Yeni Üyelik
14.
Bölüm

12. BÖLÜM: Kardeş Dedikleri Nedir?

@sera_d.uluhan

Bir gece habersiz bize gel

Merdivenler gıcırdamasın,

Öyle yorgunum ki hiç sorma

Sen halimden anlarsın.

 

Sabahlara kadar oturup konuşalım

Kimse duymasın.

Mavi bir gök yüzümüz olsun, kanatlarımız

Dokunarak uçalım

 

İnsanlardan buz gibi soğudum,

İşte yalnız sen varsın.

Öyle halsizim ki hiç sorma

Anlarsın.

Cahit KÜLEBİ

 

 

🌙 

 

Aslında bakarsan artık korkuyorum. Bedenime açılan yaralardan veya gelecek tehlikeden değil. Bu yaralarla beni tanımamandan korkuyorum. Yüzüme bakmadan, sesimi duymadan; arkamdan ‘zavallı’ demenden çok korkuyorum. Daha küçükken her sinirlendiğinde elini tutardım ya hani. Sonra gözlerime bakıp gülümserdin.

Galiba bundan sonra ellerime dokunamayacaksın. Benim bile en ufak hareketimde sanki acısı hiç dinmeyecekmiş gibi sızlıyor. Ama sakın merak etme. Yüzüm biraz değişse de gözlerim aynı. Senin en sevdiğin arabanın renginde; koyu mavi.

Bakışlarım artık sert ve donuk; ama ben sana yine aynı bakarım. Ellerime gelecek olursak o kadar da fazla acımıyor. Soğuk rüzgar her yanık yere değdiğinde daha katlanılabilir oluyor. Yine de yanımda olsan acıyan yerlerimi öper bulduğun ilk kremi sürerdin. Sonra da dikkatim dağılsın diye susmadan bir şeyler anlatırdın.

Eski anılarımıza tutunmaktan başka çarem kalmadı benim. Çoğunu hatırlamıyorum belki. Ama hatırladığım anılar da olmasa nasıl dayanırım inan bilmiyorum..>

Tüm o acıyı ve soğuğu çekmesine rağmen bir mektubu daha yazmıştı, Güneş. Onun için kendinden parça parça özlem biriktiriyor, ne kadar özlediğini elinden geldiğince yazmaya çalışıyordu. Onsuz geçirdiği tüm bu zamanlarını unutmamak için çabalıyordu. Sırf bunun için bugün erken kalkmış okulun bahçesine gelmişti.

Bu seferki mektubu kısa olmuştu çünkü kalem tuttuğu parmakları kanamaya başlamıştı. Ne kadar kağıdı temiz tutmaya çalışsa da bir iki damla kanı damlamıştı. Olabildiğince düzgün katlamaya çalışıp çantasının en dibine koydu.

Bahçe duvarından atlayıp okula doğru ilerledi. Genç kıza kıyasla daha hızlı yürüyenler, çalıların arasında sigara içenler ve onun tanıdığı iki kişi dışında etraf boş ve sessizdi.

Okul demirlerini arkasında bekleyen kız arkadaşı ve son birkaç aydır peşinden ayrılmayan Akay’ı görünce akıllarının varlığından şüphe etti. Yanlarına yaklaştığında hem Akay hem de Hande ‘günaydın’ demişlerdi.

“Birincisi gün daha doğmadı. İkincisi siz salak mısınız, bu soğukta bekliyorsunuz?” İki genç Güneş’i beklerken tanışıp samimi olmuşlardı ve bununla da kalmayıp genç kızın peşinden ayrılmıyorlardı.

Hande, en yakın arkadaşının tek omzundan kayan montunu düzeltirken “Yeni uyandığımız için dedik. Ayrıca salak falan da değiliz. Kaç gündür okula gelmeyince merak ettik.” dedi. Nerede olduklarını sormadılar veya neden gelmediğini. Çünkü olanları az çok tahmin ediyorlardı. Bunun için de Akay yarası var mı diye, kendi çapında kontrol ediyordu. “İyi misin?” diye soran genç adama başını sallayarak geçiştirmişti.

Sonrasında arkadaşlık görevi olarak işledikleri ve ödevleri olan tüm dersleri sırayla anlatmaya başladılar. Genç kız onları dinliyormuş gibi yaptı. Ne dersler ve verilen ödevler ne de bu okul onun hiç umurunda değildi. Cehennem yuvasından biraz daha uzak kalabilmek için gidiyordu ve Aysun Hanım’da ona bu konuda izin veriyordu.

Genç kız arkadaşlarına oranla daha yavaş yürüyordu ve ilk derse geç kalmak üzerelerdi. Hande'nin aceleci tavrı, Güneş’in yanık elini tutmasıyla kısa bir inleme duyuldu. Arkadaşı elini sallarken neler olduğunu sonradan görmüştü. Kızın eli kıpkırmızı kabarmış ve yer yer de su toplamıştı. Bunu kesin o karaktersiz adam yapmıştır diye düşündü Hande.

Hemen ardından arkadaşını kolundan tutup en yakın eczaneye sürükledi. Güneş ne kadar itiraz etse de Hande onu dinlememişti.

Eczanede ki işlerini bitirdikten sonra ilk dersi kaçırmış olmalarına rağmen okula gitmişlerdi. Zilin çalmasıyla farklı sınıflarda okuyan Akay yanlarına gelip nerde olduklarını soracak ‘bana neden haber vermediniz’ diye kafalarını ütüleyecekti. Ama o teneffüs ve sonra ki teneffüste yanlarına gelen olmamıştı. Hatta Hande gidip aramıştı ama hiçbir yerde bulamamıştı.

Genç kız, Akay’ı tekrar sıkıştırdıklarını düşündü ve yerinde duramayıp dersten çıktı. Onun sınıfına girip ders anlatan öğretmene nerede olduğunu sordu. İlk dersten itibaren sınıfa hiç gelmediğini öğrendi.

Üst kata çıkıp Anıl’ın sınıfına girdi. İçinde ki endişe Anıl’ı ve arkadaşlarını görememesiyle daha çok arttı. İlk önce erkekler tuvaletine sonra arka bahçeye baktı. Tanıdığı kimseyi göremeyince okulun ilerisinde ki yıkık kulübeye doğru koşmaya başladı.

Kendini, elleri sargılı ne kadar savunabilirdi veya Akay’ı bilmiyordu. Ama o çocuğa bir şey olmasına izin veremezdi. Onu kurtardığı ilk günden itibaren yanında olmuştu. Yaralarına krem sürüp sarmış sonra da güldürmeye çalışmıştı.

Hande'yle aralarına mesafe koysa da genç kız umursamayıp Akay’la birlik olmuş, sürekli bu yaralı kıza yardım eder olmuşlardı.

Kırık kapıyı sertçe açması ile yerde Akay ve onun yanına eğilmiş Anıl’ı görmesiyle genç kızın beynine kan sıçradı. Harabe kulübe her an üzerlerine yıkılacakmış gibi eski ve yıpranmış tahta parçalarıyla doluydu. Aralarından en sağlam olanı aldığı gibi ilk önce Anıl’a sonrada ona en yakın duran arkadaşlarından birine geçirdi.

Sağ tarafından gelen Doğan’ın beline bir tekme atık ayağa kalmak üzere olan Yiğit’e yumruğunu geçirdi. Onlarla birlikte genç kızda acıyla bağırmıştı. Sanki ilk ateşle temas ettiği an ki gibi acıyordu canı.

Burak üzerine atıldığında elinde ki ufak çakıyı son anda fark edip geri çekildi. Elinde tuttuğu tahtayı Anıl’ın bacaklarına vurarak fırlattı. Çakıyı birkaç kere savuran çocuğun hareketlerini dikkatlice takip edip boş bir anını yakaladı. Ardından bileğini yakalayıp çevirdi ve dizini çocuğun burnuna geçirdi.

Genç kız daha fazla hassaslaşan eliyle çığlık atmamak için öfkesine sığındı. “Ne sizin canınızı ne de kendi canımı daha fazla yaktırmayın bana.” dedi. Kan damlaya elini kaldırıp bağırmasıyla kulübede Akay ile yalnız kalmıştı. Ama Güneş ellerinin acısı yüzünden yerinde duramıyordu. Arada yerde oturmuş burnu ve kaşı kanayan çocuğa bağırıyor yanan canının acısını bu şekilde çıkartıyordu.

Sessizce onu dinleyen Akay, neden bu kadar öfkeli olduğunu anlayamamıştı. Onun olmadığı zamanlarda ne olduğunu zannediyordu diye düşündü. Ama bunu dile getirmedi. Getiremezdi çünkü genç kızın bu halleri onu da korkutuyordu. Sessizce oturup sakinleşmesini bekledi.

Ta ki genç kızın kan damlayan elini görene kadar. Oturduğu tozlu yerden kalktı. “Elinin bu hali ne, Güneş?” Bir yandan da acıdan bağıran arkadaşının sargısını açıyor, yanık yere temas eden kanlı bezi engellemeye çalışıyordu.

“Hadi hastaneye gidiyoruz.” dedi ve acıdan kıvranan kızı kolundan tutarak sağlık ocağına götürdü.

