Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1.BÖLÜM: Umut Yok!

@sera_d.uluhan

Yavaş ve narince geziniyordu parmaklarım; başında, beyaz ve kahverengi tüylerinde, örgülü yelesinde..

“Bu nasıl döngü küheylanım. Sen kuşlar gibi uçamadığına, kuşlar da senin gibi koşamadığına yanıyor.” diye mırıldandım.

Bir yandan da ikimizde doğan güneşi seyrediyorduk. Güneşin uçsuz bucaksız, sanki sonunun olmadığını düşündüren ufkundan inatla ve azimle yükselmesini, bulutlarla birlikte gökyüzüne bıraktığı renk ahengine şahit oluyorduk. Düne kıyasla daha cesur, yarına göre daha sönük hali.. Bir yandan gökyüzünün asıl sahibine bırakan ay ile buluşup vedalaşmasına.. Sanki hayatımıza giren kısa ve unutulmaz kişiler gibi anlıktı özlem gidermeleri.

Derin bir nefes alıp sanki dertlerime, yaralarıma çare bulabilecekmiş gibi konuşmaya devam ettim. “Hangisi şanslıdır sence?” Yine hatırı sayılır uzunlukta bir sessizliğin sonunda, “Desene; bu dünyaya gelmek, bir hayat istemek, bu havayı solumak, şu an doğan güneşe şahit olmak en büyük hataydı.” dedim Karaca’yı konuştururcasına.

Huzursuzlanarak başını sallamaya, tepinip kişnemeye başladı. Bu tepkisine hafif tebessüm ettim. Dizginlerini daha sıkı tutarak sakinleştirmeye çalıştım. Başımı, başının üzerindeki kahverengi tüylerin arasına saklanmış beyaz tüylere yasladım.

“Sakin ol oğlum. Yok bir şey.” diye mırıldandım.

Güneş kendini tamamen gösterdikten sonra Karaca’yla çiftliğe geri dönmüştük. Karaca’nın kaldığı ahıra bağlamıştım. Yemek yenen, geceleri canlı müziği olan bir at çiftliğinde kalıyordu. Gayet geniş ve nezih bir mekandı. Şehirden uzak bir arazideydi. Uzun at gezileri de olduğu için etrafında birkaç ev dışında yerleşim yeri yoktu. Bu da müşterilerin ve özellikle de benim gibi sessizliği sevenlerin tercihiydi.

Sabah saatlerinde kahvaltı için gelen genç çiftler burayı doldurmadan Karaca’nın eyerini çıkarttım, başına küçük bir öpücük kondurup oradan ayrılıp evin yolunu tuttum.

Mesaimin başlamasına daha iki saat vardı. Bu yüzden kısa bir duş alıp bakımlarımı yaptım. Saçlarıma fön çekip kahvaltı hazırlamak için aşağı mutfağa indim. Öğlen yemeğini çoğunlukla atladığım ve tok karnına içmem gereken ilaçlarım olduğu için kahvaltıyı iyi yapıyordum.

Makineye attığım tost ekmeklerini çıkartıp, kahvaltılık koyduğum masaya geçtim. Bir yandan kahvaltımı yaparken bir yandan da günün programına göz atıp araştırmalarıma devam ettim.

Yarım saatten az süren kahvaltımın ardından odama çıkıp, dünden hazırladığım kıyafetlerimi giyip makyajımı yapmıştım.

Ama aynanın karşısından bir türlü kalkamadım. İçimde garip bir his vardı. Biraz kırgınlık, biraz üzüntü, birazda heyecan vardı. Neden heyecan vardı ki? Niye bu kadar hızlı atıyordu bu kalp? Bugüne kadar kimseden bir beklenti içine girmeyen ben neden bu kadar geriliyordum?

Birçok aileye ‘acaba’ dedirtmiştir şu iki ay içinde. Belki bu seferde onlar değillerdir. Onları bulmak istemiyor değilim. Elbette yardıma ihtiyaçları varsa, zor durumdalarsa bakarım ama ya değillerse? Veya beni görmek bile istemezlerse. Sonuçta isteselerdi arayıp bulurlardı. En başında hastanede bırakıp gitmezlerdi.

Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Ardından Alya’nın söyledikleri zihnimde tekrar tekrar yankılandı:

‘Onlar seni kabul etmek istemediği gibi sende onları kabul etmek zorunda değilsin. Kişisel sorununu çözmeyeceklerse bu senin sorunun değil. Elinden geleni yapmışsındır zaten. Tolstoy’un bir sözü var –Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer; mutsuz ailelerin mutsuzluğu ise kendine özgüdür.- der. Eğer gerçek ailende, mutsuzluk yoğunlukta ise zaten yapman gerekeni hayat sana öğretmiş. Sen eski sen değilsin. Güçlü bir kadınsın. Ayrıca şunu da iyi bilmeni isterim ki ne kuşku ne de pişmanlık için zamanımız yok. Zihninin bir köşesini kemirmesindense yüzleş ve bir sorundan daha kurtul..’ gibi şeyler söylemişti.

Evet haklıydı. En ufak ihtimali bile denemeliyim, sonucunun aynı olacağını düşünsem de.

‘Umut beslemek yok, beklenti yok, kalp kırıklığı da üzülmekte yok!’

Uzun zamandır kimseden bir beklentim olmadı. Kendi kendime yetmeyi küçük yaşta öğrendim ben. Şu saatten sonra da beklentiye girecek değildim. En kötüsünü düşünüp şimdiden içimdeki çocuğun hayallerini tekrar tekrar kırmayı tercih ederdim. Tersi olursa da fazla tepki vermez, toplumun olgun kadın imajını sağlardım.

Düşüncelerimi kısa süreli de olsa, ilaçlarım için kurduğum hatırlatma alarmı dağıttı. Yerimden kalkıp ilaçlarım içtim ve çantamı alıp evden çıktım. Arabama binip yola koyuldum. Yol boyunca da düşünceler beni terk etmemişti.

Yoğun trafikten sonra adliyeye gelmiştim. Odama ilerleyip, yol boyunca tanıdığım kişilerin selamlarını ve günaydınlarına ya karşılık verdim ya da başımı sallamakla yetindim. İş arkadaşlarımla fazla yakın değildim. Sonuçta fazla samimiyet saygısızlık doğuruyordu.

Masama geçip gerekli dosyaları incelemeye başladım. Önümdeki bir dosya kardeşler arasındaydı bir sorundu. Normalde bu alanda değildim ama meslektaşım izinde olduğu ve rica ettiği için ilgileniyordum.

Kardeş...

Acaba öz kardeşim var mıydı veya bir abla? Kız kardeş fikride hiç fena değildi aslında. Beraber alışverişe gidip, kuaförlerde saatlerimizi harcaya bilirdik. Şehir şehir hatta istediği ülkelere de kaçamak tatillere giderdik. Moda haftalarında Paris’e gidip, tanınmış kişilerin giydiklerini eleştirebilirdik. Veya evde film gecesi yapıp, film izlemek yerine bakım yaparken dedikodu yapardık. Konserlere giderdik.

İstemsiz bir şekilde bu fikir çok hoşuma gitmişti. Okul zamanında arkadaşlarım çok anlatırlardı. Anneleriyle, ablalarıyla gidip gezdikleri yerleri, aldıkları elbiseleri. Sonrasında babalarıyla gittikleri eğlence merkezlerini. Giydikleri eteklerin kısa olması yüzünden ağbilerinin kıskanıp kapatmaya çalışmalarını anlatırlardı.

Ağbi..

Baba..

Şu hatta en çok onlardan yana yüzüm gülmedi benim. Siz anlatsanız ne olur ki. Onlar benim cehennemim. Ruhunun bedenimde olmama sebebi. Siz babanızı, ağbinizi sevgiyle kucaklasanız ne olur ki? Onlar bana nefretlerini kusarken; yetimhaneden alan kadın, olanları görüp hiç ses çıkartmayıp sadece izlerken ne yapmalıydım?

Ya bir kız kardeş hayali kurarken, ağbi! Varsa yine?

Kapıdan gelen ses ile tüm dikkatim dağıldı. İşte yine başlıyordu. Sürekli dalıp gidiyordum.

