
Merhabaaaaa.
Nasılsınız bakalım. Umarım iyisinizdir.
İnstagram; Senfoni_yazar. Takip etmeyi unutmayın.
İyi okumalar!
.
.
"Ağlamandan gerçekten nefret ediyorum, Ateş kızı," diye konuştu Sancak. Ondan sonra ise parmakları ile Güneş'in göz yaşlarını sildi. "Ağlama."
"Ama canım acıdı," diye göz yaşlarının arasından konuştu Güneş. Omzunu gösterdi. "Uf oldu."
Sancak Güneş'in sağ kolunun omzundaki yaraya baktı. Sigara yanığı vardı ve cildi gerçekten de berbat olmuştu. Kızarıklar yer yer varken derisi de soyulmuştu. Üst üste sigara basılınca, ciddi bir yara oluşmuştu.
Dertli bir nefes bıraktı Sancak. Bu yarayı böyle görmek kendi canını yakmıştı. Güneş'in aldığı her bir yara, sanki kendi bedeninde varmış gibiydi. Güneş'in canı yandıkça onun da canı yanıyordu. 8 yaşındaydı Sancak. Koruyordu Güneş'i müdire hanımdan ama belli bir yere kadardı. Müdire hanım onu,o müdire hanımı tehdit ederken bir şekilde korudu Güneş'i ama bugün geç kalmıştı.
"Söz veriyorum, canının acısını geçirmek için elimden geleni yapacağım," dedi. "Beni belke burada, tamam mı?"
Güneş canı yansa da masum bir şekilde, "Tamam," dedi.
Sancak memnuniyetle gülümsedi. "Aferin sana." Güneş'in yanından kalktığı gibi müdirenin odasına gitti.
Müdire odasındaki koltuğa geriye doğru yaslanmış, kahve keyfi yapıyordu. Destursuz giren Sancak'a baktı, sırıttı. Sancak'ın neden geldiğini biliyordu çünkü. Onun adına para yatırılsa da yatırılmasa da müdire ona dokunmazdı. Dokunamazdı. Dokunsa her bir parmakları kırılacaktı. Çünkü o geleceğin askeri olacaktı. Ona gelen bir zarar müdireye 100 zarar olarak dönecekti.
Gülsoy ailesi. Arda Gülsoy. Binbaşı Arda Gülsoy. Erkek evladının olmasını çok istiyordu ama kız nasip olmuştu ona. Yine de ah etmedi. Kabullendi. Daha sonra yetimhaneden Sancak ile tanıştı. Sancak ile askerlik anılarını konuşur, askerliğin nasıl olduğunu konuşurlardı. Sancak'ın ise istediği tek meslekti askerlik.
O an Arda Gülsoy yemin etti. Yetimhaneden alamıyordu çünkü hem kızı ile anlaşamıyorlardı hem de Sancak ayrılmak istemiyordu. Bu yüzden Sancak buradan çıkar çıkmaz onu yanına alacak, hayalindeki mesleğe kavuşması için elinden geleni yapacaktı.
Müdire hanımla da anlaşma yapmışlardı. Hayır, anlaşmaya zorlamıştı. Müdirenin zayıf bir noktası vardı Arda'da. Arda onunla müdireye tehdit ederek Sancak'ın kılına dahil zarar gelmeyeceğini şart koşmuştu.
Müdire de mecburen kabul etmişti.
"Yanık kremini ver," dedi öfke ile Sancak. Bedeni öfke ile kavrulurken müdireye zarar vermemek için kendisini zor tutuyordu. Güneş'e zarar vermişti, kendi canını yakmıştı.
"Sence verecek gibi mi duruyorum, Sancak?" diye alayla sordu. "Yok krem falan."
Sinirle soluk bıraktı Sancak. Elleri yumruk olurken, "Ver dedim,"diye diretti. "Arda beye şikayet etmemi mi istersin yoksa."
Müdire kahvesinden bir yudum daha içerken, "Güneş'i de Bedo bekliyor yalnız," derken Sancak'ı daha fazla sinir etmek ister gibi göz kırptı. "Orasını ne yapacağız?"
Bedo. Hakkari'de ki teröristlerin başı olan Bedo. Yetimhaneden çocukları alır ve kendi alehine eğitir, kendi alehine kullanırdı çocukları. Müdire Bedo'nun sadece çocuk ticareti ile uğraşan biri olduğunu zannediyordu ama Bedo, teröristti. Asıl kimliğini ticaret işlerinde saklıyordu.
En son Bedo, Güneş'i görmüş ve yanına almak istemişti ama Müdire, Sancak yüzünden Güneş'i değil başka bir kızı vermek zorunda kalmıştı. Bunu Sancak bilmiyordu ve Sancak hâlâ Bedo'nun Güneş'i, koruyucu ailesi olmak istediğini zannediyordu.
Yalanlar ve hayatlar....
Sancak sinirle gözlerini kapatıp açtı. Güneş'i kimseye vermezdi. Kendi güvenmediği insanlara asla ama asla emanet etmezdi. Yapamazdı. Bedo'ya da güvenmiyordu. "Ver şu kremi ya da Arda bey, belgeleri polise versin. Tercih senin."
Müdire kahvesinden bir yudum daha içerken fincanı, fincan tabağına koydu. Derin bir nefes verirken Sancak ile uğraşılmayacağın ve Sancak'ın şakasının olmadığının farkındalığı ile elini masanın alt bölgesinde olan çekmeceye atarak, çekmeceyi açtı. Ardından ise yanık kremi aldı ve Sancak'a doğru fırlattı. "Bu son olsun, Sancak." 8 yaşındaki bir bebeden tehdit yemeyi kendisine yediremiyordu ama Sancak, bebekliğinden beridir yetimhanedeydi ve onun şakası olmadığının farkındaydı. "Sizin elinizde belge benim elimde de Güneş var. Hatırlatırım."
Sancak havada gelen kremi kaptı. Müdireye sırıtırken, "Tabii," dedi. Üzerinde Güneş'i bir ay sonra koruma aileye verecek ve bu yetimhaneyi yıkacağının rahatlığı vardı. "Bir daha yapmam."
Daha fazla müdirenin boş laflarını dinlemek istemediği için anında odaya geri koştu. Odaya geldiğinde boncuk boncuk ağlayan ve sigara söndürülmüş omzunu üfleyen Güneş karşıladı. İçi acıdı Sancak'ın. Sadece bir ay vardı. Şu bir ay için sabretmeye çalışıyordu. Hepsi de Güneş içindi.