Ağrı kesici iğnenin etkisiyle genç kız biraz daha rahatlamıştı. İkisinin de pansumanı bittiğinde her zaman birlikte oturdukları sahilde ki banka gittiler. Sessizce önlerinden geçenleri ve denizi izliyorlardı.

“O herif mi yaptı yine?” Akay’ın sessizliği bozmasıyla tekrar eski sessiz hallerine geri döndüler. Çünkü genç kız ne cevap vereceğini bilemiyordu. Teker teker tüm parmaklarımı, avuç içlerimi büyük bir çakmakla yaktığını söylese ne değişecekti; hiçbir şey.

O yüzden sessiz kalıp yanında ki çocuğu düşündü. O varken bile dayak yiyordu. Olmadığı günlerde kim bilir neler yapıyorlardır diye düşündü.

“Okulunu değiştir.”

Her seferinde dile getirdiği şeyi tekrar söyledi. Genç adam itiraz etmeye başlamadan o konuştu. “Boş ver beni veya Hande’yi. Burada canı yanan sensin. Her seferinde seni yerde kan içinde buluyorum. Sen buna korumak mı diyorsun?”

“Ama geldin, sorun yok. Bak iyiyim ben.”

“İyi mi, şu yüzünün haline bak! Sen buna iyi mi diyorsun? Bazen haftalarca gelmiyorum, o zaman ne yapıyorsun? Dayağını yiyip oturuyor musun?” Hiç anlamıyordu bu çocuğun umursamazlığını. Kendi canını yoktan yere tehlikeye atıyordu.

Sinirle soluyan genç kız, son umudu olarak kız arkadaşını öne sürdü. “Kendini düşünmüyorsun peki Hande’yi de mi düşünmüyorsun? Ya kızı sıkıştırırlarsa?”

Hande'nin zarar görme ihtimali bile genç adama tokat etkisi yaratmıştı. Ayağa kalkıp yanında ki kız gibi bağırmaya başladı. “Hande’nin saç teline bile zarar veremezler. Ona dokunmalarına asla izin vermem.”

Genç kızın sinirleri bozulmuştu. Gülerek “İzin vermem diyor ya, kafayı yiyeceğim. Lan sen daha koruyamıyorsun! Kızı nasıl koruyacaksın?”

İkisi de uzun süre sessiz kaldı. Birisi hoşlandığı kızı koruyamayacağının mahcupluğunu yaşayıp Anıl’ın teklifini düşünmeye başladı. Ama sunduğu teklifi nasıl yapacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Diğeri ise aralarında dönen bu tekliften habersiz onu bu beladan nasıl kurtaracağını düşünüyordu.

Bu sessiz bekleyişi sonlandıran genç kız olmuştu. Neden ona öğrendiği teknikleri ve dövüşmeyi öğretmiyordu? “Hadi kalk, gidiyoruz.” dedi, başını yere eğmiş kara kara düşünen arkadaşına.

Akay ne olduğunu sorgularken yola koyulmuş, yıkık dökük iki katlı küçük bir eve gelmişlerdi. Evin tahta kapısı ses çıkartarak açmışlar ve içeriye adımlamışlardı. Dışı kadar içi de harabe olan evde tozdan öksürmemek için zor durdular. Birkaç aradan geçtikten sonra açık alanlı bir avluya ulaştılar. Avlu da evin dışı kadar harabe ve yığılı odun doluydu.

“Artık bir şey söyleyecek misin, neden geldik buraya? Kim evi burası?” Genç adamın tam karşısına geçip “Kendini onlara karşı korumak istiyor musun?” diye sordu. “Nasıl olacakmış o? Bugüne kadar bir kişiye bile vurmadım.”

“Nasıl olacağını ben sana öğreteceğim. Birkaç kere nasıl dövüştüğümü gördün. Öğrendiğim teknikleri sana öğreteceğim. Burada çalışacağız. Ne diyorsun?”

Şaşkınca bir kıza bir de etrafına bakan genç adam hem Anıl’ın teklifini hem de karşısında ki kızın teklifini düşünüyordu. Dövüş konusunda Güneş’e sorgusuz güveniyor, elbette öğretmesini de istiyordu. Hem ondan öğrendiklerini uygulayabilirse Anıl’ın sunduğu iş teklifinde etkili olup kendini koruyabilirdi. Ama içinde huzursuzluk vardı. Ne de olsa arkadaşını onun iyiliğini düşünüp yardım ediyor, o ise bunu kullanıyormuş gibi oluyordu.

