Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm: ELFİN ŞARKISI

@senturna

 

Bir zamanlar varlığı ruhumu ısıtan kedime,
gittiğinden beri üşümediğim gece olmadı.

Birinci Bölüm: Elfin Şarkısı

 

Yıldızların bir gün gökten yağacağına dair masallar Yeryüzü Krallığı’nda çok yaygındı. İki büyük enerjinin açığa çıkmasıyla başlayan masallar, büyük bir alev topuna dönüp patlayan yıldızların Dünya’yı yok etmesiyle sonlanırdı ve küçük çocukları heyecanlandırma konusunda oldukça başarılıydı.

Ailemden görüştüğüm tek kişi olan büyükannemin teyzesi Corvina, bir grup vampir yavrusuna Ejderha’nın Ruhu’nu anlatırken onu her zaman olduğu gibi yüzümdeki buruk tebessümle izliyordum. Çocukluğumda aynı masalı bana anlatırdı ve bu, o zamanlarda sevdiğim tek şeydi. Ailemi yeni kaybetmiştim, kendime yalnızca Corvina ve masallarımızın olduğu bir evren yaratmayı diliyordum.

“Baştan anlat, Corvina!”

Corvina başını boyu neredeyse bir metre bile olmayan sarışın erkek çocuğuna çevirdi ve yüzündeki gülümsemeyi bir an bile bozmadan sabırla anlatmaya başladı. Etrafında minik bir çember oluşturmuş tüm çocukları görebilmek için başını durmadan çevirirken kısa siyah saçları, solgun yanaklarına çarpıyordu. “Milenyumlar öncesinde daha hiçbir canlı yaratılmamışken evrenin derinliklerinde karşıt iki enerji açığa çıktı.”

Oturduğum sandalyeden kalkıp odanın sonundaki pencerenin önüne gittim. Bulutların arasından boşalan yağmur damlaları yeryüzüne birer birer düşüyordu. Sis çevreyi kaplamıştı ancak bu görüşümü etkilemiyordu. Hem sokaklarda hem de bulunduğumuz binanın içinde gezinen gölgeler, hepimiz için alışılmış bir şey olduğu için küçük çocukları bile ürkütmüyordu.

Binanın önünden geçen bir grup ceketli insan, havanın gerçekten soğuk olduğunu fısıldıyordu. Ve biz; buradaki bir grup vampir, soğuğun nasıl hissettirdiğinden emin bile değildik.

“Bu enerjiler sessizliğin içinde büyüdü, şişti ve sonunda birer yıldıza dönüştü. Karanlığı delip geçen ışıklarıyla uzayı aydınlattı, ısısıyla galaksileri yaktı. İki yıldız büyüdükçe büyüdü, birbirine yaklaştıkça çekim güçleri karşı konulamaz bir hale geldi.” Corvina sesini kısıp daha gizemli bir şekle büründü, siyah gözlerini kocaman açtı ve ellerini önüne kaldırdı. “Ve patladılar...”

“Ama neden?” Yerinden heyecanla zıplayan kız çocuğunun gerçekten meraklı olduğunu gözlerinden görebiliyordum. Dudaklarım iki yana kıvrıldı. Aynı masalı o kadar çok dinlemişlerdi ki bu soruyu ilk defa sormaları beni şaşırtmıştı. Bir zamanlar rüyalarımı süsleyen masala karşı bu denli ilgili olmalarına seviniyordum.

Corvina ayağa kalkıp etrafında döndü, çocukların hepsini inceledi. “Canlılar büyürken enerji kaybeder ve yıldızlar enerjilerini kaybettiğinde patlar.” Başka sorusu olan varsa sorabilsin diye biraz sessiz kaldı ve kimseden ses çıkmadığında anlatmaya devam etti.

