
Merhabaaa.
çok geç geldik ama iki bölüm aynı anda geldik.
instagram: senfoni_yazar
Tıktok: Senfoniyazar.
İyi okumalar!
.
Bir mezar taşı, kaç tane acıyı anlatabilir? Acının yansıması olabilir mi mezar taşı?
Ya da bir mezar taşı, bir insanın canı olabilir mi?
Olabiliyormuş. Selim, karısının mezar taşına bakarken o mezar taşının bir kez daha canı olduğunu anladı.
Mezar taşın önünde bir ayna, ona bakıyordu Selim. Ayna duygularını yansıttıkça Selim, uçurum aşağıya düşüyor, esen rüzgarlar bıçak misali ona batıp canını yakıyordu. Ayna yansımayı durdursun istedi, ayna ona inat duyguları göstermeye devam etti.
"Özledim..."diyebildi. Özlem dolu sesi, mezarlığın içinde kayboldu gitti.
Özledi ya. Çok özledi hemde. Yüreği özlemden geberiyordu. Bir yüze hasretti Selim. O yüze duyduğu hasreti, yüreğini cehenneme çeviriyordu.
"Bensu," diye yakardı. "Bensu'm," diye yalvardı. "Özledim kadınım ben seni. Kokuna hasret kaldım..."
Özlem, en acı duyguydu. Denizde boğulmak, dibe batmak ama can çekişerek yaşamaya devam etmek. Özlem tam buydu. Canın acıya acıya ölmüyorsun, ölmekten beter oluyorsun.
Elindeki kasımpatı çiçeğini mezarın toprağına dikerken özlem duyduğu karısı ile gönülden konuşmaya devam etti. Gönül bağı ile konuşmak için iki yüreğin arasında derin ve sonsuz bağ olması gerekti. Selim'in sevdasında o bağ, Bensu'yu ilk gördüğü andan beri vardı. "Sana kasımpatı getirmek istemedim aslında. Anlamam ben çiçeklerden ama senin deyimine göre hüzünü anlatırmış." Aklına gelen anılar ile burukça gülümsedi. "Hüzün getirmek istemedim sana. Ama sevdiğin iki çiçekten beyaz gül bulamadım. Kalmamış koca Hakkari'de." Utançla boynu büküldü. "Diğer gelişimde söz beyaz güllerle geleceğim."
Çiçeğin dikimi bitince elini toprağa atıp sevmeye başladı. Canı acıyordu. Karısının yüzüne sevmek varken toprağını sevmek canını yakıyordu. Acımazmı canı? Yüreğini yaktığı kadın toprak altında kalmış, nasıl yanmasın canı?
"Kızımız sana benzemeye başladı," derken suratında buruk bir gülümseme vardı. "Senin gibi inatçı. Senin gibi emanetine sahip çıkan."
Kızı, ilk başta Hakkari'de kalmak için çok çırpınmıştı. O çırpınışlar geldi aklına. Nasılda yalvarmıştı babasına...
"İstemedim, Bensu," derken sesinde mahcubiyetlik vardı bu sefer. "Seninle aynı şehirde kalsın istemedim artık." Mahcubiyeti buydu. Kızını, karısının mezarı bulunan şehirde bulunmasını istememek. "Kızımızı senden kovmak değildi amacım. Biliyorsun zaten beni. Ama..." derken güçlükle yutkundu aklına gelenler yüzünden. "Kızımızı da senin gibi kaybediyordum."
En acı verici buydu ya? Karını kaybettiğin gibi kızını da kaybetmek. Bensu'yu teröristlerin elinde kaybetmişti. Kızı da teröristlerin elinde olduğunu duyduğu an yüreği cehennem ateşinde azap çekmeye başlamış, kalbi ise hissettiği çaresizlik yüzünden durma noktasına gelmişti. Bedeni, ruhu bir kayıba daha dayanamazdı. O ruhu bir kere eşinin ölümünde ölmüştü, bir kez daha ölürse ortada Selim diye biri kalmazdı, kalamazdı.
Bir yürek sadece bir kişiye çarpardı. O kişi sayesinde hayat bulur, o kişi sayesinde yaşamanın ne olduğunu anlardın. Aşk değildi bunun adı. Aşk basit kalırdı. Yüreğini başkasına emanet etmekti bu. Yüreğin eğer başka birine ait olduğunu hissediyorsa, geçmiş olsun. Sen ona kapılmış olurdun, yüreğini o kişiye gönülden emanet etmiş olurdun. Bunun adı işte sevdaydı. Sevdanın anlamı daha derindi. Aşk, sevdanın yanında basit kalırdı.
Herkes aşık olurdu ama herkes sevdalanamazdı.
Selim'de Bensu'ya sevdalıydı. Aşk değil sevda. Koca 20 yıl geçti sevdalısının ölümünden ama hâlâ da deli divane ona sevdalıydı. İlk gün gördüğü andan beri hemde...
"Bunları ne yapacağız?" diye sormuştu Selim, taşıdığı kutuyu arabasının bagajına koyarken. Yanına gelen kadın Eylül polis ise, "Müdürümüzün istediği ile bu kolileri köyümüzde olan okullara götüreceğiz. Malum, yollar artık fazla güvenli değil." dedi.
Son kutuyu da arabanın bagajına koymuş iken ellerini çırpıp temizledi. Eylül'e baktı. "Sorumlu öğretmen olacak mı peki?"
"Evet," dedi Eylül. "Bensu Yıldırım diye bir öğretmenle iletişime geçtik. Kendisi bizi okulda hazır bekliyor."
Günlerden Cumartesiydi. Bu yüzden sormuştu Selim, sorumlu var mı diye.
Aldığı cevap ile onaylar şekilde başını sallarken, "Peki," dedi. Eylül'ü arabayı işaret etti. "Atla bakalım, gidelim şu okula."
Arabaya binen Eylül ile yola koyulan Selim, kısa sürede okula varmıştı. Ellerinde bir konum vardı, bu yüzden kolayca gelmişlerdi.
Okulun bahçesine geldikleri an, uygun bir yere park etti. Arabanın içinden görüldüğü kadar, başka biri de yardımda bulunmuş olmalı ki bir kadın, başka bir aracın önünde adamlara yardım ediyordu. Selim'in bakışları diğer tarafa kaydı.
Orada bir adam vardı. Üzerinde olan üniforma ile asker olduğunu anladı. İki tane vardı alanda bulunan asker. Garipsemedi. Zira buraların ne kadar güvensiz olduğunu biliyordu.
Arabadan indiği an bagajın önüne geçti. O sırada Eylül ise öğretmene seslenmekteydi. "Bensu Hanım!"
Selim, bagajın içindeki kutuyu alırken arkada naif bir ses duyuldu. "Geliyorum!" Sonra ise adım sesleri.
Selim kutuyu aldı, arkasına döndü. Arkasına döner dönmez de dibinde bir kadın gördü, kadınla ister istemez hafifçe çarpıştılar. Masmavi cam gibi gözlere sahip bir kadın. Güzel kadın.
Bensu, Selim'e fazla yakın olduğunu anlayınca utançla bir iki adım geriye gitti. Selim'in arkası dönük diye kontrolsüzce adamın dibine girmişti. "Özür dilerim," dedi Bensu, narin ses tonuyla. Kısık ve utangaç çıkmıştı. Yüzüne düşen saçını kulağının arkasına attı. "Fark etmeden dininize girmişim."
Yutkundu Selim. Anlam veremediği kalbi sanki maratona çıkmış gibi çarpıyordu. "Önemli değil," derken sesi içine kaçmış gibiydi.
Eylül Selim komiserine baktı. Öylece Bensu öğretmene bakarken Bensu'da bu bakışları fark etmiş ve anlam vermediği için kaşlarını çatmıştı. Neden bana böyle bakıyor, diye içinden geçirmişti.
Eylül tekrardan bakışlarını Selim komiserine çekti. "Komiserim," dedi ama cevap yoktu. Şaşkın şaşkın Bensu'ya bakıyordu Selim. Tekrardan seslendi. "Komiserim..."
Yine tık yoktu.
Eylül komiserinin önüne gidip, ellerini Selim'in gözü önünde sallarken Bensu'da Selim'in bakışlarından utanmış, boğazını temizleyerek aniden oradan kaçmıştı. Arkasında duran diğer arabaya gitmişti.
Selim, gözünün önünde sallanan ellerle kendine geldi. Gözü ilk başta kaçarcasına adım atan Bensu'yu gördü. Eylül'e döndü. "Neden kaçıyor?" diye sordu.
Eylül, komiserinin şaşkın hâlleri yüzünden gülmek istedi ama kendisini tuttu. "Sizin yüzünüzden."
Gözleri hayretle açıldı. "Benim yüzümden mi?"
"Evet."
"İyi ama neden? Ben bir şey yapmadım ki..."
Sırıttı Eylül. "Gözlerinizle yediniz öğretmen hanımı. Kendisi de utandı, kaçtı."
Daha fazla hayrete girdi Selim. "Ne?" diye şaşkınca fısıldarken marotana çıkmış kalbi ona cevabını vermişti çoktan.
İlk görüşte sevda olmaz, derdi kendi kendine. Hatta ilk başta kabullenememişti Bensu'ya karşı hissettiği duygularını ama tesadüf iş ya, zamanla kabul etti duygularını. Zaman, Bensu'ya karşı duygularını daha fazla arttırdı. Selim kendisini Bensu'ya deliler gibi sevdalı iken buldu.
Bensu, ilk başta sadece normal biri olarak görüyordu Selim'i. Hatta Selim'in duygularına kör olmuş, hiç görmemişti. Bu da Selim'in canını yakıyordu tabii ama sevdası için de katlanıyordu. Sevda sabır işiydi çünkü. Hemen şıp olacak bir şey değildi. Çok yorulmuştu Selim sevdasının yolunda ama sabır ona çok güzel hediye ile gelmişti. Sonunda Bensu, sevdasına karşılık vermeye başlamıştı.
Onların sevdası berrak su gibi tertemizdi. Birbirlerine bir kez bile kırıp dökmüşleri yoktu. Aralarına üçüncü kişi girmedi, girmesine asla izin vermediler. Selim ise aralarına hâlâ üçüncü kişinin girmesine izin vermiyordu.
Sevdasına bir sözü vardı. Ona, seni sonsuza denk seni seveceğim demişti. Öyle de oluyordu. Gönlünde bir tek Bensu vardı, ölesiye de o olacaktı.
Selim'in gözünden bir yaş aktı. Gözyaşları karısının ve kızlarının karşısında duramıyordu. "Onu senin gibi kaybedeceğim sandım. Öldüm öldüm dirildim. " Yutkundu. "İlk başta ben öğretmen olacağım, dediğinde ona bile izin vermedim." Küçük çocuk gibi omuz silkeledi. "Korku bir kere işledi artık içime. Ama Güneş benimle olan savaşını kazandı ve senin emanetine sahip çıktı. Öğretmen oldu."
Gözlerini mezar taşından kaçırırken sanki Bensu karşısında, öyle davranıyordu. "Kızma bana, olur mu? Sırf bir daha kayıp yaşamamak içindi bu çabalarım. Seni kızından ayırmak değildi."
"Bensu abla, eminim ki size kızgın değildir."
Bir anda arkasından gelen ses ile irkilmişti ama kimin olduğunu biliyordu. Her zamanki misafiriydi.
"Hoşgeldin, Cesur," dedi Selim bakışlarını karısının mezarından çekmeden.
"Hoşbulduk," dedi ve Selim'in yanına oturdum. Selim'e bakarken, "Bu sefer tek değilim," dedi. Arkasına işaret etti. "Babamda var yanımda."
Burukça gülümsedi. "Sen de hoşgeldin, Gazi Mehmet."
Mehmet, sakin adımlar atarak Selim'in karısının yanında olan diğer mezar taşının yanına gitti. Can dostunun, arkadaşının yanına. Kazım'ın mezarının yanına.
"Hoşbulduk," dedi sadece Mehmet. Konuşmayı pek sevmezdi.
Mehmet Alpay. Kazım Yıldırım ile aynı timde olan Teğmen Mehmet Alpay. Artık asker değil gaziydi. Mezar taşına oturmuş iken sol eline baktı. Serçe ve baş parmağını kaybetmişti.
Bakışlarını elinden çekti, ondan sonra ise Kazım'ın mezar taşına baktı. İçli bir nefes bıraktı. "20 yıl oldu," dedi. Koskocaman 20 sene. Onca anıların, gözyaşların, sevinçlerin arkasından 20 sene.
Mehmet, gazi olduktan sonra Kazım'ın ve Bensu'nun mezarını boş bırakmazdı. Çiçeklerin dahil solmasına izin vermezdi. Bensu ve Kazım öldüğü ilk yıllar, mezara ziyaret ederdi Mehmet. Selim ise fark etmiş, Mehmet ile yakın olmuşlardı. Gel zaman git zaman daha fazla yakın olmuşlar, birbirleri ile görüşmeye başlamıştı. Kızlar okulunu okumaya gittiği zaman Mehmet gazi olmuştu çoktan ve Hakkari'ye taşınmıştı. Selim'de rica etmiş, mezarların boş kalmamasını istemişti.
Böyle bir arkadaşlıkları vardı işte.
"Öyle," dedi Selim'de gözü Bensu'nun mezarından ayrılmazken. "Sevdamdan ayrı kaldığım koca 20 sene."
"Bensu abla ve Kazım amca yaşaydı, sizce şuan nerede olurduk?" diye aniden araya girdi Cesur. Esir tutulduğu yerde ilk başta tanımamıştı Güneş'i. Güneşin söylemesi ile tanımıştı. Daha sonra da onu orada içinden gelerek korumak için söz vermişti. Koruyamamıştı ama o esir hâli ile de elinden geldiğini yapmaya çalışmıştı.
Ona karşı içinde bir sıcaklık vardı. Anlam veremiyordu ama sadece Güneş'in yanında olmak ve onu korumak istiyordu. Belki de Bensu ablasının emaneti olduğu içindi bu koruma iç güdeysi. Bilemiyordu.
"Çok güzel olurduk," derken Selim, bu anı aslında gönülden istiyordu. Şimdi Bensu karşısında olsa, ben yaşıyorum dese... Çocuk gibi ağlar, sevdasına sığınırdı. Ne isterdi böyle olmasını Selim ama imkânsızdı.
Ölüler tekrardan dirilemezdi.
"Güneş'i büyütemedi belki de ama gerçekten de ona benziyor." Selim ve Mehmet'in bakışları Cesur'a döndü. Cesur onlara bakarken içinden geldiği gibi konuşuyordu. "Esir tutulduğum yerde o da vardı. Bahsetmiştim."
Biliyordu Selim. Cesur, Güneş'in Bensu ablasının kızı olduğunu öğrendiği an Selim abisine haber vermiş, her şeyi anlatmıştı. Güneş'i babası ile görüştüreceğini de söylemişti. Haberi vardı yani Selim'in.
"Orada o kadar cesurdu ki, hayran kalmamak imkan değildi. Aynı Bensu abla gibiydi. Onun gibi başı dik, onun gibi cesur..."
Cesur, Bensu ablasını çok iyi hatırlardı. Hafızası her şeyi silse de Kazım amcasını ve Bensu ablasını silmemişti. O anlar geldi aklına, tekrardan kanıya vardı. Bensu ve Güneş gerçekten birbirlerine benziyordu.
"Öyledir," dedi Selim bakışlarını tekrardan karısının mezarına çevirirken. "Bensu, Güneş'in büyümüş hâlini görmek isterdi." Dertli nefes bıraktı. "Kısmet değilmiş."
"İçin acıyor, değil mi?" dedi anında Mehmet, sessizliğini bozarak. "Benim de içim çok yanmıştı. Aynı senin gibi sevdama hâlâ sadığım ama bazen sadık olmak yetmiyor." Bakışlarını kaçırdı Mehmet. "Bazen yanında olduğunu, yaşadığını bilmek istersin ama şu mezar taşları da gerçeği suratına tokat gibi çarpar."
Mehmet bilirdi sevdiğin kişinin kaybının nasıl acı verdiğini. Karısını son çocuklarında kaybetmişti. Doğum sırasında karısı ölü bebek doğurmuş, ikisi de ölmüştü. 3 çocuğu vardı Mehmet'in, üçüde erkeki. Son bebekleri kızdı. Mehmet'in çocukluğunda hep bir kızı olsun istemişti. 3 kere baba olmuştu üçü de erkekti. İçinde bir burukluk kalmıştı ama bir kez bile olsa ah dememiş, çocuklarına hep sevgi ile bağlı kalmıştı.
Allah bir gün onun yüzüne gülmüş, çocukluğundan beri istediği kız çocuğunu nasip etmişti. O an dünyalara sığamamıştı Mehmet ama mutluluğu da kızı ve karısı ölene kadardı.
Bir kız çocuğu istedi, karısını ve kızını ayna anda kaybetti.
Onun kız çocuğu dileği, karısının son nefesini vermesine kefil olmuştu.
Kısmet işte. Alın yazında ne varsa onu yaşıyor, daha fazlasını ve ileriye gidemiyordun. Mehmet'in kaderinde kız çocuğuna sahip olmak yoktu.
Mehmet'in kaderinde ona mutluluk haramdı.
Karısını ve kızını aynı anda kaybettikten sonra hayata küsmüştü Mehmet. Ne hayata dönebildi ne de çocuklarının yüzüne gülebildi. Sadece kararmış ve acı çeken yüreği ile hayata tutundu bir şekilde. Yaşayan ölüydü.
Yaşayan ölü olur muydu? Bak Mehmet'in hâline. Yaşayan ölü insanın bir örneğiydi.
Yaşayan ölü demek, ruhunu mezara teslim etmek demekti. Ruhun mezara gitti, sen öldün. Ölülerden tek farkın, nefes almaktı. Nefes alıyorsun ama nefes almanın anlamı yok. Gözün açık her şeyi görüyorsun ama istediğin kişiyi göremiyorsun. Ruhunu aslında mezara teslim etmiştin ama sevdiğinin kişinin yanına teslim etmiştin. Mehmet'in ruhu, karısının mezarı ile aynı yerdi.
Karısı öldüğü an ruhu kendisinden gitmiş, karısı ile beraber ölmüştü.
Selim, Bensu öldüğü zaman en azından çocuklarına tutunmuş, onlarla beraber yaşamıştı. Evet, ilk başta ölmek istemişti ama karısının bıraktığı mektup sayesinde çocukları ile yaşam bulmuştu ama Mehmet onu da yapmamıştı. Karısı ve kızını ayna ana kaybetti, yaşama küstü. Aslında o hayata ve yaşama değil çocuklarına küsmüştü.
Çocukları hep onlardan sevgi besledi. Annemiz ve kız kardeşimiz gitti, en azından babamız var dediler. Ama Mehmet o kelimeleri acımasızca çiğnemiş, kendi karanlığında kendisini boğmuştu. Çocukları ayakta tutan Cesur'du. Cesur, çocukların arasından en büyükleriydi. Cesur erkek kardeşlerine hem anne hem baba hem de abi olmuştu. Kardeşleri şimdi ayakta ve yaşıyorsa Cesur sayesindeydi hep.
"Öyle," dedi Selim, sesi kederli çıkmaya devam ederken. "Kaderimizde bize aşk harammış demek ki," derken buruk bakışları Mehmet'i buldu. "Aynı kader, farklı işleyiş."
Kader el atmış, iki kişinin hayatından sevdiği kadını almıştı. Ama kader ya bu, işleyişi farklıydı işte. Bir gün bakardın acı çekiyorsundur. Kader ortaya el atar. Sen acıları aslında boş boşuna çekmiş olurdun.
En acı verende, çektiğin acıları boşu boşuna çekmektir.
"Akşam bize gelin," dedi bir anda Cesur. Bu duygusal ortamı bozmak ve dağıtmak istemişti. İçi fazlasıyla daralmış ve sıkılmıştı. Ve aklında da anlamsız şekilde Güneş vardı. Nedensizce Güneş'i görmek istiyordu. "Hem Güneş babamla tanışmayı çok istiyordu. Sizde bir araya gelmiş olursunuz."
Boğazını temizledi Murat. "Aynen öyle," dedi. Onunda aklına karısınım gelmesi ile kalbi sıkışmış ve acı vermişti. "Cesur hep bahsedip duruyordu. Senin kızla tanışma vakti geldi bence."
Selim hiç bir şey demez iken ayağa kalktı ve mezar taşına bir öpücük bıraktı. Toprağa doğru fısıldarken sadece orada kendisi ve Bensu varmış gibi davranıyordu. "Bir dahaki gelişimim de söz, beyaz güllerle geleceğim. Görüşürüz şimdi," derken bir kez daha öpmüştü mezar taşına.
Ayaklandığı gibi mezarlığın çıkışına doğru yürümeye başladı. Murat ve Cesur arkasında kalmış iken onlara seslendi. "Akşama sizin evde görüşürüz."
Karısına verdiği sözü tutacaktı. Selim Bensu'ya olan sözlerini hep tutardı. Tutmaya da devam ediyordu.
"Korkuyorum," diyordu Bensu. İçinde gerçekten de saf bir korku vardı. "Bir gün beni sevmeyi bırakacaksın diye korkuyorum."
"Korkma, kadınım,"diyordu bu sefer de Selim. Karısının belinden tuttuğu gibi kendisine çekip, bağrına bastı. Kafasını Bensu'nun saçlarına yaslayıp, defalarca iç çekiyordu. " Sen benim ilk ve son aşkımsın. Bu gönülde senden başkası olmayacak. Seni ömrümün sonuna kadar seveceğim. "
Kafasını kaldırıp altan altan kendisine bakan karısına içten gülümseme attı. "Sen bir kez içime işlendin, yüreğime kazındın. Seni ne kalbimden ne de hayatımdan atmaya niyetim var. Sadece sen. Sadece senin kalbin. Ben kalbimi bir kez sana emanet etmişim. Başka birine emanet edemem. Seninle kapandı yollarım."
Ve gerçekten de öyle olmuştu. Selim Bensu'ya ölene denk sevdalı, sevdalı kalmaya devam edecekti. Ölürken bile kalbinde Bensu olacak, kalbinde Bensu'yu yaşatacaktı.
***
Her meslek kutsaldır aslında. Güzel yanları da olur kötü yanları da. Tutunma sebebin olur bazen mesleğin. Ya da yaşama sebebin.
Benim yaşama sebebimdi mesleğim. Annemden kalan emanetti çünkü. Yarım kalmıştı annemin hayalleri, geleceği. Bizimle yaşayacağı uzun bir ömür varken, öğrencileri ile geçireceği çok güzel vakitleri varken ölüm onu alıp götürmüştü bizden. Sonsuz ve derin bir karanlığa çekilmiş, bizden uzak kalmıştı.
Şimdi ise ben onun yerine hayallerini gerçekleştiriyordum. Her mesleğin bir zorluğu vardır. Benimde yıldığım, pes ettiğim anlar oldu. O kadar çok yorulmuştum ki, artık bitti benim için dedim. 10 hafta oluyor görev yapalı, nasıl yoruldun diyeceksiniz. Haklısınız da. Ben öğretmenliği kazanmaya çalışırken yorulmuştum asıl. Babam öğretmen olmamı istememişti. Bu konu yüzünden hatta çok kez kavga etmiştik ama en sonunda bu savaşı ben kazanmıştım. Ama bu savaşın içinde de yıldığım, pes ettiğim anlar olmuştu. Tekrardan güçlendim annem için. Rüyalarıma girer, pes etme derdi bana. Bende bu sayede savaşı galibiyet ile bitirmiştim.
Şimdi ise annemin bana emanet ettiği mesleği onurum ve gururumla, en iyisi ile yapmaya çalışıyordum. Hiç bir çocuğu birbirlerinden ayırmıyor, ayrımcılık yapmıyordum. Koruyor, kolluyor, korkularının dinmesini sağlıyordum.
Alphan ve Efe'nin de şuan ki kavgadan korkmamalarını istiyordum. İki öğrencim ve iki veli. Pars Bey bana kalkan eli son da tutmuş ve o eli kırmıştı. Mecazen değil gerçek anlamda kırmıştı. O an ise Cenk Bey'den acılı bir çığlık çıkmıştı. "Ahh!"
Cenk Bey'in elinin kırılmasına zerre üzülmedim. Bunun gibi adamlar yüzünden kaç tane meslektaşım ölüme mahkum kalıyordu. Sonuna kadar hak etmişti. Korkum vardı ama kendim için ya da Cenk Bey için değildi. Çocuklar içindi. Onlar hep kavgadan uzak tutmuş, iyi bireyler olması için çabalıyordum ama babalarının kavga ettiklerini görmeleri, onların iletişimizi zedelerdi. Zaten bugün araları fazlasıyla bozulmuş, tatsız olaylar olmuştu. Bu kavgayı görmeleri, işi daha fazla bozardı.
Hemen arkama dönüp, çocukların az önce gitmesi istediğim banka baktım ama orada yoktular. "Öğretmen hanım," dedi bir anda Pars Bey, ben arkama dönük banka bakarken. Hemen bakışlarımı kendisine çektim. Gözleri Cenk Bey'in üzerinde, bana değdirmiyordu. "Çocukları buraya gelmeden önce gönderdim. Merak etmeyin."
Gözlerimi şaşkınca kırpıştırırken ne ara olduğunu düşündüm ama fazla düşünme yeri değildi. Dediğim gibi, her ne kadar Cenk Bey bunu hak etse bile benim yüzümden iki velinin aralarında kavga olmasını istemezdim. Boğazımı temizlerken, "Pars Bey," diye seslendim. "Kavga etmeye gerek yok. Lütfen sakin olun."
"Dinle şu öğretmeni ve bırak elimi," diye dişlerinin arasından tısladı Cenk Bey. Sesinden acı çektiği belli olurken yüzü kıpkırmızı olmuş patlayacak bomba gibiydi. Derin bir nefes verdi ama bu nefes, acısıyla karışıktı. "Bırak elimi."
Sakinlik vardı Pars Bey'in üzerinde. Garip bir sakinlik. Ne bağırıyor ne de sinirlendiğine dair bir şey belli ediyordu ama adamın elini bırakmaya da niyeti yoktu. "Bu iki oldu," dedi Pars Bey bozmadığı sakinliği ile. "Öğretmenlere gösterdiğin şiddet iki oldu." Kafasını Cenk Bey'e eğerken gözlerinde tehlikeli parıltılar vardı. Pars Bey tuttuğu eli biraz daha büktü, Cenk Bey inledi. "İlk zaman dedin ki, bir daha olmayacak. Ama görüyorum ki yine aynısınız."
"Sanane!" diye bağırdı bu sefer. Zar zor konuşuyordu acısından dolayı. Pars Bey'in elini biraz daha bükmesinden dolayı beli iki büklüm olmuş, eğilmişti ve yüzü kıpkırmızıydı. "Sorun benim ve öğretmen arasında!" derken yüzsüzlüğe devam ediyordu. "Sanane bundan, asker!"
"Sanane öyle mi?" Derin bir nefes verdi. "Peki, öyle olsun."
O an yine beklemediğim bir şey oldu. Pars Bey kafasını bir anda geriye çekip, çok güçlü bir şekilde kafa attı. Ağzımdan, "Hih!" çıkarken oldukça şaşkındım. Biraz da irkilmiştim.
"Lan yetmedi mi senin bu öğretmenlere şiddettin ha!" derken Cenk Bey'in yakasını tutup kendisine çekmişti. Cenk Bey, dişlerini çok kuvvetli sıkıp, ağzının içinde canının acısı ile inildemişti. Pars Bey biraz daha sarstı. "Sana duracaksın demiştim, Cenk Bey!" derken artık fazlasıyla sinirlendiğini görmüştüm. "Ama sen hâlâ inadına inat, yapmaya devam ediyorsun!"
Şaşkın ördek gibi izlerken hemen atağa geçip Pars Bey'in kolunu tuttum. Bakışları bana döndü. "Lütfen yapmayın artık. Kavga etmeye gerek yok."
Bana baktı, derin nefes alıp bakışlarını tekrardan Cenk Bey'e çevirdi. Yine atakta bulunacak iken daha fazla sıkı tuttum kolunu. "Lütfen."
Bakışları yine bana dönmüş iken gözlerini yumup açtı, Cenk Bey'i savururcasına itti. Anında Pars Bey'in karşısına geçip göğsünden hafif iterek geriye gitmesini sağladım. Kendi istediği için geriye gitmişti aslında. Yoksa bu adamı itemezdim.
"Özür dile," dedi Pars Bey, gözleri Cenk Bey'in üzerinde iken. Cenk Bey kırık olmayan elini burnuna atıp, akan kanı sildi. Dişlerini hâlâ sinirle sıkarken bana baktı. Sadece.
"Öküz gibi bak demedim sana. Kadından özür dile."
Cenk Bey ilk önce Pars Bey'e baktı, ondan sonra ise bana. Sinirden çene kasları belli olurken, "Özür dilerim," dedi dişlerinin arasından. İnadına inat hâlâ dişlerini sıkıyordu. Zorla özür dilediği belli oluyordu ama özür falan istemiyordum. Çocuklar şimdi gelecek diye ödüm kopuyordu
"Adam akıllı özür dile."
Yırtıcı hayvan gibi derin nefes alıp verirken Cenk Bey, öfkeli bakışları tekrardan bana döndü. "Özür dilerim," dedi tekrardan ama bu sefer biraz daha içtendi. İçten değil Pars Bey'in zorlaması ile olmuştu. Anlaşılıyordu.
"Şimdi s-" demişti ki bakışları bana kaydı, boğazını temizleyip cümlesine devam etti. "Severek evine git." Küfür edecekti ama kendisini sırf yanımda kadın var diye durdurmuştu. Anlamıştım.
Öfkeli bakışları Pars Bey'e dönerken ağzına gelen kanı yere tükürdü, "Görüşeceğiz," diye mırıldanıp arkasını döndüğü gibi gitti. Onun gitmesi ile rahatladığıma dair bir iç braktım. Çocuklar görecek diye gerçekten fazlasıyla korkmuştum.
"İyi misiniz?" dedi anında Pars Bey. Yönümü kendisine çevirdim. Dikkatle bana bakıyordu. Onaylar şekilde başımı salladım. "İyiyim Pars Bey ama kavga etmenize gerek yoktu."
"Vardı," dedi benim tam tersime. "Sizden önceki öğretmene de şiddette bulunmuştu. Öğretmenin okuldan gitme sebebi buydu. İlk başta uyardım ama dinlemedi. Siz beni durdurmasanız, daha devam ederdi."
Kavga esnasında söylemişti ama tam fazla anlayamamıştım. Önceki öğretmenin gitmesine hem de şiddet yüzünden gitmesine sebep olduğunu bilmiyordum. Kavga esnasında da tam hakim olamamış, dinleyememiştim. Pars Bey'e o kadar hak verdim ki... Gönül isterdi ki daha fazla dayak yesin. Ama Cenk Bey'in içeride unuttuğu bir oğlu vardı. O görseydi ne olurdu diye düşünmeden saygısızlık yapmış, öncesinde de yapmışı. Susmuş, kavgayı ayırmıştım çünkü içeride iki tane masum çocuk vardı.
Sırf onların iyiliği içindi.
"Ben de sırf çocuklar ve sizin başınız belaya girmesin diye durdurdum."
"Anladım zaten," derken dikkatle bana baktı. "Ben gelmeden önce size zararı oldu mu peki? İsterseniz hemen buradan şikayeçi olmaya gidebiliriz."
Başımı olumsuz anlamda salladım.
"Yok, yok zararı olmadı." dedim. Bir kaç dakika geç gelse, belki de çoktan şiddete maruz kalmış olacaktım ama kendisi son zamanda gelmiş ve kurtarmıştı.
İkinci kez hemde.
"Teşekkür ederim," dedim. "İkinci kez kurtardınız beni." İlk teröristlerin elinden kurtarmıştı ikinci kez ise bir velinin elinden şiddeti. Kaderin cilvesi miydi bu yaşananlar tesadüf mü? Bilemezdim.
"Rica ederim, görevim bu benim ne de olsa."Eli ise bu sefer az önce çocukları gönderdiğim bankı gösterdi. "Alphan ve Efe ile ilgili konuşacaktık."
Ah! Tamamen aklımdan çıkmış. "Konuşalım," dedim sakince ve eli ile gösterdiği banka doğru yürümeye başladım. O da arkamdan geliyordu.
Banka oturduğum sıra Pars Bey'de yanıma gelmiş ve oturmuştu. "Nuray abla kavgadan falan bahsetti. Nedir tam olarak?"
Kafamı çevirip "Efe,"diyerek elalarımı yeşilleriyle buluşturup başladım söze. "Alphan ile annesizliği yüzünden dalga geçti ve..." derken yutkundum. Dil bu, her şeyi söylerdi ama şimdi düğüm olmuş, ben susacağım diye bağırıyordu. "Sizin dağlarda öleceğinizi söyledi."
Bu söylediklerim ile irisleri şaşkınlıkla genişlemiş, öylece bana bakıyordu. "Gerçekten de oldu mu böyle bir şey?" İnanamıyordu böyle bir şeyin olmasına. Kendi oğlu açısından baktığında çok can yakan bir şey olduğunu biliyordu. Oğlunu düzeltmek isterken de okula böyle bir şeye uğraması...
İnsan yara da alırdı, yara ile de ölürdü. Alphan yara aldı, yarası derinlere indi. Derinlerdeki yara, iyileşmesi zaman alırdı. Yara kolay kolay geçen bir şey değildi.
Yarası annesiydi. Annesizlik duygusu onda ölümüne kadar geçmeyecek bir yara oldu. Dilin acımasızlığı ile yara derinleşti, Alphan daha fazla acı çekti.
Yara can yakardı, canı öldürürdü.
"Maalesef," dedim utançla. Benim de suçum vardı. Efe'yi son anda susturup o kelimeleri söylememesini sağlayabilirdim ama yapamamıştım. "Benim hatam. Efe'yi son dakika susturup, Alphan'ın canını yakmasına izin vermezdim."
Derin bir soluk bırakırken -sinirle- gözlerini yumdu. Ellerini fark ettiğimde iki yanında yumruk olmuştu. Hazmedemedi kendisi de. Ben bile hazmedememiştim, babası olarak o nasıl hazmedebilir ki?
Kurşun, bir dildi. Dil konuştu, yüreğe kurşun saplandı.
Karşımızdaki 6 yaşında bir çocuk olsa da o, bugün o kurşun ile daha fazla yaralandı.
Hissettim. Hem de en derinimde hissettim. Derinimde olan yaramda hissettim. Annesizliğin oluşturduğu yaramda hissettim. Alphan'ın canının yanışını, kendi yaralarımda hissettim.
Tarifi olmayan, edebiyatın kelimelerle yetmediği derin ve sonsuz acı.
Zorla konuştu. "Sizin suçunuz yok ama..." derken ne diyeceğini bilemiyormuş gibiydi. "Ben onu çocuk olması için çabalarken..." Sustu yine dil, kelimeler çıkamadı ağızdan.
"Var," dedim onun tam tersine. Vardı, hem de çok vardı. "Efe'yi susturmak yerine sırf aralarında haksızlık yapmayım diye sustum. Efe'nin o kelimeleri söylemesine izin verdim."
"Bakın," dedi o da bu sefer. "Siz zaten yapmanız gerekeni yapmışsınız. Kendinizi suçlamanız, bir şeyi değiştirmeyecek. Ben şimdi," derken yüzünü avuçlayıp sıvazladı. "Oğlumu nasıl ikna edeceğim? Benim çırpınışlarım sırf onun için iken şimdi bu duydukları yüzünden elim kolum bağlanmış durumda."
"Anlıyorum." Anlıyordum çünkü aynı yara aynı derinlik bende de vardı. "Alphan size bağlı bir çocuk. İzin günleriniz de onunla ilgilendiğinizi de biliyorum ama bu süreçte en çok size ihtiyacı olacak."
Ben her ne kadar onu iyileştirmeye çalışsam da asıl iş Pars Bey'de bitiyordu. Ben sadece öğretmeniydim ama Pars Bey her şeyiydi.
"Biliyorum. Sizin için de çok zor olacak. Ben elimden geleni onun için yapıyorum ve her daim yapmaya hazırım ama benden bitmiyor." Kaşlarım hüzünle büküldü. "Siz onun ailesiniz. Her şey sizde bitiyor."
"Bende biliyorum," diye fısıldadı. "Her şey benim elimde bitiyor."
"Hiç annesi hakkında konuştunuz mu?"
Bana bakıp başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır," dedi. "Hep bu konulardan kaçtım. Bir şey diyemedim ona."
"O zaman konuşun onunla. Anlatın her şeyi, onun anlayacağı bir şekilde."
Onunla konuşması Alphan için en iyisi olacaktı. Ben konuşmuştum ama dedim ya, ben sadece öğretmeniyim diye. Bu sene varsam diğer sene yokum. Diğer sene olsam ondan sonraki sene yokum... Her türlü hayatında olmayacağım Alphan'ın. Sadece öğretmeni olarak kalacağım ama Pars Bey her şeyi kalacak, her şeyi olacaktı. Pars Bey hem ona annelik hem de babalık yaparken Pars Bey'in konuşması Alphan'ın üzeride daha fazla etkili olacaktı. Babasıydı ne de olsa. Annesiydi.
"Deneyeceğim," dedi. "Deneyeceğim ama ya daha fazla kötüye giderse?"
"O zaman bir çocuk psikoloğundan yardım alabilirsiniz."
Alphan'ın durumu daha fazla kötüye giderse psikolog yardımı çok iyi geleceğini düşünüyorum. En azından daha fazla yardımcı olur, daha fazla katkı sağlardı.
"O aklımda hep vardı aslında ama Alphan etkilenir, ondan kötü olur diye götürmemiştim."
"Şimdi götürmeyin zaten." Şimdi götürmemesi daha iyiydi çünkü diğer çocuklar gibi o da annesini istiyordu. Her çocuğun istediği bir şeydir aslında bu. Ailesi ile beraber yaşamak, beraber olmak. Eksikliğini hissediyordu Alphan ve bu davranışları, ağlayışları ve babası için bu kadar olgun davranması normaldi
"Alphan yerinde başka bir çocuk olsa, o da bu duyguları hissederdi. Siz sadece onun yanında olup, sevginizi daima gösterin. Ancak size tepki vermez ve durumu daha fazla kötüye giderse psikologdan yardım alın. "
"Anladım," derken bakışları bu sefer gelen çocuklara kaymıştı. Çocuklar geliyor diye konuyu kapatmıştık. Zaten ben diyeceklerimi demiştim. Gerisi baba oğulda kalıyordu. Alphan koşa koşa gelirken Efe'nin suratı düşüktü.
"Baba!" diye bağırıp Pars Bey'in kucağına atladı Alphan. Mutluydu, ya da babasını çaktırmamaya çalışıyordu. Her ne kadar konuştuklarımızdan sonra çocuklaşmaya başlasa bile olgunluğundan bir şey kaybetmiyordu.
"Babam," diye Pars Bey'de sımsıkı sarılıp, saçlarına öpücük bıraktı. Aralarındaki bağ o kadar güçlü ve kuvvetliydi ki, Alphan her türlü şanslıydı.
Bakışlarım Efe'ye kaydı. Gözleri dolu dolu etrafa bakıyordu. En son bende durdu. "Babam..." diyebildi sadece. "Nerede?"
Sesli bir şekilde nefes verdim. "Baban gitti canım," derken kollarımı açıp, kucağıma gelmesi için alan açtım. "Gel bakalım sen benim kucağıma." Pars Bey ve onun kucağında olan Alphan, hiç ses çıkarmadan bizi izliyordu.
Efe beni dinleyerek kucağıma çıktı. Ellerimin birini beline koyarak düşmesin diye destek oldum. Efe bana gözleri dolu dolu bakarken, "Beni niye beklemedi ki..." diye çaresizce fısıldadı. "İlk kez gelmişti hemde."
Onun böyle masum bir şekilde çaresizce fısıldaması ile içim acıya acıya burkulurken, "Efe," dedim. "Babanla aran nasıl canım?"
"Bilmem ki," diye masumca fısıldadı. Burada tek madur sadece Alphan değil Efe'de öyleydi. Bunu çok iyi fark etmiştim. "Diğer babalar gibi davranmıyor bana ama beni çok sevdiğini, değer verdiğini söylüyor. Bu aramızın iyi olduğunu gösteriyor, değil mi?"
Yan gözle Pars Bey'e baktığımda o da aynı anda bana bakmıştı. Ne olduğunu hatta Efe'nin neden böyle davrandığını ikimizde çok iyi anlamıştık. Efe, baba konusunda Alphan'ı kıskanmış ve can sıkan sözler söylemişti.
Cenk Bey oğlunu sevdiğini söylüyordu ama bugün yaşananlardan sonra anladık ki, sevme ve değer verme şekli yanlıştı. Hem de çok.
"Peki, baban her istediğini yapıyor mu?" Sorusunu cevaplayamamıştım çünkü ona yalan söyleyememiştim. Dilim el vermedi. "Evde beraber olduğunuzda baba oğul neler yaparsınız mesela?"
"Babam evde olduğunda benimle ilgilenmezki. Genellikle hep işi olur. Bir şey yapmak istediğimde hep işim var diyip beni tersler ama onunn yerine annem benimle ilgilenir. Babamdan istediklerimi hep annem yapar," dedi. "Her istediğimi de anneme para verip yapıyor. Ben alamam, sen al diyip yapıyor."
En yanlış sevgi göstergesiydi işte bu. Çocukların her istediğini almak bizleri ebeveyn yapmazdı maalesef. Cenk Bey oğlunun her dediğini eksitmeden kendi yapmasada yapıyor ama yüzüne doğru düzgün bakmıyordu. Baba eksikliğini hep annesi sayesinde unutuyordu ama Efe, o kadar masum bir çocuk ki, babasının her istediğini almasına sevgi zannediyordu.
Cenk Bey'in buraya gelir gelmez şiddet eğilimde bulunmasından bile anlamalıydım aslında. İlk gördüğümde üzerinde bir sinir vardı. Bunu çocuğu için endişelenmesine yormuştum ama öyle değildi işte. Buraya geldiğinde eğer ki oğlunu düşünüyor olsaydı, şuan Efe yanımda olmazdı. Cenk Bey'in gururu Pars Bey tarafından öyle bir ezildi ki, kendisi o an sadece gördüğü şiddeti ve yere düşen gururunu düşündü. Yediremedi kendisine hem Pars Bey'den şiddet görmeyi hem de zorla özür dilemeyi. Varsa yoksa bu adamda, ya gurur ya da işti. İş gözünü öyle bir kör etmiş ki, kendi çocuğuna yabancı olmuştu.
Annesi olmasa Efe'nin durumunu düşünemiyordum bile. Babası ona doğru düzgün sevgi göstermezken, her istediğimi alıyor diye onu sevgi zannediyorken annesi ona gerçek bir sevgi ile yaklaşıyordu. Ama Efe'nin istediği babasıydı. Benimle hiç bir şey yapmıyor, demişti az önce. Baba ve oğulları gördükçe imreniyor ve yanlış hatalar yapıyordu Efe. Bugün ki durum mesela. Alphan'ın hayatında sadece babası olduğu için hep babasından bahseder, babası ile yaptıklarını tatlı tatlı anlatırdı. Efe'de daha fazla dayanamamış ve kıskandı ki, o da annesinden bahseder baba yoksulluğunu gizlemeye çalışmıştı. Alphan hiç annesinden bahsetmez sadece babasından bahsederdi Efe ise, hep annesinden bahseder babasını dile bile almazdı.
İkisinin de yaraları aynıydı. İkisinin de bir ebeveyni vardı diğeri yaşadıkları halde yoktu. Her ne kadar Cenk Bey oğlunun yanıda olsa da, aslında yoktu. Efe babasının varlığını göremiyordu bile.
O, her istediğinin alınmasını sevgi zannedecek kadar masum biriydi.
Efe'yi de bugün yaralayan Alphan'ın babası ile düğüne gelecek ve onunla ilgilencek olmasıydı. Babası ile vakit geçirmiyorken başka insanların babaları ile vakit geçirmeleri Efe'nin canını yakmış ve yanlış hatalar yapmasına sebep olmuştu. Bu durum tabii ki de Efe'nin yaptıklarına haklı çıkarmıyordu ama babasından yanlış sevgi görmesi onun suçu değildi. Buradaki tek suçlu hatta bugün yaşanan olayların tek sorumlusu Cenk Bey'di.
Para ile kendi çocuğuna babalık yaptığının zannederek bugün ki olayların yaşanmasına sebep olmuştu.
Baba, 4 mevsim gölge veren dev bir çınar ağacıdır, derler. Pars Bey'e bakarken çınar ağacını görebiliyordum. Kendisi güneşte yanıyordu ama oğlunun yanmaması için her yerden dallarını, yapraklarını sarkıtıp oğlunu koruyordu. Gölgesinde oğlunun rahat olması için her şeyini feda ediyordu. Oğlu için kökünden bile kurur, ölürdü.
Ama Cenk Bey, oğluna çınar ağacı olmayı değil zararlı sarmaşık olmayı seçmişti. Zararlı gövdelerini oğluna sarıp, kendi çevresine çekiyordu. Sarmaşıklarını oğlunu korumak için değil kendi çıkarları için kullanıyordu. Oğlunu kendi çevresine çekerek onu koruduğunu zannediyordu ama asıl dışarıda bırakmış, kalbinde baba eksikliğini oluşturuyordu.
Efe'ye cevap vermedim. Vermek istemedim. Bir şey diyemedim. Dilim susup kaldı. Alphan'a baktım. O sadece babasının göğsüne sinmiş, uyukluyordu. Pars Bey ise bakışları ile Efe'yi rahatsız etmemek için oğluna çevirmiş, uyuklayan oğlu ile ilgileniyordu. O an ise Pars Bey, tam oğlunun saçını öpecek iken bu sefer kendisine dolu dolu bakan Efe'yi görmüş, oğlunu öpememişti.
Utanmıştı. Efe'nin baba sevgisini görmediğini anladığı için onun yanında oğlunu öpmeye utanmıştı.
Efe'nin bakışları hâlâ Alphan ve Pars Bey'de gezerken Efe'nin çenesini hafif tutup, bana bakmasını sağladım. "Efe'cim,"dedim şevkatle. " Bugün seninle vakit geçirelim ister misin?"
Benden bunu beklemediği için şaşırıp kalmış, siyah gözlerini kırpıştırıp durmuştu. "Ne?" dedi şaşkınlıkla. "Senle ben mi?"
Gülümseyerek onayladım. "Evet."
Hevesle gözleri parıldar iken tam ağzımı cevap açmış cevap verecek iken aklına ne geldiyse yüzü bir anda düşmüştü. Neden düştüğünü anlam veremez iken o beni cevapladı. "Babam izin vermez. İzin vermiyor dışarıda dolaşmamı."
Tam cevap verecek iken, "Kim demiş izin vermiyor diye," dedi Pars Bey. Bakışlarımız aynı anda Efe ile Pars Bey'e döndü. "Ben senin için izin aldım, merak etme yakışıklı." Bakışları bir kaç saniye bana dönmüş ama geri Efe'ye çevirmişti. Şuan tüm odağı Efe'ydi. "Öğretmenin ile istediğin gibi gezebilirsin. "
Efe yine şaşkın moduna girerken, "Gerçekten mi?" dedi. "İzin verdi mi?"
"Evet. Ben senin için izin aldım."
"Çok teşekkür ederim!" diye anında sevinçle şakıdı. Sonra hevesle bana dönüp, "Bizim eve gidip üzerimi değiştirelim madem. Sonra da gidelim, olur mu?"
Gülümsedim. En azından az önceki sahneyi unutturmasını sağlamıştım. "Olur tabii ki de yakışıklı."
Yine bakışları Pars Bey'e dönerken çekingen bir şekilde Alphan'a baktı. Pars Bey'e bu sefer çekingendi. "Özür dilerim," dedi bu sefer kısık sesi ile. Alphan'ı üzdüğü için özür diliyordu. "Alphan'ı ağlatmak istemezdim ama oldu." Kafasını utançla eğdi. "Özür dilerim."
Pars Bey kucağında oğlu ile benim yanıma biraz daha yaklaştı ve kucağımda duran Efe'nin üzerine eğildi. Oğlunu sımsıkı tutan elininin birini çekti ve Efe'nin saçlarına atıp okşadı. Efe'ye içten gülümserken, "Utanma benden," dedi. "Yapmışsın bir hata ama bunun için sana kızgın değilim. Benden değil Alphan'dan özür dile." Bir kez daha okşadı saçlarını. "Alphan ile barışırsan hiç bir sorun kalmaz."
"Barışır mı ki benimle?"
"Barışır tabii," derken bu sefer bakıları bana dönmüştü. Yüzünde hâlâ gülümsemesi varken bu gülümseme Efe'nin rahatlaması ve kendisini kötü hissetmemesi içindi. Başlarımız biraz yakındı. Az önce Efe'ye yaklaşmak için bana yakınlaşmıştı.
Yeşillerini benim elalarımdan ayırmaz iken, "Barışmasanız bile çok iyi bir öğretmeniz var," dedi. Kalbim anında sımsıcak oldu, tekledi. Çok güzel söylemişti. Öyle söylemesi ile gözlerimiz birbirinden ayrılmaz iken gülümsedim. "O sizi iyi kalbi ile barıştırır."
Çok iyi bir adamdı. Çok iyi bir babaydı. Ve gözümün içine baka baka söyledikleri, nefes alış verişlerimi hızlandırmıştı. Yüreğimin içindeki kuş, heyecanla kanat çırpıyordu.
"Evet, öyle." dedi Efe, az önceki atmosferden beni kurtararak. Bakışlarımı zar zor ayırdım ve Efe'ye döndüm. Gülümsüyordu. "Çok güzel öğretmenimiz var."
Saçını öperken, "Sende çok iyi öğrencimsin," dedim ve hâlâ üzerimde olan az önceki olayın heyecanı ile Efe'yi kucağımdan indirip ayağa kalktım. Elim ayağım birbirine gitmişti resmen. Pars Bey'de sakince banktan kalkarken dikkatliydi. Alphan kucağında uyuyup kalmıştı.
"Bugün olan olaylar için tekrardan teşekkür ederim," dedim. Az önceki olayın heyecanı vardı hâlâ içimde. Anlam veremedim heyecanıma ama çaktırmadım.
"Teşekkür etmenize gerek yok. Görevimdi ve," derken dikkatle bakmaya devam ediyordu. "Söylediklerimde samimiydim. Gerçekten de çok iyi bir öğretmensiniz. İyi ki çocukların böyle bir öğretmenleri var."
Karnım kasıldı bir an. Böyle bir tatlı tatlı kasılmaydı. Sanki içimde bir şeyler uçuşuyordu. Sakin ol, sakin ol, sakin ol.
Yüzümden gülümsemem hiç eksilmez iken, "Bu da benim görevim," dedim. "Sizin yaptığınız gibi bende görevimi yapıyorum."
Samimi bir bakış attı. Sonra da gözleri ilk oğluna sonra da Efe'ye kaydı. Efe'ye yerinde kıpır kıpırdı. "Sizi daha fazla tutmayım," dedi ve bir adım yaklaştı. "İyi eğlenceler size. Cenk bende."
Biliyordum. Cenk Bey'in izin konusunda halledeceğini biliyordum. "Sizi de iyi günler," dedim.
Başı ile onaylayıp arkasını döndüğü gibi okul çıkışından arabasına gitti. Arka koltuğa dikkatle oğlunu yerleştirir iken arka kapıyı kapattı ve sürücü koltuğuna binip okuldan uzaklaşıp gitti.
Yanımdaki Efe'ye döndü. "İlk eve gidiyoruz o zaman." Annesi ile de konuşmuş olurdum hem. Kadıncağızın haberi olurdu. "Evet!" dedi sevinçle de Efe.
Efe'nin elini sımsıkı tutarken kendi arabama doğru adımlamaya başladım ama kapıdan bana gelen kişi ile duraksadım.
Karışımdan gelen kişi Cesur'du.
Ve Cesur'un burada ne işi vardı?
.
13.bölüm hemen geliyor.
Koşun koşunn
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |