
Merhaba!
İyi okumalar dilerim sizlereeee.
.
İnsan en çok karanlıktan korkardı bu dünyada. Sonu ucu olmayan bir karanlık, insanı uçuruma sürüklerdi. Lanet gibi bir yerdi karanlık.
En son karanlığı ben, yetimhanede yaşamıştım. Müdire hanım yüzünden olmuştu.
"Yürü," diyerek sinirle sürüklüyordu beni. Canım acıyordu ama ses çıkarsam da önemsemiyordu. Hatta daha inat canımı yakıyordu. "Lütfen," diye yalvarıyorum. "Ben bir şey yapmadım!"
Dinlemiyor, sürüklüyor, canımı yakıyordu.
Getiriyor yine beni bodrum katına. Karanlık odanın içine atıyor. Beni orada bırakmıyor aksine ayakta durmuş, yerdeki ağlayan bedenime bakıyordu.
Sırıtıyordu. "Bu çok eğlenceli olacak."
Arkasına dönüyor, kapıyı kilitliyor. Cebinden üç tane eşya çıkarmıştı: çakmak, sigara paketi ve bir bez.
Ne olacağını hiç bilmiyorum. En fazla ayağımı ya da elimi bağlayıp beni burada bırakacak düşüncesi var. Bu düşünce ile kendimi dizginleyemeye çalışıyorum aslında.
Ben yerde korku ile kendisine bakarken o, arkama geçiyor. Bezi ağzıma bağlıyor. Çıkarmak istediğim an ise, kolumun üzerine çok acıtacak şekilde sıkıp cimcikliyor. Canım da yanıyor. Ben de hem korku ile hem de canımın acısı ile hareketsizce oturuyorum oturduğum yerde.
Arkama geçerken üzerimde sarı renkte olan t-shirt'ümü çıkarıyor. Engel olamıyorum.
Korku, her şeyi yaptırıyor.
"Evet," diyerek kelimeleri uzatıyor. "Yine bana engel olmaya çalışacak mısın, küçük kız?"
Yutkunarak ve korku ile başımı hayır anlamında sallıyorum.
Memnuniyetle gülümsüyor. "Güzel."
Bir çakmak ateşleme sesi duyuyorum ama arkaya bakamıyorum. Korku ile başıma gelecek olan o felaketi bekliyorum.
Bir koku sarıyor etrafa. Sigara kokusu. Müdire hanım sigarasını içiyordu.
Buz gibi ellerini sırtıma dokunuyor. Elleri sırtımda gezinirken, "Yazık olacak," diye mırıldanıyor.
Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Tek bildiğim canımın yanacağı.
Eli belli bir yerde duruyor. Sol kolumun omuz tarafında. "Burası iyi," diyerek kendimi kendine mırıldanıyor.
Ben gözyaşı dökerken sırtımda derin bir acı hissediyorum. Öyle bir acı ki, derimin yandığını en derinlerden hissediyorum.
Çok pisti.
Çok can yakıcıydı.
O gün ilk defa o acıyı yaşarken, ne yaptığımı hep düşünüyordum ama sonuç boştu.
Bir psikopat kadının kurbanı olmuştum, olmuştuk.
Sigara yanıklarının hep aynı yerde bırakmaya devam ederken bedenim pert oluyordu.
Derim fazlasıyla yanmıştı. Sızım sızım sızlıyordu. Acı devasaydı, izi derindi.
Derin izler taşımak, yüreğinde hep enkaz taşımak demekti. Ben hep yüreğimde enkaz taşıdım. Hiç kimse görmeden, bilmeden, öğrenmeden; izi saklayarak kendi canımı yakaraktan.
Attığım çığlıklar boşunaydı. Feryat ediyordum, çığlıklar atıyorum, boğazım yırtılıyordu ama sonuç boştu.
Feryat acıların en büyük kaynağıdı.
Ben ise çığlık atmama rağmen kurtulamadım.