“Kaosun ortasında, karanlık ve ışığın birbiriyle dans ettiği noktada, Dünya yaratıldı. Zaman geçtikçe keşfedilen, iyiliği ve kötülüğü temsil eden iki enerji Tanrı’nın kudreti altında birleşip ejderha bedeni haline getirildi. Varlıkların ruhu iyi ve kötü olarak ikiye ayrılır ve onları şekillendirebilirsiniz. Tanrı’nın yaptığı şey buydu: ejderhayla oynadı ve onu Sipirits Area’nın hükümdarı olarak dünyamıza getirdi.”

“Ejderha şimdi nerede, Corvina?”

Corvina küçük çocuğa gülümsedi. “Bunu Tanrı dışında kimse bilemez ancak hâlâ Sipirits Area’nın hükümdarlığını yaptığını söyleyenler var.” Ellerini birbirine vurup anlatmaya devam etti. “Ejderha öylesine güçlüydü ki varlığı Dört Büyük Krallık Düzeni’ni tehlikeye atıyordu.”

Çocuklar daha önce hiç duymamış gibi heyecanla iç çekti. Bazılarını burada ilk defa görüyordum ama çoğu düzenli olarak Cor’u ziyaret ediyor, bu masalı onlarca kez dinliyordu.

“Tanrı onu güçlerini dizginlemesi konusunda uyardı ancak geri dönüş alamadığında Ejderha’yı sarsacak taşı oynadı. Düzeni bozmaması adına onu iki ayrı kişi olarak böldü, böylece gücü dengelenecekti ve ruhla bedenin birlikte olması gerektiği gibi ikisini birbirine mecbur bıraktı.”

Ateşin yandığı yerde duman olduğu gibi bedenin en derininde her şeyi hisseden bir ruh yer alır, diye fısıldadı zihnim bana. Ejderha’nın yaşayabilmesi için ruhuna, ruhunun gezinebilmesi için Ejderha’ya, bir bedene ihtiyacı vardır.

 

Birkaç saat sonra küçük vampir grubu dağıldığında Corvina’yla baş başa kalmıştık. Yüzyıllarca süren sıkıcı yaşamında onu dinlendirip neşelendiren tek şey çocuklarla geçirdiği bu kısa süreydi ve bu anlarda yanında olmamı istiyordu. Neredeyse her gün erken saatlerde evden ayrılıp buraya geliyor, bazen çocuklarla ilgilenmesine yardım ediyordum.

Corvina elinde Gökyüzü Krallığı’ndan temin edilen iki kan torbasıyla yanıma geldi ve torbanın birini uzatıp bana verdi. Meleklere ait olduğunu hemen anladığım kan torbasını hızlıca açıp dudaklarıma götürdüm. İnsanların ya da Yeraltı Krallığı halkının kanı ilgimi çekmese de gökyüzüne hayrandım. Torbaların içindeki kızıllık içine sim dökülmüş gibi parlar, iyice enerji verirdi.

Koltuğun diğer köşesine geçen Cor, beni rahat görmek için yan bir şekilde döndü. “Bugünkü sarışın çocuğu hatırlıyor musun?” diye sordu usulca. Öylesine sorulan bir soru değildi, gerçekten merak ediyor gibiydi. Bir sorun olduğunu düşünmeme sebep olan titrek nefesi görmezden gelinecek gibi değildi.

Dudaklarımı yalayıp soluklandım. “Tekrar anlatmanı isteyen mi?” Çocuğun altın gibi parlayan saçları gözlerimin önüne geldiğinde ondan bahsettiğine emin oldum.

Başını aşağı yukarı salladı, dudakları iki yana kıvrıldı. “Çok zeki çocuk, güzel bir geleceği olacağından eminim.” Sanki hiç ilgisini çekmiyormuş gibi yavaşça torbanın ağzını açtı. Dudaklarına götürmek için bir şey söylememi bekledi.

