@sera_d.uluhan
|
Bir insan günde kaç adım yürüyebilir? Veya bir kadın, en fazla kaç kilogram taşıyabilir? Hem de hiç durmadan! Şakasız 37. mağazaya girmiştik ki artık bedenim iflas bayraklarını çekti. Benim aksime bir bu kadar da gezebilecek enerji vardı, Aşkın Hanım’da. Kendimi onun yanında seksen yaşında, kendi ihtiyaçlarını bile karşılayamayan biri gibi hissediyordum. İlk yirmi mağazada hiç problem yoktu. Sohbet ederek ve beğendiğimiz ürünleri birbirimize gösterip deneyerek geçmişti. Ama sonrasında yorulduğumun ve artık kıyafet görmek istemeyen ben, Aşkın Hanım’ı bir restorana getirmiştim. Girdiğimiz her mağazadan birkaç parça kıyafet almıştık ve arabaya bırakmak yerine elimizde taşımıştık. Sporda bile bu kadar ağırlık kaldırmayan kollarımın ağrısı yavaştan kendini belli ediyordu. Bununla birlikte ağrıyan ve kısmen yara olan ayaklarım ile ilk defa topuklu ayakkabılardan nefret etmiştim. Kollarıma ve boynuma tuttuğum soğuk su ile biraz olsun nefeslenmiştim. Dağılmış saçlarımı biraz düzeltmeye çalışıp restoran lavabosundan çıkıp, oturduğumuz masaya geçtim. Aşkın Hanım ise evden daha yeni çıkmış gibi duruyordu. “Anlaşılan alışveriş maratonum seni epey yormuş.” Gülümseyerek konuşan kadına bende gülümsedim. “İşten sonra alışveriş alışkın olmadığım bir şey.” “Bir daha ki sefere hafta sonuna denk getirelim. Asıl sen beni o zaman gör. Şu an içimdeki alışveriş tutkusu birazcık baskılandı.” Bu sözlerinin üzerine ben şok olmuş ifadeyle karşımda ki kadına bakıyordum. Baskılanmış hali buysa gerçek hali kesin beni öldürürdü. “Galiba ben sizin kadar alışveriş sevmiyorum. Daha çok yoruluyorum.” Şimdide o bana inanamayarak bakıyordu. Gelen garsonla siparişlerimizi verip sohbete daha doğrusu dedikoduya devam ettik. “Sibel’in yaptığı yüzsüzlüğü Seda yapmadı. Git sen eşinin kardeşiyle ilişkiye gir. Hadi onun kocası saf, ya kardeşinin eşi. Ay zaten o ailede bir tek ona üzülüyorum. Kadına yıllarca çocuğu olmadığı için demediklerini bırakmadılar. Şimdi de ne buluşmalara ne de yardım toplantılarına gelmiyor.” Bir yandan yemeğimi yiyordum bir yandan da Aşkın Hanım’ın anlattıklarını dinliyordum. “Bu Sibel dediğiniz kadın, yardım derneğinin başkanı olan mıydı?” Anlattığı kadınları tanımadığım için aklımda böyle kodlamıştım. “Aynen, o kadın. Organizasyonları da bu ayarlıyordu da sonra çıkan dedikoduları bunun yüzüne yüzüne vurunca herkes, elini kolunu çekti. Onun yerine şimdi kırmızı Ayten yapıyor. Ay bir de havaları var derneği yönetiminin başına geçti diye. Zannedersin ki ülke yönetimine geçti.” Aşkın Hanım’ın söyledikleriyle ikimizde gülmüştük. Anlaşılan bu yardım derneğinde ki üyeleri pek sevmiyordu. Açıkçası anlattıklarına göre de sevilecek insanlar değillerdi. Merakıma yenik düşüp “Neden kırmızı?” diye sordum. Suyunu yudumlarken hafif kıkırdamıştı. “Ay Güneş, kadını görmek gerekiyor. Kırmızı renginden ve leopar desenli elbiselerden başka bir şey giymiyor. Bir de eşi erken vefat etmiş. Kadın, oturduğu yerden yanıyor. Hatta bir gün misafirliğe bize gelmişlerdi. Toprak' da o zaman eve uğramıştı. Bir cilveli konuşuyor bir süzüyor oğlumu, görmen lazım. Toprak uzaklaştıkça Ayten daha çok dibine girdi evladımın.” Aşkın Hanım’ın anlattığı gülerek anlattığı olayın sonunu üzülerek bitirmişti. O anı aklımda canlandırdığımda gerçekten komikti. Sadece Aşkın Hanım gibi Toprak’a üzülmüştüm. Çok zor durumda kalmış olmalıydı. Dedikodu eşliğinde yediğimiz yemeklerden sonra birer türk kahvesi söylemiştik. Aşkın Hanım lavaboya gidip geldikten sonra bakışları arkalarda ki masalara dönmüştü. Bizim masaya doğru eğildiğinde sesini oldukça kısık tutmaya çalışmıştı. “Şanslı mı yoksa şanssız mı bir günündesin emin olamadım, canım. Tam arkanda, kırmızı Ayten ve