Kendince haklı bir bahaneye sığınıp “Şu an yaralısın, ayrıca okuldayken bile az görüşüyoruz. Nasıl olacak?” dedi. Ama içten içe öğrenmeyi de istiyordu.

Genç kız ise istifini bozmadan “Hemen yumruk yumruğa dövüşmeyi öğretemem zaten. Önce senin güçlenmen gerekiyor. Ben olmadığım zamandaysa sana söyleyeceklerimi yapacaksın.” dedi ve Akay’ın tekrar tepkisini ölçtü.

Çok geçmedi ki “Senden daha iyi olursam endişelenme ama.” diyen çocukla tiz bir kahkaha attı. “Göreceğiz.” dedikten sonra arka tarafında ki odun yığıntısını gösterip “Hepsini içeri taşı. Biraz ısınmış olursun. Sonra da evin etrafında yirmi tur koşu.” içeri girdi. Söylediklerinde ciddi olup olmadığını sorgulayan genç adam Güneş’in bağırmasıyla işe koyuldu. Ve antrenmanları o günden sonra başlamıştı.


☀️

“Sinyor kaç gündür çalışıyoruz bunu. Yere yatınca kuyruğunu sallamayacaksın. Hasta taklidi yapmak zorundasın. İnanmaz yoksa.”

Günlerce ödül mamalarıyla uğraşmama rağmen Sinyor’a hala hasta taklidi yaptıramıyordum. Özellikle dışarı çıkacağımızı anladığında -yani şu an- yerinde duramıyor, oradan oraya koşturuyordu. Sabah iki saatlik yürüyüşe çıkartmama rağmen hala enerjisi bitmek bilmemişti.

Atlas'ın kliniğine gidebilmemiz için bir bahaneye ihtiyacım vardı ve o bahane de Sinyor’un halsizleşip mama yememesiydi. Ama maşallah köpeğim sapasağlamdı. Kabına fazla koyduğum öğününü silip süpürmüş üstüne kendi tasmasını getirmişti. Bu dışarı çıkmaya hazırım demekti.

Ağızından tasmayı alıp bu küçük oyunumuzun son durumunu test ettim. “Yat, hemen küs Sinyor.” İlk emrimi doğru uygulamıştı fakat küsmesini söylememle sessizleşmesi gereken hayvan etrafında tur atmıştı.

“İster doğru yap ister yanlış. Bugün Atlas’ın yanına gideceğiz ve konuşacağız. Yani ben konuşacağım.”

Sinyor'un tasmasını boynundan geçirip arabaya ilerledik. Koltuğa temiz bir bez serdikten sonra yolun kenarında oturan köpek ayaklanıp yerine yerleşti. İçimden bir ses Sinyor’un bu işi yapamayacağını söylüyordu. Acaba balığı mı bahane etseydim? Neyse olmazsa kontrole getirdim deyip bahane üretirdim.

Yaklaşık bir saatlik yoldan sonra ‘Küçük Melek Veteriner Kliniği’ ne gelebilmiştik. Sinyor'la kliniğe girdiğimizde içeri o kadar kalabalıktı ki bir an randevu mu almam gerekiyordu diye sorgulamadan edemedim.

İlk geldiğim de saat çok geçti ve Atlas akşam saatlerine kadar çalışıyorsa bizimle de ilgilenirdi.

Yanımıza pembe formalı, elinde genişçe bir listeyle güler yüzlü bir kız geldi. “Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” Kadın elini uzatıp sevmek isterken Sinyor’un hırlamasıyla geri çekildi. “Demek bu bey rahatsızlanmış. Sizi de listeye ekliyorum.”

Sinyor ileride ki köpeğe avıymış gibi bakarken, ben kadına dönüp “Mümkünse Atlas ilgilensin. Çünkü diğerlerine saldırabilir.” dedim. Öyle bir bakış attı ki güler yüzlü, sevimli kadın gitmiş yerine başka biri gelmişti sanki. “Elbette, Atlas ‘Bey’ e iletirim.” demiş ve gitmişti.

Sinyor, karşısında ki birkaç kediye ve şivavaya havlamaya başladı. Sesi, etrafımızda bekleyen müşterileri rahatsız edince susturmak zorunda kalıp ağızlığını taktım. Bunu takmayı hiç sevmese de susması için mecburdu.

Bir saat beklemenin ardından şivava köpeği olan kadın ve ben kalmıştık. “Siz hangi veterinere geldiniz?” diyen, hafif balık etli, orta yaşlı kadına “Atlas’a muayene olacak.” dedim, Sinyor’u işaret edip.