Bunları neden bana anlattığını bilmesem de sorgulamadan dinledim. Çocuğa daha önce dikkat etmediğim için kapasitesini bilmiyordum, bundan dolayı da yorum yapmadım. “Dikkat etmemişim.” dedim dürüstçe. Torbayı tekrar ağzıma götürüp yudumlamaya başladım. Eğer onunla konuşuyor olmasaydım tatlı melek kanını bitirmem birkaç dakikamı bile almazdı.

“Adı Milo,” dedi çekingen bir sesle. Gergin bir nefes alıp kan torbasından birkaç yudum aldı. “Milo Gedayeva.”

Durdum, torbayı kendimden uzaklaştırdım, kaşlarım çatıldı. “Gedayeva mı?” Ailemden biri...

“Evet.” dedi. “Onlardan biri dibinde duruyor Eirian, her hafta geliyor ama siz hiç birbirinize dikkat etmiyorsunuz. Kan kanı çeker derler ama siz biraz farklısınız.” Kıkırdadı. “Bu, Gedayevalarla görüşmek için büyük bir şans, kaderin sana lütfu.”

Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. “Yenilikleri sevmediğimi biliyorsun, Cor. Bu zamana kadar onlarla görüşmeden yaşadım, aynı şekilde devam edeceğim. O çocuk, Milo... Diğerlerinden hiçbir farkı yok.”

“Neden onları reddediyorsun?” diye sordu. “Sorunun ne?” Hayatıma karışmak pek yaptığı bir şey değildi ama konu Gedayevalara, aileme geldiğinde ısrarcı olmaktan çekinmiyordu. Bu huyundan dolayı onu suçlayamazdım, aynı krallıkta, aynı şehirde yaşıyor ama bir araya gelmiyorduk ve Cor, ailemin yanında olmamı istiyordu.

“Annem ve babam, onlardan her zaman uzak durdu. Kimseyle görüşmedim, tanışmadım, sen söyleyene kadar isimlerini bile duymadım. Onlara karşı hiçbir şey hissetmiyorum ve bu şekilde olmaya devam edecek.”

“Ne Vladimir ne de Eleanora hayatta değil! Hayatta olan, elle tutulur gerçeğine, tek ailene sırt çeviremezsin!” Onun bu sözlerinden sonra kollarımı göğsümde birleştirdim. Cor beni anlamıyordu, ben Gedayevalara sırt çevirmiyordum, tanımadığım kişilere sırt çeviremezdim.

“Ryuu’yla daha iyi bir aile kuracağım. Sadece o ve ben.” dedim rahatça. Başka bir aileye ihtiyacım olmadığını anlamasını ve bu konuyu bir daha açmamasını istiyordum. Gedayevalara ihtiyacım yoktu, onlar benim için sadece soyadımdan ibaretti.

Kendini açıklamaya çalışır gibi ellerini havaya kaldırıp yüzüne mahcup bir ifade yerleştirdi. “Yeni bir aile kurmana sözüm yok, Eirian. Sadece onlara bir şans vermen gerektiğini düşünüyorum.” İç çekti. “Belki daha sonra bunun için şansın olmayacak.”

Yandaki pencereden çoktan kararmış olan havaya baktım ve sessizce ayağa kalktım. “Ryuu beni bekliyordur. Artık gideyim.” Başka bir şey söylemeden kapıya doğru adımladım, benimle beraber evin içinde gezinen gölgeler de hareketlendi, bir adım gerimden takip etmeye başladılar.

“Seni huzursuz etmek istemiyorum.” dedi peşimden gelen Corvina.

Amacının ne olduğunu biliyordum ama kendime engel olamıyordum. Gerçekten huzursuzdum, peşimde dolanan gölgeler bile bunu biliyordu. Ailemden bahsetmeyi sevmiyordum, onlardan olabildiğince uzak duracaktım.

“Sorun yok, Cor.” diye mırıldandım. “Amacını biliyorum ama sen de şunu bilmelisin: bu isteğin asla gerçekleşmeyecek.”

Başını aşağı yukarı salladı. “Anlıyorum.” Biraz öncekinden daha durgundu.

Hâlâ elimden bırakmadığım kan torbasından birkaç yudum daha alıp bitirdim. Melek kanının iyileştiriciliği vücuduma hemen yayıldı, vücudumu da zihnimi de koruması altına aldı. “Gitmem gerekiyor.” dedim.

“Yarın yine geleceksin, değil mi?”

Onu rahatlatmak için başımı salladım. “Söz veriyorum.”

Oradan çıkıp gecenin karanlığında cirit atan gölgelerin arasına karıştım. Yağmur dinse de sis ve gölgeler hâlâ benimleydi. Ayın parlak ışığı sisi delip geçiyor, sokakları hafiften aydınlatıyordu. Bu saatlerde sokakta insanlar gezmezdi, sabaha kadar her zaman olduğumuzdan daha özgür davranabiliyorduk.

Corvina’yla olan konuşmamızı unutmak istedim. Zihnimi serbest bırakıp koşmaya başladım. Saniyeler içinde etrafımdaki binalar yüzlerce kez değişmişti. Onlarca vampir görmüş, her birini ardımda bırakmıştım. Birkaç gölge benimle oyun oynamak ister gibi peşimden geliyordu, onlara aldırmadım.

Kuytu bir köşede olan iki katlı evimizin önüne geldiğimde yavaşladım. Kapının önündeki birkaç basamağı çıkıp deri ceketimin cebinden anahtarımı çıkardım. Ahşap kapıyı açtım ve içeriye girdim. Kulağıma çalınan tıkırtılar, Ryuu’nun evde olduğunu anlamama sebep oldu. Corvina’ya, Ryuu’nun beni beklediğini söylerken nerede olduğunu bilmiyordum ama o evdeydi.

“Corvina yine ve yine Ejderha’nın Ruhu’nu anlattı!” diye seslendim içeriye. Kıkırdadım. “Çocuklar buna bayılıyor, bir zamanlar ben de öyleydim.” Birkaç saniyeliğine tıkırtı sesleri durdu, duyulan tek şey ahşap parkelerin üzerinde attığım adımlarımdı. “Ryuu?” Acaba yanlış mı duyuyorum diye düşünmeden edemedim. Melek kanı yan etki yapmış olabilir miydi?

Üst kattan gelen kapı gıcırtısını takip edip merdivenleri hızlıca çıktım. “Orada mısın?” Odasının açık olan kapısını gördüğümde yavaşça içeriye girdim. Yatağında yatıyor, kapalı gökyüzünün gözüktüğü penceresine bakıyordu. Rüzgâr hafifçe yüzümü okşadı. “Beni duymuyor musun?” diye sordum. Buna imkân yoktu. Bir vampirin böylesine yüksek bir sesi duymaması için ancak İnbentis’le zaman geçirmiş olması gerekirdi. Neyse ki o taş toplanalı yüzyıllar oluyordu. “Dün gece gelmedin, neredeydin?”

Birden gözleri aralandı, irkilmiş gibiydi ama neden? “Ne zaman geldin?” diye sordu. Doğrulup sırtını yatak başlığına yasladı, yüzünü kapatan beyaz saç tutamlarını kulağının arkasına sıkıştırdı.

“Az önce geldim.” diye mırıldandım. Kaşlarımı çatıp yüzünü incelemeye başladım. “Senin neyin var? Beni duymadın mı?”

Başını sorun yok, der gibi salladı. Kollarını açıp beni yanına çağırdı. Görünürde bir şey olmasa da halleri garipti ve tedirgin olmama sebep olmuştu. Yanına atlayıp kollarımı boynuna doladığımda irkildim, ilk defa soğuğu hissetmiş gibiydim, tüylerim diken diken oldu bile diyebilirdim. “İyiyim, sorun yok.” Dikkatimi dağıtmak ister gibiydi. “Neler yaptınız?” diye sordu.

O neler olduğunu söyleyene kadar konuşmaya niyetim yoktu ama sorduğu soru bir anlığına rahatsız edici hislerimden uzaklaşmama sebep oldu. İrkilmek yerine her zaman olduğu gibi yaşayan evime dönmüş gibi hissettim, kollarımı ona daha sıkı doladım.

Gergince nefesimi verdim. “Gedayevalarla görüşmemi istediğiyle ilgili bir şeyler zırvaladı.” Gözlerimi sıkıca kapattım. “Çocuklardan biri onlardan biriymiş. Adının Milo olduğunu söyledi.” Milo Gedayeva.

 

Bir şey söylemedi çünkü bunun beni rahatlatmaya yaramayacağını biliyordu. Kollarını benim ona yaptığım gibi daha sıkı doladı vücuduma, varlığını iyice hissetmeme sebep oldu. Burada, yanımdaydı ve daima öyle olacaktı.

Ailemle aramdaki hiçlikten rahatsız değildi, beni ve hislerimi, düşüncelerimi yargılamıyordu. Onun yanında hiç olmadığım kadar rahat hissediyordum ve böyle hissetmeye âşıktım. Ona, hissettiklerime ve hissettiklerine, varlığına...

Gözlerimi usulca kapattım, rüzgâr içimi üşütmek istiyor gibi yavaşça soğudu, sakince okşadı tenimi. Bir insanın fark etmeyeceği kadar sessiz bir şekilde arttırdı şiddetini. Bir fısıltıdan bile sessiz olan uğultu bizim kulaklarımızı tırmalamaya yetti.

Bakışlarımız aynı anda pencereye döndü, rüzgâr şiddetleniyordu. Dışarıda yapraklar uçuşuyor, içerideki kapılar cereyandan açılıp kapanıyordu. Birkaç saniye sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Hava bizi boğmak istercesine içeriye doldu ve burnuma açlık hissimi uyandıracak kadar keskin bir koku geldi. Elf kanı.

Ryuu birden benden uzaklaştı, neredeyse fırladı diyebileceğim hızda ayağa kalkıp pencereyi kapattı. Koku hafifledi ama yeterince uzaklaşmadı, onu hâlâ hissedebiliyordum. Dışarıdan gelen kokulara benzemiyordu, dibimde gibiydi. Yardım isteyen bir elf gibi...

“Kokuyu sen de alıyor musun?” diye sordum.

Çenesini havaya kaldırdı, gözlerini kapatıp birkaç kez havayı içine çekti. Hafifçe çattığı kaşlarını hemen düzeltti ve hiçbir sorun yokmuş gibi bakan, biri siyah diğeri beyaz olan gözlerini araladı. İnci gibi parlıyordu. “Ne kokusundan bahsediyorsun?”

Yataktan kalkıp pencereye, onun yanına yaklaştım. Rüzgâr aynı şiddetiyle esiyordu, dışarıdan gelen ses bir ıslığı andırıyordu. Gözlerimi sıkıca kapatıp alnımı cama yasladım. Kokuya odaklanmaya çalıştım. Neredeydi, kimin kanıydı? Yutkundum. Hâlâ yaşıyor muydu yoksa ölü müydü?

Bağıştan gelen kan olamazdı, bu ayki sıra Gökyüzü Krallığı’ndaydı ve burnuma çalınan koku ne meleklere ne de perilere aitti. Yeraltı Krallığı’nın eşsiz elflerinden birine ait olduğuna emindim.

“Elf kanı,” dedim Ryuu’ya doğru. “Hissetmiyor musun? Acıyla çığlık atıyor kulaklarımın dibinde. Bir siren gibi ölümün şarkısını fısıldıyor.” Başıma keskin bir ağrı girdiğinde yumruklarımı sıktım. “Neler oluyor?” Zihnimin içi düğüm olmuş gibiydi, bir şeyler ortaya çıkmak için beni zorluyordu.

Sirenlerin içinde, denizin ortasındaki bir kayanın üzerindeki elf gözümün önüne geldi. Onlardan biri gibi görünüyordu, bir tarafını sirenler, diğer tarafını denizkızları sarmıştı. Onlar gibi şarkı mırıldanıyordu, sesi büyüleyiciydi. Döndü ve bana baktı, kırmızı gözleri parladı.

Gözlerimi açtım.

Çok yakından bir çığlık sesi geldiğinde hızla Ryuu’ya döndüm. Tekrar fısıldadım: “Neler oluyor?” Ona gördüğüm elften bahsetmedim.

Kaşlarını çattı, bir şeyleri anlamaya çalışıyor gibiydi. Gergin olduğu gözümden kaçmadı. “Bahçeden geliyor, gidip bakacağım.”

Normalde onu durdurmaya çalışırdım ama neden bilmem, bu sefer arkasından bile seslenmedim. O odadan uzaklaştığında, aşağı inip bahçeye çıktığında ruhum bir arayış işindeydi.

Bedenim benim kontrolümün dışında gibiydi, biraz önce duyduğum o mırıltı zihnimi kurcalıyor, beni çağırıyordu. Sessiz, küçük adımlarımda eğilip yatağın altına, komodininin çekmecelerine, giysi dolabına ve hatta kitaplığına bile baktım ama hiçbir şey yoktu.

Mırıltı beni pencereye yönlendirdi. Dışarıdaki rüzgâra rağmen uzanıp pencereyi açtım. Hızlıca içeriye dolan hava beni bir santim bile kımıldatmadı. Gözlerimi kırpmadan dışarıya bakıyordum, Ryuu nerede bilmiyordum ama içimden bir şey çabuk dönmemesi için Tanrı’ya yalvarıyordu.

Hava içeriyi iyice kapladığında kan kokusu yavaşça ortaya çıkmaya başladı. Melek kanının aksine elf kanı acı ve hüzün dolu oluyordu. Dilime değen bir damla bile beni yakmaya yetecek denli acıydı. Kokusu neredeyse tadıyla aynıydı, ısıtılmış bir demir gibi...

Kokuyu takip ettiğimde zihnimdeki mırıltılar arttı, ses yükseldi ve beni rahatsız etmeye başladı. Usulca banyoya girdim, gölgelerim bir şey göstermek ister gibi benimle geliyordu, bazıları meraklıydı da, hiçbir şey bilmiyordu. Banyodaki dolapları tek tek inceledim, lavabonun önüne gittiğimde aradığım şeyi bulmuş gibiydim.

Kalbim heyecanla atmaya başladı. “Eğil ve beni bul!” diye çığlık attı. İtiraz etme gücüm yoktu, iradem elimden alınmış gibiydi. Onu dinledim, dizlerim hafifçe büküldü, elim lavabonun altındaki dolabın kapağına uzanıp açtı.

Kan kokusu yüzüme çarptı, rüzgâr gibi ama daha sertti. Elf beni izliyordu, zihnimdeydi. Dolapta birkaç tane kıyafet vardı ve krallara aitmiş gibi görünüyordu. İlk kez kandan iğrenerek kıyafetleri elime alıp havaya kaldırdım. Aynadan dehşetin sahiplendiği yüzümü gördüm.

Bir yanım kıyafetleri sıkıp kanı çıkarmak, onu içmek için can atsa da elf beni tutuyor, dizginliyordu. Kırmızı kadife kumaş ve altın zincirlerin süslediği kana bulanmış takım beni kendine çekiyordu, canlı gibiydi.

Yanlış yollarla dökülmüş kan, dedi zihnim. Acı içinde bir kurban.

Kıyafetleri bıraktım, sert bir taş gibi yere düştüler ve aynı anda kapının açılıp kapanma sesini duydum. Suyu açıp elimi yıkadım, beni kaplayan kandan kurtuldum ve banyodan çıktım.

Düğümü oluşturan ipler beni sıkmaya başladı, yavaşça odadan çıktım ve merdivenleri inmeye başladım. En aşağı indiğimde Ryuu’yu gördüm. Sırtını kapıya yaslamıştı, bir eli kilitteydi. Bu hâline anlam veremedim. “Yukarıdaki şeyi gördün mü?” diye fısıldadım.

Gözleri kocaman aralandı, neredeyse kalbinin atışını duyuyordum. Ağzını açacağı sırada biri kapıyı yumruklamaya başladı, alacaklı gibi kimdi bu saatte gelen?

“Majesteleri!” diye bağırdı kapının arkasından bir adam. “Yeraltı Krallığı’ndan geliyoruz, lütfen kapıyı açın!”

Şaşkın gözlerle sevgilime baktım. “Ne yaptın sen?” diye fısıldadım. Sirenler ve denizkızlarıyla şarkı söyleyen elf tekrar zihnime düştü, hemen ardından da banyodaki kıyafet. Kalbime bir şey oldu, biri acımasızca hançerini saplamış gibi...

“Ryuu,” Başımı iki yana salladım. “Yasak olanı mı yaptın?” Birini mi öldürdün?

Öylesine gergin görünüyordu ki hiçbir şey söyleyemedi. Yeraltından geldiklerini söyleyen adamlar kapıya tüm gücüyle vurmaya devam ediyordu. Öyle sert vuruyorlardı ki Ryuu’nun vücudu göz göre göre sarsılıyordu.

“Aç kapıyı.” dedim ama sanki konuşan ben değildim. “Aç kapıyı ve yüzleş,” dedi zihnimin içindeki elf. Gölgelerim bile korkup geri çekildi.

“Yukarıya çık, Eirian!”

“Ejderha’nın Ruhu!” diye bağırdı biraz önceki adam.

Geriye doğru bir adım atıp merdivenin bir basamak üstüne çıktım. Ryuu kapının kilidini açtı, dışarıdaki sesler kesildi, kolu indirdi ve usulca açtı. Yıkılmış ve şaşkın bakışlarım, şüpheci bakışlarım ve anlam veremeyen, ağrı dolu kalbim... Zihnim suyun altındaydı, ben suyun altındaydım. Boğuluyordum.

Üzerinde Yaşam Ağacı sembolü olan rozete sahip yeşil üniformalı beş yeraltı askeri içeriye girdi. Elf askerlerden biri öne doğru çıktığında onun yetkili olduğunu anladım. “Ejderha’nın Ruhu,” diye tekrar etti, biraz önce duysam da önemsemediğim kelimeleri. Şimdiyse kalbimin iyiden iyiye ağrımasına sebep olmuştu. “Yeraltı Krallığı için önemli olan bir elfin kayboluşuyla ilgili araştırmalar yapıyoruz, bölgede bulduğumuz izlerden dolayı evinizi aramak zorundayız.”

Ryuu biraz önce olduğunun aksine rahat görünüyordu, kendini bu kadar çabuk toparlamasına şaşırmıştım. Üzerine atılmış bir iftira vardı ve o bunu pek önemsiyor gibi değildi. “Elbette,” dedi sakince. “Buyrun, arayabilirsiniz.”

Hayır, demek istedim, arayamazsınız. Tanrım yardım et, banyoya girmelerine engel ol.

Lider olan yanımızda kaldı, diğer elfler evin içinde dağıldı. Zihnimi onlara odakladım, tüm seslere kulak kesildim. Banyonun gıcırdayan kapısı, zemine bastığımızda çıkan tok sesi duymayı bekledim. Biri kapının kulpunu tuttu, ileriye doğru itti ve kapı gıcırdadı. Kalbim tekledi.

Başımı Ryuu’ya çevirdiğimde o ve liderin çoktan salona geçip koltuklardan birine oturduğunu fark ettim. Elf onu sorguluyordu ve Ryuu oldukça rahattı.

Askerin banyonun içinde adımladığını, çoktan kıyafetleri bulduğunu hissedebiliyordum. Dikkatimi duygularına, zihnine verdiğimde iğrentiyle gözlerini kırptığını, parmaklarının ucuyla kıyafetleri tutup banyodan çıktığını gördüm. Zihnini serbest bıraktım, asker merdivenlerin ucunda belirdi.

“Avalon!” diye seslendi liderine. “Bunu görmen gerekiyor.”

Adının Avalon olduğunu öğrendiğim adam ayağa kalktı, Ryuu’nun bakışları bana döndü ve çok beklemeden liderin peşinden geldi. Kıyafetleri gördüğünde kaşlarını çattı. Avalon’un yüzündeyse belli belirsiz bir sinir ve gülümseme yer alıyordu. “Böylesine büyük bir kanıtı göz ardı edemem majesteleri,” diye mırıldandı. İçerideki elflere seslenip buraya gelmelerini söyledi. Yüzündeki gülümseme bir anlığına büyüdü, avını yakalayan bir avcı gibiydi. “Ejderha’nın Ruhu’nu krallığa götürüyoruz.” dedi.

“Ne saçmalıyorsunuz?” Fısıldayışım herkesin bana dönmesine sebep oldu. Ejderha’nın Ruhu ne anlama geliyordu? Sevgilime neden majesteleri diyorlardı? “Ryuu, burada neler oluyor?”

Bana çevirdiği bakışlarını yumuşattı, sesi ince ve güven vericiydi ama korkuyordum. Elfin sesi hâlâ benimleydi ve kahkaha atıyordu. Ryuu’nun başına gelenler onu sevindiriyor gibiydi. “Sorun yok,” dedi Ryuu. “Her şey yolunda.”

Öyleyse ben neden böyle hissediyorum, Ryuu?

“Sen kimsin?” diye sorma gereği duydum. Ejderha’nın Ruhu... Sorumu yineledim. “Sen kimsin?”

Gözlerinde beliren hüzün beni durdurmadı. “Eirian...”

“Cevap ver!” dedim sertçe. Sesimin titremesine, hislerime, dolan gözlerime, ruhumun haykırışına engel olamadım. Bizi bu denli insanlaştıran düzene lanet ettim. Hayır, ağlamayacaktım.

Avalon başıyla askerlere işaret ettiğinde Ryuu’nun etrafını sardılar, ardından bana döndü, onun bakışıyla birlikte birkaç asker bana doğru geldiğinde Ryuu kollarını tutan adamları korkunç bir güçle kendinden uzaklaştırdı. “Onun bir suçu yok!” diye bağırdı.

Neredeyse koşarak bana doğru yaklaştı, kollarını boynuma sıkıca doladı. Onu benden uzaklaştırmaya çalışan elflere direndi, beni bırakmadı. “Beni affet,” diye fısıldadı. “Sakladığım için affet, yaşattıklarım ve yaşatacaklarım için affet.”

Gözlerimden akan yaşlara engel olmadım. Ryuu kollarını boynumdan çekti, elleri usulca yüzüme kaydığında dolu gözlerini gördüm. “Seni seviyorum.” dedi. Bana yaklaştı, buz gibi dudakları dudaklarıma değdi, gözlerini kapattığında onu taklit ettim.

Bedenimi, dudaklarımın üzerindeki dudaklarını hissetmeyi bıraktım. Sanki havalanıyor, boşlukta süzülüyor gibiydim. Etrafımızdaki elfler şaşkındı, onun ne yaptığını bilmiyordu ama ben farkındaydım. Bedenim gittikçe soyut hâle geldiğinde Ryuu benden uzaklaştı ve elfler kollarından tuttu. Dudaklarımı oynattım: bana geri dön.

Yolculuk. Ryuu’nun bana yaptığı buydu. Ruhu uyutma, bedeni bir yerden başka bir yere gönderme. Beni korudu, beni kurtardı ve kendini ateşe attı.

Loading...
0%