13. Bölüm

13.Bölüm

Elifnur
senfoniyazar

Evett. Söz verdiğimiz gibi hemen 12.bölümün arkasından geldik.

İnstagram: Senfoni_yazar.

Tiktok: Senfoniyazar.

Lütfen ama lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin. Yorumlarınızı görmek ciddi manada morel veriyor.

İyi okumalar!

Pars'ın Anlatımı ile:

"İhanet, sırtına bıçak saplanması demek."

"İhanet, gökyüzünün mavi rengini terk edip gecenin boğucu karanlığında boğulmak demek."

Telefonda karşı tarafı dinlerken aklıma geldi bu alıntılar. Sevdiğim bir yazara aitti. Görür görmez de beynime kazınmıştı.

Son satırdaki alıntıya da çok hak verdim. Gökyüzünün maviyi terk edip siyaha boyanması. Gökyüzünün maviye ihaneti...

Gökyüzünün asıl rengi mavidir. Mavi renkten başka renk yakışmaz ona. Gökyüzü maviye yakışır, mavi de gökyüzüne. Asıl sevdası mavidir gökyüzünün ama bilmez. Fazla renk değiştirir.

Pembe, sarı...

Ve karanlık.

En nefret edilen, en dibe çeken siyah renk. İhaneti, kötülüğü süsleyen boğucu renk.

Siyah renge bağlılık kötülüğün simgesi değildir aslında ama gökyüzü, siyaha bulandığı an maviye kötülük yapar işte.

Gökyüzü siyahı sahiplendiğinde maviye ihanet eder.

Siyahın anlamı insandan insana değişirdi ama benim için nefret, ihanetti.

Adını ağzıma dahil almak istemediğim kadının ihanetiydi siyah. Özge'ye karşı beslediğim nefretti siyah. Kara duygularımın sahibi siyah.

"Bana bak!" derken sesim oldukça sert ve öfkeli çıkıyordu. Oğlum ile ilgilenmek isterken bu bela çıkmıştı başıma. "Yok sana Alphan falan. Unut onu!"

Telefondaki kadın yani Özge, hıçkırarak ağlamaya devam etti. O sırada burnunu çekme sesini duydum. "Bana bunu yapamazsın, Pars," derken sesi oldukça ağlamaklı geliyordu. "Alphan'ı görmek benim de hakkım."

Sert bir soluk bıraktım. Bu kadın benim sabrımı sınıyordu bugün. "Hakkın öyle mi?"

Bir saat önce Güneş Öğretmenin yanından ayrılmış, eve gelmiştim. Bu aralar saha görevi yoktu. O yüzden hep oğlum ile ilgileniyordum. İzin günlerimi bir tek oğlumla geçirirdim.

Nuray abla beni ilk aradığı zaman, tim ile beraber dışarıda vakit geçiriyorduk. Oğlum okulda diye diğer ailem olan timle vakit geçiriyordum.

Bana göre aile demek Ateş demekti.

Aile demek oğlum demekti.

Çocuklarla vakit geçirirken Nuray abla aramış, Alphan'ın okulda ağladığını ve Güneş Öğretmenin okula çağırdığını söylemişti. O an oğlum için telaşa kapılsam da sakin kaldım. Panik hiç bir zaman iyi olan bir şey değildi. İçim oğlum için telaş dolsa da varmıştım bir şekilde okula.

Güneş Öğretmen. Çocukların en büyük şanslarıydı aslında. İlk mücadelesini teröristlerin elinde kurtarırken görmüştüm. Çok asabi ama güçlü biriydi. Başını eğdirmeyen, hep dik tutan biriydi. Annesi için ya da dedesi için, bilmem. Ama onlar için ayakta kaldığını söylerken kendisinin ne kadar güçlü olduğunun farkında bile değildi.

Asabi, soğuk kanlı, düşük surat birisi değildim. Hiç bir zaman da olmadım, askerliğim hariç.

İnsanlar, rütbesi en yüksek olan askerlerin hep suratsız, soğuk ve umursamaz kişiliğe sahip olduklarını zannederler ya da öyle olduklarını bilirler. Yüzbaşıydım, yüzüm gülerdi. İnsanlar da şaşırırdı tabii. Asker olmak ciddilik isterdi çünkü.

Bu nasıl yüzbaşı, dediklerini duyuyordum mesela. Görevde iken tabii ki de ciddiyetimi korurdum. Askeriyede de öyleydim. Eğer ortada eğlence varsa sıcak kanlı biri olurdum ama sıra eğitimde olursa o zaman benden kaçacak delik ararlardı.

İş ile sosyal hayatı birbirinden ayırıyordum yani. Her rütbesi yüksek olan askerin suratsız, soğuk biri olacak diye bir şey yoktu. Bu klişeye sahip biri değildim. Aksine, karşımdaki insana hemen uyum sağlar, sıcak kanlı biri olurdum.

Güneş öğretmen ile de böyle bir yakınlığım olmuştu aslında. Normalde başka biri banane der geçerdi Güneş öğretmenin durumu için ama benim dikkatsizliğim yüzünden yaralanmış bir kadına öyle çekip gitmek içimden gelmemişti. Bir yük binmişti sırtıma, vicdanımı sızım sızım sızlatan. Öküz oturmuştu resmen. Hastanede yanında kalmış, gözlerini açasıya kadar başında beklemiştim.

Sonra ise beni terörist zannedip, kök söktürmüştü bana. Kafasından darbe aldığını bilmiyordum mesela. O zaman hak verdim beni tanıyamamışını.

Oğlumu okuldan almaya ve öğretmeni ile konuşmaya gittiğim zaman ise gerçektende onu beklemiyordum. Oğlumun öğretmeni, daha bir kaç hafta önce teröristlerin elinden kurtardığım kadındı. Hastaneden başında durduğum kadındı. Hiç ama hiç beklemiyordum.

Karşılaştıkça da aslında onun ne kadar iyi bir öğretmen olduğunu anlamıştım. Kısa bir süre belki de ama karşımdaki kişiyi tanımama engel değildi.

Çocuklarım gerçekten en büyük şanslarıydı Güneş Öğretmen. Çocukların ilk öğretmenlerinde pek yüzlerinin güldükleri söylenemezdi. Güneş öğretmen onlara ilaç gibi gelmişti.

Benim ise sadece umursadığım oğlumdu. Oğlum mutlu olsun yeter ama telefonda adını ağzıma dahil almak istemediğim kadın, resmen Alphan'ın mutluluğunu bozacağım diyordu.