Güneşin yanına adımlarken, "Ateş kızı," diye mırıldandı. "Hani ağlamak yoktu."
Güneş, içi kırmızılıklarla dolmuş ela gözlerini yaralı omzundan çekip Sancak'a yöneltti. Sancak'ı görünce daha fazla ağladı. "Uff!" diye acısı ile bağırdı. "Acıyor! Uff!"
Kaşları büküldü hüzün ile Sancak'ın. Öyle masumdu ki Güneş, kıyamıyordu ona. Bakmaya bile kıyamıyordu. İçi acıya acıya gitti Güneş'in yanına. Oturduğu yatakta yanına geçti, sanki kırılacak bir vazo gibi dikkatle Güneş'in yaralı kolunu tuttu. Acıyan canını daha fazla yakmak istemedi.
Diğer elindeki kremi gösterdi Sancak. "Şimdi sana bundan süreceğim ve senin uf'un iyileşecek, tamam mı?"
Ela gözlerini ilk kreme ondan sonra ise Sancak'a yöneltti. "Tamam," dedi sesi titrerken. "İyileşecek, değil mi?"
"İyileşecek," dedi Sancak. "İyileştireceğim." Bunu derken oldukça kendinden o kadar emindi ki, her ne olursa olsun Güneş'i iyileştirecek ve acısını dindirecek gibiydi. Öyleydi zaten. Sancak, kremi parmağına az alıp yavaşça Güneş'in koluna sürmeye başladı. Dikkatle sürüyor aynı anda da iyice yayıyordu.
Güneş, kremin yakıcı hissi ile gözleri yine dolmuş, ağlamak istemişti ama kendisini tuttu. Sancak ona söz vermişti. İyileştirirdi o, biliyordu. Verdiği sözleri tutardı.
"Bitti." Güneş, Sancak'ın konuşması ile anında omzuna baktığında kremin beyaz rengini gördü. Krem hemen kuruyordu ve altındaki derin izi belli ediyordu.
" Pis,"dedi Güneş, Sancak'a gözleri dolu dolu bakarken. "Pis gözüküyor, Sancak. İz kalmış. Pis."
"Hayır, değil," dedi anında Sancak. "Senin bedenin de hiç pis olur mu? Tertemizsin sen. Bembeyazsın."
"İz kalacak..." Sesi fısıltılı ve titrek çıkmıştı. "Uf, iz bıraktı," derken Sancak'ın elini tutup yarasını götürdü. Krem tamamen kurumuştu. "Pis iz."
Sancak Güneş'in çaresiz yüzü ile ne yapacağını bilemedi. Üzülmesin Güneş. Üzgün olmasın. Üzgün olmasına dayanamazdı o. Güneş'in bebekliğinden beri yanındaydı. İlk adım atışlarını, ilk kelimelerini hep Sancak şahit olmuştu. Kıymetliydi Güneş. Hem de çok.
Aklına aniden gelen bir fikir ile hızla yataktan kalktı. Güneş arkasından, "Sancak..." diye seslense de Sancak pek fazla uzağa gitmemişti.
Güneş'in kaldığı odada olan ders çalışma masasına gitti ve oradan bir mavi kalem kaptığı gibi yine Güneş'in yanında aldı soluğunu.
Güneş'in canın yanması hafif geçmişti krem sayesinde ama yine de nazlıydı işte. Ağlaması kesilmişti, masum ve her an ağlayacak ifadesi ile Sancak'a bakarken, "Neden onu alıp geldin?" diye sordu.
"İzini güzelleştireceğim."
"Pis iz güzelleşmez ki."
"Senin varlığın her şeyi güzelleştiriyor, Güneş," dedi Sancak diline hakim olamaz iken. 8 yaşındaydı ama her şeyin de farkındaydı. "Sen varlığın ile benim hayatımı, dünyamı güzelleştiriyorsun. Bu dünya bana güzel geliyorsa o da senin varlığın sayesinde."
Güneş tabii ki de anlamadı. İşaret parmağını saçına atıp kaşırken dudakları büzüldü, "Anlamadım," diye fısıldadı.
Sancak'ın ağzından ufak bir kıkırtı geçti. "Güzelsin dedim, Güneş."
"Güzel miyim?"
"Çiçekleri kıskandıracak, karanlığıma da ışık olacak kadar güzelsin."
"Yine anlamadım," diye sızlandı Güneş. "Hem ben ışık değilim ki. Işık olsam tavanda asılır olurdum. Ampul görevi yani."
O an Sancak'tan koca bir kahkaha patladı. Güneş'in bu hâlleri çok hoşuna gidiyordu Sancak'ın. Bu durumdan eğlenmediğini söyleyemezdi. Hem saf hem de masumdu. Beyaz gül gibi...
"Anlama Güneş" diye gülmesinin arasından konuştu Sancak ve elinde kendi hizasına doğru yönelttiği kol ile ilgilenmeye başladı.
Sancak 8 yaşında olmasına rağmen ağzından çıkan her bir kelime sanki sevgilisine söylüyor gibiydi ama hayır. Romantikleştirdiği yoktu. Sancak'ın tek derdi Güneş'i mutlu etmek ve korumaktı. Başka bir art niyet arayışında değildi. Arda, Sancak'a kızları nasıl mutlu ederiz adında bir ders vermişti. Arda bir keresinde, 'kızlara güzel olduğunu söylersen çok mutlu olurlar, çok huzurlu hissederler' demişti. O zamandan beri Sancak, Güneş'e hep iltifat ediyordu.
Güneş, Sancak sayesinde az da olsa acısını unutmuştu. Sancak'ın izinin olduğu yere kalem ile bir şeyler çizmesi ile ağzından kıkırtı çıktı. Kalem omzuna değdikçe gıdıklanıyordu. "N'apıyorsun Sancak?" diye sordu. "Gıdıklanıyorum."
"Az daha bekle."
Öyle böyle derken Güneş'i susturamadı ama yine de yerinde sabit durmasını başardı Sancak. Bittiği an kalemi yanına bırakıp, "Bitti," dedi. Güneş hemen hevesle koluna baktığı an gözleri ışıldadı.