Burun kıvırarak bana dönen kadın “Seni hiç buralarda görmedim. Yenisin galiba?” demesiyle ona geçiştirircesine cevap verdim. “Bende hep Atlas Bey’ciğime yaptırırım kontrollerimizi.”

Başımı sallayarak onayladığımda daha fazla konuşmaması için telefonumla ilgilenmeye başladım. Ama kadın Atlas’ı ve yanında çalışan başka bir veteriner hekimini övmeye başladı. Profesyonelce yaptıkları işten tutup yakışıklı olmalarına kadar beğendiği her özelliklerini anlattı. Her cümlenin sonunda da Atlas’a olan hayranlığını dile getirdi.

Kadını susturup odağını başka yere çeken şey bekleme salonuna, Atlas’ın ve yanında konuşarak ilerlediği pembe üniformalı kızın girmiş olmasıydı. Tabi ki de yanımda ki kadın ‘Atlas Bey’ diye cırladığında fark etmiştim.

Atlas'ın yanında ki kız ona kur yaparak uzaklaşmış, bizi görmüştü. Göz göze geldiğimizde beni görmeyi beklemediği açıkça belli oluyordu.

Yanımda ki kadın ayağa kalktı, Atlas ile selamlaşıp köpeğinin derdini anlatmaya başladı. Kadını nazikçe durdurup başka bir kapıdan çıkan, Atlas boylarında kumral bir adama yönlendirdi.

Sinyor’un önüne diz çöküp “Sinyor, hoş geldin.” dedi ve ağızlığını çıkartıp sevmeye başladı. Aslında onu ben getirmiştim benimde hoş gelmiş olmam gerekiyordu ama sorun etmedim. Çünkü hayvanı role sokmayı unutmuştum. Atlas'ı tanıyan Sinyor ise onunla oyun oynamak ister gibi capcanlı bakıyordu.

Hayır oğlum, hayır ya. Hasta taklidi yapman gerekiyordu. Keşke girişte, kıza kontrole getirdim deseydim.

“Ve sende hoş geldin.”

Atlas’ın sesini duymamla daldığım düşüncelerden ayrıldım. “Hoş bulduk. Nasılsın?”

Önce bana sonra Sinyor’a bakıp şüpheyle “Ben iyiyim de sizin neyiniz var?” dedi. O köpeği kontrol ederken bende anlatmaya başladım. “Son zamanlarda yemek yemiyor. Yürüyüşe bile zorla çıkıyor. Bir sorunu olduğu belli yani, o yüzden getirdim.”

“Vitamin takviyesi veriyor musun?”

Gözlerimi devirerek “Zorla.” dedim. Vitaminlerini içirirken beni ayrı uğraştırıyordu.

“Görünüşte bir şey yok gibi duruyor. Kanına da bakalım.” Yanımızda bekleyen çalışanına kan alması için talimat verdi. Tasmayı tutmayı çalışan adamın üzerine atlayacakken Sinyor’u yakaladım. Adam olayın şokunu yaşarken Atlas, ağızlığını yakıp bizi içeri yönlendirdi.

Ben Sinyor’u tutarken o da kanını aldı. “Sonuçlar birkaç saate çıkar. İsterseniz beklemeyin, sonuçlar çıkınca ararım seni.” Sinyor’u aşağıya indirip bir süre tepkisine baktım. Asla yerinde duramıyor, hızlı hızlı kuyruğunu sallıyordu.

“Aslında, Sinyor seni görünce keyfi yerine geldi. İşlerinde bittiyse sahile yürüyüşe gidebiliriz.” Bir müddet bana bakınca Sinyor’a eğilip “Gezmeye gidelim mi?” dedim. İstediğini belli ederek havladı. “Atlas da bizimle gelsin mi?” Tekrar havlayınca Atlas’ın önüne oturdu. O da daha fazla dayanamamış olacak ki “Üzerimi değiştirip geliyorum.” dedi.

Biz bekleme salonuna geçtikten kısa süre sonra Atlas da gelmiş ve sahile inmiştik. Yol boyunca hiç konuşmamıştık. İşin aslı o kadar çok konuşmak, onunla vakit geçirmek istiyordum ki. Ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.

“Çevre de en çok sevilen klinik senin ki galiba. Beklerken o kadar çok dedikoduna şahit oldum ki anlatamam.” Madem kliniğine gitmiştim ve hayvanları seviyordu bende o konudan sohbet açar konuşurdum.

“İşini iyi yapan herkes sevilir.” dedi. Galiba tam olarak bilmiyordu, çoğu kadının sadece onun için geldiğini.

“Doğrusu işini iyi yapmandan çok renkli gözlerin, çene hattın ve sarı saçların övüldü.” deyip kısık sesle güldüm. Unutmuş gibi yapıp “A bak kol kaslarını ve omuzlarını unuttum.” dedim ve başımı öne eğip gülmeye başladım.