Gelen Mehmet amca soru soran gözlerle bana bakıyordu. En sonunda sessizliği bozup “Gelin lütfen Mehmet Bey.” dedim. Normalde fazla resmi olmazdım ama şu an mesai saatleri içindeydik.

“İyi misin, kızım?” dedi biraz şive ile. Başımı sallayıp “Dalmışım öyle, iyiyim.” dedim. Başını iki yana sallayıp “Aman kızım çok çalışacağım diye yorma kendini. Gözlerini dinlendir arada. Çık, gez, dolaş biraz. Hava almak iyi gelir.” demişti bir çırpıda.

Gülümseyerek “Öyle mi?” demiştim sonunu uzatarak. “Tabi tabi.” diye kendini onayladı. “Bunları hep uzmanlar söylüyor valla. Geçen doktora gittiydim. Oda; kendini yorma, dinlenerek çalış dediydi.” Bir yandan kendi bilgilerini bana aktarmaya çalışan bir yandan da önüme kahve koyan adama bakıp kısık bir kahkaha attım.

“Hııh. Bu kahveyi de içersin yorgunluğun kalmaz he mi kızım.” diye devam etti. “Tabi ki. Dinlemez olur muyum hiç doktorunu.” diye karşılık verip gülmeye başladım.

Komik adamdı Mehmet amca. Adliye de çay ocağına bakanlardandı. Yaşını almış, emekli, tonton amcalar gibiydi. Kahve için teşekkür edip sonrasında işine geri dönmüştü. Artık hangi koridorda kimin dedikodusunu yapacaktı orasını bilinmezdi.

Kahvemi içip dosyalarımı da aldıktan sonra mahkeme salonuna gitmiştim. Bugün az davam vardı. Davadan sonra yarınki planlarımı düzenleyip çıktım. Saat altıya geliyordu.

Telefonumdan haritalara girip Eraslan’ların ev adresini yazdım. Onlara kısa ve öz bir şekilde derdimi anlatıp bana yardımcı olmaları için ricada bulunacaktım. Sonuçta bu son iki ayda sıklıkla yaptığım bir şeydi.

Doğduğum hastanedeki veri tabanından almış olduğum bir liste vardı elimde. Normal doğum yapanlar, sezaryen ile doğum yapanlar ve ölü bebek doğuran kadınların yazdığı bir listeydi.

Yurt kayıt bilgilerim de 27 haftalık (7 aylık) olduğum yazıyordu. Birkaç ay küvözde kalmış tedavim bittikten sonra öz ailemi bulamadıkları için hastane doktorları tarafından imzalı çocuk bakım yurduna verilmişim.

Doğum belgemi incelediğimde sezaryen ile doğduğum ve sözde annemin beni doğuran kadının adı yazıyordu. Sözde diyorum çünkü o gün yani doğduğum gün hastaneye o isimle giriş yapan kimse yoktu. Ondan önce ilk bir hafta, ilk ay hatta ilk bir yıl verilerini incelediğim için biliyordum.

Nergis Dağhanlı

1994’ de ölmüş bir kadın nasıl 1999’da doğan beni doğurabilirdi? Kim benim doğum belgemi ölü bir kadının adını yazdırırdı? Neden, nasıl? Nasıl değiştirdi, neden bu kadın? Yeni doğmuş bir bebekle derdi neydi? Veya bunu yapan tek bir kişi miydi?

Kafamda son zamanlarda sürekli bunun gibi sorularla doluydu. Sadece hayatıma kısa süreliğine girmiş, bir cehennemden kurtarıp kendi cehennemine dahil eden bir kadın içindi. Acımı benimle paylaş diye bakan, halimi gör diye yakaran kadın, kendi elleriyle kendi cehennemine götürmüş ve ortasına bırakmıştı.

Tamamını üzerime yüklemese bile çoğunluğunu bana bırakmıştı. Bıraktığı acı, dışarıdan fiziksel gibi görünse de daha farklıydı. Bana yüklediğinin aksine kendi sorunu daha büyüktü. Onun vicdanı ile sorunları vardı. Bunu, onu ilk gördüğümde anlamasam da zamanla anlamıştım.