"İz gitti!" diye bağırdı. "Ateş izi attı!"
Sancak eğilip izin olduğu yere hafif bir öpücük bıraktı. "Ateş kızı olduğun şimdi kanıtlandı."
"Ateş oldum değil mi şimdi ben!" derken hevesle Sancak'ın az önce çizdiği kolunu gösteriyordu. "Bak! Ateş var!"
"Gördüm," dedi Sancak hafif gülümserken. "Ben çizdim ya akıllım. Artık pis iz yok. Onun yerine Ateş Kız'ının ateşi var."
"Hani suyum nerede o zaman?" diye sordu bu sefer. "Su olmadan olmaz."
Sancak anlamadığı için kaşları çatılırken, "Su?" diye sordu. "Susadın mı yoksa?"
"Hayır ya.." diye nazlanmaya devam etti Güneş. "Ateş ve su akıllım. Ateş varsa su da vardır," derken bir anda tüm dişleri gözükecek şekilde sırıttı. "Sen su olsana."
"Hayır." dedi anında Sancak. Ateş erkek su kızdı. Erkek adam su mu olurdu hiç? "Erkeğim kızım ben. Su, sen olursun ancak."
Kaşları çatılırken sinirli bir hale bürünmeye çalıştı. Kollarını omzunda bağladı. Canı biraz yanmıştı ama Sancak'a belli etmedi. Sinirli olduğunu belli ettiği büzülen dudakları ile Sancak'a baktı. "Madem ben su olurum. Neden o zaman omzumda ateş var?"
Sancak donup kaldı desek doğru olurdu. Kız doğruyu söylüyordu ama Sancak'ın Güneş'e ateş demesinin ayrı bir sebebi vardı.
Güneş'in diğer adı Ateş'ti...
Güneş Ateş...
Belki de iki isim yan yana gelince anlamsız oluyordu. Saçma oluyordu ama anlamları derindi.
Güneş gibi parlıyordu.
Ateş gibi yakıyordu.
Müdire, Güneş'i yetimhanenin kapısının önünde pusette ilk bulduğunda pusetin içinde bir kağıtta Güneş'in adı yazılıydı. Bu bebeğin adı Güneş. Güneş gibi ışık olan güneş gibi aydınlık olan. Size emanet...
Sancak ise Güneş'in adına bir isim daha eklemişti.
Ateş. Ateş gibi yakıcı olsun, ateş gibi güçlü olsun. Yandığı zaman kimse söndürmeye cesaret edemesin, yangınından ona korku salan herkes alev alsın. Adı gibi ateş olsun, adı gibi güçlü olsun. Ateş demek güç demekti.
Yutkundu Sancak. Kendisine beklenti ile bakan Güneş'e baktı. "Adın ateş olduğu için," dedi.
"Hayır! Benim adım Güneş! Sen su olmuyorsan bende ateş olmam o zaman."
Derin bir nefes bıraktı Sancak ve yanına bıraktığı kalemi tekrardan aldı. Güneş'in kolunu yine kendi açısına çevirerek bir kaç bir şey ekledi. Ateşin üzerine bir kelebek.
Ateşin şekli sudan oluşuyordu. Sudan ateş. Üzerinde de bir kelebek vardı. Güneş'in tam sırtından başlayıp omzuna doğru gelen bir çizim oldu. "Bu ateş," derken son şekilleri çiziyordu Sancak. "Sudan oluşuyor, Güneş. Yani ateş şeklinde bir su bu. Hem ateşi temsil et hem de su'yu. Üzerine de minik bir kelebek bıraktım."
"En sevdiğim!" diye anında atıldı. Gülümserken, "En sevdiğin," diye tekrarladı ve kalemi tekrardan yana bıraktı. Çok güzel olmuştu ama illa ki silinirdi. Yine de Güneş'e idare etmek için yeterdi.
Sanki Güneş'te Sancak'ın içinden geçenleri duymuş gibi, "Asla silinmesine izin vermeyeceğim." dedi. "Kelebek ve ateş benimle kalıcak..."
Öyle de oldu.
Güneş bir daha omzundaki o çizimin silinmesine hiç izin vermedi.
O çizim onunla hep beraber kaldı.
Acıların izlerinin en güzel hatırası...
.
GÜNÜMÜZ:
Bazen iyileşmek zaman alırdı. Günler geçer, aylar geçer; akrep yelkovanı kovalar... Ama yaraların izi hep sizinle kalır. Acısını unutursun, eskisi gibi kötü hissettirmez belki de ama izi hep seninle kalır. Belki de diyorum çünkü her insan aynı değildir. Bir insan yıllar önce yaşadığı acısını dün dibi hâlâ yaşamaya devam eder. Başka bir insan da acısını unutur, eskisi kadar kötü hissettirmez. İzler kalıcı, zaman can yakıcı.
Zaman benim için can yakıcıydı. Zaman benim için zehirdi. Sarmaşık gibi hayatıma dolanıyor, zehir salıyordu. Arkasından ise hep can çekişiyordum, canım yanıyordu.
Zaman geçti, anneme kavuştum. Zehir geldi, annemi benden aldı.
Annemi benimle kavuşturan da benden onu alan da zamandı. Ben şimdi zamana ne derdim? Zehir mi, hayat mı?
"Durumunun yine kötü gittiğinin farkındayım, Güneş," dedi Züleyha hanım. Gözlüğünü gözünden çıkarıp masasına koydu, bana baktı. Elleri masada birleşirken, "Doğru muyum?" diye sordu.
Züleyha Kanpare. Kendisi psikiyatristim olurdu. Randevum vardı kendisi ile. En son babam, kaçırılmam yüzünden ilaçları ona sormuştu. İlaçlar hakkında bir sorun olmadığını söylerken bir gün sonra da beni aramış, randevu vermişti. O gün bugündü.
Yaşının kırka vurması yüzünden yüzünde kırışıklık vardı ama ona rağmen çok güzel bir kadındı. Yaşını göstermiyordu yani. Kahverengi saçlarını tepesinde topuz yapmış, yine kahverengi gözlerini hafif kahve göz kalemi ile belli etmişti. Kahve göz kalemi, kahverengi gözlülerde göz rengini açığa vururdu ve Züleyha hanım tam bunu yapmıştı. Kahverengi gözleri ışıl ışıldı. Dolgun olmayan dudaklarına şeftali tonu sürerken bugün oldukça sade bir kadındı.