Eğlenen sesiyle “Sana da eğlence çıkmış. İyi yapsaydınız bari dedikodumu.” dedi.

“Merak etme, her yaş düzeyinin dikkatini çekmişsin. Diğer arkadaşın için aynısını söyleyemeyeceğim.” Ellerini pantolonunun cebine sokmuş, kimden bahsettiğimi düşünüyordu. Sonra anlamış olacak ki çapkınca gülümsemiş “Müşterilerim hep; sarışın, mavi gözlü ve çok çekici veteriner hakimini tercih eder.” demişti.

Bu kendini övmesini bir an Deniz’e benzetmiştim. “Bu aralar Deniz’le fazla mı vakit geçiriyorsun?” dememle kahkaha atmıştı.

Bu o kadar alışkın olmadığım bir şeydi ki doya doya saatlerce izleyebilirdim. Anlaşılan fazla dikkatli bakmış olacaktım ki Atlas da fark etmiş “Ne oldu?” diye sormuştu. Ben ona hayran hayran bakarken “Dünyada olan ender olaya şahit oluyorum.” dedim, bir anda.

Ben baya baya fark etmeden onun gülüşüne dünya harikası demiştim. Atlas'ın da yanakları pembeleşip başını yan tarafa çevirince toparlama isteği duydum. “Yani seni kahkaha atarken hiç görmemiştim.”

Başıyla onayladıktan sonra aramızda yine bir sessizlik olmuştu. Sonra hafif kısık sesle “Bende senin hiç kahkaha attığını veya içten güldüğünü görmedim.” dedi. Böyle bir şey söylemesinden önce buna dikkat etmesine şaşırmıştım. Hal bu ki beni umursamıyor zannediyordum.

“Haklısın. Bende çok gülen biri değilim. Duygusal da değilim. Ama sen öylesin.”

Bana baktıktan hemen sonra tekrar gözleri dolmuştu. Yanlış bir şey söyleyip söylemediğimi düşünürken, o denize biraz daha yaklaşıp kumlara oturdu. Sinyor’u serbest bıraktım ve aramıza mesafe koyup bende oturdum.

İçimde ki endişe git gide büyürken onu kıracak ne söyledim diye düşünmeye başladım. “Seni incitecek bir şey mi söyledim?” Sormadan duramamıştım. Çünkü az önce gülen gözleri şimdi kıpkırmızıydı.

“Hayır. Sadece bu aralar dediğin gibi fazla duygusalım.” Kendince beni yatıştırmaya çalışmıştı ama benim içim daha da sıkıntıyla dolmuştu. Bu duygusallığının sebebini öğrenip ortadan kaldırmak istedim. Hem de bir an önce. O daha fazla üzülmeden, sadece Atlas için yapmak istedim.

Benim sormama kalmadan konuşmaya başladı. “Güneş, ben evlatlığım.” dedi ve sustu. Bunu söylemekte zorlandığı belli oluyordu. “Biliyorum. Ama...” Onu yatıştırmak için konuşacaktım ki sözümü kesti.

“Bilmiyorsun. Hiçbir şey bildiğin yok. Ne ağbilerim ne annemle babamın ne de küçük kardeşimin kanından değilim. Ben başkayım, bambaşka biriyim. Daha doğar doğmaz terk edilmiş bir bebeğim. Sonrasında ne aramışlar ne de sormuşlar. Onlara fazlalık olduğum gibi kendi aileme de fazlalığım.”

Gözlerinden sicim sicim yaşlar damlarken derin bir nefes çekti. Artık öfkeliydi ve öfkesini, içinde biriktirdiği ne varsa dökmesini istedim. Bu yüzden sesimi çıkartmadan onu dinledim.

“Şaka gibi. Hala ailem diyorum. Hala kabul edemedim, benim ailem olmadıklarını. Ya da hiç ailem olmadığını. Belki anlatmışlardır, bilmiyorum. Ama senin yerine beni aldılar. Ölümün onlarda o kadar derin yara açmış ki dört çocukları olmalarına rağmen gidip çocuk yurdundan almışlar beni. Sen öldüğün için. Eğer ölmeseydin benim yerimde sen olacaktın ve ben hiç hayatlarına girmeyecektim. Bu hayatı asla yaşamayacaktım. Benim yaşadığım bu hayat senin hayatın. Senin hayatını yaşıyorum ben, Güneş. Asla benim olmayacak bir yirmi dört yıl geçirdim. En çok canımı yakan neydi biliyor musun? Çok güzeldi ve hiç bitmeyecek, sanki hep benim kalacak gibiydi. Annem diğer anneler gibi sevgiyle baktı bana. Ağbilerim, babam... Sanki öz kardeşleriymiş gibi ilgilendiler, sevdiler. Aynı kandan olmayan canımdan çok sevdiğim bir kardeşim oldu, benim. Birlikte büyüdük. Ama onlarda sana ait.”