"Sen oğlumu doğurduktan sonra terk ederek o hakkını kaybettin!" İçim sinir ile doluydu. Hâlâ yüzsüz gibi benimle konuşup, sanki bir şey olmamış gibi davranması... Sinirimi çok alt üst ediyordu. Sesine dahil katlanamıyordum.

"Yapma." dedi. Sesi kısıktı. Sesi çaresiz çıkıyordu. Üzülmedim. İçim acımadı. "Zorunda kaldım. Gerçekten de zorunda kaldım ve mecburdum."

Her seferinde aynı şeydi. Bir şeye mecbur kalmıştı ama ne! Hiç bir zaman ne olduğunu söylemiyordu. Sadece zorunda kaldığını söylüyordu. İnanmıyordum ona. İnanmıyordum yılan dilinden akan yalanlara. Neye bu kadar zorunda kalmış olabilir de insan oğlunu doğurduktan sonra terk edebilirdi?

Beni terk etmesi zerre umurumda değildi. Tek derdim oğlumdu. Annesini tanıyamayan, annesi ile tanışamayan ve anne yarası olan çocuğumda.

"Söyle o zaman kadın!" Sesim daha fazla yükselirken aynı anda da düşürmeye çalışıyordum. Murat'ın evindeydik. Alphan Murat abisi ile vakit geçirmek istediğini söyleyince Güneş öğretmenin istediği konuşma akşama evde kalmıştı. Alphan duymasın diye di çabam. "Hangi sebep yüzünden oğlunu terk ettin! Neden ona bu acıyı yaşattın!"

Hıçkırdı. Nefesinin kesildiğine dair sesler duydum. Yine umursamadım. Ona karşı olan nefretim, her şeyine kör ediyordu. Ben onun sesini duymak değil, yüzünü dahil görmek istemiyordum. "Söyleyemem... "

Burnumdan sinirle güldüm. Başıma ağrılar saplanmaya başlamıştı bile. Bir elimi başıma götürüp hafif ovalama yaparken diğer yandan o kadın ile konuşmaya devam ettim. "O zaman Alphan'da yok."

"Polis ile geleceğim," dedi aniden. Baş ağrım daha fazla arttı. Sinirim ise tüm bedenimi ele geçirdi. Bu kadın şimdi yüzsüz gibi beni mi tehdit ediyordu ben mi yanlış anlıyordum.

"Sen..." derken öfkeden sesim çıkmamıştı. "Terk ettiğin oğlunu şimdi yüzsüz gibi polislerle alacağını falan mı söylüyorsun."

"Hayır!" derken sesindeki ağlama, devam ediyordu. Burnunu çekti. "Alphan senin yanında kalacak. Bu kadar da kötü değilim. Sadece görüştürmemeye devam edersen ben polis zoru ile oğlumu göreceğim."

O benim hayatımda gökyüzünü aydınlatan renk olmak yerine siyah olmayı seçmişti. İhaneti seçen, bıçakları acımadan sırta sağlayan biri olmayı seçmişti.

Ona, oğlumun hamileliğinde hayatımda olması için bir kere şans vermiştim. Benim hayatımda aşka yer yoktu. Olamazdı da. Gönlümde sadece oğlum ve vatanım vardı. Özge'yi de dahil etmek istedim. Çok uğraştım ama kalbim izin vermedi.

Kalbim, sahibini bekliyordu aslında. Asıl kişiyi bekliyordu.

Özge. Sadece tek bir an boşluğuma gelen bir hataydı. Hem de en büyük hata. Ama bu hata da, hayatımın en güzel mucizesini sunmuştu. Alphan'ı...

"Gel bakalım," diye öfke ile soludum. Öfke tüm uvuzlarımı ele geçirmiş durumdaydı. "Sonuçlarını da gör!" derken telefonu kapatmış, yanda duran koltuğa savurup atmıştım.

Anne...

Bu dünyanın en değerli kelimesinden biriydi belki de. Anne demek canının yarısı demekti. Annen yoksa sen de yoktun. Hiçtin.

Benim anneden yana şansım gülmüştü yüzüme. Yanımdaydı. Verdiği değerini hissediyordum. Yaşıyordu. Benimle nefes alıyordu. Her daim yanımdaydı.

Oğlum içinde annesi yanında olsun istedim. O da annesinin yanında olduğunu bilsin, yaşadığını ve nefes aldığını bilsin istedim.

Yaşıyordu. Nefes alıyordu.

Ama ölüydü.

İnsan yaşarken ölü olur muydu? Olurdu. İnsanın gözüne nefret boyandığı an, kötü lekeler gibi çıkmazdı. Sen her ne kadar temizlemek istersen iste, o leke orada kalmaya devam edecekti. Hiç bir kuvvet, o lekeyi silmeye yardım etmeyecekti.

Özge'ye karşı hissettiğim nefrette öyleydi. Oğlum için denedim sadece. Oğlumu terk etmesine rağmen sırf oğlum için affetmeyi denedim. Gözüme boyanan ona karşı nefreti silmeyi denedim. Ama olmadı. Özge benim için hayatımda çıkmayan kirli lekeydi.

Kendisi kirli leke. Ben ne kadar temizlersem temizleyim çıkmıyordu. Üzerine, dokunduğu yeri kirlettiği gibi bizi de kirletiyordu.

Sadece kötü lekeydi Özge. Siyahtı. Nefretti. Öfkeydi.

Odanın içinde volta atmaya başlamış iken Güneş Öğretmenin kelimeleri zihnimde kuş gibi cıvıldamaya başladı. Annesini anlatın ona, demişti.

Anlatmak istiyordum sadece. Ama anlatmakla kalmıyor tanıştıracaktım da. Kahretsin böyle bir işi!

"Komutanım, iyi misin?" diye bir ses geldi dibimden. Gelen ses ile kendime geldim. Murat gelmişti. Derin bir soluk bırakıp onaylar şekilde baş salladım. "Evet."

"Öyle görünmüyorsunuz ama."

"Olabiilir." Şuan içimde hâlâ dizginliğini koruyan öfkem ile konuşmak içimden bile gelmiyordu. Murat daha fazla üstlenirse öfkemi ona patlatabilirim. Hoş, alışık ne de olsa ama yine de istemiyordum.

Yan bir bakış attım ona. "Alphan nerede?" Üstlememesi gerektiğini anlamış ve sessiz olmuştu. İyi de yapmıştı.

O an Murat'ın cevap vermesine gerek kalmadı. Alphan, başka odadan benim olduğum odaya sevinç çığlıkları ile koşa koşa gelmişti. "Buradayım baba!"