Dur, dedim. Durmadı.
Canımı yaktı. Derimi sigara ile yakmaya devam etti.
Ben orada ölmüştüm. Ben orada nefes almayı unutmuştum. Ben kim olduğunu unutmuştum.
Ben, benliğimi kaybetmiştim ama bir insan gelip de beni bu caninin elinden kurtarmamıştı.
Yapayalnızdım. Kimsesizdim.
O çığlıklarım ile ilk defa ben, emare karanlığı ile buluşmuştum.
Şimdi de bilmem kaçıncı kez olan karanlığımdan uyanıyordum. Göz kapaklarım ağır ağır açılıyordu.
Beynim uyuşmuş gibiydi. Başım aşırı derecede çatlıyordu. Sanki komada aylarca kalmışım da yeni uyanmışım gibi.
Uyanmak istemiyor, yaşadıklarım bir kabus olsun istiyordum ama istediğim olmuyordu.
Elalarımı açtığımda anda da karşımda yaralı bir asker görmeyi asla ama asla beklemiyordum.
Asker demiştim çünkü üzerinde kanlarıyla süslediği üniforması vardı.
Siyah gür saçları vardı. Olduğu durumdan dolayı çok dağınıktı saçları. İri bir bedeni vardı. Hafif kirli sakalları, keskin çene hatlarını süslüyordu. İşkence çektiği belliydi. Yüzüne orantılı ise bir burnu vardı. Yüzünde yara, saçlarından yüzüne kan akıyordu. Dolgun olmayan dudakları, hafif kalın kaşları patlaktı.
Ve uyanır uyanmaz karşımda yaralı bir asker görmek beni endişelendirmiş ve irkilmemi sağlamıştı. Her şeye hazırlamıştım kendimi. Maalum bu itlerden her şeyi beklerdim. Ama yaralı bir asker görmeyi de asla beklemezdim.
Kendime iyice geldiğimde gözlerimi yaralı askerden çektim. Etrafı baktığımda bir mağaranın içinde olan bir odada olduğumuzu anladım.
Derin nefes alıp verip kendimi sakinleştirmeye başladım. Ne kadar sakin kalırsam o kadar iyiydi. Sakin kalmazsam çıldıracağımı hissediyordum. Bu, en son olmasını istediğim bir şey bile değildi.
Elalarımı bu sefer etrafı bakmak için çevirdim.
Duvarda halılar asılı, pencereyi kapatan demirli korkuluklar vardı. Yaralı askerin hemen dibinde bir yatak vardı. Şerefsiz herifler yaralı adamı yatağa yatırmak yerine yere atmışlardı.
O yatağın hemen yanında ise eski bir komidin vardı. Yatağın karşısında büyük bir ecza dolabı vardı.
Küçük ve ezca eşyaları vardı.
Odanın kapı yerine olan örtü vardı. En üstte çiviler ile sağlamlaştırılmış, odanın kapı görevini üsteleniyordu.
O örtü bir an da kenara çekildi, içeriye şerefsizlerden iki tane herif girdi.
Benim uyanık olduğumu gördükleri an biri sarı dişlerini gösterecek şekilde gülümsedi.
Midem bulandı.
"Vay, vay, vay. Uyanmışız ha, öğretmen?"
İğrenç sesi de midemi bulandırmıştı.
Arkasındaki adam sadece sırıtarak bakıyordu bana. İri cüssesi ile üzerime üzerime doğru geliyordu.
Önümdeki bana laf atan adam, önüme gelip çömeldi yanımda. O an fark ettim. Kollarım arkadan bağlıydı.
Sarı dişlerini bana göstermeye devam ederken, "Çok korkmayasın, öğretmen. Seninle işimiz kısadır," dedi.
Alayla sırıttım. "Senden korkan senin gibi olsun, it herif."
Önümdeki adam yüzünü buruştururken sessiz kalan adam, sırıtması genişlemişti.