Derin bir nefes verdim. "Doğru görmemişsiniz demek ki. Ben iyiyim." Hayır, değildim.
Sırıttı bana. Bu sırıtış aslında, seni biliyorum beni alt edemezsin der gibiydi ve öyleydi de. Tahminim doğru çıktı. "Bir psikiyatrist olduğumu unuttun galiba, Güneş." derken sesinde alay vardı. "Beni görmeyeli baya bir unutmuşsun demek ki."
Tek kaşımı kaldırdım. "Yine gözünüzden birşeyler kaçmıyor."
"Her zaman öyleydim, biliyorsun," derken bu sefer ciddiyete büründü. "En son teröristler tarafından kaçırılmışsın. Neler oldu, anlatacak mısın?"
"Anlatmama gibi bir şansım var mı?"
"Anlatmadan da derdine çare bulamam. Yıllardır benim hastamsın sen. Az çok biliyorsun artık."
"Korkuyorum," dedim anında. İçimdeki dertler beni boğmaz üzereydi. Denizdeydim, içindeydim ama bir türlü boğulmuyordum. Can çekişiyordum ama ölmüyordum.
"Tekrar kaçırılmaktan mı?"
"Hayır," derken tüm ağzımdan çıkan ve çıkacak olan kelimeler dürüsttü. "Annemi üzmekten..."
İzliyordu. Biliyordum. Belki de garip diyeceksiniz. Ölmüş insan nasıl üzülür. Seni görmüyor bile.
Hayır, görüyordu. Ben bundan emindim. Çocuk kandırmacası değildi bu. İzliyor ve bana göre hissediyordu.
Annemi üzmek, kendi canıma kıymak demekti. Annem üzülmesin diye mezarında gözlerim dolduğu hâlde ağlamışlığım bile yoktu.
Annemi kaybettiğim ilk zaman çok ağlardım. Hem de gece gündüz. Hiç susmadan. Karsu'da öyleydi. O 6 aylık hâli ile annemin öldüğünü hissetmiş ve hiç susmamıştı.
Babamın o zamanki sözleri, benim aklıma bir kez kazındı ve ben hep o kelimelere uydum.
"Halam, kurban olayım ağlama artık," derken küçük Güneş'i susturmaya çalışıyordu halam. "İçin çıktı kaç gündür." O da ağlıyordu. Bizim gibi. Burnunu çekti. "Yapma. Yalvarırım yapma artık."
"Annemi istiyorum!" diye bağırdı bir kez daha Güneş. Annesini istiyordu. Tek annesi vardı ve o da şimdi yanında değildi. Tek istediği annesiydi. "Annem gelsin!"
"Halam, bayrak oldu dedim ya ben sana. Gökyüzünden izleyecek seni."
"Banane!" derken ağlamaya devam ettim. "Ben annemi istiyorum!"
"Güneş..." diye sessiz, acı çeken ve ruhu çekilmiş bir ses duyuyorum. Gözüm yaşlı arkama baktım, babamı gördüm. Gözleri kan çanağına dönmüş, kilo vermiş, sakalları ve saçları uzamıştı. Annem olsa sakalının ve saçlarının uzamasına izin vermezdi.
"Baba!" dedi küçük Güneş. "Annemi getir bana! Lütfen!"
O an babamın yine gözlerinden yaş akıyor. Erkek adam ağlar mı? Ağlarmış. Canı yandığında öyle bir ağlarmış ki, gözlerinde yaş kalmaz kan akarmış.
Titreyen adımları tam küçük Güneş'in dibinde bitiyor. O an ayakları daha fazla dayanamıyor, dibimde dizlerinin üzerine çöküyor. "Güneş'im," dedi aciz çıkan sesi ile. "Anneni üzmek istemezsin, değil mi?"
"Hayır."
"O zaman sil göz yaşlarını," derken zorlukla kaldırdığı elini uzayıp gözyaşlarımı siliyor. "Annen bizi izliyor, Güneş'im."
"Niye yanımıza gelmiyor o zaman?"
"Gelemeyecek kadar uzakta çünkü. Ama daima bizi izliyor."
Burnumu çekiyorum. Ağlamaktan içim çıkmış. "Halamın dediği gibi gökyüzünde mi izliyor."
Bir göz yaşı daha aktı babamdan. "Evet," dedi. "Hem gökyüzünde hem de yüreğinde."
"Hiç mi gelemez?" diye çaresizce mırıldanıyorum. Sadece tek isteğim annem. Annem yanımda olsun, kucağında yatıyor olayım, saçlarımı okşasın. Sevgisini versin bana. "Gelsin yanımıza. Sen annemi getiremez misin baba?"
"Güneş'im," derken bakışları yapma der gibiydi. Yalvarıyordu gözleri ile bana. Yapma kızım. Yanan yüreğimi daha fazla küle çevirme. "Anneni alıp gelemeyeceğim kadar uzaklarda. Lütfen daha fazla ağlama. Hem anneni üzmek istemezsin, değil mi?"
"İstemem."
"O zaman ağlama. Annen en çok ağlamana üzülür ve annen her daim seninle."
Ve ben, o zamandan beri ağlamaya korkar oldum. Ağladım, acı çektim ama ağlamaya hep yine korkar oldum.
Sadece annemin mezarında gözyaşı dökmemeye çalışırdım. Annem her daim benimle, ağlamama çok üzülür...
Kaçırıldığımda çok korkmuştum. Ama yine de göstermedim. Bir insan öleceği zaman korkmaz mı? Korkardı. Bende korkmuştum ama belli etmeye korkar oldum. Belki de bu kız kaçırıldı. Üzerine bomba bağlanıp, öldürülüyordu. Nasıl da korkmuyor diyorsunuz dur. Korkuyorum. Hem de çok korkuyorum ama bir yandan da korkmuyorum çünkü annemin ve dedemin yanına gideceğim...
"Bir gün gözyaşların, annenin mezarında dökülecek, biliyorsun değil mi?" Düşüncelerimin arasında aniden konuştu Züleyha Hanım. Tüm dikkatimi ona çektim. Beni biliyordu. Her yerde ağladığımı ama bir tek gözyaşlarımın annemin mezarında saklı olduğunu biliyordu. "Bu yüzden korkma."
"Sizde mi annemin beni izlediğini inanma olayımı saçma buluyor sunuz?"
Başını onaylamayan şekilde salladı. "Hayır, aksine bende inanıyorum. Ama kendimi de böyle harap etmiyorum."
Hafif güldüm. Acıların gülümsemesiydi. "Harap etmek?"
"Evet," dedi. "Sen annenin mezarında ağlamayarak kendini harap ediyorsun. Canını kendin yakıyorsun."
"Üzülür ama," derken buldum kendimi. "Üzülmez mi annem?"
Derin bir nefes verdi. "Ben de annemi kaybettiğim zaman 5 yaşındaydım. O zamanlar hiç ağlamazdım çünkü annen tatile gitti diye yalan atmışlardı bana. Bende inandım ve annemi hep tatilden gelecek diye bekledim ama meğersem annemin yokluğuna fazla alışmışım. Öldüğünü öğrendiğimde ağlayamadım bile. Taa ki babamın kelimeleri benim ruhuma çarpasıya kadar."
"Ne dedi?"
"Ağla dedi sadece. Duygularının seni yemesine izin verme. İçine atma gözyaşlarını. İçine attığın an, annen asıl o zaman üzülür demişti ve ben o zamandan beri hep ağlıyorum."
"Sende ağla mı demek istiyorsunuz, şimdi?"
Güldü. Aynen güldü. "Hayır. İnsanlar duyguyu zayıflık zanneder. Aslında belli bir kişilerde, evet. Zayıflık olur. Ama bazı kişilerde de duygusuzluk kötü etki eder." Sesi ima dolu oldu. "Sende olduğu gibi yani."
Omuz silkeledim. "Ben duygusuz değilim. Aksine, duyguyu bağ edinirim. Duygusuzluğu zırh edenlerden değilim."
"Tam öylesin," dedi benim aksime. "Sen annene duygusuz birisin, Güneş."
İşte bu kelime, yüreğime taş gibi oturdu. Ben annemi üzmemek için ağlamaktan bile korkarken nasıl anneme duygusuz olurum? Nasıl? Buz kestim. Tüm uvzularım buz keserken sadece donup kaldım.
Benim duraksadığımı görünce tek kaşını kaldırıp, kalırsın öyle hareketi yaptı. "Sen zannediyorsun ki, annemin mezarında ağlamayıp annemi üzmüyorum. Hayır, tam aksine annene duygusuzluk yapıp anneni daha çok üzülüyorsun."
Derin bir nefes verirken ben sadece yutkundum. Haklıydı... Maalesef ki haklıydı. "Annen ister ki kızı benim yanımda dertlerini açsın, duygularını açıp bana paylaşsın." Bana bakıp başını olumsuz anlamda salladı. "Sen ise annenin senden istediklerini ondan esirgiyorsun."
Önündeki kağıda bir şeyler yazarken yazmasını bitirip bana verdi. "Sakinleştirici ilacın. Kabus gördükten sonra bu ilacı içeceksin. Diğerini içmeyi bırak."
Dedikten sonra da bana bakıp ayağa kalktı. "Kahve molam var," dedi ve kapıya doğru adımlarken, "Unutma," dedi. "En büyük kötülük, sevdiğin insana duygusuz olmaktır." Sonrada kapıyı açıp gitti.
Dediği her bir kelime de, annemi üzmek istemeyen yüreğime şiddetli deprem etkisi yarattı. Ve ben, o şiddetli depremin enkazında kalıp, canım acıya acıya öldüm.
.
***
"Öğretmenim," diyerek koşa koşa geldi Eliz yanıma. Öğretmen masanın başında çocuklara oyuncak yaparken gelmişti. Bakışlarımı ona çektiğimde kucağıma atlamıştı aniden. Hemen elimi beline koyup düşmesin diye destekledim. "Efendim, Eliz'cim," dedim tüm ilgim onda iken.
Elinde bir zarf vardı. Beyaz. Bana uzattı. "Teyzemin düğünü varmış. Ben annemden çok istedim, öğretmenim de gelsin diye. Annem de bana bu zarfı uzatttı. Dedi ki öğretmenine buna ver, o zaman gelir, dedi. Gelirsiniz, değil mi?"
Ağzımdan ufak bir kıkırtı geçti. "Bakalım bir ilk önce," derken zarfı açıp içindeki davetiyeye baktım. Gül ve Ahmet.
Bakışlarımı tekrardan Eliz'e çektim. Ona ilgi ile gülümserken, "Teyzenin adı, Gül'mü?" diye sordum. Maksat konuşmak ve onunla ilgilenmekti. Hemen davetiyeyi kabul edip başımdan savurursam kırılabilirdi. Kırılmasını istemiyordum. Başını onaylar şekilde sallarken, "Hıhım," dedi. "Adı gibi gül kendisi." Dayanamayıp yanağından bir öpücük çaldım. Çok tatlı bir kızdı. "Gül sen olmayasın bakalım."
"Bilmem ki," diye masum ifadesi ile mırıldandı. "Annem bana sen beyaz gülsün, der. Masumiyeti ve temizliği işaret edermiş. Bende çok masum ve çok temiz bir insanmışım. Bu yüzden en çok sevdiğim çiçek beyaz gül."
Beyaz gül...
Annemin en çok sevdiği beyaz gül...
Derin bir nefes alıp verirken odağımı Eliz'e verdim. "Annen çok haklı tatlım," dedim. "Bembeyaz bir kızsın."
Utanıp başını eğdi. "Şey, ben arkadaşlarımın yanına gideyim," derken utançla kucağımdan atladı gitti. Utanınca hep kaçardı. İster kadın olsun ister erkek. Hep böyle olurdu. Davetiye cevabımı vermeden kaçıp gitmişti. Gülümsedim.
Zarfı masanın üzerine koyarken kuklanın kalan son dikişlerini dikmeye başladım. Çocuklar benden çok kukla istemişlerdi. Önceki öğretmenlerinden istemiş ama öğretmenin de el beceresi olmadığı için yapamamış. Hazır olarak da almadığı için çocuklar hiç kukla görmemiş. Bu yüzden yapmaya karar vermiştim. Ve ilk kukla bitip son dikişlerini hallediyordum.
O sırada ise çocukların konuşmalarına şahit oldum. Bir yandan kuklanın son dikişlerini hallederken bir yandan da onları dinliyordum.
Eliz, "Geleceksin, değil mi Alphan?" diye hevesle soruyordu Alphan'a. Alphan'ın sesi de çok mutlu çıkıyordu. "Geleceğim. Hem de babam ile."
"Ay, çok güzel," diyordu bu sefer de hayranlıkla Eliz. Eliz ile Alphan'ın arasında çok güzel bir bağ vardı. "Ne güzel oynarız seninle. Dans da eder miyiz seninle? Teyzem eniştemle dans edeceklermiş. Teyzem bana anlatıyordu."
"Olabilir," dedi Alphan. Gözlerinden mutlu olduğu çok mutluydu. Işıl ışıldı gözleri. "Çok güzel dans ederiz hemde."
"Biz de geleceğiz ki," diye Efe'nin sesini duydum. "Kıskan ki, Alphan." Duyduklarım ile kaşlarım çatılırken elimdeki kuklayı anında bıraktım ve Efe'ye döndüm. Efe, Alphan'ı itekleyip dururken Alphan hiç sesini çıkarmıyordu. "Hem de annem ile geleceğim. Senin annen yok ki."
O an hep ifadesiz duran Alphan'ın gözleri doldu. Sadece ağlamaya başladı.
"Bebeksin sen! Bebek! Ağlayan ve annesiz bebek!"
Eliz oradan, "Pis Efe!" diye bağırdığı ama Efe'ye fayda etmedi. "Baban da dağlarda. Ölecek ki."
Anında ayağa kalkıp, "Efe!" diye yükseldim. Efe'nin ağzından çıkan her bir kelime benim sinir kat sayımı oldukça çıkarmıştı. Normalde çocuklar kavga ettiği zaman ilk önce onları uzaktan izler ona göre hareket ederdim. Kim haklıysa arkasında durur haksız kişinin de yanlışını uygun bir dille söylerdim ama Efe fazlasıyla sınır aşmıştı.
Yanlarına gittiğim gibi Efe'nin kolunu tutup kendime çektim. "Ne diyorsun sen!" diye yükseldim. Küçücük çocuğa yükselmem çok yanlıştı hem de çok ama Efe'nin ağzından çıkan kelimeler sınır aşıyordu. Efe hep kavga eden çocuk olmuştu ama ilk defa bu kadar ileriye gidiyordu.
Benim öfke ile çatılmış kaşlarımı ve yüz ifadesi görünce başını eğip, "Öğretmenim," diye fısıldadı.
"Efe, sen ne yaptığını zannediyorsun!" diye tekrardan sesim yüksek çıkınca Efe irkilmişti. Diğer çocuklara baktığımda korku ile bana bakıyorlardı. Derin bir nefes bıraktım ve sakinleşmek için gözlerimi yumdum. Bir süre öyle beklerken en sonra gözlerimi açtım. Efe'nin gözleri dolmuştu. "Efe, ağzından çıkan kulağın duyuyor mu senin?" dedim bu sefer sakin çıkarmaya çalıştığım ses tonu ile. "Arkadaşın o senin. Yaptığın ayıp."
"Ama öğretmenim," derken Eliz anında atladı. "Pis Efe! Alphan sana hiç bir şey yapmadığı hâlde çok kötü şeyler dedin ona! Pis!"
Eliz'e dönüp, "Eliz, sakin ol canım," dedim. "Sende Efe'nin Alphan'a yaptığını yapma. Lütfen."
Bakışlarımı Efe'ye çektim. "Neden Efe?" diye sordum. Bir çocuk başka bir çocuğa durduk yere neden bunu yapardı? Anlamıyordum. Aralarından düşmanlık da yoktu. Niye? Niçin? "Neden arkadaşının yarasından vurdun." O sırada ise içimi dağlayacak, delecek hıçkırık sesi duydum. Alphan'dan.
"Özür dilerim," dedi tek sadece. "Benden değil," dedim hıçkırarak ağlayan Alphan'ı göstererek. "Alphan'dan özür dileyeceksin."
"Ama..." demişti ki yine kontrolüm dışında, "Efe!" diye bağırdım. Gerçekten sinir olmuştum. Hem de çok fazla.
Efe'nin de gözünden bir yaş akarken Alphan'a bakıp, "Özür dilerim," dedi ve koşa koşa oyuncakların yanına geçti. "Offf," diye bağırırken Efe ile ilgilenmeyi en sona bıraktım ve hemen Alphan'ın yanına gidip diz çöktüm.
Minik ellerini tutarken, "Alphan," diye mırıldandım. "Ağlama, kuzum. Lütfen." Çok çaresiz çıkıyordu sesim. Efe ciddi anlamda kırmıştı Alphan'ı ve ben Pars beye Alphan'ı iyileştireceğim sözü verirken Alphan'ın bu durumda olması...
Durmuyordu. Ağlaması durmak yerine daha fazla harlanıyordu. Dayanamadım. Ayağa kalktığım gibi Alphan'ı kucağıma aldım. O da bir bebek gibi anında kollarını boynuma doladı, göğsümde ağlamaya devam etti. İçim burkuldu.
Hüzün dolu yüz ifadem ile Senem'e dönüp, "Çocuklar sende," diye mırıldandım. "Tamam," diyebildi sadece. O da Alphan'ın durumunu görmüş ve içi gitmişti.
Kucağımda olan Alphan ile beraber odama geçtim. Burada benim odamda vardı resmiyet işleri için. Odamın içinde olan koltuğa Alphan'ı oturtmak istedim ama kucağımdan inmedi. "Alphan..." diye seslendim ama yine de inmedi. Ben de fazla inat etmeyip kucağımda Alphan ile beraber koltuğa oturdum.
Sakince sırtını okşadım. Tek kelime dahil etmedim. Sakinleşmesini bekledim. Elimden sadece bu geldi. Ben ne dersem diyeyim Alphan sakinleşesiye kadar asla ağzını açmayacaktı. Biliyordum. Ben de sakinleştiriyordum. Tek elimle sırtını okşarken diğer elimle de saçlarını okşuyordum. O da gözyaşlarını göğsüme akıtıyordu.
Bir çocuğun en büyük kanatı annesi ve babası olurdu. Annen ve baban varsa sende vardın. Biri varsa diğeri yoksa sende yoktun, yarımdın. Alphan yarımdı ama bununla daha altı yaşında olmasına rağmen savaş vermesi mert ediyordu yüreğini.
Ama belli bir yere kadar dayanbilirdi o mert yürek. İnsanın canı yana yana patlıyordu en son. Alphan ise olgun davrana davrana bugün gözyaşları ile patlamıştı sabrı. Ne mert yürek kaldı kendisini iyileştiren ne de olgunluk.
Burnunu çekme sesini duydum. O hâlâ ağlarken elimdeki telefon ile Efe'nin ailesine mesaj attım. Çocuklarının neye sebep olduklarını görmeleri ve bilmeleri lazımdı. Sonrada Nuray ablaya mesaj attım. Alphan'ın okulu ile o ilgileniyordu ne de olsa.
Mesaj işini bitirince telefonu yine cebime koydum ve elimi tekrardan Alphan'nın sırtına atıp okşamaya başladım.
"Alphan," diyerek kısık sesim ile mırıldandım. "Bana bakar mısın, bebeğim."
"Babamı istiyorum...."
Gözlerimi yumup açtım. "Benim de annem yok, Alphan," dedim. "Annemin yokluğunda bana da aynısını yaptılar."
Ağlaması az da olsa kesilince beni dikkatle dinlediğini fark ettim. "Sonra ne yaptınız?" dedi beklemediğim an.
"Bende senin gibi ağladım," derken oldukça dürüsttüm. "Hem de çok ağladım. Canım çok yanmıştı."
"Benim de canım yanıyor," diye fısıldadı. "Annem olmadığı için hep üzgündüm ama hep babam vardı yanımda. Ama babam ya giderse? Ya Efe'nin dediği gibi dağlarda ölürse."
"Şşttt." Yutkundum. "Öyle söyleme, Alphan. Baban seni hiç bırakır mı?"
"Anneler çocuklarını bırakır mı? Hayır ama benim annem beni bıraktı. Babam neden bırakmasın?"
Ağzından çıkan her bir kelime, yüreğimi dağladı. İçi acıyordu, içim acımıştı. Yüreği ağlıyordu, yüreğim ağlıyordu. Ve ben bu çocuğa iyileştirici laflar söylerken, kelimelerim hep kifayetsiz kalıyordu. Çünkü biliyordum, her bir kelime mert yüreğe işlemezdi. O yüreğin içinde bir kere annesizlik yarası var iken, hangi kelime o yarayı sarardı? Hangi kelime iyileştirirdi bedeni? Hiç biri. Bizim ağzımızdan çıkan kelimeler sadece o andaki acıyı unutturmaya sağlardı.
"Anneler çocuklarını isteyerek bırakmaz ki, Alphan," dedim. Amaç az önce söylediğim gibiydi. Şu anki acısını unutturmaya çalışmak... "Bazen zorunlu kalıp bizleri bırakmak zorunda kalıyorlar."
"Kandırma beni," dedi terslikle. "Annem beni isteyerek bıraktı."
"Peki Alphan, o zaman dünyanın sonu mu bu?" dedim. "Bazen hayatımızda her şey istediğimiz gibi gitmez. Ben de annem benden hiç gitmesin istedim ama gitti. Zorunda kalmıştı." Ölmüştü. "Ve beni bırakıp gitti. Evet, arkasından çok ağladım ama babama tutundum. Babam bana anne de oldu baba da. Sen böyle yaparsan babana haksızlık etmez misin?"
"Baban dağlarda ölecek dedi ama. Ölmesin babam."
Asker adamın yüreğinde vatan aşkının yanında tutunan dalı şuan, incinmiş ve kırılmıştı....
"O öyle söyleyince baban ölmüyor ki." Derin bir nefes verdim. "Bak Alphan," dedim. "Baban çok onurlu bir asker. O istiyor ki dağlara gittiğinde oğlu güçlü olsun. Yıkılmasın. Baban dağlarda savaşıyorsa, ayakta duruyorsa sırf senin için. Sen yalnız kalma diye. Baban senin için ayakta iken sence seni yalnız bırakabilir mi? Baban emin ol ki senin için çok çırpınıyor, Alphan."
Dedemden bilirdim. Kızı için, bizim için dağlarda yaşamaya çalışırdı. Vatanı için canını verirdi, kızı için canını yaşatırdı ama babam canını yaşatmaktan daha ötesini yaptı.
Kızı ölürken yalnız bırakmadı. Aynı gün aynı saatte kızı ile şehit oldu. Kızı ölürken yalnız dahil bırakmadı.
"Ama öğretmenim," diye ağlamaktan dolayı çatallı çıkan sesi ile söze başladı. "Ben babamı hiç göremiyorum ki. Ben babam hep yanımda olsun istiyorum ama bir yandan da babam sırf üzülmesin diye onun yanında sevinemiyorum bile. Ne yapayım ben?" İç çekti. "Babam ölmesin. Babam ölmesin diye her şeyi yaparım. Yeter ki ölmesin."
"Alphan," dedim bende artık yalvaran sesim ile. "Yapma Alphan," derken yutkundum. Kelimeler boğazımda düğüm düğüm oldu. "Ne demiştim ben sana. Güçlü ol. Çocuk ol. Baban ölmeyecek, seni yalnız bırakmayacak. Sen yeter ki güçlü ol, ayakta dur. Baban senden güç alırsa hep hayatta olur. Seni yalnız bırakmaz."
Şuan bir çocuk kandırdığım için kendime lanet ediyordum ama çocuğa baban asker, bir gün var bir gün yok, bir gün ölüm haberi ile gelir nasıl söylerim?
Kendisi. Sırf babası mutlu oldum, heves ettim, üzülür diye çocuk bile olmazken. Canı şuan çok yanıyorken nasıl derim? Demez dilim, diyemez.
"Hem babalar, sırf çocukları için yaşar. Biliyorsun. Baban senin için yaşıyor, Alphan. Asıl böyle yaparsan baban üzülür."
O sırada telefonum titredi. Yan gözle aşağıdan baktığımda Nuray abladan mesaj geldiğini gördüm. Çıkışta Pars Bey'in geleceğinden söz ediyordu. Bu daha iyiydi.
"Şimdi anlaşma yapalım," derken kafasını göğsümden kaldırdım ve ellerim ile gözyaşlarını sildim. "Babanın seni böyle görmesini istemezsin, değil mi?"
"Hıhım," diye mırıldandı gözyaşları durmuşken. "Ama babam gelmez ki. Dağa gitmiştir o yine."