ahtapot kolları bize doğru geliyorlar. Samimiyetsiz ve imalı imalı konuşacaklar şimdi.” Anladığım kadarıyla bu önden bir uyarıydı. Arkamı dönmeme gerek duymadan onların yanımıza gelmesini bekledim. “Ay şekerim. Sende mi buradaydın? Ne tesadüf ama.” Görüş alanıma giren kadın; yirmi santimlik kalın platformlu kırmızı bir topuklu ile üzerinde sarı-siyah leopar desenlerin içinde siyah dantel işleme dolu bir elbise ile tüm endamını sunuyordu. Platin renkli saçları ise Aşkın Hanım’ın az bile söylediğini gösteriyordu. Yanında ki kadınların da ondan pek bir farkı yoktu. Ama en çok dikkat çeken 1.80 boyu ile Ayten olduğunu düşündüğüm kadındı. “Evet canım, bende buradaydım. Tesadüfün böylesi.” Kadının samimiyetten uzak hallerini taklit eden Aşkın Hanım ile gülmemek için kendimi zor tutmuştum. Ayaklanıp birbirlerine sarılırken bende ayağa kalktım. “Kız bu kim? Bizleri bıraktın da kimlerle arkadaşlık kurdun?” Fazla sesli konuşmasa da tiz sesi ile birkaç masa bize dönmüştü. Yaptırdığı göğüsleri gözüme sokmak isteyen kadına elimi uzattım. Aşkın Hanım’da beni onlarla istemeye istemeye tanıştırıyordu. “Ayten’ ciğim tanıştırayım. Kızım Güneş. Canım bu tatlı hanımlar da dernekten arkadaşlarım.” Aşkın Hanım’ın ‘kızım’ demesiyle kadınlarla birlikte bende bir şaşırmıştım. Bugüne kadar ne o bana ‘kızım’ demişti ne de ben ona ‘anne’ demiştim. Henüz birbirimize alışamadığımız için diye düşünsem de anlaşılan Aşkın Hanım bana alışmıştı. Bu beni ilk şaşırtsa da çok mutlu hissettirmişti. Gerçekten iyi birinin kızıydım. İnanması zordu belki ama imkansız değildi. Üzerlerinde ki şaşkınlığı atan kadınlar ile masaya geçip oturmuştuk. “Kızının ortaya çıktığını duymuştuk ama hiç görmemiştik doğrusu.” diyen Ayten Hanım’ı, Aşkın Hanım cevapladı. “Görmemen çok normal canım. Benim kızım sonuçta.” Bu kadın her kızım dediğinde benim içim sürekli kıpır kıpır mı olacaktı? “Hayır yani, senin çocuklarına düşkün olduğunu bilmesem ya sokağa attın diyeceğim ya da kızın kendi gitmek istedi.” diyen başka bir kadın ile Aşkın Hanım’ın yüzünün düştüğünü gördüm. “Bizim aile içi problemlerimiz sizi ilgilendirmez, Şermin Hanım. Lütfen yerinizi ve haddinizi bilerek konuşun.” Madem Aşkın Hanım’ın kızıyım, o öyle söylüyor bende onun üzülmesine izin vermezdim. Çaprazımda oturan kadın sessiz kalırken, Aşkın Hanım’ın keyfi yerine gelmişti ve benim içinde bu önemliydi. “Ee uzun zaman sonra aileye gelip rahata ermişsindir. Sonuçta zengin aile.” dedi, diğer bir kadın. “Ne demek istiyorsun Serpil? İhtiyacı olduğu zamanlarda elbette destek oluruz. Aynı senin damadına yüz milyon dolar verdiğin gibi. Hem kızım da kendi emekleriyle oldukça varlıklı biri.” Platin saçlarını savura savura “Nasıl emekmiş o? Ne iş yapıyor da varlıklı olsun?” diye burun kıvırarak soran Ayten Hanım’ı kısaca “Kendisi savcı.” diye yanıtlamıştı. Artık tüm kadınlar, gözlerini açabildikleri kadar açıp bana bakıyorlardı. Çoğu kadın yerinde küçülmeye bile başlamışlardı. Fazla oturmak istemediğimizden Aşkın Hanım iyi akşamlar dileyip koluma girdi. Çıkışa doğru ilerlerken gülmeye başladı. “Ay, surat ifadelerini gördün mü? Artık sürekli bu olayı konuşup dururlar.” Onunla birlikte bende gülmüştüm. Vedalaşıp evin yolunu tuttum. Doğrusu ne kadar yorulsam da güzel ve eğlenceli bir akşam geçirmiştim. Gerçekten Aşkın Hanım yaşına oranla çok olgun bir kadındı. Ara sıra içinden gelen çocuk ile tertemiz bir kalbi olduğu anlaşılıyordu. Yolun bitmesine az kalmıştı ki telefonum çaldı. Ama gün içinde kullandığım telefonum değildi de torpido gözünde gizli bir cep de duran çalmıştı. Arabayı durdurup gelen çağrıyı yanıtladım. “Kötü bir haberim var. Davut kaçtı. Ne yapmamı istersin?” O halde bana söyleyeceği çok şeyleri vardı. “Sana verdiğim diğer isimlerle ilgilen.” dedim ve bir cevap beklemeden telefonu parçalara ayırdım. Arabayı ters yöne sürüp ihtiyacım olan diğer hatlı telefona ulaştım. Kayıtlı olmayan, birkaç sayı girip beklemeye başladım. Açılan telefon ile bir çırpıda “Bana hemen Davut Dağhanlı’yı bul. 12 saatin var.” dedim. “Nasıl istiyorsun?” “Sadece getirin. Bizzat ben ilgileneceğim.” dedim ve o telefonu da hurda yığınına çevirdim. Gözlerimin hafif kararmasıyla sinir krizi geçirmeye başladığımı anladım. Çantamda ki ilaçlara uzanıp iki ilaçtan da üçer doz yuttum. On dakika beklemenin ardından normale dönen görme yetim ile arabaya binmiş son sürat ile evin yolunu tutum. Birden önüme çıkan sokak köpeği ile ani fren yapmıştım. Ama nafileydi. Ne kadar direksiyonu kırsam da ona çarpmıştım. Hızla arabadan inip yanına koştum. Çok şükür ki hayattaydı. Ama anlaşılan bacaklarından birini incitmiştim. Arabanın arkasından bir örtü alıp yaraladığım hayvana sardım ve yan koltuğa dikkatlice yerleştirdim. İnleyen köpek ile daha hızlı davranıp bu saatte açık veteriner kliniği bulmaya koyuldum. Canı çok yanıyordu anlaşılan ki sesi yükselmeye başlamıştı. Yarım saatin sonunda açık bir yer bulmuştum. Hızlı ve dikkatlice kucağıma aldığım köpeği içeriye götürdüm. Etrafta kimse gözükmüyordu. “Kimse yok mu? Acil bakmanız gerekiyor!” Seslenmem ile içeriden hiç beklemediğim biri çıkmıştı. Gözleriyle aynı renk olan forması tüm vücut hatlarını gösteriyordu. O da benimle karşılaşmayı beklemiyor olacak ki bana bakıyordu. Kucağımda ağırlığını iyice belli eden köpeğin kısık inlemesiyle söze girdim. “Önüme birden çıktı. Durmaya çalıştım ama.. Olmadı. Galiba bir yerini incittim. İlgilenir misin?” Benim konuşmam ile de Atlas kendini toparlamış ve kucağımda ki hayvanı alıp içeriye götürmüştü. Saat epey geçti ve etrafta çalışan başka kimse göremeyince bende peşine takıldım. Acı içinde kıvrana köpeği alıp röntgen cihazı olarak tahmin ettiğim yere koydu. Birkaç işlemden sonra iğne yapıp bana döndü. “Ağrı kesici yaptım. Birazdan ne olduğunu anlarız.” dedi. Başımı onaylar şekilde salladıktan sonra köpeğin yattığı masaya doğru ilerledim. Köpeğin başını okşamaya başladım. Atlas cihazdan çıkan sonuçları incelerken karşıma geçmiş “Dostumuzun kolu incinmiş. Sargıya almamız gerekiyor. Birkaç gün sonra hiçbir şeyi kalmaz.” dedi ve o da köpeğin tüylerini sevmeye başladı. Söyledikleriyle endişem biraz daha azalmıştı. Köpeğin yaralı ayağını sarma işlemi bittikten sonra, yaralı hayvanların kaldığı bir odaya götürüp kafeslerden birine bıraktı. Önüne biraz mama koyduktan sonra kapıyı kilitledi. Ben tam teşekkür edecektim ‘personel harici girilmez’ yazan kapıdan içeriye girdi. Çok farklı biriydi. Özellikle de aşırı duygusaldı. İlk zamanlarda beni görünce gözleri dolardı. Şimdide ise aramızda ki buzları biraz olsun erittiğimizi düşünüyordum. Anlaşılan yanılmışım. Kapıda öylece beklemek yerine dışarıda ki bekleme koltuklarına geçtim. Teşekkür edip giderdim. Oldukça geniş ve ferah bir klinikti. Bizim eve geldiği günde veteriner olduğunu söylemişti zaten. Bu saate kadar kaldığına göre kendi kliniğiydi. Küçük Melek’in Veteriner Kliniği Garip bir ismi vardı doğru. Ama içerisi çok tatlı dekor edilmişti. Tavanda asılı birkaç meleklerle çeşit çeşit hayvan resimleri vardı. Karşı tarafımdaki camlı odada hayvanlar için oyun alanı vardı. Diğer odanın ışığı yanmıyordu ama satılık eşya olduğu bariz belliydi. Etrafı incelerken muayene odasından elinde iki kupayla Atlas çıkmıştı. Ben ne yapacak diye izlerken, o aramızda tek kişilik boşluk bırakıp oturmuştu. Elinde çay ve kahve dolu kupalardan kahve olanı bana uzattı. “Teşekkür ederim. Keşke zahmet etmeseydin.” dedim ve kupayı aldım. Söylediklerimi umursamadan “Beğendin mi kliniği?” diye sordu. Benim fikirlerimi neden umursuyordu ki? Sessiz kalmamak adına sorduğunu düşünmeye başlamıştım. “Evet, çok güzel. Her şey düşünülmüş.” Asla ona bakmıyor, etrafı izliyordum. İlk zamanlarda ki gibi olmasını istemezdim. Çünkü ne yapacağımı bilmiyordum. Atlas'ı o halde görmek onun kadar benim de canımı yakıyordu. Ama sürekli de konuşmak istiyordum. “Senin mi burası?” Karşılığında mırıltı ile aldığım onay, az da olsa moralimi bozmuştu. En azından konuşmasa da cevap vermişti. Aramızda geçen uzun ve bir o kadar da derin sessizlikte, ikimizde içeceklerimizi içiyorduk. Litrelik kupada olduğu için iç iç bitmiyordu. “Kliniğin adı neden Küçük Melek?” Çenesini tutamayan yine bendim. Ama bu sefer ne cevap vermemezlik yapmış ne de mırıldanmıştı. Kısa, öz ve kendinden emin bir şekilde cevap vermişti. “Hayatımı ona borçlu olduğum küçük bir kıza taktığım takma isim.” Olayı anlamasam da daha fazla kurcalamak istemediğimden sessiz kaldım. Kahveyi bitirdiğimde “Eline sağlık. Yardım ettiğin için de teşekkür ederim.” dedim. Elimdeki kupayı sehpaya koyup benimle birlikte ilerliyordu. “Ne demek, görevim.” Ellerini ceplerine sokup hareketlerimi izlemeye başladı. Böyle de kendimi çok gergin hissetmiştim. Arabanın kapısını açıp arkamı döndüm. “İyi geceler.” dedim ve arabaya bindim. Arkamdan “Sana da iyi geceler.” dediğini duysam da dönüp bakmadım. Göz göze gelmekten çekinmiştim doğrusu. Yaraladığım köpeği yarın adliyeden çıkınca ziyaret ederdim. Kendi kendime verdiğim moral ile eve varmıştım. Sinyor ve Joker’ in yiyeceklerini ve bakımlarını hallettikten sonra üzerimi değiştirmiş, kısa bir duş almıştım. Ardından çalışma masama geçip kalan işlerimi halletmeye koyuldum. Yaklaşık iki saat sonra kapının çalmasıyla ayaklanıp kapıya baktım. Tüm göz makyajı akmış burnunu çekerek ağlamaya devam ediyordu, Alya. İçeri adım atıp bana sarıldı. Bir süre adımı sayıklayıp hıçkırarak ağlamaya devam etti. Bir süre sonra onu kendimden uzaklaştırıp göz yaşlarını sildim. “Hadi, gel içeriye.” Alya koltuğa geçerken bende ona soğuk bir su doldurup yanına geçtim. “Daha iyi misin?” Karşılığında birkaç kez iç çekmişti. “Anlat hadi. Ne oldu da annenle bu derece kavga ettin?” “Annemle kavga ettiğimi nerden anladın?” Sanki onu tanımıyormuşum gibi sorduğu soruya göz devirdim. “Seni sadece değer verdiklerin incitebilir. Babanla kavga ettiğini hiç görmedim. Geriye seçenek annen kalıyor.” Eline aldığı bir top tuvalet kağıdından bir parça kopararak burnunu sildi. “Haklısın. Aynı zamanda da değer verdiğim o kadın, bana zarar vermek için elinden geleni yapıyor.” Aklına kavga anı gelmiş olacak ki gözleri tekrar doldu. “İnanamıyorum Güneş. Gerçekten inanamıyorum. Ben evlenmek için veya evliliğe adım atmak için elimden geleni yapıyorum annem yine de memnun olmuyor. Konuştuklarımın hiçbiri olmadı, suçlusu benim. Onun bulduklarıyla da olmadı, yine suçlusu benim.” Tekrar kuvvetlice burnunu sildikten sonra devam etti. “Hayır yani, bana bulduklarını da bir görsen. Onun yerine karşıma geçip küfür etse daha iyi. Olmuyor işte, ol-mu-yor. Biri çıkar ciddi düşünmüyorum der, başkası birisi önceki evliliğimden üç çocuğum var çalışmaz bakarsın der, diğeri ben çalışmam sen bana bakarsın der. Daha ilk günden sözlü veya sözsüz taciz eden o*ospu çocuklarından hiç bahsetmiyorum. Gelmiş bana hala neden evlenmediğimi soruyor. Tabi, sen bulmuşsun sessiz sakin babamı, herkesi öyle zannet.” Son söylediğiyle gülmemek için kendimi zor tuttum. Alya'da bunu fark etmiş olacak ki gülerek “Ama haksız mıyım? Babamın ensesine vur, al ekmeği elinden.” demesiyle daha fazla dayanamayıp bende güldüm. Biraz daha Alya’nın ağlaması ve kendimce verdiğim tavsiyelerden sonra ikimizde günün yorgunluğundan, yatar yatmaz uyumuştuk. Hem yarın akşam Evren benim evime yatılı kalmaya gelecekti. Onun içinde hazırlık yapmam gerekiyordu. Gün doğmadan uyandığım da bir saatlik yürüyüş yapıp eve gelmiştim. Alya hala uyuyordu. Kahvaltıyı hazırlayıp onu da kaldırdım. En azından bir şeyler atıştırıp öyle işe giderdi. Ama ağzında düşmek üzere olan kaşar peyniri ile uyuklayan Alya, her an geri yatağa dönecekmiş gibi duruyordu. Uyanması adına “Bugün merak ettiğin kardeşim Evren geliyor. Yatılı kalacak. Akşama kal da tanıştırayım sizi.” demiştim. Ama pek etkili olduğu söylenemezdi. “Hıhı. Akşama daha çok var.” deyip ardından el sallayıp kaldığı odaya geri döndü. Hayatım da bu kadar uykuya düşkün bir insan daha görmedim gerçekten. Ortalığı toparlayıp Alya içinde bir tabak hazırlayıp dolaba yerleştirdim. Üzerimi değiştirip adliyeye vardım. Anlaşılan bugün oldukça yoğun geçecekti çünkü her yer insan kaynıyordu. Çoğunun sorgularla geçen mesaimi bitirdikten sonra Atlas’ın kliniğine uğramıştım. Hem dün yaraladığım köpeğin durumunu sormak için hem de onu görmek için. Maalesef Atlas’ı işi olduğu için klinikte değildi. Ama köpeğin durumu iyiye gittiğini öğrenmiş biraz daha rahatlamıştım. Sonrasında alışverişe gidip akşam için atıştırmalık ve kutu oyunlarından aldım. Evren'i ağbilerinden biri bırakacaktı. Bu yüzden direk eve geçip hazırlıklara başladım. Çok geçmeden de Alya ve tekrar yerine gelmiş enerjisi gelmişti. “Evvvet, bebeğim. Neler hazırladın, nelere yardım lazım?” Ben tam ona mısır patlatmasını söyleyecekken eline aldığı çerez tabağı ile mutfaktan çıkmıştı. Giderken de “Anlaşılan bana hiç ihtiyacın yok.” demeyi de ihtimal etmemişti. Gerçekten evlilik isteyip de ev işlerinden ve mutfağa girmekten nefret eden ilk insandı. Beyaz atlı prens isteyene kadar; aşçı ve titiz birini bulsa daha iyi olurdu onun için. Doğrusu kıyafetlerini makineye bile atmaya üşenen birini neden titiz birisi istesin, orası da ayrı bir sorundu. Hazırlıkları tamamladığımda Evren’de gelmişti. Omzunda ki çantasını bırakıp hemen ardından bana sarılmıştı. Bende ona karşılık verdiğimde daha sıkı sarıldık. Birbirimizden ayrıldığımızda Alya’nın bir eli havada bize baktığını gördüm. “Yok artık!” diye tepki verdiğinde az çok neye şaşırdığını biliyordum. Evren olayı anlamayıp bana döndüğünde daha fazla ayakta beklemeyelim diye açıkladım. “Uzun zaman sonra ilk defa karşı cins birine sarıldığım için psikoloğum şaşırdı. Bu arada bu arkadaşım Alya, bu küçük afacan da kardeşim Evren.” Alya, olduğu yerden koşarak gelip Evren’e sanki kendi kardeşiymiş gibi sarılmıştı. “Ay hoş geldin, ballı lokmam. Güneş'imin kardeşi artık benim kardeşimdir.” Yanlarından geçip yerde ki çantayı aldım. “Saçmalama Alya. Hem yapışma çocuğa, bırak nefes alsın.” dedim ve içeriye geçtim. Alya tekli koltuğa, Evren’de yanıma oturduğunda aralarında gülüşüyorlardı. Olaya müdahale edip “Tabi ki de seni kardeşi olarak alamaz. Ayrıca kıskanmadım. Sadece Evren seni bu şekilde beklemiyordu.” dedim, ikisini de ele alarak. Evren şaşırarak baksa da Alya umursamamıştı. “Allah’ım, ne tatlı şaşırıyor ya. Sen bakma ablana, ballı lokmam. Her şeyi bilmesi mesleki deformasyondan.” Evren onu onaylamak adına başını sallamış ve konuşmamla bana dönmüştü. “Canım sen akşam yemeği yedin mi? Hazırlayayım mı bir şeyler?” “Yok abla, yedim ben.” “Tamam o zaman acıkırsan söylersin, hazırlarım hemen.” dedim ve ayaklandım. “Siz Alya ablanla aldığım oyunlardan seçin, bende içecekleri hazırlayıp getireyim.” Alya'nın kutu oyunları görmesiyle sevinçle hepsini alıp önüne koydu. “Abla, bende sana yardım edeyim.” Onu reddedip, oyunlara bakmasını söylediğimde Alya’da beni onaylamış “O yapar, gel biz oyun seçelim.” demişti. Arkadaş desteği gerçekten önemli. Farklılıklarımız olsa da bir şekilde anlaşıyorduk. Veya bu zıtlığımız birbirimizi tamamlıyordu. İkisine de sevdiği içeceği hazırlayıp kendime de kahve yapmıştım. Yanlarına döndüğümde dedektif oyununu incelediklerini gördüm. “Bunu seçtik. Diğerlerine göre farklı geldi.” diyen Alya, bir yandan da elinde ki kağıtları inceliyordu. Aynı şekilde tüm dikkatini broşürlere vermiş Evren’in yanına geçip oturdum. İçecekleri dağıtırken “Nasıl bir oyunmuş?” diye sormamla, Evren cevap vermişti. “Bu bir tür dava dosyası. Öldürülen birini adli tıp raporu ve olayla ilgili kişilerin sorgusu var. Kısaca katili bulmamız gerekiyor.” Neredeyse her gün uğraştığım cinayet davalarını oyuna çevirmeleri garip gelmişti. Yine de bana hevesle bakıp cevabımı bekleyen çocuğu kıracak değildim. Yaklaşık üç saatin sonunda herkes tahmin ettiği kişiyi söylemişti. Dahası Alya, benim ve Evren’in söylediği isimlerin suçsuz olduklarını savunmaya bile başlamıştı. Gerçekten avukat olacak kadınmış. Onu hiç bu kadar kesin ve kararlı görmemiştim. “Madem bana inanmıyorsunuz hadi iddiaya girelim. Kazanırsam ikiniz de bir gün boyunca istediğimi yapacaksınız.” diyen Alya, artık zirveye ulaşmıştı. Evren karasız kalarak tatlısını yerken bana dönmüş ve vereceğim tepkiyi bekliyordu. “Tamam, kabul ediyorum. Ama kazanamazsan bir daha internetten biriyle buluşmayacaksın.” dedim. Sonuç olarak benim de şartlarımı söylemem gerekiyordu. Ayrıca ne kadar uyarsam da bu saçma buluşmalara bir son vermiyordu. Şu ana kadar da başına bir şey gelmemesi tamamen iyi kalpli olduğundandı, büyük ihtimalle. Alya, göz devirirken, “İnternetten birileriyle mi buluşuyorsun, Alya abla?” diyen Evren’i başımla onaylamıştım. “Alya ablan bu şekilde evleneceği prensini bulmaya çalışıyor.” Sesimde ki imayı fark eden Alya, sessiz kalmaya devam ediyordu. Biliyordu çünkü yaptığının yanlış olduğunu. “İnternetten bulana kadar, ağbilerimden birini sana verebilirim. Bu teklifi kimseye yapmazdım ama seni sevdim. Kıymetimi bil.” Evren’in alayla sunduğu teklifi beni güldürmüştü. Dün gece olanlardan sonra evlilik konusu canını sıktığından hemen konuyu değiştirdi. “Neyse. Ben diyorum ki Ahmet Kırgan katil. Evren, adamın kardeşini, sende adamın arkadaşının karısı yaptı diyorsun.” dedi Evren’i ve en son beni göstererek. İkimizde başımızı salladığımızda, oyundan çıkan itiraf mektubunu sesli bir şekilde okumuştu. Tabi ki de katil, benim ismini verdiğim kadındı. Evren gururla bana dönerken nasıl tahmin ettiğimi sormuştu. “Atladığımız çok önemli bir nokta var, ballı lokmam. Kiminle oynadığımızı unutmuşuz.” Ben Evren’e yakaladığım ip uçlarını anlatırken, Alya’ da iyi geceler dileyip kaldığı odaya gitmişti. “Alya ablanın nesi var?” “Geçen günlerde annesiyle kavga etmişler. Bu evlilik mevzusu yüzünden.” Bir yandan bulaşıkları toplarken bir yandan da Evren ile sohbet ediyorduk. “Evlenmesi için baskı mı kuruyor?” Onu başımla onaylayıp “Maalesef öyle canım.” Ben akıtırken o da makineye yerleştiriyordu. Ne kadar kendim hallede bileceğimi söylesem de kabul etmemişti. Sessizliği bozarak “Okulun nasıl gidiyor bakalım? Bir problem var mı?” diye sordum. Bugün ya yorulduğu için ya da bir sorunu olduğu için durgundu. Oyun oynarken şakalaşsak da onu tanıdığım ilk günlerde ki gibi değildi. “Okul gayet iyi. Ama dersler biraz zorluyor.” “O kadar da olur artık.” Yine sessizce ortalığı toparlamaya devam ettik. İşimizi bittiğin de “Uykun yoksa dondurma yiyelim mi?” diye sordum. Teklifimi kabul etmiş ve benim kaselere dondurma koymamı izlemişti. Beraber bahçeye çıkıp sallanan salıncağa oturduk. Yavaş yavaş sallanıp hafif esen havada dondurmalarımızı yemeye başladık. Evren'in bu kadar sessiz oluşu beni korkutmaya başlamıştı. Normalde asla susmaz sürekli konuşacak konu bulurdu. “Neyin var canım? Geldiğinden beri durgunsun.” Ben ondan bir cevap beklerken o dondurmasıyla oynuyordu. Bir süre sessiz kaldığında bende bozmadım. Daha sonrasında ise derin bir iç çekti. “Abla, bu hep böyle mi gidecek?” “Ney, böyle mi gidecek?” “İşte sen, ben, annem; babam, ağbilerim. Hep böyle mi olacağız? Birbirimize çok uzakmışız gibi hissediyorum. Annem ile ben neyse de babam ve ağbilerim. Sanki aranızda buz gibi bir uçurum var. Ne onlara gidebiliyorsun ne de onlar sana.” İnan bana, bu soğuk uçurumu bende iliklerime kadar hissediyorum. Ama sorun onlardan veya sizden kaynaklı değil. Tamamen benden kaynaklı. Ben ve geçmişim, geleceğim. Asıl sorun, seni asıl üzen şey benim diyemedim. Nasıl diyebilirdim ki? O küçücük, tertemiz kalbine beni almıştı. Hem de sorgusuz, itirazsız; ablası olduğum için. “Haklısın.” dedim sadece. “Aslında ben çok iyi biliyorum, babamın ve ağbilerimin de ne hissettiğini. Onlarda seni istiyorlar, kabul etmeye hazırlar. Ama ...” Sessizleşmesiyle onun cümlesini ben devam ettirdim. “Ama benim mesafem onlara engel oluyor. Soğukluğum onları korkutuyor. Benimle aralarını açmak zorunda kalıyorlar.” Her ‘benim’ dediğimde göğsüme bir yük binmişti. Çok ağırdı. Erol Bey’in konuşma çabalarını, diğerlerinin üstü kapalı ilgisini elbette görüyordum. Ama bilmiyorlardı ki ben herkese böyleydim. Böyle olmak zorunda kalmıştım. Elbette bu hayatta en çok korktuğum ‘baba’ ve ‘ağbi’ sıfatı da vardı. Bunlar bir araya gelince, kara geçmişim ve şu an ki kabuslarım ortaya çıkıyordu. Yaşadıklarımın tamamını bilmesine, bilmelerine gerek yoktu belki. Ama neden onlara, bu şekilde davranmak zorunda kaldığımı bilemeleri gerekiyordu. Bu onların en büyük haklarıydı. “Ben küçüklüğümü çok zor geçirdim. Hem yaşadıklarım zordu hem de ben. Çok dik başlıydım. Sürekli kendi bildiğimi okurdum. Haliyle karşılığında ceza alırdım. Bizim yetimhane müdürü, hepimize sürekli ceza verirdi. Bana biraz daha fazla verirdi.” Hiç unutamadığım geçmişi hatırlayarak kısık bir şekilde tebessüm ettim. Eski günler işte. “Yaşım ilerledikçe çıkarttığım sorunlar da arttı. Okuldan kaçmalarım, kavga çıkartmam, yetimhaneye zamanında gitmemem artık küçük olaylardı. Çocuk aklı işte. Verdiği cezalara göre kendimce intikam alıyordum.” Soluklanmam ile Evren “Nasıl bir ceza veriyordu?” diye sordu. Sormasından korktuğum şeyi sormuştu. Biraz düşününce diğerlerine göre en hafifi olduğunu anlayıp cevap verdim. “Kemerle dövüyordu. Bazen yüz bazen iki yüz. Yaptığım şeyin ağırlığına bağlı.” Ona bakmasam da tepkisini az çok tahmin edebiliyordum. Dışarıdan mükemmel görünen bu kadının, geçmişini böyle tahmin etmiyordu büyük ihtimalle. “Neyse işte, o adam sürekli ona ‘baba’ diye hitap etmemizi isterdi. Bende asla demedim. Bana göre babalar kahraman olmalıydı. Her şeye rağmen koruyup kollamalıydı.” Ben ayağımla çimleri eşeleyip bakışlarımı yere sabitlemiş öyle anlatıyordum. Yanımda duyduğum kısık iç çekişlerle, Evren’in ağladığını anladım. O an dönmek istedim. Ona ‘ağlama, eskide kaldı’ demek istedim ama anlatacaklarım hala bitmemişti. Tek dileğim fazla ağlamamasıydı. “On yaşıma kadar birçok aile beni evlat edinmek istedi. Her seferinde ya yaramazlık yapar öyle istememelerini sağlardım ya da onların asla istemeyeceği gibi davranıp beni almamaları için elimden geleni yapardım. Bu sefer Aysun Hanım geldi. Ailelerin istemeyeceği şekilde davransam bile beni evlat edinmekten vazgeçmedi. Alıp evine götürdü. Meğerse hiç kimsenin haberi yokmuş benden. Aysun Hanım, eşine ve oğullarına hiçbir şey söylemeden evlatlık almış.” Biraz ara verdikten sonra, sesim net çıksın diye kendimi toparlayıp devam ettim. “Yetimhane müdürünün dayağından kurtuldum zannederken çok yanılmışım. Aysun Hanım’ın eşi Kemal.. Bu sefer beni o dövmeye başladı, hem de ilk günden itibaren.” Evren'in ağlaması git gide sesli ve şiddetli bir hal alırken daha kısa tutmam gerektiğini anladım. “Bir-iki yıl sonrada oğullarından şiddet görmeye başladım.” dedim. Bu kısmın detaylarına inersem ne Evren kaldırabilirdi ne de ben. Ona dönüp hala göz yaşı akıtan, içi kıpkırmızı olmuş gözlerine baktım. Elim kaldırıp yanaklarında ki yaşları sildim. “Bu yüzden bir psikoloğum var. Bu yüzden sinir krizi ve panik atak geçiriyorum.” Yeni sildiğim yanakları tekrar ıslanınca, yeniden sildim. Tekrar ağladı, hiç üşenmeden teker teker sildim. Birden bedenime sarılan kollarıyla irkilsem de çabuk alıştım ve bende sarıldım. “Herkese karşı böyleyim. Mesafeli ve soğuk. Ama ‘baba’ ve ‘ağbi’ sıfatlarında ki aileme çabuk alışamam. Üzgünüm. Keşke elimden daha iyisi gelse. Ama ...” Sonlara doğru artık sesim çıkmıyordu. Evren benden ayrılmış ve burnunu çekerek ellerimi tutmuştu. “Sakın böyle düşünme. Sen dünyanın en iyi ablasısın. Ben eminim babam da ağbilerim de zamanla görecekler. Ben... bilmiyordum. Asıl ben söylediklerim için özür dilerim. Düşüncesizlik ettim.” Gözlerimin içine bakarak söylediği şeyler kalbime dokunmuştu. Anlattıklarımı hatırlamış olacak ki tekrar ağlamaya başladı. “Tabi ki de bilemezdin. Özür dilemeni gerektirecek bir şey yapmadın.” Göz yaşlarını silip “Lütfen ağlama.” dedim. Sanki sesimi duymasıyla daha çok yaş döküldü gözlerinden, art arda. İçim sızladı, kalbim yine sıkıştı. Yaş dolu gözlerle bana bakıp “Nasıl dayandın? O kadar şiddete... Hem de hiç tanımadığın insanlardan... Hiç suçun olmamasına rağmen. Nasıl dayandın, abla?” Dayanamadım ki zaten. “Üç yıl.” dedim, fısıltı şeklinde çıkan bir sesimle. Üç yıldan fazlası vardı. Keşke sadece üç yıl ile sınırlı kalsaydı, bu şiddetleri. Ama o kadarını bilmesine gerek yoktu. Tekrardan bana sarılan Evren’e karşılık verdim ve saçlarıyla oynayıp sakinleşmesini bekledim. Bir süre sonra sesini duymuştum. “Üvey ailenden nefret ediyorum!” Onu kendimden uzaklaştırıp göz yaşlarını sildim. “Birilerinden nefret etmek için hayat çok kısa. Herkes bir gün hak ettiğini bulur. Ya Yaradan’dan ya da kullarından.” Tekrar akan birkaç göz yaşını sildim. “Lütfen artık ağlama. Benim canımı daha fazla yakma. Senin tek bir göz yaşına can alırım.” Sözlerimle birlikte kendini toparlayan Evren’le birlikte içeri geçtik. Çantasını elime alıp ona kalacağı odayı göstermek için hareketlendim. “Abla, bugün seninle uyuyabilir miyim?” diye soran kardeşimi nasıl kırabilirdim ki? Başımı sallayıp onay verdikten sonra üst kata odama çıktık. İkimizde sırayla üzerimizi değiştirdikten sonra yatağın içine yerleştik. Daha doğrusu Evren, bana sarılı bir şekilde omzuma yerleşmişti. Geçen birkaç dakikanın sonunda, Evren “Bana masal anlatır mısın?” diye sordu. Sorun şu ki ben hayatımda ne masal dinlemiştim ne de okumuştum. Sadece başlıklarını duyduğum kadar aşinaydım. Nasıl anlatılır onu bile bilmiyordum. “Ben hiç masal bilmiyorum. Bugüne kadar da hiç merak edip okumadım.” Aramıza giren uzun sessizliğin ardından “Üzgünüm.” dedim. “Peki, o zaman ben sana anlatayım. Kibritçi Kız. Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer berber iken pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Yılbaşı gecesinde, korkunç bir soğukta, karanlıkta küçük bir kız çocuğu; başı açık halde ve yalın ayak sokakta yürüyordu...” Evren'in anlatmaya başladığı bu masalı hayatım da ilk defa duyuyordum. Yaklaşık yarım saat boyunca anlatmış ve bitirdiğinde ise kendini uykuya teslim etmişti. Adı bile olmayan bu kibritçi kız, masalın başında dediği gibi ‘Bir varmış, bir yokmuş.’
Devam edecektir.....
|
0% |