"Bu öğretmenler sakindir derler. Sende niye yoktur sakinlik, öğretmen?"
"Şuan sakin halim bu benim." Diye cevap verdim. Aslında bunlarla konuşmak istemiyordum ama laflarına susmakta istemiyorum. Bunların lafların altında kalacağıma ölürdüm daha iyi.
Şirin olduğunu sandığı ses ile, "Aman," dedi. "Sen sinirlenir misin? Oy, oy. Çok korkmuşumdur ama."
Tam ağzımı açıp laf edecek iken sessiz kalan ama hep sırıtan adam lafa girdi. "Bırak artık kızla uğraşmayı. Asıl işe girelim."
Sese bak. O kadar soğuk ve kalın çıkıyor ki, insanı korkuturdu.
Diğerine aksine türkçesi çok normaldi. Doğru düzgün telaffuz ediyordu. Demek ki, başka yerden gelmişti.
Derin bir nefes verdi önümdeki adam. Sonra da yavaşça ayağa kalktı. Aşağıdan bana kahverengi gözleri ile bakmaya başladı. Sonra başını sesi çıkmayan adama çevirdi. "Sende zevkten anlamazsın, ha," diye söylendi.
"Buradaki işimiz bunlarla konuşmak değil işlerini bitirmek. Biliyorsundur sende bunları."
Hah!
Şaşırmadım.
"Eyi, eyi," diye söylenip bana bakmaya başladı. "Bunu meydana salacaktık biz, değil?"
Onaylar şekilde başını salladı sessiz kalan adam. "Aynen öyle. Bombalar hazır duruyor. Biz kızı hazırlayacağız, Medonun istediği zaman da salacağız kızı meydana."
Önümdeki adam keyifle sırıttı. "Güzel, güzel."
Dediklerinden hiç bir şey anlamamıştım. Bomba dediklerine göre benim üzerimden bir saldırı düşünüyorlardı. Nasıl bir saldırı olacağı aklıma az çok bir şey getiriyordu.
Şuanda tek istediğim, aklımdan geçenin olmaması.
O sırada bir inilti duyduk. Sanki birinin canı yanmıştı da ona inlemişti.
Evet, gerçekten de öyleydi.
Gözlerim arkaya kaydığında yaralı askerin gözlerini açtığını gördüm. Kısık bir şekilde açmıştı gözlerini. Bariz acı çektiği belliydi ama çaktırmamaya da çalışıyordu.
Önümdeki adam benden bakışlarını çekip yaralı askere baktı. "Vayy," dedi keyifle gülerken. "Yaralı kuşumuz uyanmıştır. Günüm şimdi aydın olmuştur, ha."
Sesinden eğlendiği belli oluyordu it herifin.
"Yaralı kuş senin götüne girecek, merak etme,"diye mırıldandı bu sefer asker adam. Sesinde acı çektiğine dair bir iz yoktu. Aksine güçlü, kendisini ezdirmeyen bir gür ses vardı.
Benim dedemin de sesi gür, güçlü çıkardı...
Belki de öz değildi ama bana hiç bir zaman öz olmadığımı hissettirmezdi. Sadece iki yılımı geçirmiştim onlarla. Gönül isterdi ki onlarla koca bir yılımı geçireyim ama lanet kader el atmış ve buna engel olmuştu.
Benim yanımda hep sesini yumuşak tutardı. Bir anımı çok iyi hatırlıyordum.
Karargaha gitmiştik annem ile. Annem diyordum çünkü bana öz annemin yapmadığı anneliği iki yıl da olsa o yapmıştı. El ele beraber karargahın bahçesine geldiğimiz an dedemi görmüştüm.
Askerlere gür sesi ile bağırır, emir verir, onları eğitirdi. Onun o gür ve güçlü sesine hayran kalmıştım.