Güldüm. Zorla da olsa onu gülümsetmek için güldüm. "Sana söz veriyorum. Baban çıkışta gelecek."
Gözleri anında ışıldarken, "Gelecek mi?" diye fısıldadı. "Kim söyledi ki? Babam mı yoksa?"
Göz kırptım. "Kuşlar söyledi diyelim." Saçına bir buse bıraktım. "Şimdi seninle lavoboya gidiyoruz ve yüzümüzü yıkayıp kendimize geliyoruz. Bunun için de bir daha ağlamak yok." Yüzüne biraz daha eğildim. "Unutma. Babalar sırf çocukları için yaşar. Baban da sırf senin için yaşıyor ve ölmeyecek. Bu kelimeyi aklından at. Pis kelime bu."
Onaylar şekilde kafa salladı. "Pis kelimeler unutulmalı. Öğrettiğiniz gibi.
Onaylar şekilde kafa salladım. "Öğrettiğim gibi. Pis kelime yok."
***
Alphan'ı sakinleştirmek gerçekten zor olmuştu. Babasının geleceği haberi ile de az da olsa eski sevinci yerine gelmişti. Sınıfa tekrardan geçtiğimizde Efe'ye sinirim geçmemişti. Ne için yapmıştı bilmiyorum ama konuşmalar sayesinden kıskançlık yüzünden yaptığını anlamıştım. Bu daha fazla sinir etmişti beni ama Efe ile konuşmayı velisi geldiği zamana bırakmıştım. Sınıfa geçer geçmez de Alphan'ı neşelendirmeye çalıştık hep. Hatta aralarında suçunu bildiği için Efe'de vardı. Hiç ses etmedim bu duruma. Her ne kadar sinirli olsam da kendisine en azından Alphan ile aralarındaki buz erimişti.
Alphan'ın eski mutluluğuna geri döndüren en çok Eliz olmuştu. Eliz gerçekten Alphan'a iyi geliyordu. Çok güzel bir arkadaş ilişkileri vardı aralarında. Bu da az da olsa sevindirdi beni.
Şimdi sırada ise Efe'nin velisi ile konuşmak vardı. En sıkıntılı olan yeri de burasıydı ya. Velisi olarak babası gelirdi ve babası o kadar dobra bir insandı ki, orada o adamı boğmamak için zor tutardım kendimi.
Çıkış vakti gelmişti. Bir elimi Efe diğer elimi Alphan tutuyordu. Kapının önüne geldiğimde Pars beyin olmadığı ama Efe'nin babası Cenk beyin olduğunu gördüm.
Yanımdaki Alphan'a döndüm. "Alphan, sen karşıdaki banka otur ve bekle. Tamam mı? Baban birazdan burada olur. Bende Efe'nin babası ile konuşayım." Alphan, "Tamam," diyip koşa koşa banka gitti ve orada benim dediğini yapıp oturup beklemeye başladı.
Diğer elimi tutan Efe ile babasına doğru sakince adımlamaya başladım. "Özür dilerim," diye Efe'den ses geldi. Ona doğru dönüp, önünde eğildim ve ellerini tutup sımsıkı sardım. "Olan oldu artık, Efe," dedim. "Sen bir daha bunu yapma olur mu? Alphan'ın canını çok yaktın bugün."
"Yapmayacağım," derken kendinden çok emindi. "Söz." Efe'de çok ağlamıştı maalesef. Gözlerinden belli oluyordu. Alphan'ı sakinleştirdikten sonra Efe'yi de sakinleştirmiştim. Her ne kadar dediğim gibi sinirli olsam da karşımdaki çocuktu. Ona göre davranmalıydım.
Ayağa kalktığımda babasının yanına geldik. "Cenk bey," diye söze başlayacaktım ki beni dinlemeden oğlunu yanına çekip gözlerinin içine baktı. Oğlunun ağladığını görünce anında kaşları çatılıp sinirli hali ile bana baktı. "Bu çocuğun hali ne!"
Dinlese beni bir kez şaşarım!
"Cenk bey, sakin olun ilk önce ve beni dinleyin."
"Ne sakini!"diye öküz gibi bağırmaya başladı. Harbi öküzdü! " Çocuğun gözleri ağlamaktan şiş, öğretmen şiş! Ben çocuğum yanınızda ağlasın diye mi gönderiyorum!"
Derin bir nefes verdim. "Oğlunuz bir hata yaptı-" derken hayvan herif yine sözümü kesti. "Oğlum hata yaptı diye ağlatmanız mı gerekiyor!"
"Yeter ama!" diye yükseldim bende. Gözlerim Efe'ye kaydı. Korumuştu. "Efe'cim. Sen korkma. Koş Alphan'ın yanına. Ben babanla konuşacağım." Efe anında giderken Cenk beye baktım. "Habire habire sözümü kesiyorsunuz ama beni dinleyin!"
"Dinlenecek yanınız mı var!" Sonra da yüzü tiksinti ile beni süzdü. "Bir de öğretmenim diye geziniyorsunuz ortalıkta. Olmaz olsun sizin gibi öğretmen."
O bana laf mı etti. Hem de öğretmemliğim ile ilgili. Tamam... Buraya kadar sabır yeterdi. Bu hayvan herif gerçekten kotasını aşmıştı.
"Siz nesiniz!" dedim benden kendisini tiksinti ile süzerken. Klasik göbekli, takım elbiseli şirket adamı. Ne olacak. "Egosu tavan yapmış, kendisini üstten görme zengin züppe patron! Her şeyden ötesi karşısında kadın olduğunu bilmeyip kadına salakça laf eden aciz bir adamsınız!"
Yüzü öfke ile kızarırken dişlerini sıkmış eli bir anda havaya kalkmıştı. "Sen..." diye tıslayıp bana vurmayı kalktı ki o el bir anda kırıldı.
Evet, gerçekten bana vurmaya kalktığı eli kırılmıştı.
"Gerçekler zorunuza gitti galiba, Cenk bey." Bu Pars beydi.
Beni şiddetten kurtaran ve bana kalkan eli kıran Pars beydi...
.
Evetttttt.
Bölüm nasıldı bakalım. Yorumlarınızı kesinlikle bekliyorum. İnstagramada öyle.
Diğer bölümde görüşmek üzereeeeeee.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |