıp gözlerine baktım. "Neden mi?"

"Evet. Neden?"

"Baba sen ne kadar tepki verdiğini hatırlamıyorsun galiba. Ben ne olduğunu bile almadım. Şaşırdım kaldım öylece." dedim, dürüstçe.

Gülümsedi. Masanın üzerinden elini uzatıp sol yanağımı okşadı. "Dedim ya işle ilgiliydi, özür dilerim. Ama onunla hoca-öğrenci ilişkisi dışında görüşmeni istemiyorum."

"İstemiyorsun?" diye sordum, alayla birkaç saniye gülerken. Elini yanağımdan çekti. "İstemiyorum." diye cevap verdi.

"Baba ben küçük değilim. Ne yapıp yapmayacağımı bana söyleme." dedim, aksi bir sesle. Kaşları havalandı.

"Ben senin babanım senin iyiliğini düşünürüm sadece, yanlış anlama." İki yana başımı salladım.

"Sen resmen beni kısıtlıyorsun." dedim, şaşkınlıkla.

"Yok öyle bir şey. Ben sadece senin iyiliğini düşünüyorum. O çocuk tam bir zampara... Arkadaşlık kurmanı istemiyorum. Anlıyorum hocan, evet ama onun dışında iletişimin olmasın. Sadece senin için."

Sıkıntılı bir nefes çektim. "Bu ön yargını anlamış değilim." Ayağa kalktım. "Sana iyi çalışmalar." Arkamı döndüm. Kapıdan çıktığım sırada "Senin için..." dedi.

Ona döndüm. Zorla gülümsedim. Gözlerim dolmuştu. Kapıyı kapatıp odadan çıktım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Ayağımı yere vurarak "Niye sevgilim demedin ki!" diye kızdım kendime fısıltılı bir sesle.

Birkaç adım da holü geçerek merdivenlerden indim. Odama doğru ilerlerken merdiven çıkma sesi ilişti kulaklarıma. Geleni görmek için arkama döndüğümde Aycan'la karşılaştım.

Gülümsedi. Ardından kolların bana doğru uzatarak sımsıkı sarıldı. Kollarımı beline dolayarak karşılık verdim ona. "Konuşalım mı biraz?" diye sordu.

"Olur."

İnce bir pike aldıktan sonra holün sonundaki terasa çıkmıştık. Üç kişilik bahçe salıncağa oturmuştuk. Aycan başını sol omzuma yatırmıştı. Dizlerini kendine doğru çekmişti.

Benim ayaklarım ise yere değiyor, salıncağı sallıyordu hafifçe. Pikeyi de üzerimize örtmüştük. Gece olduğundan hava daha da serindi. Bakışlarımı tam karşımdaki koca ormandan çekip, başını omzuma yaslayan Aycan'a çevirdim.

"Konuşalım mı diye sorduğunu hatırlıyorum ben." dedim. Başını usulca omzumdan kaldırdı ve gözlerime baktı. Gülümsedim.

Gözlerini kapatıp havayı solumaya başladı. Yüzümde yaptığına anlam veremediğim bir ifade oluştu. Kaşlarım hafifçe çatılmıştı.

Gözlerini aralamadan konuştu. "Hissedebiliyor musun?" diye sordu. Yüzümdeki gülümseme silinse de kaşlarım daha da çatılmıştı. "Neyi?"

"Kokuyu soluyabiliyor musun?" Başımı iki yana salladım. Ama tabii o gözlerini hâlâ aralamadığından bu hareketimi görmemişti. Pek tabii hissettiğini biliyordum.

"Neden bahsediyorsun?" diye sordum, en sonunda dayanamayarak.

Gözlerini araladı. "Havada aşk kokusu var." Bakışlarım donuklaştı. "Hı?" diye bir ses çıktı boğazımdan.

Hangi ara anlamıştı ki? Oysa belli edecek tek bir hareketim olmamıştı. Şimdi elinden kurtul kurtulabiliyorsan. Akşama kadar benimle dalga geçerdi.

"Havada diyorum... Aşk kokusu var." Yutkundum. "A-anlamıyorum." diye sordum kekeleyerek.

Derin bir nefes verdi. "Ben âşık oldum galiba."

"Ne?!" diye bağırdım, sesimin ne kadar yüksek çıktığını, o eliyle ağzımı kapatana kadar fark edememiştim. İrice açılmış gözlerle ona bakıyordum. "İndireceğim ama bağırmayacaksın." Kafamı salladı hızlıca.

Avucunu dudaklarımın üstünden çekti. "Ne diye bağırıyorsun kızım?"

"Sence ben şaşkınlıktan nasıl bir tepki verdiğimi biliyor muyum?"

Bakışlarını ormana çevirdi. "Bir daha tekrar etsene, ben tam duyamadım galiba." diye devam ettim.

Güldü. "Duymak istememiş olma." Omuz silktim.

"Bir sorun mu var kızlar?" Aynı anda başımızı yukarı kaldırıp sesin geldiği yöne baktık. Fakat salıncağın üstünde tente olduğundan kim olduğunu göremedik. Ses abime aitti.

"Yok abi, yok. Azra beni fark etmemiş, sonra da işte beni görünce korkarak bağırdı."

"Ne diye mi bağırdı, seni görünce?" Ben kesinlikle abime çekmiştim; fiziki olarak olmasa da, zekâ olarak birbirimizin aynasıyız.

Seslice güldü abim. Dudaklarımı birbirine bastırarak Aycan'a baktım. "Hadi tamam sormayacağım. Ama geç oldu yatın isterseniz?"

"Biz de yatacaktık birazdan abi." dedim.

"Hadi iyi geceler baş belaları."

"İyi uykular maviş." dedim.

"İyi uykular abilerin en yakışıklısı ve en zekisi."

Dediğine karşıt abimle gülmeye başladık.

Yukarıdaki terasın örtünme sesi geldiğinde hızla Aycan'a dönüp "Hemen anlatıyorsun." dedim, heyecanla.

"Ben galiba âşık oldum."

"Kime?" diye sordum hemen ardından.

Yutkundu. Bakışlarını parmaklarına indirdi. "Efe." diye mırıldandı. "Şaka." dedim. Kafasını iki yana sallayarak gözlerime baktı. "Nasıl ya? Şunu doğru düzgün anlatsana..."

"Bilmiyorum bende. Yani onu görünce heyecanlanıyorum. Bunu bilmeme rağmen hep görmek istiyorum. Komşuyuz. Ama bu kadarı da yetmiyormuş gibi hissediyorum."

Şaşkınlıkla onu dinlerken "Peki o?" diye sordum. Alt dudağını üst dudağının üstüne götürdü, bilmiyorum dercesine.

"Ya seninle aynı hisleri hissetmiyorsa?" diye sordum.

Omuzlarını kaldırıp indirdi. "Kalbime gömerim o zaman."

"İş işten geçtikten sonra hiçbir bok yapamazsın." Ani çıkışımla kaşları çatıldı. "Git konuş." diye devam ettim.

"Bilmiyorum... Ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyorum." Elini avuçlarımın arasına aldığımda gözlerime baktı. Gülümsedim.


*****


Sabahleyin günaydın mesajıyla uyanmıştım. Dün gece iyi geceler mesajıyla uyuduğum gibi...

Uyandığımda ailecek bir kahvaltı yaptık. Babam kahvaltıdan sonra bir işi olduğunu söyleyip çıkmıştı. Ben, abim ve Aycan bahçedeki koltuklarda oturuyorduk.

"Çok güzeldi. Dün iyicene tanıştık arkadaşlarla." Yine yalan!

Biz nasıl gelmiştik bu konuya? Gerçekten nasıl gelmiştik? Aycan... Dün arkadaşlarımla ne yaptığımızı çok merak etmişti!

Gerçi ona da hak veriyordum. Sonuçta dün arkadaşlarımla görüştüğümü düşünüyordu; daha ortada olmayan arkadaşlarla.

Okuldan hâlâ konuştuğum kişi sayı bir elin parmağını geçmezdi. Onlarla da sadece selamım vardı.

Sabahtan beri durmayan mesajlara bir yenisi de eklendi. Gelen mesaj sesiyle "Bak istersen belli ki çok ısrarcı." dedi abim. Yüzüme yerleştirdiğim zoraki gülümsemeyle başımı salladım.

Mesajı gönderen Çınar'dan başkası olamazdı. Telefonu sehpaya uzatarak elime aldım.

"N'apıyorsun?" 12.24

"Bir haberim var." 13.13

"Acayip mutlu olacaksın." 13.13

"Ne diye sormayacak mısın?" 13.24

"Müsait değilsen görüldü at." 13.32

"Yola çıkacağım birazdan." 13.38

"On dakikaya oradayım." 13.45

"Geldim." 13.59

Saat tam ikiydi. "Annecim, Çınar gelmiş." diye yüksek bir ses duydum. Bakışlarımı sesin olduğu tarafa çevirdim refleksle.

Bahçedeki koltuklarda Kardelen Yıldırım ve Efe oturuyordu. Yasemin'in sesini duyduklarında sevinçle ayaklanmışlardı.

Yasemin bahçeye Çınar ve Kara'yla girmişti. Abim ve Aycan'ın bakışları da o tarafa çevrildi.

Çınar'ın kucağındaki Kara Çınar'ın kolundan kurtularak bahçeden koşuşturmaya başladı. Çınar'ın bakışları bahçeye girdiğinden beri üzerimdeydi.

Ta ki annesi "Oğluşum..." diye Çınar'a sarılana kadar.

Bacaklarıma bir şey değdi. Bakışlarımı ayaklarıma indirdiğimde, Kara'yı gördüm. Kucağıma çıkmak için zıplıyordu.

Üzerime doğru zıplayan köpeğe şaşkınlıkla baktım. Dilimi yutmuştum sanki. Başımı kaldırıp bizimkilere baktım.

Abim ve Aycan şaşkınlıkla üzerime doğru zıplayan Kara'ya bakıyorlardı. Yutkunarak karşı bahçeye baktım. Çınar annesinden ayrılarak Efe'yle tokalaştı.

Annesinin keskin bakışları tekrardan yutkunmama neden olmuştu.

Yavaşça eğilerek Kara'nın tüylerini severcesine okşadım. Telefonumu oturduğum koltuğun hemen üstüne bıraktım, ters bir şekilde.

Bana sokulduğunda başımı kaldırarak abime baktım. Ne düşünüyordu acaba?

Bu görüntü bir köpeğin birinden haşlanmasıyla olacak bir görüntü değildi. Resmen o beni tanıdığını belli edercesine bahçeye adım attığı gibi yanıma gelmişti. Bu beni çok şaşırtmıştı, yani beni ilk görüşten sevdiğini anlamıştım fakat bu kadarı beni bile şaşırtmıştı.

Abim şaşkınlıktan aralıklı dudaklarını kapatarak bakışlarını karşı bahçe çevirdi.

Hepsi bu tarafa bakıyordu.

Kardelen Yıldırım'ın ürkütücü bakışları beni çok tedirgin ediyordu.

Yasemin bahçedeki tekli koltuklardan birine oturmuştu.

Efe'nin çehresinde oluşan alaylı tebessüm gözlerimi devirmeme neden oldu. Bakışlarımı hemen yanındaki Çınar'a çevirdim. İfadesizdi.

Kara'yı kucağıma alarak doğrulduğum sırada, biraz önce hemen yanımda oturan Aycan da ayaklanarak, "Ayy, ne kadar da tatlı!" dedi, neşe ve heyecan dolu bir sesle.

Gülümseyerek baktım ikizime. Kara'yı kucağımdan alarak öpücükler kondurmaya başladı.

Kesinlikle bir şeyler anlamış olmalıydı. Böyle yaparak sorgulu bakışların üzerimden silineceğini düşünüyordu. Ama yanılıyordu, bir yerde patlak verecektik.

Hem suçumuz neydi ki örtüyordu? Hem de biz bunu neden gizliyorduk ki?

Mesela ben... Dün gece neden babama anlatmamıştım. Her ne kadar Çınar'ın bi' zampara olduğunu düşünüyor olsa bile ona bunu söylemeli ve tam tersi olduğunu kanıtlamalıydım.

Belki o zaman Çınar'ın annesi -Kardelen- de o bakışlarını çekerdi üzerimden. Zaten onun, o bakışları çok tuhaftı. Daha tanımıyordu ki beni. Belki de hissetmiştir; oğlunun bana olan ilgisini. Ve hemen kaynana sıfatını geçirmiştir üzerine.

Bilmiyordum, her şey çok sinir bozucuydu sadece. Ve bizim Çınar'la konuşup bir yol bulmamız gerekiyordu. Gizli saklı ne kadar devam edebilirdik ki?

"Adın ne senin bakalım?" dedi Aycan, sevimli bir ifadeyle. Aycan'ın oldum olası hayvanlara olan sevgisi beni çok ediyordu. Yüzümde bir tebessüm oluştu. Çünkü Kara'yı ilk gördüğümde, ben de cevap veremeyeceğini bile bile bu soruyu sormuştum.

Fiziki olarak birbirimize benzemiyor olsak bile, davranış olarak birbirimizin hemen hemen kopyasıydık.

"Kara." diye mırıldandım. Bunu bir tek o duymuştu. Aycan.

Sorgulayıcı bakışları üzerime çevrildiğinde sertçe yutkundum. Farkında olmadan çıkmıştı dudaklarımdan.

Sorun yoktu. Bunu ona açıklayabilirdim. Ama o isim konusunda söyleyeceğim yalana inansa bile, çoktan anlamıştı zaten.

Tebessüm ettim, bir şey belli etme der gibi.

"Azra!" dedi yüksek sesle ikizim. Yüzümdeki tebessümü silmeden, efendim dercesine başımı hafifçe yana yatırıp kaşlarımı havalandırdım.

"Ben de cevap veremeyeceğini bile bile soruyorum." Bana laf mı sokmuştu? "Ne kadar da aptalım değil mi?" Sesi bağırırcasına çıkmamış olsa bile söylediğini herkes duymuştu.

Ben ilk gelip sana anlatayım ama sen konusunu bile açma, demek istemişti aslında. Üstelik ne kadar da aptalım değil mi diye de eklemişti.

Haklıydı. Ama ben benimle alay etmesinden korkmuştum. Ve edecekti de. Çünkü artık anlamıştı. Ben anlatmamıştım, o anlamıştı. Bunu da hep kakacaktı başıma, eminim.

Çok büyük konuşmuştum, şimdi de karşılığını bir güzel alıyordum. Boşuna dememişlerdi; büyük lokma ye büyük söz söyleme...

Mahcup bir şekilde baktım. Kara'nın başını bir öpücük daha kondurup eğilerek çimlerin üzerine bıraktı.

O ısrarlı bir şekilde tekrardan ayaklarıma dolandığında, yüzüme yerleştirdiğim zoraki gülümsemeyle herkesin yüzüne baktım. Niye böyle yapıyor hiç anlayamadım der gibi.

Eğilerek onu kucağıma aldım. Hemen çaprazımızdaki berjerde oturan abimin önünden geçerek, Çınarlara doğru birkaç adım attığımda o da bana doğru gelmeye başladı.

Yüzümdeki zoraki gülümsemeyi silerek öldürücü bakışlar atmaya başladım.

Bakışları baştan sona vücudumu tararken refleksle bakışlarım üzerimdeki, dün geceden kalan uzun kollu siyah eşofman takımıma çevirdim.

Bu kıyafetlerle olmam beni hiç utandırmadı, aksine umursamadım bile.

Aramızdaki adım sayısı sıfıra indiğinde bakışlarını çoktan gözlerime çıkarmıştı.

"Çok güzelsin." dedi, dudaklarını oynatarak. Gözlerimi devirdim. "Bu şekilde mi?" diye sordum, Kara'yı ona doğru uzatırken.

"En çok da bu şekil..." Kollarını uzattı.

"Konuşmamız gerek." Kara'yı kucağına aldı. Gözlerini olur dercesine kapatıp açtığında, "Kusura bakma, neden böyle yapıyor hiç bir fikrim yok." dedi yüksek sesle. Dudaklarının kenarı kıvrılmıştı. Ne hinliklerle doluydu o güzel kafası acaba?

"Sorun değil, sevmiş demek ki. Zorla sevme diyemeyiz değil mi?" dedim, herkesin duyabileceği bir sesle.

"Bağlanmış bir kere. Ne yapsak da vazgeçiremeyiz artık." Gülümsedim. Öyle güzel bakıyordu ki... Barut rengi gözleri mümkünmüş gibi daha da koyulaşmıştı. Başımı selam vererek aşağı indirdiğimde, o da aynı hareketi yaptı.

Sırtımı ona dönerek tekrardan yürümeye başladım. Koltuğun üzerinden telefonumu aldım ve Aycan'la abime baktım. Onların bakışları zaten üzerimdeydi. "Ben yukarı çıkıyorum, çizim yapacağım biraz."

Abim gülümsediğinde aynı şekilde karşılık verdim ona. Aycan yüzüne yerleştirdiği zoraki gülümsemeyle bana olan tavrını hâlâ sürdürüyordu. Ve bu tavırlarıyla beni, ona bahsetmediğim için bin pişman ettirecekti.

Aycan'ın tersi çok pisti. Ve ben iyi halt yemiştim; ona bu konudan bahsetmeyerek. Çünkü ömrü boyunca bu günü benden daha çok bekliyordu. Ve o, kendi hislerini daha dün gece anlatmışken, ben susup sadece onu dinlemiştim.

Yanına yaklaşıp yanağına ıslak bir öpücük kondurdum ve "Özür dilerim." diye fısıldadım. Duymazlıktan geldi.

Dudaklarımı birbirine bastırıp son kez baktım ikizime ama o, hiç oralı bile olmadı. Abimin yanına yaklaştım, yanağına bir öpücük kondururken "Abiciğim, seni çok seviyorum." demiştim.

Bahçedeki birkaç merdiveni çıktıktan sonra salona girdim. Salondan hole, ardından merdivenleri tırmanarak soldaki ilk odaya, çizim odama girdim.

Çizim masama oturdum fakat bir şeyler çizmek hiç gelmiyordu içimden. İçimden gelmediğinde de asla iyi şeyler çıkartamıyordum.

Elimdeki telefonun kilidini açtım. Çınar'la olan mesajlarımız, pardon Çınar'ın durmaksızın attığı mesajlar serildi önüme. "Gördüm." diye yazdım son mesajına karşıt. Parmaklarımı tekrardan klavyenin üzerinde gezdirdim.

"Kara'nın bu kadar bana bağlanmış olması çok tuhaf değil mi sence de?"

Çevrim içi. Mesajı hemen görmüştü. Yazıyor.

"Konuşmak istediğin konu bu mu?"

"Hayır."

"Öyleyse sana bir şey söylemek isterim."

"E ben de duymak isterim."

"Hazırlanırken, evden çıkarken, arabadayken ve hatta bahçeye girerken bile ona seni anlattım."

"Belli ki o da hemen tanıdı ve ilk sana koştu."

Bakışlarım donuklaşmıştı. Bunu yapmış olamazdı değil mi? Yapmamış olsundu. Oysa ben ne kadar zor durumda kalmıştım.

"Benim yapmak istediğimi oğlum yapmış oldu."

"Sabır. Sabır. Sabır."

"Âmin."

Boğazımdan küçük bir kahkaha kaçtı. Dudaklarımdaki silik tebessümle cevap yazdım.

"Neden böyle bir şey yaptın? Ne kadar zor durumda kaldım görmedin mi?"

"Ben ona seni anlatmamış olsam bile, o yine sana gelirdi."

"Çünkü benim hissettikleri hep sezer. Sevdiğimi sever, bağlanır. O benim oğlum unuttun mu?"

Haklıydı. İlk sefer yanıma geldiğinde böyle bir şey yapmamıştı fakat Kara yine yanıma gelmişti ve ısrarla gitmek istememişti.

"Dokuzda evin karşısındaki ormanda buluşalım. Söyleyeceklerim var."

"Akşamı iple çekeceğim."

Hafifçe kıkırdadım. Bu adam gerekten de bana iyi geliyordu. Göründüğünün aksine komikti de. Ya da ben her sözüne tebessüm etmeden duramıyordum.

Bilmiyordum. Bildiğim tek şey onun bana iyi geldiğiydi.

Buraya nasıl alışacağım derken o çıkmıştı karşıma. Kalbini açmıştı. Bende kabul etmiştim; biraz zor olsa da...

"Görüşürüz."

"Görüşürüz."

*****


Gökyüzü karanlığa çekilene dek aşağıya inmemiştim. Akşam için sözleştikten sonra, ortaya iyi bir şeyin çıkmayacağını bile bile neredeyse saat beşe kadar çizim yapmıştım.

Sonuç beklediğim kadar kötü değildi fakat iş görür bir yanı da yoktu.

Koridordaki adım sesleri artık mola vermem için bir sebep olmuştu. Çizim odamdan çıkıp, adımlarımı doğruca Aycan'ın odasına yönlendirmiştim.

Kapıyı tıklatmıştım fakat hiçbir karşılık alamamıştım.

Kızgın ve kırgın olduğundan bir karşılık vermediğini düşünmüş ve içeri girmiştim. Su sesleri kulaklarıma ulaştığında, aslında beni hiç duymadığından ses veremediğini anlamıştım.

Tıpkı benim ki gibi odasının hemen karşısında küçük balkon vardı. Balkona geçip onu beklemiştim. Yaklaşık yarım saat sonra beni fark ettiğinde tek kelime etmeden yanıma gelip oturmuştu.

Nemli saçları, hastalanacağı için beni biraz korkutsa da bu konuda bir şey söylememiştim.

Sanki sessizlik oyunu vardı ve biz de bu oyunda ilk sıralardaydık, belki de kazanandık.

Dudaklarını aralayan ilk o olmuştu: "Neden bana anlatmadın?"

"Doğru zamanı bekliyordum." diye karşılık verdiğimde, alaylı bir kahkaha dökülmüştü boğazından.

"Doğru zaman öyle mi? Ne zamandı bu doğru zaman peki?"

Biraz cevap verememiş, bakışlarımı ormana çevirmiştim. "Anladım ben anlayacağımı." dediğinde, "Kimse bilmiyor. Sadece ikimiz." diye karşılık vermiştim.

Gözlerime öyle bir bakmıştı ki yer yerin dibinde olmayı dilemiştim. "Ben kimse miyim?"

"Y- yanlış anladın. Ben sadece şey demek istemiştim..." Elini kaldırıp beni susturmuştu. Gözlerim dolu dolu bakmıştım yüzüne, yapma der gibi.

"Gerçekten aptalım." diye söylenmişti kendi kendine.

Onunda gözleri dolmuştu. "Biliyorum, âşık olmamı benden çok istiyordun. Ama zaten çok yeni... Sadece birkaç gün... Yemin ederim. Karman çormandım ve sana anlatsaydım benimle alay edecektin. Asla diyordun bak nasılda oldu diyecektin. Benim aklım başımda değildi zaten. Hâlâ da değil. Ve sen böyle yaptıkça ben daha da kötü hissediyor..." Lafımı bölmüş, sıkıca sarılmıştı. Yüzümde buruk bir tebessüm oluşmuştu.

Hava kararana ve ufak ufak atıştıran yağmura kadar orada sıkıca sarılarak oturmuş, -söylediğim yalanlar dışında- her şeyi bir bir anlatmıştım. Aycan yeni duş aldığından içeri girip battaniye getirmiştim, gerek yok deyişlerini duymazlıktan gelerek.

Benim kuzum şifayı çok çabuk kapardı. Doktoru da ben olurdum hep. Onu iyileştirene kadar canım çıkardı. Hastayken ayrı bir nazlıydı da.

Birlikte aşağı indiğimizde babam da çoktan gelmişti. Deniz abla yağmur hızını biraz arttırdığından, sofrayı salondaki gösterişli masada hazırlamıştı.

Yemeği yedikten sonra salonun en sağındaki oturma grubunda kahvelerimizi içmiştik. Laf arasında abim, Kerim'in okula devam edeceğini söylemişti. Yarından itibaren beraber gidecektik.

Salondaki yine fazlasıyla gösterişli olan saate baktım, dokuzu yirmi geçiyordu. Yüzüme yerleştirdiğim tebessümle ayağa kalktım. İyicene geç kalmıştım.

"Ben çıkıyorum."

Aycan nereye gideceğimi bildiğinden sorgulamadı. Abimin bakışları kısıldı. Babamsa çatıl kaşlarla "Nereye?" diye sordu.

"Ormana gideceğim biraz."

Abim sorgulamadı. Tebessüm ederek başını salladı. "Yağmur yağıyor kızım görmüyor musun?"

"Görüyorum babacım. Yağmurda ıslanmak bana çok iyi geliyor." Yalandı. Ve beni az çok tanıyan kişi bile bunun yalan olduğunu anlardı.

O, ne benim yalan söylediğimi ne de kışı sevmediğimi bilebilirdi. Çünkü o beni tanımıyordu. Benim babam, yalan söylerken göz temasını asla kesmediğimi bilmiyordu.

Yalan söyleye söyleye, iyi bir yalancıya dönüşmüştüm.

Ben soğuğa ne kadar dayanıklıysam, bir o kadar da sevmezdim. Yaz insanıydım ben. Kum, deniz, güneş severdim. Kışın sevdiğim tek yanı kardı. O da İzmir de yağmazdı çok.

"Peki." dedi. "Üşütme ama." Gülümseyerek başımı salladım.

Salondan çıkarak odama çıktım. Kıyafet odamdan kısa, siyah bir şişme geçirdim; hâlâ üzerimde olan siyah eşofman takımının üstüne.

Siyah da bir postal giyerek odadan çıkıp çizim odama girdim. Telefonumu alıp hızla odadan çıktım. Merdivenlerden indim. Küçük kütüphanenin bahçeye açılan kapısından geçerek bahçeye çıktım.

Yağmur çok hızlı olmasa da yağıyordu. Şişmenin şapkasıyla kafamı örttüm. Bahçenin sonuna yürüdüm ve merdivenlerden inerek karanlık olan ormana ilk kez ayak bastım.

Biraz ilerledikten sonra büyük bir ağacın altına girdim. Yağmur hızlanmıştı fakat taneleri bile bana değmiyordu.

Cebimdeki telefonu alıp ekranı açtığımda beklediğimin aksine sadece üç mesaj vardı. Ben daha çok beklemiştim.

Telefonumu çizim odamda unutmuştum. Aycan konuşmuş, ardından beraber salona inip yemek yemek yemiştik. Aşağı indiğimizde telefonu hatırlamıştım fakat abim bugün üst üste gelen mesajları fark etmişti ve belli ki çok ısrarcı diye alay etmişti. Daha da dikkatini çekmemek için çıkıp almamıştım.

Mesajlara tıkladım.

"Sözde komşuculuk oynadığımızda seni daha çok görecektim!" 16.48

Bunu yazmadan birkaç dakika önce Aycan'ın adım seslerin duyup yanına gitmiştim. O mesajını işaretleyerek yazmaya başladım.

"Yalnız bu senin fikrindi, benim değil."

Kulaklarım bir ses işitti. Kaşlarım çatıldı. Bir süre dinledim fakat bir şey olmadığını anladığımda ekranı aşağı kaydırarak diğer mesajlarını okudum.

"N'apıyorsun?" 19.26

"Seni bekliyorum." 21.00

Yarım saattir bu yağmurun altında beni mi bekliyordu? Hızla yazmaya başladım.

"Çok özür dilerim."

Tekrardan aynı sesi işittim. Kaşlarım çatıldı. Tedirgin bir şekilde arkama döneceğim sırada biri kollarını etrafıma dolayarak sıkıca sarıldı.

Bir kaç saniye korku tüm bedenimi esir aldı hemen ardından gülümsedim. Bu Çınar'dı. Göğsü sırtıma değiyordu. Kollarını etrafımda dolamış, ellerini ellerime sarmıştı.

"Özür dilerim." dedim, suçlulukla. Nefesi boynuma çarpıyordu. Kokusunu ayırt edemiyordum. Bulunduğumuz ortam zaten o kokuyordu.

"Sorun değil." dedi ve yüzünü boynuma gömerek nazikçe öptü. Öptüğü yeri karıncalar istila etmişti sanki.

Ellerimi bıraktı, kollarını gevşettiğinde ağır ağır döndüm. Ellerimi boynuna çıkardığımda belimdeki eli daha da sıkılaştı. Yüzlerimiz arasında on santim ya vardı ya yoktu. Sık nefesleri yüzüme değiyor ve çok tuhaf hissettiriyordu. Tuhaf ve güzel...

Yağmurdan ıslanan kirpiklerinin arasından yüzümü inceliyordu. Dudaklarını alnıma yasladı. Uzun bir süre öyle kaldık.

Dudaklarını alnımdan çekti ve gözlerime baktı. "Demek bu benim kararım öyle mi? Öyleyse güzel bir karar vermişim bence." dedi. Gülümsedim.

"Bilemiyorum, onu da zaman gösterecek."

Eli, belime baskı uyguladığında alnım göğsüne çarptı. Yanağımı göğsüne yasladım. Burnumun soğuktan kıpkırmızı olduğuna adım kadar emindim.

Boynundaki elimi indirirken ellerim sakallarına çarptı. Sakalları tenime batmıştı fakat bir tepki vermedim çünkü hoşuma gitmişti bu duygu.

Elimi indirmek yerine yanaklarına yerleştirdim ve o duyguya bir isim aramaya başladım. Sakalları tenime batıyordu ve bu canımı acıtmak yerine hoşuma gidiyordu. Mazoşist... Saçmala Azra!

Güzel bir duyguydu, efsunlu. Bir süre sakallarına dokundum. Sonra da elimi indirerek, siyah kaşe kabanının içinden beline doladım.

Çenesini saçlarım ve alnımın birleştikleri noktaya sürttüğünde boğazımdan bir kahkaha firar etti.

Belimdeki bir elini yanağıma koyduğunda biraz geri çekilip gözlerimin içine baktı ve o kadar uzun baktı ki ne düşündüğünü merak ettim.

"Çok güzelsin." Al sana cevap Azra. Bakışlarımı kaçırmak yerine gülümsedim. Utanç yavaş yavaş beni terk ediyordu. Ve ben, ona ve bu hareketlerine karşılık vermek istiyordum artık.

"Sen de." diye mırıldandım.

"Ben de mi?" diye sordu şaşkınlıkla. Kıkırdadım. "Evet sen. Çok güzelsin. Gözlerin, kaşların, dudakların ve hata sakalların bile çok güzel. Sen galiba erkek güzeli..."

"Allah aşkına sus." diye lafımı böldüğünde, tekrardan neşeli kahkaha attım. Sesim ormanda yankılanarak eve bile ulaşmış olabilirdi.

"Niye ki? Bence çok güzelsin." Gülümsedi ve peki dercesine başını hafifçe yana eğdi.

"Haklısın," dedi gözlerime bakarken. "Herkes çok beğenir beni."

"Herkes?"

"Herkes."

"Anladım herkes." dediğimde yüzümdeki tebessüm silinmişti. "Peki, bu herkes tam olarak neleri kaplıyor?"

"İnsanlar âlemini." Dudağının kenarını kıvrıldı.

Dudağının kenarına yumruk atmak istiyordum. Sinirle gülümsedim, dudaklarımı birbirine bastırarak kafamı sallamaya başladım. Ellerimi belinden ayırdım.

Yanağımdaki elini ittim. İttiğim elini belimdeki diğer eliyle birleştirdi ve beni kollarının arasına kafesledi. Başımı yere eğdim ve "Çeker misin ellerini üzerimden?!" diye sordum ters bir sesle.

Seslice güldü. Bakışlarımı yerden çekerek ona çevirdim. Gülünce kısılan gözleri bile şu an hiç güzel gelmiyordu gözüme.

Ben ona öldürücü bakışlar atarken "Artık nur topu gibi güzel ve kıskanç bir sevgilim var." dedi.

Göğsüne sert bir şekilde vurdum. "Pislik." Tepkime nazaran sesim çok da sert çıkmamıştı.

"Öyle olsun Azra Hanım." dedi, gülümsedim.

Dudaklarımı birbirine bastırarak gülmemeye çalıştım. Ama nafileydi. "Sen bana bir şey söyleyecektin." dedi hatırlatır gibi. Keşke hatırlatmasaydı. O söylemeseydi ben çoktan unutmuştum.

Yüzümün düştüğünü anladığında gülümsemesi silindi ve gözlerini kıstı. "Yanlış bir şey mi söyledim?" Kafamı iki yana salladım.

"Neden yüzün düştü birden?" Bakışlarımı yere indirdim. Sertçe yutkundum. "Evet?" dedi, bir şey de der gibi.

"Beni eve bıraktığın gün var ya." Gözlerine baktım. "Salı günü." diye devam ettim, hatırlatmak istercesine. Başını salladı.

"O gün sen annenlere gittiğinde babam bizi görmüş." Belimdeki eli gevşedi. Gerildiğini hissediyordum. Konuşmadım. Bir şey söylemesini bekledim.

"Dinliyorum, devam et."

"O gün yanıma gelip seninle ne işim olduğunu sordu. Çok sertti. Sesi, tavırları..." Derin bir nefes aldım. Gözlerinin içine baktım.

"Sen ne söyledin?" diye sordu. Gözlerim sulanmıştı.

"Hiçbir şey söyleyemedim. Abim onu eve gönderdi. Sonra da o bana seni tanıyıp tanımadığımı sordu. " Gözleri cevabımı merakla beklediğini haykırıyordu sanki. "Seni okuldan tanıdığımı söyledim."

Ellerini belimden çekti. Hemen ardından yanaklarıma yerleştirip yüzünü yüzüme eğdi. Gözlerine baktım. "Neden doğruyu söylemedin?" diye sordu, yumuşak bir sesle.

Çenem titremeye başladı. "Bilmiyorum." Derince bir nefes çektim ciğerlerime. "Birkaç gün babamı gözlemledim. O an hiç yaşanmamış gibi davranıyordu. Dün eve döndüğümde onunla konuştum."

"Ne konuştunuz?" diye sordu merakla. Kaşları çatılmıştı.

"Ona o günü sordum. Hatırlamadı. Ben neden öyle davrandığını düşünürken o çoktan unutmuş." Sertçe yutkundum. Gözümden akan yaşı başparmağıyla hemen sildi.

"Tamam." dedi. Sesi fısıltı çıkmıştı. Alnıma kısa bir öpücük kondurarak gözlerime baktı tekrardan.

"Bana ne dedi biliyor musun?" Bir tepki vermedi. Devam etmemi bekliyordu. "O gün işle ilgili bir sorun varmış. Bana çatmış o da." diye devam ettiğimde sesim titriyordu. Kahkaha attım. "Bana çatmış!" Sesim alay doluydu.

"Tamam... Yapma böyle." dedi ve sıkıca sarıldı. Ellerimi beline dolayıp yüzü göğsüne gömdüm. Setçe yutkundum. Eğer yutkunmasaydım, ağlardım.

"Sonradan kendime çok kızdım." Dudaklarım üzerinde trikoya değiyordu, sesim boğuk çıkmıştı. "O an senin sevgilim olduğunu söylemediğim için çok pişman oldum."

Güldü. "Sevgilim demek ha? Ben de ne zaman duyacağım diye bekliyordum." Güldüm. "Buna vesile olana bir teşekkür edeyim bence ben." diye devam etti alaylı ses tonuyla.

"Sakın." Başımı göğsünden çektim ve kafamı kaldırarak gözlerine baktım. "Seninle görüşmemi istemedi." Kaşları çatıldı.

"Nedenmiş o?"

Omuzlarımı indirip kaldırdım. Dudaklarımı ağzımın içine yuvarladım. Ardından dudaklarımı araladım: "Senin bir zampara olduğunu söyledi."

Kaşları çatıldı. Bir eli belimden çekildi. Sadece başparmağını açık bırakarak kendini gösterdi. "Benim mi?" diye sordu şaşkınlıkla. Onaylarcasına başımı salladım.

"Nereden varmış bu kanıya?"

"Acaba! Ben söyleyeyim mi?" diye sordum. Kaşları havalandı. Cevap vermesini beklemeden devam ettim: "Senin evinde oyun oynadığım gün içtiğin o bardaklarla benim cevabım evet, Çınar bey."

Bir şey söylemedi. "Bakıyorum da bir cevap veremedin." Yine sustu.

"Bu kabul ettiğin anlamına mı geliyor?" diye sorduğumda başını iki yana salladı hemen.

"Sadece söylediğini hatırlamaya çalıştım." Bir tepki vermedim, bir cevap bekledim.

"Tabii ki yok öyle bir şey."

"Beyza'yla dans ettiğin gün?" dedim, hatırlatmak istercesine.

"O gün sana bunun cevabını vermiştim."

Bana teklif etmişti, kabul etmemiştim ve o da sıkıldığından bir başka kadınla dans etmişti. Ne büyük bir açıklama ama!

Her nasıl bakıyorsam gözlerine "Baban gibi mi düşünüyorsun?" Bir tepki vermedim. Nereden gelmiştik bu konuya!

"O gün sana yalan söylemedim. Gerçekten sıkılmıştım ve belki sen bu şekil bir adım atarsın diye dans etmiştim onunla. Sen hep tersliyordun beni ya da görmezden geliyordun. Kıskançlık insana yapmam dediği her şeyi yaptırabilecek kuvvet de bi' duygu." Uzun açıklaması beni ne kadar ikna etmişti, tartışılır.

"Ne konuştuk dün biz?"

"Tamam, unutacağım o günü." dedim, konuyu kapatmak isteyerek. Diğer elini de belimden çekerek yanaklarımı avuçlarının arasına aldı ve gözlerime daha da yakından bakmak için eğildi. Avuçlarımı, gayriihtiyari yanaklarımdaki ellerinin üzerine koydum. Farkında bile değildim.

"Bak bana. Dün ne dedim ben? Yanında olacağım dedim. Olacağım." dedi, yemin eder gibi. "Sen ne dedin?" Ben konuyu kapatmak istiyordum fakat o inatla deşiyordu. "Her ne olursa olsun senden bir daha kaçmayacağım dedin."

"Dedim." diyerek onayladım onu.

"Öyleyse?" diye sordu, iyicene yaklaşırken. Burnu burnuma değdi. "Tamam dedim. Kapat artık şu konuyu." Gözlerimi kapattım.

Benim tutamayacağım sözler verdiğimi bilmiyordu. İleride beni tam anlamıyla tanıdığında, bu soruları sormaya bile gerek duymayacaktı.

Derin bir nefes aldığın işittim. Ardından verdi ve ılık nefesi yüzümü okşadı. "Hadi üşüteceksin, git." Başımı salladım. Sertçe yutkunarak gözlerimi araladım. Gözleri kapalıydı. Çok kısa bir süre çehresini izledim.

Derin bir nefes alıp verdiğimde gözlerini araladı. Kirpiklerinin arasında gözlerime baktı. "Bir daha sorgulamak yok." Söz diye ekleyemedim, çünkü korktum. Bir gün verdiğim sözlerle yüz yüze gelecektim. Ve o listenin kabarık olması benim için hiç iyi olmazdı.

"Be n'apacağım seninle?" Sesi boğuk çıkmıştı. "Bana her seferinde sırtını döneceksen söyle, bileyim." Başımı iki yana salladım. Yorgunca güldü.

"Sonra konuşuruz. Üşüteceksin git sen." Ellerini yanaklarımdan çekti, ellerimi ellerinden çekmedim.

"Sen?" diye sorduğumda, yüzünü yüzümden uzaklaştırmıştı.

"Senden sonra gelirim. Baban görürse kötü olur sonra." Sesinde alay aradım ama yoktu, ciddiydi. Beni düşünmüştü. Bakışlarımı suçlulukla yere eğerken ellerini bıraktım.

"Tamam." deyip gözlerine bile bakmadan arkamı döndüğümde, "Yapma böyle," diyerek kolumdan tutup durdurdu beni. Gözlerim sulanmıştı yine. Sulu göz değildim ki ben, neden böyle oluyordu hiç anlayamamıştım.

Önüme geçtiğinde kollarını etrafıma dolayarak sıkıca sarıldı. Bir eli sırtımda, bir eli saçlarımın üzerinden boynumdaydı. Başımı göğsüne yasladım. Titrek bir nefes çektiğimde kokusu içime doldu.

"Özür dilerim, üzmek istememiştim seni." Eli sırtımı okşuyordu, avutmak istercesine.

Ne de çabuk alışmıştım ona. Oysaki ben değişikliği hiç sevmezdim, alışamazdım da. Şimdi o benim sevgilimdi.

Onunla olan ilişkim şu an için bu kelimden ibaretti. Sevgili.

Asla alışmayacağımı düşündüğüm şeylerin başında gelmesine rağmen şimdi onun kollarının arasındaydım.

Asla yapmam dediğim şeyleri yapıyordum, onun sayesinde...

O, benim ilkimdi. Yalnız bu, ilk sevgilim olduğu için değildi.

O beni yürüdüğüm yoldan alıkoymuş, şimdi de kendi yolunda ilerletiyordu.

Ben farklı yollardan gitmeyi sevmezdim, şimdi bu yolu adım gibi biliyordum; ezberimdi ve benim zihnime giren şey bir daha kolay kolay silinmezdi.

...


BİTTİ..

Loading...
0%