Annem sen korkarsın, demişti. Ama hayır. Asla korkmadım. Yüksek sesten korkardım. Hem de çok ama dedem de korkmamıştım. Aksine hayran kalmıştım. Sonra bizi fark ederdi. Sadece uzaktan gülümserdi. Eğitim vermeyi bitirmeden yanımıza gelmemişti.
Bize gülümsedikten sonra anında yine ciddi ifadesini kuşanmıştı. O ifadeyi de hayran kalmıştım. Bekledik, bekledik, en sonda da yanımıza gelmişti. Bizimle konuştuğu an sesi yumuşacık çıkmıştı. Çok şaşırmıştım. Askerle konuştuğu ses ile bizimle konuştuğu ses tonu aynı değildi.
O an yüzümü buruşturmuştum. Buruşturduğum yüzümü görünce dedem anında sormuştu bana. "Ne oldu, güzel kızım benim?" demişti.
Bende ona yumuşak ses tonu ile konuşmamasını söylemiştim. Bu ses tonu sana hiç yakışmıyor, hep gür çıksın sesin demiştim.
O an dedem benimle gurur duymuştu. Duymuştu çünkü asker adamın sesinden korkmamış, aksine hayran kalmıştım. Onu da geçtim, asker adamın yumuşak ses tonu ile konuşmasını hiç istememiştim. Dedem her seferinde yumuşak ses tonu ile konuştuğunda ona engel olurdum. O da beni korkutmayacak şekilde aynı zamanda da hafif yumuşak ses tonu ile konuşurdu.
Üç yaşındaydım o zamanlar. Travmalarım olmasına rağmen, acıların evinden çıkmama rağmen o yaşımda bunu kafaya takmıştım sadece.
Bir de dedemin ve babamın yanımda sigara içmemelerini istemem...
Karşımdaki yaralı askerde de bu güçlü sesi işitiyordum. En derinden hissediyordum. Dedeme ve anneme olan özlemimi ortaya çıkarıyordu.
Sarı dişli adam yalandan üzülmüş gibi yaptı. "Yav, yaralısın burada bana hâlâ laf atmaya çalışırsın, asker. Az itaat edesin bize." Sonra da eli ile asker adamın yaralı bedenini işaret etti. "Bak. Sonra da canın yanar."
"Size itaat edeceğime," diye mırıldandı yaralı asker. İşkence çeşmesinden dolayı biraz zor konuşuyordu. Her konuştuğunda nefesi kesiliyordu. Büyük bir ihtimal ile göğüs kafesinden fazla darbe almıştı. "Ölürüm daha iyi," diye tamamladı sözünü. "Biz değil sizler bize eşek gibi itaat edip teslim olacaksınız."
Sessiz olan adama gözlerim kaydı bir anda. Yaralı askere sırıtarak ve rahatla bakıyordu. Sarı dişli adam kollarını göğsünde birleştirdi. "İtaat etmezsek ne olacakmış, asker?"
Yaralı asker gururla ve başı dik şekilde, "Gebereceksiniz," dedi. "Ve biz Türk askerleri de bundan fazlasıyla zevk alacağız."
Cesurdu. Hem de fazlasıyla. Tüm Türk askerlerinde olduğu gibi. Cesur.
"Offf," diye sızlandı sarı dişli adam. "Gene yaparsınız şovinizi. Alıştık he, alıştık."
Yaralı asker sesli ve alay kokan gülüşü ile güldü. "Türk askerleri buraya geldiği an, anlarsın alışmayı sen." Yutkundu. "Götüne silah sokmazlarda namerdim."
"He he," diye geçiştirdi.
Ondan sonra ise bana döndü. "Uslu durun," dedi. Sonra da yaralı askere baktı. "Kızın yara almasını istemezsin değil, asker?"
Yaralı asker ile şimdi ilk defa göz göze gelmiştik. Ela gözleri ile bana baktı. Yutkunduğunu anladım, adem elması büyük bir şekilde oynadı. Derin derin baktı bana.
Bende yutkundum o an.
Derin nefes alıp dişlerini sıktı. "Siktir git!" diye tısladı.
Sarı dişli adam memnuniyetle gülümsedi. "Güzel," dedi ve sessiz kalan adamla beraber odadan çıktılar.
Ne yapacağım hakkında bir fikrim yoktu. Töröristlerin ininde ve bana ne yapacakları belli değildi. Karşımda yaralı bir asker vardı. Kendisinin acilen bir pansumana ihtiyacı vardı ama elim ayağım bağlı iken bu imkansızdı.
"Korkma," diye fısıldadı benim düşüncelerimin içinde. Anında elalarımı onun elalarına çevirdim. Dikkatle bakıyordu bana. Gözlerinden güven akıtıyordu gözlerime. "Türk askerleri bizi bulacak." Derin nefes aldı. "Sana zarar vermelerine izin vermem. Korkma."
Derin bir nefes verdim. "Sen iyi misin?" diye onun söylediklerine cevap vermeden sordum. Biliyordum çünkü. "İyi gözükmüyorsun."
Acısına rağmen güldü. "Eğitimde daha berbatlarını gördüm," dedi. "Bu sinek ısırığı."
"Doğru," dedim ben de anında. "Dedemden biliyorum."
Dedemden biliyordum çünkü bir çok kez yaralarını görmüştüm. 3 yaşında olmama rağmen hafızam güçlüydü. O zamanları tek tek kazımışım hafızama.
Sırtındaki kurşun izini hatırlarım mesela. Ya da derin kırbaç izlerini. Sorduğumda ise geçiştirirdi beni.
Ben de o yaş ile fazla uzatmaz ve takmazdım. Ama yıllar geçtikten sonra anlamıştım ne olduğunu. Dedemin neler yaşadığını.
Şaşkınca baktı bana yaralı asker. Böyle bir şey diyeceğim aklına gelmezdi. "Deden asker mi?"
"Askerdi," dedim. Yutkundum. "Şehit oldu." Acı ile fısıldadım. "Annem ile beraber."
Gözleri dehşetle açıldı bu sefer. "Sen..." diye sordu şaşkınlık dolu sesi ile. "Bensu Devin'in kızımızın?"
Bu sefer şaşıran bendim. Annemi nereden biliyordu?
"Babam," dedi anında düşüncelerimi cevap vermek ister gibi. "Dedenle aynı timdelerdi. Tabii o zamanlar babam çaylak gibi bir şeydi. Oradan biliyorum."
Buna şaşırmıştım. Dedem ile aynı timde olan askerin oğlu ile aynı yerde tutsak edilmem oldukça şaşırtıcı bir durumdu. Hatta fazlasıyla garipti.
"Beklemiyordum," diye fısıldadım. "Peki, senin babana ne oldu?"
"Gazi oldu," dedi anında. "Görev esnasında sol elinden yara alarak baş parmağını ve serçe parmağını kaybetti."
Kendisine burukça gülümserken, "Eğer buradan sağ çıkarsak," diye fısıldadım. "Dedem ile aynı timde olan askerle tanışmak isterim."
O da burukça gülümsedi bana. "Babam memnuniyet duyar. Ve, sağ çıkacağız," dedi yemin eder gibi. "Asker sözü olsun," dedi. "Sana zarar gelmesine izin vermeyeceğim."
***
"Ateş, hazır olun. Birazdan saldıraya geçeceğiz!" diye emir verdi Yüzbaşı Pars.
Görevi aldıktan 2 gün sonra yerlerini bulabilmişlerdi. Şaşırtmaca oynamışlardı ve biraz uzun sürmüştü bulmaları.
Yorgundular. Hemde fazlasıyla yorgundular ama işlerini sabrederek, severek yapıyorlardı. Onlar aç kalmaya, uykusuz olmaya alışıktılar. Vatanı korumak hep bunları gerektiriyordu.
Vatanları için, milletleri için yapıyorlardı ya zaten.
Şimdi ise hemen o mağaranın uzağında pusu kurmuş durumdaydılar. Sonradan öğrendikleri bilgiler ile orada sadece öğretmen değil askerde vardı. Hakkari merkezde görev yapan Teğmen Cesur Alpay'ın esir tutulduğunun bilgisini almıştı.
Doğrusu, Teğmen Cesur'un olduğu tim ile yani Şahin timi ile iletişime geçip bilgileri öğrenmişlerdi. Öğrendiklerine göre orada MİT'den bir ajan vardı. O ajan sayesinde bilgileri toplamışlardı.
Şahin timi mağaranın arka tarafındalardı. Bu iki günde bu görevde ortak olmuşlardı. Onlar askerlerini kurtaracaklardı Ateş timi ise öğretmeni.
"Emredersiniz komutanım," diye hep bir ağızdan mırıldandılar ateş timi. Onlar daima hazırlardı.
Bu sefer Pars komutanın kulaklığından diğer timin komutanı olan Yüzbaşı Sezai komutandan ses geldi. "Yüzbaşı Pars. Duyuyor musun beni?"
"Yüzbaşı dinlemede,"diyerek cevap verdi Pars.
"Arka tarafta sadece 6 kişi var. Nöbet değişimi yapmıyorlar. Hepsi aynı yerde duruyorlar. Burada görüş noktamda aradığınız öğretmen var."
"Yaralı mı?" diye sordu bu sefer Pars.
"Kurşun ya da bıçak yarası göremiyorum. Yüzünde de bir şey yok yani sağlam."
Başı ile onaylarken, "Takipte kalın Yüzbaşım," diye tekrardan konuştu. "Anlaşıldı," dedi Sezai Yüzbaşı.
Pars bu duruma oldukça şaşırmıştı. Kadın iki gündür buradaydı ve hiç hasar almışa benzemiyordu. Uzaktan pek anlaşılmazdı ama anlatılana göre de sağlamdı. Büyük bir ihtimal ile öğretmen ya kendisini savunabildi ya da yanındaki Cesur asker, onu koruyabilmişti.
Derin nefes alırken kendi timinden olan Ömer'den ses geldi. Şimdi den tim sabır çekmeye başlamıştı. Geveze eşittir Ömer'di.
"Komutanım, görev sonrası ne ısmarlıyorsunuz bize?"
Pars'tan cevap gecikmedi. "Zıkkımın kökü."
Ömer olur anlamında kafa salladı. "Eh, o da olur."dedi. " Ama komutanım,"dedi bu sefer içinde oluşan istek ve heyecan ile. "Baklava ısmarlasınız çok iyi olur be. Uzun zamandır yemiyoruz."
"Daha bu göreve çıkmadan önce Albay ısmarladı, sen de bir tepsi gömdün lan,"diye ters ters söylendi Yalın. Ondan sonra aklına gelen ile yüzünü buruşturdu. "Tuvaletten çıkamadın."
"Ay," diye anında atıldı Mahir. "Doğru dediniz, Yalın komutanım. Beni kullanmıştı hep peçetelik olarak."
Pars'ın kaşları kalktı. "O nasıl oldu lan?"
Ömer anında atladı. "Yalan," diyerek kendisini savunan dedikoducu teyzeler gibi konuşmaya başladı. "Külliyen yalan, dibine kadar yalan." Sesini biraz kısarak, "Sadece biraz kendisinden fazla peçete istedim o kadar." Anında sesi yükseldi. "Ama valla biraz ya. Çok değil ki."
Murat Teğmen güldü. "Aynen," dedi. "Ondan 1 paket peçete istedin."
Ömer yerine dibine girmişti ama yine de çaktırmadı. Sadece birazcık midesi bozulmuştu. Ne vardı? İnsanlık hali olabilirdi. Şuan timine acayip kınıyordu. Bir insan bir insanın tuvaletteki işi ile konuşabilir miydi ya?