Onu görünce yüzümde hafif bir gülümseme oldu. Evlat can demek. Evlat diğer yarın demek. Evlat demek hayat demek. Aslında evlat, her şey demekti. Tüm hayatımı oğluma adamış oğlum için yaşıyordum.

Asker bir adamdım. Bugün varsan yarın yoktum. Canım vatanıma armağan. Vatanım için tüm kanımı dökmeye hazırdım. Yüreğimde tutunan vatan aşkı için ölür, öldürürdüm. Gözümü kırpmadan, düşünmeden, tereddüte inmeden. Ne yapılacak varsa, daima yapmaya hazırdım. Yeter ki vatanım ayakta kalsın. Yeter ki vatanım var olsun.

Ama oğlum için de yaşardım, öldürürdüm. Hayatımda bana tutunan tek dalım için bin ölür bin yaşardım.

Ben Yüzbaşı Pars Erdinç. Vatanı için ölmeye oğlu için yaşamaya hazır adam.

Ben, oğlum içinde vatanım için de öldürmeyi, ölmeyi ve yaşamayı göz alan askerdim. En önemlisi babaydım.

Sorumluluğum büyüktü. Özge, Alphan'ı terk ettiğinde daha çok küçüktü. Kara'nın annesi Nuray abla sayesinde büyütebildim Alphan'ı. Geceleri ağlarken, anne sütü isterken hissettiğim o çaresizliği hayatımda ikinci kez yaşamıştım.

Çaresizlik ölüm demekti. Çaresizlik cehennem ateşinde cayır cayır yanmak demekti. Çaresizlik dibinde boğulmak demekti.

Yaşadım da. Alphan, anne sütü için kendinden geçercesine ağlarken öldüm de, cehennem ateşinde yandım da, denizin dibinde boğuldum da.

Oğlum sadece bir süt için içi çıkarcasına ağlarken, benim çaresizce oğlumu hazır sütlerle susturmak zorunda kalmıştım...

"Baba..." derken masum masum baktı bana. Daha sonra kollarını havaya kaldırıp, beklenti içinde bana baktı. Onun için yüzümden eksilmeyen gülümseme ile eğilip kucağıma aldım. Kucağıma gelmek istemişti. Ellerini anında boynuma atıp cıvıl cıvıl konuşmaya devam etti. "Hani, yarın Eliz'in teyzesinin düğünü var ya..."

Evet. O düğün yarındı. Alphan'a geçenlerde söz vermiştim. İçim acıya acıya. Seninle geleceğim, demiştim. Sözümü tutamamaktan korkmuştum. Ama şans benden yana güldü. Yarın görev yoktu. Bu yüzden onunla düğüne gidebilcektim.

"Evet."

"Eee, şey..." Ne söyleyecekse fazla çekiniyordu. Yanağına sesli bir şekilde öptüm. "Benden ne istersen iste, çekinme oğlum. Söyle rahatça."

Gözleri anında ışıklarla doldu. Ben karanlıktım. O da ışık. Benim hayatımı aydınlatıyordu. "Eliz'le dans edeceğiz ama benim takım elbisem yok. Eliz gelinlik giyecekmiş benim de damat olmam gerek!"

Kıkırdadım ister istemez onun bu hallerine. Nadiren gülerdim böyle. O da nadiren dediğim hep oğlumun yanında oluyordu.

Demek bizim paşa damat olacaktı. O kadar heyecanla anlatıyordu ki, hevesi gözlerinden taşıp çıkıyordu.

Sevindim. Onun bu hallerine fazlasıyla sevindim. Sonunda oğlum, çocuk olmayı başarabilmişti.

Fazla olgundu. Hem de çok fazla. Onun olgun olması her ne kadar beni memnun etse de bir yandan kırıyordu. Kırıyordu çünkü sevincini bile benimle paylaşamıyordu. Seviniyordu, sırf ben üzülürüm diye içine atıyordu. O sevindiği an, dünyalar benim oluyordu aslında. Haberi yoktu.

Düşünün. Canından çok sevdiğin çocuğunuz var. Hayatınızda tutunan tek dalının çocuğunuz. Sırf sen üzüleceksin diye sevinmiyor bile. Normal çocuklar gibi çocuk olmuyor, bir birey oluyor. Daha altı yaşında hemde. Nasıl sevindirsin bu durum bizi, sizi?

Saha görevine çıktığım zamanlar en azından arkamdan ağlamıyor, diye olgunluğu memnun ediyordu beni. Ama artık ciddi mana da canımı sıkmaya başladı çünkü oğlum çocuk olmayı kesmişti. Hem de altı yaşında!

Güneş öğretmen çok güzel nasihatlar vermişti bana. Elimden geldiği kadarı ile Güneş Öğretmenin dediği gibi oğlumla vakit geçiriyor, onunla çocuk oluyordum. Alphan, ona karşı sergilediğim çocukça hâllerden sonra o da benim hâllerime uyup, çocuk olmayı biliyordu.

Çocuğun ilk örnek aldığı kişi annesi ve babası olur. Annesi yoktu ama Alphan'a hem anne hem baba olmuştum. Çekmediğim zorluk kalmamıştı ama bir kez olsun ah demedim, isyan etmedim. Sonuç ise tertemiz bir çocuk yetiştirmiştim. O tertemiz çocuk, güzel kalbi ile beni her zaman düşünür olmuştu. Dağlarda ölümle burun buruna olan babası için, bir kez bile aramamış, beni darlayıp durmamıştı.

Şimdi de ben onun için birey olmaktan vazgeçip çocuk oluyordum. Ben onun yanında çocuk olayım ki o da çocuk olsun. Tek istediğim onun mutluluğuydu.

"Damat mı?" dedi bir anda yanı başımızda duran Murat. Onun da yüzü gülümsüyordu. Yakınıma gelip kucağımda olan Alphan'ın saçlarını karıştırıp okşadı. "Damat olmak için sence yaşın küçük değil mi, Alphan bey?"

Omuz silkeledi. "Banane." derken çok masumdu. "Eliz gelinlik giyorsa benim de damatlık giymem lazım! Dans edeceğim ben onunla."

Yine yanağından sesli bir şekilde öptüm. "Oğlum damat olmak istiyorsa damat yaparım bende onu."

"Aslan babam benim be!" diyip boynumda olan kollarını daha sıkı sarmıştı Alphan. Saçına derince bir buse bıraktım. O sırada gözlerim Murat'a kaydı. Gözleri ışıldayarak bakıyordu.

"Çok güzel baba oldunuz..."

Murat'a gözlerim ile teşekkür ederken Alphan'a Özge'yi anlatmayı sonraya bırakmıştım.

Şuan sevincini kursağında bırakmak istemiyordum. Düğün bir geçsin, anlatacaktım.

Alphan nasıl bir tepki verir, bilmiyordum....

Güneş'in anlatımdan:

"Cesur?" derken oldukça şaşkındım. Yanımda elimi tutan Efe, elimi daha sıkı tutmuştu bir an. Anladım ki, Cesur'u tanımadığı için korkmuş ve gerilmişti.

Efe'ye döndüm hemen. "Gerilme tatlım. O abi yabancı değil." Efe, söylediklerim ile rahatlamış ve elimi sıkmayı bırakmıştı ama tutmayı devam ediyordu. Hatta öyle bir tutuyordu ki, gitmemden korkuyor gibiydi.

Cesur, tam önüme geldiğinde ilk başta ne diyeceğini bilememiş gibi elini atıp ensesini kaşıdı ardından ise aniden gülümseyip, "Merhaba,"dedi. Derken de biraz fazla zorlanmıştı.

"Merhaba," derken de benim sesim şaşkın çıkıyordu. "Senin ne işin var burada?"

Gülümsemesi yüzünden hiç eksilmez iken, "Akşam için," dedi.

Akşam için?

"Yüz ifaden sorularını yansıtıyor." Düşüncelerimi okumuş gibiydi. "Babanla babam. Mezarlıkta birbirlerini gördüler de. Akşam bizim evde hep beraber buluşacağız. Babam seninle tanışmak istiyor. O yüzden."

Daha ne kadar şok olabilirim diye kendime soruyordum, daha fazlası olamazdı. Cesur'un bizi tanıdığını biliyordum ama babamın onları tanıdığını bilmiyordum.

"Biz gezmeye gitmeyecek miyiz yani?" Küskün bir ses çıkınca yanı başımda, hemen sesin sahibine döndüm. Efe'ydi. Büyük bir ihtimal ile onunla gezmeyeceğimi düşünmüştü. "Hayır," derken bakışlarım Efe'deydi. "Tabii ki de seninle gezeceğiz bugün. İptal eder miyim hiç?"

"Ama abi öyle demiyor."

Cesur biraz daha yaklaşarak Efe'nin önünde diz çöktü. Efe'nin minik ellerini tutarken, "Ben Cesur," dedi. "Eğer öğretmenin ile gezme planın varsa bozmam, delikanlı. Merak etme," derken bakışları bu sefer bana kaydı. "Size eşlik bile ederim hatta."

Kaşlarım çatılırken kendisine sorgular biçimde baktım. Ne işi vardı ki bizim yanımızda? "Çatma hemen kaşlarını. Benim işim yok. Beraber geçeriz diye dedim."

Efe'ye hitaben, "İster misin?" diye sordum. Eğer o istemezse Cesur'un gelmesine gerek yoktu. Bugün Efe ile vakit geçireceğim için gün bugün Efe'nindi. O her ne isterse olacaktı.

Efe ilk önce bana baktı. Ardından ise kendisine şefkat ile bakan Cesur'a. Omuz silkeledi. "Olur, gelsin."

Cesur yavaşça çöktüğü yerden ayaklandı ve bana karşı hiç suratından eksik etmediği gülümsemesini yüzüne koydu. "Küçük beyden de izin aldığımıza göre, gidebiliriz."

Onaylar şekilde başımı salladım ve önden Cesur ilerlerken, bizde arkasından gitmeye başladık.

Oldukça lüks bir arabanın yanı başına gelince, "Vay be," diye hayranlıkla konuştu Efe. Ona baktığımda gerçekten ağzından sular akıyordu. Arabaya hayran kalmıştı. "Bu senin mi?"

"Tabii aslanım. Zor oldu alması ama aldık bir şekilde." Arabanın arka kapısını açtı ve eli ile içeriye göstererek, "Binin," dedi. Sesi nazik ve kibar çıkmıştı. Hâl ve hareketleri gibi.

Dediğini uyduk ve Efe ile arka arabaya bindik. Biz koltuklara oturasıya kadar da Cesur, kapının önünden çekilmemişti. Oturur oturmaz kapıyı kapatmış ve kendisi hemen sürücü koltuğuna geçmişti.

Arabayı çalıştırıp yola koyulmaya başladığı an radyodan bir şarkı açmıştı. Dikiz aynasından kendisine baktığımda o da bana bakıyordu. Boğazını temizledi, öksürdü. "Yol boyunca sıkılmayın diye."

Gözlerimi ondan çektim. "İlk önce Efe'nin evine gideceğiz." Dediğine bir cevap vermemiştim. "Adresi vereyim ben sana." Çocukların ev adreslerinin hepsi ezberimdeydi. Bir aksilik çıkarsa, çocukların başına bir şey gelir diye hep ezberlemiştim. İşi de yarıyordu.

"Tamam," demiş ve dikiz aynasından benim üzerimde olan bakışlarını çekip yola bakmaya başlamıştı. Ben de o sıra adresi vermiş, şarkıya odaklanmıştım.

Deva değil derd'oldum

Gül değil diken oldum

Canan iken el oldum

 

Yok bana bu cihanda bir yar

Bana bu cihanda bir yar

Bana bu cihanda yoktur aman

İnsan deva olmak isterken dert olur muydu?

Gül olmak isterken karşındaki insana zarar verip diken olur muydu?

Can iken, canan iken, sevilir iken; el kızı olur muydu?

Her insanın bir yuvası vardır sadece. Diğer insanların yuvaları, kişiye haram olur. Yasak olur. Ceza olur. Gözyaşı olur.

Ama bazen de yuva, asıl kişi olmasına rağmen bize deprem olmayı seçer. Bizi yıkan, bizi enkaz eden....

Hayatta asıl kişiyi bulmak, asıl yuvayı bulmak zordur.

Mesele, asıl yuvayı bulmak değil asıl yuvayı sahip çıkmaktaydı.

Bir kızın kırık kalbini anlatıyordu sanki şarkı. Bir kızın göz yaşları ile yazılmış gibiydi. Bir kızın ağıtlarıydı sanki. Yakarıyordu. Kalpteki çektiği ızdırabını anlatıyordu.

Kız sevmiş, el olmuş. Kız deva demiş dertler yığdırmış. Oluşturduğu dertlere gül olup güzelleştirmek istemiş, dikenleri çıkmış.

Aslında kız sevmiş erkek ona zarar vermişti. Ama her zararın arkasında da kız çıkmış.

