Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11.Bölüm: Ayı Mı O?

@sera_d.uluhan

... 

Çok büyük bir yalanı

Çok yalın bir doğrultuda

Söylediniz mi?

 

Gecikmiş bir gizemi,

Birikmiş bir özlemi

Sakladınız mı?

 

Gelmeyecek bir gideni,

Olamayacak bir nedeni

Beklediniz mi?

... 

Hep mi hep ölecekmiş gibi

Hiç mi hiç ölmeyecekmiş gibi

Yaşadınız mı?

... 

Ortamsız bir yaşamda

Yaşamsız bir ortamda

Harcandınız mı?

Özdemir ASAF

 

Bir varmış bir yokmuş ile uyuyup sanki gidecekmişim gibi bana sımsıkı sarılan Evren’in kolları arasında uyanmıştım. Şimdi ise saatlerdir göğsümde uyuyan kardeşimi izleyip saçlarını okşuyordum.

Pamuk veya ipek; onlar kadar yumuşak, onlar kadar narin ve ender. Kahverengi saçlarının arasında sarı tutamlar vardı. O kadar çok incelemiştim ki aralarında saklı beş tane beyaz saç telini fark etmiştim. Saçlarının arasından burnuma sızan kokusu ise beni aynı konumda, saatlerce tutmaya yetmişti. Ayrıca büyük bir huzurla uyuyan kardeşimi uyandırmak da istememiştim. Şahsen ilk defa hem onu uyurken görmüştüm hem de en sessiz anına şahit olmuyordum. Aynı şekilde kırgınlık ile de.

Acaba çocuk veya bebekken de böyle miydi? Yerinde duramayan, sürekli konuşan, heyecanlı, sabırsız, en çok da sevimli. Sürekli yanaklarını öpüp sıkmak istiyordum. Yirmi yaşında ve üniversite öğrencisi olmasını saymazsak tabi. Cidden böyle bir düşüncem neden vardı ki? Şahsen bana yapılsa hiç hoşlanmazdım.

Ama eminim çocukluğu da şu an ki Evren gibi geçmiştir. Aşkın Hanım ve Erol Be, ne kadar ilgilenseler de otuzlu yaşlarında olacakları için sorumluluğunun çoğunu ağbileri almıştır diye düşünüyorum.

Toprak'ın Evren’i susturmaya çalışıp başarısız oluşu, Kaya’nın büyük bir titizlikle hazırladığı mamayı yedirmeye çalışması, Çınar’ın burnunu tıkayarak çöpe attığı bebek bezini, Deniz’in ve Atlas’ın küçük kardeşleriyle kurdukları araba oyununa dahil etmeye çalışmaları ve onları büyük bir hayranlıkla izleyen çift; bir an gözümde canlanmıştı. Çok güzel bir aileydiler.

Bende onlarla birlikte büyüseydim nasıl olurdu acaba? İlk başta asıl olduğum kişi olmazdım. Sonra...

Sonrası yok. Acabası da yok. Çünkü yaşanmışlıkları tahmin etmek kolaydı, yaşanmamış veya asla yaşanmayacak anıları düşlemek imkansızdı. Ben Güneş’im. Doğduğu andan itibaren kendisiyle ve hayatla mücadele veren çocuğum. Büyümeye çalışan bir çocuk.

Evren'in hareketlenip yan tarafına dönmesiyle bende girdiğim sisin içinden çıktım. Yataktan kalkıp lavabo ihtiyaçlarımı giderdim. Geri döndüğümde Evren, yattığım yastığa sarılmış vaziyette uyuyordu. Yasladığı yanağıyla birlikte dudakları da büzülmüştü.

Şimdi daha da fazla yanaklarını sıkıp sevesim gelmişti. Bu fikrin aşırı saçma olduğunu düşündüm ve saçlarını öpüp mutfağa kahvaltı hazırlamaya gittim. Evren'in bu tatlı hallerini her gördüğümde sürekli bunu düşünür olmuştum.

Yarım saatten fazla süren kahvaltı hazırlığı ile uyanmayacağını bilmeme rağmen ilk Alya’ya seslendim. Yukarı odama çıkıp yatağa boylu boyunca yatan Evren’in yanına oturdum. Gözlerine gelen saç tutamlarını yana doğru çektim ve yanağına birazcık uygulayarak öptüm. En son çekildiğimde gözleri kapalı gülüyordu. Demek uyanmıştı da numara yapıyordu.

Bende onu gıdıklamaya başladım. Zaten gıdık aldığını biliyordum ve ellerimi tutmaya çalışıp kahkaha atarak yatakta yuvarlanan çocuk da bunun kanıtıydı. Gıdıklamayı bırakıp “Günaydın küçük afacan.” dedim, bir yandan da sarılırken.

O da bana karşılık verip “Günaydın güneşim. İşte doğdu güneşim.” dedi. İkimizde bu garip tabirine gülerken Evren esneyerek devam etti konuşmasına. “Yemin ediyorum bir annem bir de sen beni böyle güzel uyandırıyorsun.”

Bir yandan ayaklanmış elini-yüzünü yıkamaya gitmişti. “Babam askeriye koğuşundaymışız gibi ‘Koğuş Kal’ diye uyandırıyor. Kapımıza falan vuruyor.” Sesini kalınlaştırarak Erol Bey’in taklidini yapmıştı.

“Toprak ağbim, bağırarak bize söylenir. Çınar ağbim suyla veya bir şeyler fırlatarak, Atlas ağbim de köpek sesi açıp kulağıma tutar.”

“Kaya ve Deniz, onlar nasıl uyandırıyorlar seni?”

Evren uzun bir kahkaha atıp “Kaya ağbim ya nöbette ya da yeni gelmiş oluyor. Ama Deniz ağbimin uykusu aşırı ağır olduğu için ben onu uyandırıyorum. Daha doğrusu tüm ağbilerimle üzerine atlıyoruz. O altta eziliyor.”

Anlatırken keyif alması beni korkutmuştu. Uyuyan adamın üstüne atlamak nasıl bir işkence yöntemi, aklım almıyordu.

Aşağıya indiğimizde Alya’nın hala kalkmadığını gördüm. Acaba bende mi Eraslan’ların bu işkence pardon uyandırma yöntemlerini kullansaydım? Aslında su ile uyandırma fikri, Alya gibi bir uykucuyu uyandırmaya yetebilirdi.

Odasına girdiğimde pikeye sarılmış büyük bir huzurla uyuyan canım arkadaşımın yüzüne birkaç damla su döktüm. O ise elinin tersiyle yüzünü silip uykusuna devam etmişti. Bende biraz daha ıslattım. “Ne oluyor ya? Çatı uçtu da yağmur mu yağıyor?” diye homurdandı.

“Eğer iki dakika içinde yemek masasında olmazsan beş litrelik suyu başından aşağıya dökerim” deyip odadan çıktım. Masaya geçtiğimde Evren’de söylediklerimi duymuş olacak ki gülüyordu.

Alya iki dakika sonra söylene söylene yanımıza oturdu. “Uyuyan insanı suyla uyandırmak nedir ya. Hangi dönemin işkencesi, hangi günahımın bedeli bu ya!”

“Sen kolay kolay uyanmayınca bende yeni yöntemler öğrendim.” dedim ve Evren’e dönüp göz kırptım.

Bir yandan yağ sürdüğüm ekmeğin üzerine reçel sürüp Evren’e uzattım. “Bugün dersin var mı?” Aynısını kendime de yapmaya başladığım da onun da bir ısırık aldığını gördüm. “Evet var. Finallerden önce son dersler kaldı. Sonra da sıkı bir şeklide derslere gömülmem gerek.”

“Finaller zor geçiyor anlaşılan.”

“Aslında arkadaşlarımla ortak çalışınca iyi geçiyor. Ama biraz mekan sorunu yaşıyoruz. Kütüphanelerde konuşamıyoruz, kafelerde de dikkatimiz çok çabuk dağılıyor.”

Kahvemden bir yudum alıp “İsterseniz bur-” diye konuşmama kalmadan fazla gürültülü olmayacak şekilde bir çarpma sesi duyuldu. İkimizde sesin geldiği yere telaşla döndüğümüzde Alya’nın başını ovarken gördük.

“Sakin ol yaz güneşim. Sadece başımı yerinde tutamadım.”

Kalkıp alnına baktığımda hafif kızardığını gördüm. Dolaptan buz torbasını çıkartıp alnına bastırmasını söyledim. Soğuk iyi gelmiş olacak ki hem kısık iniltileri kesildi hem de uykusu açıldı.

“Aaa, ballı lokmam da buradaymış. Allah'ım sabahları daha tatlı oluyor ya bu çocuk.”

Evren'in Alya’ya attığı tuhaf bakışları beni bulduğunda ‘o hep öyle’ der gibi elimi savurup tekrar yerime geçtim. Evren ile sohbet ederek ve Alya’nın da yarı uyur-uyanık haliyle geçen kahvaltının ardından etrafı toparladık ve hazırlanıp çıktık.

Alya kendi aracıyla giderken ben ilk önce Evren’i okuluna bırakmış sonra da adliyeye geçmiştim. Hemen sonra Aşkın Hanım aramış akşam yemeğine davet etmişti.

Uzun ve bir o kadar da dava dolu bir günün ardından Eraslan’ların evine ulaşmıştım. Kapıyı çalıp içeri girdiğimde geçen gün olduğu gibi beni büyük bir gülümsemeyle karşıladılar.

Aşkın Hanım, bana sarılınca ilk ne tepki vereceğimi bilemedim. Sonra bende ona sarıldım. Kulağıma eğilip “Kızım kusura bakma. Ben ailecek yemek yeriz demiştim ama habersiz çıkıp gelen misafirler de var.” demişti. Bedenlerimiz ayrıldığında sorun değil dercesine gülümsedim.

Erol Bey’le selamlaşıp hemen ardından kollarını belime dolayan Evren’e bende sıkı sıkı sarıldım. Diğerleriyle de hoş geldin muhabbeti bittiğinde misafirlerin yanına doğru ilerledim.

Erol Bey kadar kalıplı olmasa da benden biraz uzun, yaşının verdiği kırışıklıklara rağmen güler yüzlü adam elini uzatıp “Merhaba. Bekir ben. Babanın arkadaşıyım.” dedi.

“Memnun oldum. Güneş bende.” başını salladığında yanında, gözleriyle beni baştan aşağıya süzen kadına döndüm. Elini uzatıp tokalaşmayla yetinen kadına bende hiçbir söylemedim. Oğulları olduğunu düşündüğüm adam da kadından farklı davranmamış yüzündeki garip gülümsemeyle elini uzatmış ve kısaca kendini tanıtmıştı.

“Memnun oldum Tarık Bey.”

Elimi geri çekecekken diğer eliyle de tutmuştu. “Lütfen Güneş’cim. Bana adımla hitap edebilirsin.” demesiyle karşımdakinin bir sünepe olduğunu anlamam zor olmadı.

Aşkın Hanım’ın salona davet etmesiyle elimi çekip aileye yol verdim. Onların içeri geçmesiyle Erol Bey, fısıltılı bir ses tonu ile “Bunlar yüzünden akşamımız çöp olacak.” demişti. Dediklerini sorgularken, bana doğru dönmesiyle “Birazdan ne söylediğimi anlarsın, güzelim.” deyip, onu sakinleştirmeye çalışan Aşkın Hanım ile içeriye geçtiler.

Kaya, gülmemek için kendini zor tutarken Deniz ve Atlas öylece arkalarından gitmişti. Ardından yanıma gelen Toprak, kulağıma doğru eğilip “İlaçlarını içtin mi? Sana tavsiyem içmediysen sinir hastalığın için olanı hemen iç.” dedi ve o da geçti.

Çınar’da “Neden o kadar uzun tuttu o senin elini? Hani temaslardan hoşlanmıyordun?” dedi dişlerinin arasından. Cevap vermeme kalmadan o da içeriye geçti. En son Evren ile ikimiz kalınca “Ne oluyor ya?” diye sitem etmiştim. Çünkü şu an hiçbir şey anlamıyordum. Herkes farklı şeyler söylüyordu.

Omuz silkip bir kolunu bana sararken “Biraz sonra anlarsın, ablacığım.” demişti Evren. Sondaki -cım ekine de vurgu yapmadan duramamıştı.

En son bizde yan yana içeriye geçtiğimizde sadece Bekir ve Tarık Bey’in ortaları boştu. Yüzüne taktığı züppe gülüşü ile koltuğa iyice yayılmıştı, Tarık Bey. Bunu görmüş olacak ki Çınar, kalkıp oturdukları uzun koltuğun en uç tarafına yönlendirmişti. Deniz'in de toparlanmasıyla Kaya’nın yanına oturabilmiştim.

Sol tarafımda ki tekli koltuk da oturan kadın üzerinde ki bakışlarını çekip eşine doğru “Ne iyi yaptık gelmekle değil mi Bekir? Bak dillerinden düşüremedikleri o kızlarıyla da tanıştık, en sonunda.” demiş ve imasını ben de dahil herkes anlamıştı.

Bekir Bey’de onu onaylayıp “Sahi biz daha önce neden tanışmadık?” diye soru yöneltmişti. Ben ailemle daha yeni tanışıyordum. Benim yerime “Fırsat olmadı herhalde.” demişti Aşkın Hanım.

Yanımda ki yüzünü değişik şekillere sokan kadının sözleri de eksik kalmadı. “Fırsat mı? Ayol sen ona biz ayrı yaşıyoruz desene.” deyip elini ağzına kapatıp kahkaha atmıştı. Ben yine olaya çok yabancı kaldığım için anlamamıştım. Farklı evlerde kalmamızın ne gibi bir sorunu var, çözememiştim.

Aşkın Hanım ev sahipliğinin verdiği ağırlıkla tebessüm edip bir şey söylememişti. Onun yerine eşi Bekir Bey konuşmuştu. “Böyle olmaz ama Erol. Hiç, bir kadın tek başına yaşayabilir mi? Başında muhakkak bir erkeğin durması gerekir.”

İşte tam bu sözleri söylerken kan beynime sıçradı. Avuç içlerim kaşınmaya başladı. Karşımda bacaklarını ayırarak oturmuş kendince neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen adama kafa atma isteği ile dolup taşıyordum. Ama şu an başka bir evde farklı bir konumdaydım. Bu yüzden sakinliğimi korumaya çalışıp Erol Bey’den önce lafa ben girdim.

“Pardon, anlayamadım. Biz kadınlar olarak koyun sürüsü müyüz de başımızda bir bekleyen olacak?”

Benim cevap vermemi beklemiyor olacak ki bir süre yüzüme bakmıştı. Yanımda ki kadın ise cık cıklamıştı. Ne yani kendimi savundum diye suçlu mu oldum?

Yüzüne ufak bir gülümseme yerleştirmeye çalışan Bekir Bey “Yok öyle demek istemedim. Eğer başında baban veya kocan olursa; oturmasını kalkmasını, giyimini ve ne zamanları dışarı çıkıp ne zaman dönmen gerektiğini sana söyler.”

Bana hala ‘başında’ demesi yetmiyormuş gibi benim hareketlerime, giyimime ve dışarı çıkıp çıkmamama karışabileceğini zannediyordu. Kim oluyordu da kendinde bu hakkı görüyordu? Sadece basit bir erkek olması onu benden üstün mü yapıyordu yani?

“Ben sizin gibi sadece erkek olduğuna güvenen birinden mi öğreneceğim bu saydıklarınızı? İnsanların hayatlarına karışmam. Ama önce siz şu oturuşunuzu düzeltin. Sonrasında eğer fikrinizi sorarlarsa söylersiniz.”

Adamın gerilen yüzü Erol Bey’i bulunca daha da kaşlarını çattı. Çünkü Erol Bey arkasına yaslanmış, arkadaşının laf yemesinden oldukça memnunmuş gibi gülüyordu. Oturduğumuz koltuğun köşesinde ki Evren ise sadece bizim duyabileceğimiz ses tonunda “Kapak gibi oturdu.” dedi. Çınar ciddiyetini bozmazken Deniz ve Kaya gülmemeye çalışıyorlardı. Ben ise bunları sadece duyuyordum. Çünkü karşımda kendini bir halt sanan adama odaklanmış gözümü kırpmadan ona bakıyordum.

Erol Bey’den destek alamayan Bekir Bey, oturuşunu biraz da olsa düzeltmişti. Yanımda oturan adını hala bilmediğim kadın, hemen kocasını savunurcasına konuşmaya başladı. “Boş ver Bekir’im. Kendini yormana değmez. Büyüklerine saygısı olmayan birinden ne beklenir ki zaten.”

Biraz, sırf bu adamın eşi diye üzülecektim ki uzun sürmeden tencerenin kapağı konuştu. Kadına, Toprak cevap verecekken sözünü kesip cevapsız bırakmadım. “Size göre saygı, susup kabul etmek mi? Anlaşılan siz hep susmak zorunda kalmışsınız. Büyüğüme saygısızlık etmek hiç istemem, sizin isim neydi?”

Sonlara doğru alayla söylediğim de yanımda ki esmer kadın, mümkünmüş gibi renk değiştirmişti. Evren ise kahkahasını tutamamış püskürerek gülmüştü. Görüş açımda ki Aşkın Hanım gülüşünü gizlerken Toprak gayet rahat bir şekilde gülümsüyordu.

“Ben de babama katılıyorum. Aynı şekilde kocan ben olsaydım bu şekilde konuşamazdın.”

Bu saçma muhabbete gereksiz bir şekilde dahil olan tabi ki de onların oğullarıydı. Anlaşılan onun, umurumda olmayan erkeklik gururunu kırmıştım. Yine bana cevap hakkı doğdu derken Çınar birden olaya atıldı.

“Sen kimsin de benim kardeşimin kocası oluyorsun? Kendini ne zannediyorsun lan sen?”

Zaten karışık olan ortam birden daha fazla karışmasıyla Kaya ve Toprak olaya dahil olmuş ve herhangi bir temaslı kavga olmadan sakinleşmişlerdi. İki aile de eski sakinliğine kavuştuğunda hep beraber yemek masasına geçtik.

Bekir Bey, kendi şirketi hakkında konuşuyordu. Herkes dinliyordu ama bu kimsenin umurunda değildi doğrusu. Toprak telefonuyla uğraşıyor, Aşkın Hanım, Kaya ve Atlas yemek masasını izliyor, Evren Çınar’ı sakinleştirmeye devam ediyordu. Bende yanımda oturan Deniz’in kaçamak bakışlarını yakalıyordum. Dinliyormuş gibi yapan Erol Bey’de arada başını sallıyordu. Çünkü Belir Bey sürekli kendisini onaylatıyordu.

“İnanır mısın Erol, oğlumla birlikte yine birçok projeye imza attık. Tabi bunun yanında şahsen üstlendiğimiz projelerimiz de var. Hatta çoğu fikirlerimizi farklı şirketlere, holdinglere sattık. Bununla Mavenio’ya büyük kazançlar elde ettik.”

Erol Bey yine başını sallayıp onaylamıştı. Ve bu ister istemez bana komik gelmişti. Gülüşümü gizlemek için başımı önüme eğdiğimde Deniz’in bana baktığını fark ettim. Ona döndüğümde ‘ne oldu’ dercesine başımı salladım. Ama o hiçbir tepki vermedi.

Bekir Bey ve oğlu şirketleri hakkında konuşmaya devam ediyorlardı ki bana garip gelen şey söyledikleri şirketlerinin dava dosyasını yaklaşık bir haftadır inceliyor olmamdı. Bugün ki yoğunluğumun sebebi ise ‘Mavenio şirketi’ adına açılmış bir sürü dava dosyalarını incelememdi.

“Bu bahsettiğiniz Mavenio , 127 davanın açıldığı şirket mi?”

Merakıma yenik düşüp sorduğum soru, onları şaşırtmış olacak ki ilk birkaç dakika birbirlerine baktılar. “Yani, büyük bir şirket olduğumuz için birkaç küçük dava oluyor tabi.”

“Hayır hiç de küçük davalar değil. Şirketin şahsına ve yöneticilere açılan ciddi boyutlu davalar. Basına yayılırsa oldukça zarara uğrayabilecek türden.”

Bekir Bey oğluna dönüp “Bu dava konusunu sana hallet demiştim.” dedi. Anlaşılan bu konu onu oldukça germişti. Çünkü kendini kasmaktan boynu ve kulakları kızarmıştı.

Babasına güven verircesine gözlerini açıp kapadı ve “Sen merak etme baba. Davaları verdikleri savcıyla görüşme ayarladım. Olayı kökünden çözeceğim.” dedi. Bekir Bey’in yüzünde az da olsa rahatladığına şahit oldum. Adını bilmediğim kadın ise oğlunun omzunu gurur duyarak sıkmıştı.

Konu Erol Bey’in dikkatini çekmiş olacak ki “Savcıyla konuşup mu ikna edeceksin? Bu çok riskli değil mi?” dedi.

Ardından Tarık Bey onu reddedip “Sen merak etme Erol amca. Benim ve paranın açamadığı kapı yoktur.” dedi ve bana bakarak kahkaha atmaya başladı. Onunla birlikte bende güldüm. Gerçekten kaşımda ki adam daha kiminle uğraştığını bilmiyordu.

“Peki sen bu dava olayını nerden duydun?” Bekir Bey’in merak ettiği soru ile gülüp yanıtladım.

“Duymadım. Davalarınızı soruşturan savcı benim.” dememle yanımda su içen Deniz’in boğazına kaçması hemen sonra gülmesi bir oldu. Masada sadece Bekir Bey, Tarık Bey ve adını hala bilmediğim kadın gülmüyordu.

“Israrla görüşmek isteyen CEO sizdiniz galiba? Görüşme ayarlamaktan ziyade güvenlikle dışarı atıldığınızı hatırlıyorum. Yanlışım mı var?” Yüzü iyice düşen aile sinirden kıpkırmızı olmuştu. Çünkü onlarla açık açık dalga geçiyorduk.

Çorbalarımızı içmeye başlamadan önce “Bu arada Tarık Bey, benim kapımı ne siz ne de para açamaz. Ufak bir uyarı olsun size. Buyurun, afiyet olsun.” dedim, önünde ki çorba kasesini göstererek. Sağ elimin altında bulunan kaşığı alıp bir tur çorbayı karıştırdığım sıra da keyfim yerine gelmişti.

Üzerlerinde ki şoku atlatıp yemeye başlayan aileyle, sinirlerimle birlikte tüylerim de diken diken olmuştu. Çünkü karşı çaprazımda oturan kadın, kaşığı her ağızına götürdüğünde ve aynı şekilde çıkarttığında dişleriyle kaşığı sıyırıyordu ve bu da katlanılmaz bir ses yaratıyordu.

Gözlerimi kapatıp ağır ağır açtığımda olabildiğince kendimi o sese odaklamamaya çalışıyordum. Aslında hiçbir sorun yoktu. Sadece şu an masa çok sessiz olduğu için ve ben genel olarak bu aileye sinir olduğum için gözüme batıyordu. Evet, kesinlikle böyle olduğu içindi.

Kendimle verdiğim kısa pazarlığın ardından önümde duran domates çorbasına kaşığımı daldırıp içtim. Sakin ol, sakin. Duymamazlıktan gel. Bak ailen hiçbir şey söylemiyor, sende karışma.

Derin bir nefes alıp çorbadan tekrar içecekken bu sefer adam, asla tahammül edemediğim bir şeyi yapmış ağzını şapırdatarak ve büyük bir nefesle içine çekerek içmişti. Yavaş yavaş artan kalp ritmimle öfkemde körükleniyordu. Aldığım sık nefesler ile sanki sesleri daha da artıyormuş üstüne bilerek yapıyorlarmış gibi gelmeye başlamıştı.

Sakin ol, Güneş. İnsanlar neden bilerek böyle bir şey yapsın. Bu kadar küçük bir sese bile sinirlerine hakim olamıyorsan tedaviye en başından başlamamız gerekir.

İçimden kendimi sakinleştirmeye çalıştıkça o kulak tırmalayan sesler farklı şeyler de yemeleriyle artmıştı. Sımsıkı yumduğum gözlerimde ki nefret görülmesin diye iki elimi birleştirip burnuma dayamam da sık soluklarımın duyulmaması içindi. Ama her kaşığa çarpan diş sesinden sonra irkilip titrememe mani olamıyordum. Kendimi ne kadar durdurmak istesem de yapamıyordum.

“İzninizle, lavaboya gitmem gerekiyor.” dedim ve hırsla kalktığım masadan olabildiğince uzaklaşmaya başladım.

Girdiğim tuvaletin kapısını hemen kapatıp kilitledim. Derin nefes egzersizleri eşliğinde artık normal nefes alıp veriyordum. Ama göğüs kafesimde hissettiğim seri ve güçlü baskıyla hala içimde sinir kaynıyordu.

Kendimi nasıl sakinleştireceğimi düşünürken kapı tıklatıldı ve ardından sakin ve bir o kadar da dinlendirici ses duydum. “Annecim, iyi misin?”

Kilidi çevirip kapıyı araladım. İlk başta tebessüm eden kadın, beni görmesiyle yüzünü birden endişeye buladı. Artık nasıl bir yüz ifadem varsa Aşkın Hanım’ı da korkutmuştum ki yaklaşamamıştı bile. Ona bir adım yaklaştığımda koridorda elinde çantamla Toprak’ı görmüştüm ve arkasından gelen Kaya ve Evren’i.

“Biraz daha iyi misin? İlaçlarını içmek istersin diye çantanı getirdim.” diyen Toprak’a teşekkür ettim ve çantamda ki ilaçlardan ikişer doz yuttum. Ardından tansiyon ilacımı da içtikten sonra Aşkın Hanım beni küçük çaplı bir odaya yönlendirdi. Beni koltuklardan birine oturtan kadın hemen ardından camları açmaya gitti ve biraz daha rahatlamamı sağladı.

Biraz beklemenin ardından ilaçlar etkisini göstermiş ve sakinleşmiştim. Şu an kendimi daha normal ve düzenli alıp verdiğim soluk ile e normale dönmüş gibi hissediyordum. Daha fazla telaşlanmamaları adına onlara dönüp “Daha iyiyim, ilgilendiğiniz için teşekkür ederim.” dedim.

“Elbette ilgileneceğiz bir tanem. Sen yeter ki iyi ol.” diyen Aşkın Hanım’a gülümsemekle yetindim.

Ayağa kalktığım da Kaya ve Toprak kollarımdan tutmuşlardı. Ben ne olduğunu sorgularken “İki doz içtin. Yürüyebileceğine emin misin?” dedi Kaya. Ona gülümseyip “Sorun değil, yürüyebilirim.” dedim.

“İçtiğin ilaç en ağırlarından, iyi olacağına emin misin?” Bunu diyen Toprak’a “Atağın geleceğini anladığım an iki doz kullanıyorum. Onun dışında içmiyorum zaten.” dedim ve biraz da olsa aklında ki sorulara cevap verdim.

Hep birlikte yemek masasına döndüğümüzde tüm meraklı gözler bizi buldu. İyi olduğumu göstermek adına tebessüm ettim.

Yemek masasından birden ayağa kalkmasıyla bu sefer de Çınar’a odaklandık. “Sevgili çok saygı değer ailem, izninizle biz biraz kardeşlerimle hava almaya çıkalım. Size afiyet olsun.” demesiyle Aşkın Hanım ve Erol Bey onay vermiş geriye kalan Eraslan’lar da ayaklanmışlardı. Evren yanıma gelip “Hadi çıkalım ablacım.” demesiyle benimde onlarla gideceğimi anlamış oldum. Açıkçası itiraz da etmedim. Çünkü bu aile benim kriz geçirmeme kadar yol açabilirdi.

Tarık Bey’in ayaklanmasıyla Çınar elini sert bir şekilde adamın omzuna koyup geri yerine oturmasını sağlamıştı. Kulağına eğilip bir şeyler söyledikten sonra hep birlikte evden çıkmıştık.

Hepsi birden oh çekerken ben “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. “Sen sakinleştin, tabi. Bizi kim sakinleştirecek?” diyen Deniz’di. Ne yani onunda mı sinir hastalığı vardı? Ben bu konu hakkında bir şeyler hatırlamaya çalışırken Evren “Hadi sakile gidelim. Uzun zamandır gitmemiştik.” dedi. Gerçek şu ki benimle hiçbir yere gitmemişlerdi ve bu ilk olacaktı.

Park ettiğim arabaya yöneldiğim de Deniz’in kinayeli sesini duydum. “Senin gibi prenseslere ters ama yürüyerek gideceğiz. Tabi sen istersen arabayla da gelebilirsin.”

Yönümü değiştirip ondan bir-iki adım uzakta kalacak şekilde ilerledim. “Prenses mi?” Gerçekten beni prensese mi benzetiyordu yani? Hal bu ki daha fazlasıydım ben.

Kaşlarını kaldırıp başını onaylarca salladıktan sonra arkamı dönüp diğerlerine katıldım. “Prenses değil de kraliçe olabilirim.” dedim, ona dönmeden. Bir süre arkamızda kaldıktan sonra hızlı adımlarla yetişmiş yanımda duran Çınar’ın yanına geçmişti.

Dilini damağına vurup “Tanıdığım tek kraliçe Aşkın Eraslan’dı. Sen onun yanından bile geçemezsin.” dedi burun kıvırarak. Yanından geçemezsin dediği kadın beni doğuran ve genlerini sonuna kadar aktarmış biriydi.

“Yanından bile geçemezsin dediğin kız, annemin gençliğinin aynısı.” Benim yerime Çınar cevap vermişti. Sonra bana dönüp “Daha iyi misin?” diye sormuştu.

“İyiyim. Uzaklaşmak daha iyi geldi.”

“Yalnız gelenleri bir an döveceksin sandım.” diyen Kaya’yla hepimiz gülmüştük. “En son öyle bir bakıyordun ki ben bile korktum yani.”

Ben sessizliğimi korurken Evren’de araya girdi. “Onların ağızlarını açmalarıyla ablam nasıl lafı soktu ama.” dedi ve kahkaha atmaya başladı. Bu çocuk iyice kendin aştı. Benim yanımda benim dedikodumu yapıyordu. “Hak ettiler ama.” deyip hemen savunma moduna geçtim.

Evren bana sarılıp “Sonuna kadar haklısın be ablam.” Herkesin bakışı bizi bulmuştu. Ardından hiç beklemediğim kişiden beklemediğim şeyleri duymuştum. “Şirketlerini överken söylediklerin, aralarında en efsanesiydi bence.” dedi, Toprak. O ifadesi ve soğuk bakışlarının ardından dedikoducu biri çıkmasını hiç beklemiyordum doğrusu.

Evren benden ayrılıp heyecanla konuşmaya başladı. “Evet evet. O anı da hiç unutamayacağım. Abla, gerçekten davalarına sen mi bakıyordun?” Onu başımla onayladığım da zıplamaya başladı. Gerçekten hiç bitmeyen bir enerjisi vardı. “Harika, hatta bomba gibi bir haber.” dedi sevinçle.

Ona ters bakışlar atıp “Hiç de harika değil. Bir hafta boyunca hep Mavenio şirketinin davalarıyla uğraşıp durdum.” dedim. Evren verdiğim tepkime gülerken Deniz ve laf sokma saati başladı. “Senin işin bu değil mi zaten. Ne o, zor mu geldi?”

“Zor geldiyse yardım mı edeceksin? Neydi senin alanın, belki bir şeyler ayarlaya bilirim.” dedim göz kırparak. “Bilgisayar mühendisiyim, tatlım. Ayrıca şirkette çalışıyorum. Üzgünüm.”

Kendini övmeden önce çapkınca gülümsemiş ve eliyle saçlarını düzeltmişti. Aslında dışarıdan bakıldığın da çalışmayıp baba parası yiyenlere çok benziyordu. Sayısal zekaya sahip olması da beni ayrı şaşırtmıştı.

Yalandan bir üzüntüyle “Tüh, kaçırdım seni desene. Neyse kovulursan falan haber edersin.” dedim. “Yalnız bizim şirketin mühendisiyim.”

“Tamam işte. Baban veya ağbilerin seni kovarlarsa işin hazır diyorum.” Dalga geçerek söylediğim şeye “İstemez, kalsın.” diye tepki veridi. Ne yani şimdi trip mi atıyordu? Kimdi acaba prenses?

Sahile yaklaşmış olacaktık ki hafif esen rüzgar üşütmeye başlamıştı. Kollarımı bedenime sararken önden yürüyen Evren’i takip ediyorduk. Onun sürekli bu coşkulu hallerine gülerken omzuma bırakılan ceket ile sol tarafıma döndüm. Kaya'nın zorla giydiği belli olan spor ceketini üzerime bırakmış omuzlarını dikkatle düzeltiyordu.

Ben olduğum yerde ona bakarken işini bitirmiş “Üşütüp hasta olmanı istemeyiz. Ne kadar doktor bir ağbin olsa da sağlığına dikkat etmen gerekiyor.” demiş ve burnuma işaret parmağıyla vurup gülümsemişti. Ne zaman gülümsemeye başladığımı bilmiyorum ama şu an hayran olmuş gibi sırıtıyordum. Ve bunu göstermekte de hiç çekinmemiştim. Ceketinden yayılan keskin ve bir o kadar da tatlı kokusu, her burnuma ulaştığında mest olmuş bir ifadeyle Kaya’ya bakıyordum.

Romantik çiftler gibi bakışmamızı Çınar’ın öksürük sesleri bölmüştü. Aramıza girip sahile geldiğimizi söylemesiyle ikimizde kısıkça gülmüştük. Bir adım önümde yürüyen Deniz’in arkasını dönmesiyle hepimiz durmuştuk. Topuklu ayakkabılarımı gösterip “Prensesimizin ayakkabıları kum olmasın. Bir kafeye geçelim en iyisi.” demişti.

“Madem soylu olduğumu kabul ediyorsun, derhal bu kumları kaldır ayağımın altından kaldır hizmetçi.” dedim, sahil kenarını gösterip. Madem prensestim o da benim hizmetçim olsun. Diğerleri gülerken Deniz, ellerini beline dayamış hafif gülümser bir ifadeyle bana bakıyordu.

Ayakkabılarımı çıkartıp elime aldığım gibi sıcak kumların üzerine bastım. Önden Evren’in yanına ilerlerken de saçımı da havalandırmıştım. Hepimizin toplanmasıyla birer dondurma almıştık. Ücretini ne kadar ödemek istesem de Toprak ödemişti. Hatta o an kim daha büyükse ücretini o ödermiş. Aile geleneği gibi bir şeydi galiba.

Sahil kenarında oturmuş dondurmalarımızı yerken bakışlarım bugün sesini hiç duymadığım vanilyalı dondurmasını yiyen Atlas’a kayıyordu. Yine çok sessizdi. Bugün mesai çıkışı onu görebilmek için kliniğe gittiğimde yoktu. Şimdi ise aynı ortamdaydık ama hiç konuşmamış, benimle göz göze gelmekten bile kaçınır olmuştu sanki.

Deniz'in konuşmasıyla dikkatimi ona verdim. “Duyduklarıma göre motorun varmış.” Bitirdiğim dondurma tabağını kenara bırakıp oturuşumu düzelttim. “Evet, var.” Baştan aşağıya birkaç kere süzdükten sonra dilini damağına vurup reddeder gibi ses çıkarttı. “Yok. Sende hiç motor kullanacak tip yok.”

“Nasıl bir tip varmış bende?”

“Yok işte motorcu tipi. Hiç sürüyor musun?”

“Arada çıkıyorum. Ama bu aralar yoğunum.”

“Açıkçası ben hiç inanmıyorum. Yani motor sürebildiğine. Gözlerimle görmem lazım.” Ne yapmaya çalıştığını anladığım da karşılık vermedim. Beni motor üstünde görmek istiyordu, belki de yarışmak. Deniz başta olmak üzere tüm gözler üzerimde olmasıyla “Müsait bir zaman da neden olmasın.” deyip kabul ettim.

Topluca kalkıp sahil boyunca sohbet ederek ve çoğunlukla Deniz’in benimle uğraşmasıyla yürümüştük.

“Ağbi bak. Atış standı kurmuşlar. Hadi oynamaya gidelim.” diyen Evren, herhangi bir yanıt beklemeden o yöne koşmuştu. Ona ulaştığımızda ayaklarımı temizleyip topuklularımı giydim. Aralarında atış konusunda iddialaşıyorlardı. Bana da teklif ettiklerinde reddetmiştim. Çünkü hiç havamda değildim.

Atlas ve ben atış stadından uzakta diğerlerini izliyorduk. Aramızda ki sessizliği bozan yine ben oldum. “Yaraladığım köpek nasıl?”

“Bugün uğramışsın zaten. Neden tekrar soruyorsun?”

Aslında durumunun nasıl olduğunu öğrenmiştim. Şu an sadece Atlas’la konuşabilmek için tek bağlantımızı kullanıyordum. “Yani evet, uğradım. Durumu değişmiş olabilir diye, şey...” Konuştukça daha çok battığımı hissederek sustum.

Önüme döndüğüm de Toprak hariç diğerleri somurtuyordu. Yanımıza ulaştıklarında göz kırpıp “İstediğini seç.” deyip peluş oyuncakları gösterdi. Ben şaşkınca ona bakarken ciddi olup olmadığını sorguluyordum. Başını aşağı yukarı salladığı an oyuncakların yanına gidip hayran hayran göz gezdirmeye başladım. Arkada kocaman simsiyah bir ayı görmemle onu seçtim.

Yalnız ayıyı biraz fazla büyük seçmiş olacaktım ki taşımakta zorlanıyordum. Ayakları da yere değiyordu.

Deniz ve Çınar, Toprak ile atış konusunda haksızlık var diye atışıyorlardı. Aralarına girip “Bunu seçtim, beğendiniz mi?” diye sordum. Ufak bir sessizliğin ardından gülüş sesleri gelmişti. Sarılı bir şekilde kucakladığım peluş ayı, tüm görüş açımı kapatıyordu.

“Bir yerden Güneş’in sesi geldi. Nerde olduğunu görebiliyor musunuz?” diyen Çınar’a Deniz karşılık verdi. “Ne zamandan beri oyuncak ayılar canlanıp yürür oldu?” Açıkçası benim ve en çok da boyumla dalga geçiyorlardı.

Kucağımdaki ayıyı biraz kenara çekip “Yalnız bu ayı sizden de uzun.” deyip daha çok sarıldım.

Eve dönüş yolunda da onlardan bir adım önde ilerliyordum. Arkamdan bir şeyler konuşuyorlardı ama tam duyamıyordum. Arada konuşmalarına dahil olup tekrar önüme dönüyordum. İki metrelik ayı ile kendi evime gidene kadar ayrılmadım.

 

 

Devam edecektirrr...

 

Loading...
0%