Bağırmaktan boğazı tahriş olmuş, sonlara doğru sesi kısılmıştı. Bir süre sonra, daha sakin bir tonda devam etti. “Onlar beni severken seni hayal ettiler. Senin boşluğunu benimle doldurdular. Benimle oyalandılar. Ben onlar için sadece bir araçtım. Hiçim... Annem beni büyütürken hep senin yasını çekti. Arada sırada beni izlerken daldığında gözleri dolardı. O zaman neden olduğunu anlamazdım. Seni ilk gördüğü o an anladım. Hala senin yasını tutuyorlardı.”

Atlas'ın iç dünyasının bu kadar karışık olduğunu bilmiyordum. Demek o yüzdenmiş beni gördüğü zaman duygusallaşması, uzak durması. Bu bir ayda nelerle mücadele etmek zorunda kalmış.

Psikolog değildim ama bir insan bu kadar şeyi içinden tek başına kuramazdı. Onu bu konuda olumsuz etkileyecek birileri muhakkak olmalıydı. Yoksa şahit olduğum kadarıyla Aşkın Hanım, Erol Bey ve diğerleri oldukça ilgililerdi, Atlas’a.

Biraz içini boşaltması için zaman verdikten sonra çantamdan bir peçete çıkartıp uzattım. Biraz daha kendini toparlamıştı. İyiden iyiye havanın da kararmasıyla Sinyor yanımızda yatıyor, esen rüzgara karşı dinleniyordu.

“Aslında haklısın. Hiçbir şey bildiğim yok. Kanımdan olanları bilmiyorum, hala tanımıyorum. Mesela Toprak’ın sevmediği yemeği, Kaya’nın nefret ettiği şeyleri, Çınar’ın en çok istediği arabayı, Deniz’in korkularını, Aşkın Hanım ile Erol Bey’in tanışma hikayesini; senin ise hiçbir şeyini bilmiyorum. Onlara bile hala alışamadım. O kadar uzun bir süre ailem olmamış ki. Ne yapma, nasıl davranmam gerektiğini bile bilmiyorum. Seslenirken bile tereddüde düşüyorum.” Derin bir nefes alma ihtiyacı duyup devam ettim.

“Bir ay önceye kadar bende senin gibi bebekken terkedildiğimi düşünüyordum. Öz ailemi araştırırken kendimi her duruma alıştırmıştım. En çok da beni istemeyeceklerine. Çünkü kimse beni sevmek ya da istemek zorunda değildi. Gerçi bunca zaman öz ailemi merak bile etmedim. Sadece verdiğim sözü tutmak istedim ve işte geldiğim nokta. Hayatında hiç kimseye abla olmamış deneyimsiz bir kadın, abla olmaya çalışıyor. Kardeş olmaya en çok da evlat olmaya çalışıyor. Kişisel gelişim kitapları, makaleler falan. Bir şekilde öğrenmeye çalışıyorum. Çünkü bir ay öncesine kadar evlat olabileceğim kimse yoktu. Evlat edinildim, doğru. Ruhsal sorunları olan bir kadın, sürekli döven bir adama evlat olamazdım. Öğretebilecek kimse de yoktu ya da ben istemedim, bilmiyorum.”

Ara sıra Atlas’a bakıp tepkisini ölçüyordum. Bazen gözyaşları düşse de hala dikkatle beni dinliyordu.

“Ben sokakta büyüdüm. Birilerinin büyümesini bekleyemeyecek kadar sabırsız bir çocuktum. Ama şu an Evren’in bebekliğinden itibaren şahit olmak isterdim doğrusu. Birçok şeyi birlikte yaşamak isterdim.” Tamamen Atlas’a dönüp devam ettim. “Ama bunlar keşkelerimiz. Bu yaşımıza kadar bir şekilde geldik. Bundan öncesini değiştiremeyiz. Aynı şeyi yargılayamayız da. Seni evlat edindikleri için o kadar gurur duyuyorum ki onlarla. Orada büyümeni asla istemezdim. Sen ‘çocuk yurdu’ diyordun, biz oraya ‘yetimhane’ deriz. Dışarıdan görüldüğü gibi bir yer değildir. Sevgiyle büyütülmüş sahip çıkmışlar sana.”

Ellerinden birini iki elimin arasına alıp biraz daha yaklaştım. “Senin kaderinde bu aileye evlat olmak varmış, benim ise yirmi dört yaşından sonra olmak. Onlar, çocuklarından birini yalan olsa da toprağa vermişler ve karşılığında sana sahip olmuşlar. Sen onlara merhem gibi gelmişsin. Eminim onlar seni bir mucize olarak görüyordur. Hep sarıp sarmalamışlar. Anne ve baba olmak her insanın yapabileceği bir şey değildir. Gözlerinizde görüyorum. Onlar sana ne kadar değer veriyorsa sende onlara değer veriyorsun. Ve seni hiçbir zaman bana verdikleri isimle sevmediler. Çünkü sen Atlas’sın. Aşkın Hanım’ın kocaman bir kalbi var. Yedi tane daha çocuğu olsa onları da hemen kabul eder”

Hafifçe gülmüş elimi daha sıkı tutmuştu. Ona destek olurcasına gülümsedim.

“Ne yaşarsak yaşayalım herkes kendi hayatına yazılanı yaşar. Kaderini yaşar. Senin kaderin böyleymiş, benim ki de öyle. Aysun Hanım’ın son isteği pahalı bir çanta olsaydı, birbirimize hala çok yabancıydık.” dememle ikimizde acı bir tebessüm ettik.

Atlas'dan biraz uzaklaşırken o da benim hareketlerimi izliyordu. “Yeniden soruyorum; iyi misin, iyi miyiz?”

Bana karşı ilk defa o kadar güzel gülümsedi ki benim bile içim ısınmıştı. Başını sallayıp “Çok iyiyim ve umarım çok iyi oluruz.” dedi.

Biraz daha dalgaların sesini dinledikten sonra ayaklanıp geldiğimiz yolu geri yürümeye başladık. Telefonuna gelen bildirimle “Sinyor’un kan sonuçları çıkmış. Gayet iyi durumda.” diye açıklama yaptı.

Ona karşı dürüst olup “Biliyorum. Seninle konuşmak için uydurduğum bir bahaneydi.” dedim. Bana ‘sana inanamıyorum’ der gibi bakınca gülmeden duramadım. Sinyor'la hasta numarasını çalıştığımızı ve başarısız oluşumuzu anlattığım da ikimizde gülmüştük.

“Biliyor musun, seni ilk restoranda gördüğümde kendime çok benzetmiştim.” Saçlarımdan gözlerime tüm yüzümü inceledikten sonra “Haklısın galiba. Dış görünüşümüz benziyor. Mavi gözler, sarı saçlar.” dedi. Başımı sallayıp “Ama huylarımız hiç benzemiyor.” dedim.

Bildiğimiz bilmediğimiz özelliklerimizi birbirimize söylerken park ettiğim arabaya kadar gelmiştik. Arabaya binmeden önce “Görüşürüz, mavişim.” dedim. Hitap şeklime gülerken o da “Görüşürüz, küçük meleğim.” dedi.

Bir ona bir de kliniğin tabelasına baktığımda bana göz kırpıp arabasına bindi. Bu garip bir tesadüf müydü, yoksa bilerek mi söylemişti emin değildim. İlk geldiğimde, kliniğin ismini sorduğumda ‘Hayatımı ona borçlu olduğum, küçük bir kıza taktığım takma isim’ demişti. Hayatını kime borçluydu acaba?

Bugün garip ve güzel bir gündü. Ayrıca yarında erken kalkmam gerekiyordu. Sinyor'la eğitim yapacağız diye ev temizliğini ve çoğu işlerimi baya ihmal etmiştim.

Ertesi gün yumuşacık yatağımın üzerinde huzurla uyanmak yerine; tahta sandalyenin üzerinde bileklerimden kalın bir halatla bağlı, karanlık ve bir o kadar da tozlu bir yerde uyandım. Etraf zifiri karanlık olduğu için nerede olduğumu göremiyordum. Çok geçmedi ki demir kapı gürültülü bir şekilde açıldı ve sarı renkli, puslu ışıklar sırayla yandı. İçinde bulunduğum depoyu az da olsa aydınlığa kavuşturdu. Açılan kapıdan henüz yüzünü göremediğim bir adam girdi. Tam karşımda duracak şekilde yaklaştı.

“Demek uyandın, sayın savcım.”

 

 

Devam edecektirr..

Siz oy ve yorum attıkça ben o kadar mutlu oluyorum o kadar heyecanlanıyorum ki anlatamam.
Hemen yeni bölüm atmak istedim..

 

💛💛💛💛💛💛

 

 

 

Loading...
0%