Çünkü kız, erkeği severek en büyük zararı kendisine vermişti.

Şarkı çalmaya devam etti. Kızın gözyaşları kalbime ilmek ilmek iliklendi. Bu bir şarkı değil bu bir yakarıştı. Yakarıyordu, yalvarıyordu, can çekişiyordu.

Ben sadece sevdim, dedi kız. Sadece sevmek.

Sadece sevmek ise, kendimize yapılan en büyük kötülüktü.

Gezdim tozdum saz ile

Derdim dedim gam ile

Dinlemedin sen bile

 

Yok bana bu cihanda bir ses

Bana bu cihanda bir ses

Bana bu cihanda yoktur aman

 

Yok bana bu cihanda bir yer

Bana bu cihanda bir yer

Bana bu cihanda yoktur aman

Gez, toz, tüm dünyalar senin altında olsun. Her insanla tanış, her insanla iyi ol. Yine de gönlün sadece bir kişiyi arar.

Koca ülkeye sığamıyorsun. Sana her yok. Çektiğin öyle bir ızdırap ki, seni yurtsuz bırakıyor. Evsiz bırakıyor. Her şeyini yok ediyor. Sevmek; aynı zamanda her şeyin varken her şeyinin yok olması demek.

Zordur. İnsanın sesi olmamayışı zordur. Seni dinlemeyen birinin olması zordur. Senin hayatında derdine derman olmak yerine bıçak saplayan birinin olması zordur.

Şarkı son kez çaldı. Kız son kez göz yaşlarını döktü. Son kez ah dedi. Son kez ağıt yaktı. Son kez yakardı.

Bu bir şarkı değil. Bu karşılıksız sevdanın peşinden sürüklenmiş bir kızın ağıtlarıydı.

***

"Efe'cim!" diye koşan Efe'nin arkasından seslendim. "Dikkat et lütfen! Koşma!"

Efe'nin hevesle beklediği gezme planı sonunda gerçekleşmişti. Lunapark sözü vermiştim ona. İlk lunaparka gelmiştik. Sonraki durak neresi olur, bilmiyordum. Efe nereye isterse oraya gidecektik.

"Tamam öğretmenim!" diyerek koşuşu hafifletti ve çarpışan arabalara geçti. Oradan bir arabaya otururken görevli emniyet kemerini takmış, güvenliğinden emin olmuştu. Bende köşeye geçtim, kollarımı göğsümde bağlayıp arkamda duran direğe yaslandım.

Efe'nin annesi. Sezin Hanım. Yanına gitmiş her şeyi anlatmıştım. Efe'nin ne yaptığını, neler dediğini, neler yaşandığını... Her şeyi...

O da farkındaydı. Kocasının oğlunu yanlış sevdiğinin farkındaydı ama elinden bir şey gelmiyordu. Yapamıyordu belki de. Bilemiyordum. O kadının o evde ne yaşadığını bilmiyordum.

Cenk Bey, şiddet yanlısı bir adam gibi duruyordu. Bizlere karşı yani. Ama ailesine karşı öyle değildi. Bunu anlamıştım. Sadece yanlış seviyordu. Para ile sevgi olur zannediyordu ama para, sadece bir kağıt parçasıydı.

Kağıt parçası ile sevgi verdiğini zannettiği kadar sevgisiz kalmıştı aslında Cenk Bey. Kendi yaşadıklarını da oğluna yaşıtıyordu. Aynısını.

Efe'yi Cenk Bey gibi birine dönmemesi için elimden geleni yapacaktım. Öğretmeni olduğum süreç, iyi bir çocuk yapacaktım. Öyleydi zaten. Sadece Cenk Bey gibi birine dönmemesini sağlayacaktım.

"Çok iyi bir çocuk"

Arkamdan gelmişti Cesur. Bakışlarım ona döndü. Onaylar şekilde baş salladım. "Öyle."

Tam yanıma geldiği an, "Neden soğusun," dedi. Bu soruyu beklemiyordum. Soğuk mu yapıyordum? "Geldiğim andan beri soğuksun bana."

"Değilim." dedim. "Farkında bile değilim." Gerçekten de öyleydi. Farkında bile değildim. "Öyle mi gözüküyorum dışarıdan."

"Yanii."

Efe'ye dalmıştım. "Benden mi şüphe ediyorsun?"

Kollarımı çözüp kendisine yönümü ona çevirdim. "Hayır." Kendisinden şüphe etmiyordum ki. "Senden şüphe ettiğim yok sadece... Bazı şeyler çok hızlı yaşanıyor. O kadar."

"Hayat hızlı mı gidiyor diyorsun yani?"

"Öyle." Dudak büzdüm. "Sen mesela. Sence bu aralar fazla çıkmadın mı karşıma?"

Öyleydi. İlk önce esir tutulduğum yer sonra mezarlık şimdi de okulda... Tesadüf işi mi cidden?

Belki de bu tereddüt yüzünden ona karşı fark etmeden soğuk olmuştum. Bilmiyordum. Kaçırıldığım günden beri beni kabuslar terk etmediği gibi bir de hiç kimseye güvenmiyordum. Her başımı yastığa gömdüğüm an, o adamlar geliyordu gözümün önüne. Bana yaptıkları geliyordu.

Şimdi de hiç kimseye güvenmiyordum. O gün Cesur'u gördükten sonra Cesur'un her yerde karşıma çıkması da korkutmuyor değildi. Şüphe değildi. Ama her yerde karşıma çıkarken de başka bir nedeni var, değil mi?

"Yanlış anlayacağından adım kadar emindim." Bana doğru biraz yaklaşınca bedenim put gibi kesildi. "Niyetim asla kötü değil. Sadece Bensu abladan kalan son emaneti sahip çıkmaya çalışıyorum..."

"Annem ne alaka?" derken sesim titremişti. Annemden bahsetmek kalbimi incetiyordu. Acıdan, gözyaşıdan, mutsuzluktan. "Annem..."

Ellerini omuzlarıma koydu. Destek verircesine sıktı. "Bensu abla benim çocukluğumu bilir. Onunla çok vakit geçirmişliğim var." Gözleri buğulu buğulu olurken sanki o anıları hatırlamış gibiydi. "Çok severdim... Bensu ablayı... O yüzden yanındayım..."

Yutkundum. Sadece ağır ağır yutkundum. Dudaklarım ağlar gibi bükülürken, "Çok mu vakit geçirdiniz?" diye sordum. Göğüs kafesimdeki kuş çırpınmaya başladı bir an. Kendisini hatırlatıyordu. Ben buradayım, diyordu. Varlığın varlığım, diyordu. Sen yaşarsan bende yaşıyorum.

Annemle ne kadar vakit geçirmişlerdi? Annem çok sevmişmiydi onu?

"Senin kadar değil tabii." Suratında buruk bir gülümseme vardı. "Seni daha çok sevdi. Kızısın ya..."

Gözümden bir yaş aktı sadece. O da elini uzatıp göz yaşımı sildi nazikçe. Yüzündeki buruk gülümseme bozulmazken, "Ağlamak sana yakışmıyor." dedi.

Annem de öyle söylerdi. Ağlamak sana yakışmıyor, güzelim, derdi. Nazikçe severdi beni. İncitmeye korkardı. Elinin tersi, canımı yakacak diye çok korkardı.

Annem benim göğüs kafesimdeki yaralı kuşumdu. Ben onu içimde yaşatmaya devam ediyordum. Adından her ne kadar bahsettiğimizde de, göğüs kafesimdeki kuş hareketlenir bana kendisini hatırlatırdı. Bazen acı veren bir şekilde bazen mutlulukla. Ama illa ki annem, kendisini bir şekilde bana hatırlatırdı.

Annemi hiç unutmamıştım ki zaten...

O an Efe yanınıza koşa koşa geldi. Hemen bir kaç adım geriye attım ve elim ile gözyaşımı sildim. Kuruladım gözlerimi. Kendimi toparlayıp Efe'ye döndüm. Efe'nin beni böyle görüp, eğlendiği gün canını sıkmak istemezdim. Gün, bugün ona aitti. "Başka hangi oyuncağa binmek istersin bakalım?"

Düşünür gibi yapıp, "Tren!" dedi. Ona elimi uzatıp tren oyuncağının yanına giderken Cesur'da arkamızdan geliyordu. Anlamadığım bir şey vardı bu adamda. Çok yakın davranıyordu. Emanet olduğum içindi belki de, bilemiyordum ama yine de bir şey vardı. Hissediyordum.

Tren'in yanına geldiğimizde yine Tren'i Efe'yi yerleştirdik. Efe sevinçle binerken bende onu izliyodum. En azından güzel vakit geçiriyordu. Cesur'da her zamanki gibi yanımda yerini almıştı.

Telefon sesi yükseldi aramızda. Dikkatle dinlediğimde bende geldiğini fark ettim. Telefonu çantamdan alırken kimin aradığına baktım.

Babam arıyordu.

Hemen açtım. "Efendim, baba?"

"Kızım. Akşam bir yere davetliyiz. Onun için haber verdim de."

Güldüm. "Sen haberi vermeden haber benim ayaklarıma geldi, baba."

O an Cesur'un bana baktığını hissettim ama bakmadım. Babamla konuşmaya devam ettim.

"Nasıl?"

"Cesur," dedim, Cesur'un beni dinlemesini umursamadan. "O geldi yanıma. Söyledi."

Babam biraz duraksadıktan sonra, "Şuan yanında mı peki?" diye mırıldandı.

"Evet."

Sinirle homurdanışını duydum. "Ne işi varsa artık, hemen yanında bitmiş."

Az önce dağılan hâlim babam sayesinde düzelmişti. Ağzımdan ufak kıkırtı çıkarken, "Oy babam," dedim. "Sen beni mi kıskandın ya."

"Şımarma," derken o da eğleniyordu. "Neyse, akşama geç kalma. Görüşürüz."

"Görüşürüz."

Telefonu kapatıp cebime attığım an Cesur lafa başlamıştı. "Baban mı?"

"Evet." O an trenin duracağını gördüm. Efe şimdi gelirdi yanımıza. Bundan sonra başka bir oyuncağa binecekti. Biliyordum.

O an yine dediğim gibi olmuştu. Efe anında trenden indiği gibi bana şirince sırıtıp, "Dönme dolap?" diye sordu.

Eli yolumda gösterdim. "Yol sizindir derim."

***

Elimi kapının ziline atıp çaldım. Zil çaldıktan sonra hemen elimi çektim. Yerimde kıpır kıpır iken dedem ile aynı timde olan adamla tanışacağım için heyecanlıydım.

"Sakin ol, kızım." dedi babam benim kıpır kıpır hâlimi izlerken. "Sakinim."

O an kapıyı Cesur açtı. Üzerinde mavi bir t-shirt altında ise kot siyah pantolon vardı. Saçları ise dağınıktı. Bizi görünce gülümsedi. "Hoşgeldiniz."

Saatler boyu Efe, ben ve Cesur vakit geçirmiştik. Eğlencenin dibini vurmuştuk resmen. Hele ki Efe, o daha mutlu olmuştu. Yapmadığımız eğlenceli aktiviteler kalmamıştı. Günün sonunda ise Cesur, ilk önce Efe'yi eve bırakmıştı. Efe ilk başta Cesur'dan çekinip korksa da, sonradan alışmıştı. Hatta her seferinde yanına Cesur'u çağırmıştı.

Daha sonra ise Cesur'dan beni eve bırakmasını istemiştim. Eve girmiş, sıcak bir duş almış kendime gelmiştim. Daha rahat kıyafetler giyerek de babamla beraber şimdi buraya gelmiştik.

Eli ile içeriye işaret etti. "Geçin."

Sakin adımlar ile içeriye girdiğimiz an, sıcaklık yüzümüze çarptı. Bu beni huzurlu hissettirmişti.

Cesur bize yön verirken yemek salonuna geldiğimizi fark ettik. Masanın ucunda bir adam oturuyordu. Ela gözlü, siyah ve yaşından dolayı gerek beyazlamış saçları, hafif kırışık yüzlü bir adam vardı.

Bu o adamdı. Elini gördüğüm an fark etmiştim. Gazi olma sebebi...

Bizi görünce hemen ayağa kalktı. İlk babam ile tokalaştı. "Hoş geldin, Selim."

Babam gülümsedi. "Hoşbulduk."

O adam sonra ise bana döndü. Yüzünde gülümseme varken elini bana uzattı. "Hoşgeldin, Güneş. Sonunda tanışabildik seninle."

En samimi hâlimle gülümsedim bende. Uzattığı eline elimi uzatıp selamlaşırken, "Hoşbulduk," dedim. "Sonunda dediğiniz gibi tanışabildik."

Biz masalarda ki sandalyelere kurulduğumuzda herkes yerlerine oturmuş durumdaydı. "Bu arada adınızı söylemediniz."

Cesur'un babası, "Ah," dedi mahcubiyetle. "Ben seni tanıyorum ama sen beni tanımıyorsun ayıp ettim." Ela gözleri ışıl ışıldı. "Mehmet adım. Mehmet Alpay."

"Tanıştığıma memnun oldum, Gazi Mehmet."

"Bende memnun oldum, Güneş."

Yemeklerimiz servis edilirken, "Bu arada gelir gelmez sizi masaya çektim. Kusura bakmayın ama açsınız, bekletmeyim diye yaptım."

"Öyle şey olur mu?" dedi anında babam. "Ellerinize sağlık her şey için."

"Afiyet olsun," derken Mehmet Bey'in ela gözlerinin bakışları benim üzerime kaymıştı. "Kardeşin nerede?"

Karsu'dan bahsediyordu. Canım kardeşim... Uzun zamandır aramıyordum kendisine. Alınmıştır kesin. Yarın arasam iyi olacaktı. Şimdi arayamazdım çünkü kesin yan gelip yatıyordur. Keyfini bozabilirdim. "Okuyor hâlâ," dedim. "Tıp." Kendisi sormadan hemen cevaplamak istedim.

"Ne güzel." Cesur'a yan bir bakış atıp yine döndü bana ela gözler. "Bizim büyük oğlan boksör, ikinci büyük oğlanda Teğmen oldu. Üçüncü ressam, dördüncüsü ise polis olma yolunda."

"Ressam olan arada kaynamış sanki."

O an Cesur'un ağzından bir kıkırtı kaçmıştı. Cidden öyleydi ama. Evdeki 4 erkeğin mesleği tehlike barındırıyor iken o arada çok masum kalmıştı.

"Öyle oldu gibi." Yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmadı. Aynı Cesur gibi. "Seni onlarla da tanıştırmak isterim bir gün. Selim'le tanışıyorlar ama seni tanımıyorlar."

"Memnuniyet duyarım," dedim anında.

Yemeklerimizi yerken yemek odasında çıkan tek ses çatal bıçak sesleriydi. Çok sessiz bir şekilde yemeğimizi yiyorduk.

"Başka bir isteğiniz var mı? Varsa hemen getirelim." Nazik ve kibar şekilde sormuştu Cesur.

"Gerek yok. Ellerinize sağlık tekrardan," demişti babam da karşılık olarak.

Devam ederken Mehmet Bey'in bakışları benim üzerimdeydi. Sanki bir şey demek istiyorda diyemiyor gibiydi. "Söyleyin," dedim anında pat diye.

Anlamadığı için ilk başta kaşları çatıldı. "Neyi?" derken sorgular bir şekilde yüz ifadesi vardı.

Ağzımdaki son lokmayı da yutarken tabakların yanına duran peçeteden ağzımı sildim. İşim biterken de Mehmet Bey'e çektim elalarımı. "Bir şey söylemek istiyorsunuz ama söylemiyorsunuz. Ondan bahsediyorum. Söyleyin."

Yerinde rahatsızca kıpırdanırken boğazını temizledi. "Sana bir şey vermem gerek."

Bana ne verebilir ki?

"Emanet," diye tamamladı sözlerini. "Dedenin sana bıraktığı bir emanet..."

O an benim için dünya durdu belki de. Yerimde put gibi kesilirken öylece Mehmet Bey'e bakıyordum. Dedemden bana kalan hatıra varmış. Ben yıllardır dedemden bana bir şey kalmadı diye ağlardım üstüne üstün.

Dedemin sevgi sözcükleri yankılanıyor kulaklarımda. Bir uğultu gibi. Hayır, hatırlatma gibi.

"Dedesinin gülü."

"Deden çok mu seviyormuş seni."

O beni çok sevmiş mi bilemezdim ama ben çok sevdim. Hem de çok. Annemin kaybına alışamadığım gibi onun yokluğu ile baş etmek de zordu. Her yerde dedemi arardım. Dedem gelse de bakkala gitsek, derdim. Dedem gelse de, bu korkunç yeri annemle beraber güzelleştirse derdim. Ama onlar tamamen gitmiş, ben bi habermişim...

"Ne?" dedim. Titrek ve hatıraları hatırlamam yüzünden acı kokmuştu sesim. "Ne emaneti?"

"Kayıt." Ağır ağır yutkundu. Etrafı bir sis bulutu boyadı. "Sana bir video bıraktı."

Ne ara masadan kalmış, ne ara bilgisayarın başına geçip videoyu izlemeye koyulmuştum, hatırlamıyorum bile. Mehmet Bey'in ağzından çıkar çıkmaz yüreğim ağzıma gelmişti resmen. Korkudan değil, hatıraların gün yüzüne çıkmasındandı. Tek odaklandığım o video ve o videoyu izlemekti.

Yıllardır dedemden kalma bir hatıra arardım. En ufak bir şeye bile kabulümdü. Yeter ki dedemin hatırası benimle olsun isterdim ama bulamazdım. Bulamamıştım. Şimdi tam ayağıma gelmiş iken, kaçıramazdım.

Dedemin hatıraları ile yüzleşmem gerekiyordu.

"Sakin ol," dedi yanımdaki babam. Elini koluma atıp sıvazladı. "Sen güçlü bir kızsın."

"Çok güçlü müymüş benim, güzel kızım..." Annemin sesi yankılandı kulaklarımda. Güç verdi bana. Deva verdi. "Sen hayatımda gördüğüm en güçlü kızsın, anneciğim."

Derin bir nefes bıraktım. Gözlerimi kapatıp hazır olmayı bekledim. O an yine annemin sözleri kulağımda çınladı. "Her ne olursa olsun, ayakta ol. Güçlü ol. Güçsüz olanı ezerler, yıkarlar. Senin ezilmeni istemiyorum, Güneş. Yıkma beni..."

Yıkılan ben olacaktım ama asıl yıkılan annem olacaktı. Can çekişen ben olurdum ama annem de can çekişirdi. Hatırlattım kendime. Vurdum yüzüme her şeyi. Sen güçlüysen, anne de güçlü, Güneş. Sen ayaktaysan, anne de ayakta, Güneş. Her ne kadar farklı dünyalarda yaşasak ta...

Güçsüz olanı ezerler. Güçlü ol.

Güçsüz olanı ezerler, ayakta ol.

Güçsüz olanı ezerler, dimdik ol.

O sırada ise omuzlarımda bir baskı hissettim. KiminGüçsüz olduğunu anlamıştım. Cesur'du. O da destek verircesine sıkıyordu omuzlarımı. Gözlerimi açtım, titreyen ellerim ile videoyu başlattım.

Kadrajda dedem vardı. Sadece kendisini çekiyordu.

Merhaba, dedi ilk başta. Titremem daha fazla arttı. Sesini hiç unutmamıştım ama yıllar sonra capcanlı duymak, içime kıymık batar gibi battı.

"Eğer torunum, sen bu videoyu izliyorsan ben çoktan şehit olmuşumdur. Belki bir kör kurşuna gittim belki de bir bombaya..."

"Annemi de götürdün dede...." Ağzımdan bir hıçkırık kaçarken acılarımın yağmurları, gözlerimden fırlamaya başlamıştı. Daha videonun ilk başındaydık ama ben çoktan bitmiştim. Annemden bahsetmem ile de babamın yanında bedenin kasıldığını hissettim. "Annemle beraber bir bombaya kurban gittiniz, dede..."

Dedem konuşmaya devam etti.

"Sen ilk geldiğinde yanımızda, daha 3 yaşındaydın. Gözlerinde parıltı olmak yerine acılar vardı. Daha o yaşında senin gözlerinin içine korku doldurmuşlardı, dedem."

Korkuyordum, gözlerimde korku doluydu çünkü yurtta acımadılar bizi. Sevmediler. Mutluluk yerine acıyı verdiler bize. O yaşta sadece bana değil, onca çocuğa acılara mahkum ettiler.

"Zor oldu..." İfadesinde bir buruk gülümseme vardı. "Seni iyileştirmek, gözlerine parıltılar eklemek zordu. Ama başardın. Sen her ne kadar acılara mahkum kalmış bir bebek olsan da, bize alıştın. İyileştin."

Gözüm yaşlı babama döndüm. "Sizin sayenizde," diyebildim sadece. Ağlamaktan fazla konuşamıyordum. "Sizin sayenizde." Babam, saçıma eğilerek bir öpücük bıraktığında yanımda olduğunu bir kez daha söylemişti aslında.

"Kızım, torunum. Canım, göz bebeğim. İlk geldiğinde canını yakarım diye çok korkmuştum." Bu sefer yüz ifadesinde acıların emaresi vardı. "Yaralarla doluydun, her yerin yara bere içindeydi." Dedem, gözünden akan bir yaşı sildi. "Seni bu sefer ben incitirim diye korktum. Ulan ufacık bir şeysin, kıymışlar sana. Acımadan." Eli ile kalbine üst üstüne vurdu. "Şu kalbim," Derken vurmaya devam ediyordu. "Seni o hâlde görünce öldü öldü." Başını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Ama önceliğim ben değil sendin, kızım. Seni iyileştirmek. Çok çabaladık. Çok uğraştık."

"Biliyorum, dede," di0ye fısıldadım. "Biliyorum..."

"Ben böyle şeylere alışık değilimdir aslında. Ne diyeceğimi de bilmiyorum..." Derin bir nefes verdi videodaki dedem. "Sadece şunu bil, kızım. Ben seni çok sevdim, çok seviyorum. Kızımın kızı, seni çok seviyorum. Annen ile ayakta durun, güçlü olun. Annen olursa sen olursun, sen olursan annen olur. Gözüm arkada kalmasın. Annene sahip çık, olur mu? Sizi seviyorum...."

Bir hışımla bilgisayarı kapatıp sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Ben ne kadar ağlarsam ağlayım, hiç bir göz yaşım acımı anlatamazdı bana. Kelimeler kifayetsiz kalır derler ya. O işte. Nasıl anlatılır bilmiyordum ama canım çok yanıyordu. Cayır cayır ateşin içinde yanmak değil. Denizde dipte boğulmak değil. Can çekişerek ölmek değil. Daha beteri, daha kötüsü. Varmı daha kötüsü, bilmiyorum ama benim acımı anlatan onlardı.

Annene sahip çık, diyordu bana. Annenle beraber ol diyordu. "Giderken onu yanında aldın dede! Sen gittin o da gitti dede!"

Bana annemle yaşa, demişti. Ben varsam annem vardı, annem varsa ben de vardım.

Ben vardım ama annem yoktu.

Kader. Yazmış defterime. Senin sevdiklerini alacağım, dedi. Annem gitti, dedem gitti, Sancak gitti. Onlardan geriye sadece babam kaldı.

Şimdi ise karşımda bu video. Yüreğime işlendi acılar. İşlendi işkenceler. Acı çekiyorum. Hem de çok pis. Ama sevdiklerim yine yoktu. Yanımda değillerdi.

Sarsıla sarsıla ağlarken babam aniden göğsüne çekti beni. "Ağla, babam," dedi. "Bu sefer ağla."

"Baba!" diye yakardım. "Baba!" diye yalvardım. "Annene sahip çık diyor, baba! Annemi de alıp götürmüşken bana annene sahip çık diyor baba!"

Çıkamazdım dede. Ben anneme sahip çıkamazdım. Giderken yanında götürdün onu dede.

Bizi onsuz bıraktın. Bizi sensiz bıraktın. Bizi terk ettiniz...

Anneme asıl sahip çıkacak olan kişi sensin dede...

Anneme orada iyi bak dede. Biz de seni çok seviyoruz...

Gözüm pencereye kaydı. Simsiyah geceyi süsleyen yıldızlar ışıl ışıl iken bir yıldız kaydı. Acılarıma derman olmak istemişti sanki. Bu gece bana yardım ediyordu sanki.

Derler ki, yıldız kaydığında ne dilersen kabul olurmuş.

Dileğini dile, diyordu yıldız. Bu gece sana yardım edeyim, acılarının şifası olayım. Sadece dile.

Bir dilek diliyordum şimdi. İmkansızı diliyordum.

İmkansız diye bir şey yoktur. İmkansızı bizler çaba göstermezsek imkansız olurdu. İmkansızı imkan yapmak bizim elimizdeydi.

Her imkansızın arkasında bir imkan vardır.

Bir ölünün arkasından imkan sağlanırmıydı, bilmiyorum ama ben deniyordum.

Diliyordum.

İki dilek vardı elimde. Biri çok imkansız biri de imkanı daima var olan.

Lütfen annem yaşıyor olsun....

Lütfen Sancak yanımda olsun...

Hellooo.

Son dakika aksilikler çıktığı için gelemedim. Kusura bakmayın.

Bölüm nasıldı?

Kazım'ın bıraktığı video...

Özge?

Pars'ın anlatımından nasıldı bakalım?

Güneş?

Diğer bölümde görüşmek üzereee.

Bölüm : 05.03.2025 00:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...