İnsanın kendi içindeki hesaplaşması çok zordur, bilirim. Dahası içindeki hesaplaşma bittikten sonrası; kendi cezasını kendi vermesidir.

O güne kadar yani iki ay önceye kadar benden hiçbir şey istememişti, bende ondan. Bugüne kadar merak edipte hiç araştırmadığım öz ailemi bulmamı istedi. Bulup maddi-manevi neye ihtiyaçları varsa ilgilenmemi söyledi. Herhangi bir olumsuz durum gördüğümde bu isteğine devam etmeyeceğimi söylediğim de ısrar etmedi. Arayıp bulacağımı söylemiştim çünkü.

İlk ve son istek gibi olmuştu, ikimiz içinde..

Benim asıl merak ettiğim ise bulduktan sonra ne yapacağım, nasıl davranacağımdı. Çünkü hiçbir zaman anne veya baba kavramının gerçekte nasıl olduğunu idrak edemezdim. Yurtta, sonrasında, evlatlık edinildiğim evdeki olaylar; okulda anlatılanlar veya çevremde gördüklerim asla uyuşmazdı. Sonrasında kaderimin böyle olduğunu kabullenmiştim.

Aynı zamanda ailemin olmadığı gibi.

İsteselerdi ararlardı, isteselerdi bulurlardı, gelirlerdi. Ama aramadılar, bulmadılar, yoklar. Çünkü istemediler. Neden ben onları isteyeyim ki! Yani önceden öyleydi. Şimdi ise onları ben arıyorum. Şu anda da istemeye bilirler. Hatta daha çok işime de gelebilirdi.

Bulabilseydim eğer!!

Doğduğum günde sezaryen ile 11 kişi dünyaya gelmişti. Kapılarına gidip karışıklık olup olmadığını teyit etmek istediğimi söyleyince ya saygıyla karşılanmış ya da bağırıp, itiraz etmişlerdi. Bu durumda mesleğimi kullanmaktan çekinmemiştim tabi. Ama bu 11 kadın ile hiçbir bağım yoktu. Sadece üç tane ölü bebeği olan aileler kalmıştı elimde. Aralarında 27 haftalık ölmüş bebeğin ailesi dikkatimi çektiği için araştırmıştım. Aralarında en mantıklı olan kadındı.

Eraslan ailesi..

Bu seferde olmaz ise birkaç ay öncesi ve sonrası doğum yapan tüm kadınları soruşturacaktım. Neden olmasın ki; gerçek kimliğini gizleyenler doğum tarihimi de gizlemiş olabilirlerdi. Pes etmek asla benlik değildi.

Uzun araba yolculuğunun ardından Eraslan’ların evinin önüne gelmiştim. Daha doğrusu garaj girişinin önüne. Arabamı park edip garaj girişine yaklaştım. Güvenlik kulübesinde görevli aradım ama kimse yoktu. Evin bahçesine girdiğimde ise etrafta ondan az koruma vardı.

Eeeee!

Ben elimi kolumu sallayarak girdim. Neden bir şey yapmadılar? Benim korumalarım olsa asla böyle bir şey yapmazlardı. Neyse işime gelir. Haber verip de gelmemiştim zaten.

Az sonra evin kapısına ulaşmıştım. Gayet büyük ve beyaz bir kapıydı.

Evet, kapı!

Bahçe veya evin dışına baktım. Ama gerginlikten hiç hatırlamıyordum. Büyük ihtimalle onlar da öyledir. Ve hala bir kapı, bir zil ile bakışıyorduk. İçimde tarif edemediğim bir kıpırtı, heyecan, kelebek, solucan artık ne varsa sarmıştı bedenimi. Sanki bul-...

Aklım ise getirebilecek en kötü senaryoları hatırlatıyordu bana.

Umut yok! Umut YOK! UMUT YOK!! Diye tekrar edip duruyordu.

Ne kadar kalbim de aklım kadar çırpınsa da aklımı dinledim, içimdeki heyecanı göz ardı ederek.

“Umut beslemek yok, beklenti yok, kalp kırıklığı da üzülmek de yok!” dedim kısık sesle ve kapıyı çaldım..

 

Devam edecektirrr...

 

Loading...
0%