"Sizi çok kınıyorum, komutanım," dedi Ömer. "Kullandığım peçeteleri mi saydınız?"
"Ben saymadım," dedi Murat. "Paketin üzerinde kocaman 100 adet vardır, yazısı vardı. Oradan yani."
"Allah razı olsun, komutanım. Kullandığım peçete adetini kadar söylediniz ya, gam yemem artık," dedi Ömer utançla.
Timden bir kahkaha patlamıştı. Ömer her ne kadar geveze olsa da timi güldürmeyi her zaman beceriyordu.
"Alıştık senin durumuna artık," dedi Aylin. Yeri geldiğinde ya da isteği olduğundan konuşurdu. Bu an da canı istediği anlardan biriydi. "Utanma artık."
"Sende mi be, Aylo," diye sızlandı. "Sadece motoru bozduk. Ne yapayım?"
Pars onların konuşmalarını dinlerken kulaklıktan anında yüksek ses geldi. "Bizi fark ettiler! Öğretmeni şuan rehin aldılar!"
Bunu söyleyen Sezai komutandı. Anında herkes konuşmayı kesti. Dik durdular, ciddi oldular.
Konu mühimdi.
Pars'ın kaşları çatılırken, "Nasıl oldu!" diye hiddetle sordu. Onları fark etmeleri imkansızdı. Nasıl olmuştu? Anında fazlasıyla sinirlenmişti. Bu olmamalıydı!
"İtin biri keskin nişancı. Silahtan sizi fark etmiş. Şimdi de size doğru hem öğretmen hem askerimiz ile geliyorlar. Plan iptal!"
"Hayır!"diye bağırdı Pars. " Plan iptal değil. Bizi fark etmişler. Adamları kaldırın ortadan. Öğretmeni ve askerimi rehin alan adamları dokunmayın. Kaçacaklar şimdi. Sizden biri arabaları takip etsin. Biz o iki gerzeği paketleyip rehinlerimizi kurtaracağız sizde buradaki adamları Halledeceksiniz. Anlaşıldı mı!"
"Anlaşıldı!"
"Başla!" demesinin ardından Şahin timi ateş açmaya başlamışlardı. Dürbünden baktığında dediği gibi olmuştu. İki adam ellerindeki öğretmen ve asker ile kaçmaya başlamışlardı. Öğretmenin başında silah olduğu için zorla giderken askerin de yaraları fazla olduğu için el mecbur gidiyordu.
İki adam arabalara bindiği an Şahin timinden bir askerin sesi geldi. "Mağaranın hemen çağrazında batı tarafında bulunan yoldan gidiyorlar! Yolları dümdüz. Kestirme hemen sizin olduğunuz yerde bulunuyor. Güney düz!"
"Ateş!" dediği an Pars, ateş timi ile anında harekete geçmişlerdi.
Askerin bahsettiği yola kestirmeden gittiklerinde askerin dediği gibi anında gelmişlerdi. Hızlı adımlar attığından ve Şahin timin adamların arabasının bir tekeriğini patlattığı için arabanın yavaş gelmesinden dolayı yetişmişlerdi Ateş timi.
"Siktir!" diye bağırdı arabayı süren adam. "Lan, Mehmed! Ne bok yicez şimdi ha!"
"Sağa çevir!" dediği an adam, Pars elindeki silahı ile arabanın ön iki tekerleği patlatmıştı.
"Sikecem!" diye bağırdı arabayı süren adam. El mecbur araba durdu. Araba durduktan sonra derin nefes alıp vermeye başladı. Ne yapacağını düşünüyordu. Kapana kısılmışlardı.
İkiye dokuzdu şuan.
"Lafımın ikilenmesini sevmem!" diye gür sesi ile bağırdı Pars. "O yüzden aynı şeyi bana tekrarlatmaya çalışmayın! İn arabadan!"
Mehmed derin nefes alıp veren adama baktı. Karşılarına çıkmaktan başka bir şey yoktu. Biliyordu ki bu arabayı askerler götünde patlatırdı. Yutkundu Mehmed. "Cihan sen öğretmeni al ben de askeri."
Cihan başı ile onaylarken arabadan inmeden arkaya geçti. Asker yarı baygındı. Bir şey yapamıyordu. Bu yüzden hemen Güneş'in yanına geçti.
Güneş'in yanına geldiği an kolundan tuttu. Ve onunla arabadan indi. Aynısı Mehmed, Cesur ile yaptı. Cesur'un yanına geçti ve kolundan sımsıkı tutarak arabadan indi. İlk başta Cesur bir kafa atabilmişti o güçsüzlüğün içinde ama maalesef ki Mehmed, Cesur'un yaralarından canını yakarak aşağı indirebilmişti.
Civan Güneş'in kolunu sımsıkı tutarken başını silaha dayadı. Güneş başına dayanan silah yüzünden çırpınmaya başladı. Karşısında Türk askerleri olsa da güvense de korku kaplamıştı bedenine. "Bırak!"
O an Cihan sert bir şekilde ayağı ile Güneş'e sert bir darbe verdi. "Kes sesini!" Güneş canının acıması ile inlemişti. Adamın vurduğu yer acıtmıştı.
"Dokunma lan kadına!" diye gürledi bu sefer Pars. Gerilimiş ve boynundaki damarlar sinirden belli olmaya başlamıştı. Güneş'e döndü bu sefer bakışları.
Güneş'in ela ve yaş dolu gözleri onun yeşil gözlerinin içine dalmıştı. Baktıkça bakası geldi Pars'ın. "Korkma," diye az öncekine karşı nazik ve sakin sesi ile. "Bitecek birazdan herşey."
"Ben ölürsem bu kadında ölür, yüzbaşı," diye bağırdı Cihan. "Çekilip gidesin yolumuzdan."
"Sikerim lan senin yolunu," diyerek Yalın anında atıldı ve Murat'la beraber Pars'tan gizlice aldığı komut ile Cihan ve Mehmed'i yaraladılar.
Güneş çığlık atarken Pars Güneş'i kolundan tutup kendisine çekti. O sırada Gökay ve Aylin, Cesur'u tuttular.
"İyi misiniz?" diye dikkatle sordu Pars. Kız korkudan titriyordu. Başı eğik, derin nefes alıp veriyordu. Göğsü şiddetle inip kalkıyordu. Silah çatışmanın arasında kalmıştı ve sakin kalmak imkansızdı. Pars biraz boy farkından dolayı eğilmek zorunda kalmıştı. O sırada da kızın kokusu gelmişti. Ferah bir kokusu vardı kızın...
Güneş kafasını korka korka kaldırdığı an, kızın titrek nefesleri Pars'ın yüzüne çarptı. "İyiyim," demişti ki ortalığı bir silah sesi daha doldurdu.
Bu ses bomba gibi düşmüştü ortama.
Ardından ise Kara'nın silahından ikinci bir silah sesi duyuldu.
"Siktir!" dedi Kerem anında. "Öğretmen yaralandı!"
Hemen yol kenarında bulunan büyük kayanın arkasında hesaba katamadıkları bir adam vardı. Adam oraya iyice saklanmış ve kendisini kamuflaj etmişti.
Kara son anda fark etmiş ve silahını ateşleyip adamın alnından vurarak öldürmüştü ama geç kalmıştı. İkisi de aynı anda silahı ateşlemişlerdi.
Pars'ın gözleri şokla büyürken Güneş, Pars'ın kollarına yığılıp kalmış ve tekrardan karanlığa gömülmüştü.
.
Helloooo.
Nasılsınız bakalım.
Bölüm nasıldı.
Biliyorum. Çok geç geliyor ama bölüm uzun olduğu için oluyor maalum.
En sevdiğiniz sahne?
Diğer bölümde görüşmek üzereee.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |