Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. BÖLÜM: Gergin Karşılaşma 2

@sera_d.uluhan

“Kızım ne saçmalıyorsun? Yürü git işine! Çınar ağbim bitti şimdide bana mı sardın?” diye bir bağırış kopmuştu Eraslan’ların evinde. Delirtmediği bir Eraslan üyesi bırakmaya niyeti yoktu anlaşılan kuzenlerinin. Küçüğünden büyüğüne herkes için bir sınavdı. Tek duaları bir an önce sona ermesiydi.

Evren, merdivenleri ful sinir ile inmiş ve kahvaltı masasına yönelmişti ki biricik annesinin ‘lütfen, idare et’ diyen bakışları ve mavinin en güzel tonuna sahip gözlerini görür görmez tüm sinir sistemi altüst olmuştu. Arkasından gelen kızı bile duyamaz olmuş, annesini öpmüştü.

Masada az da olsa sükunet hakimdi. Tüm sakinliği ile Erol Bey, ekmeğine sürdüğü ballı kaymağı afiyetle yiyor, tadını çıkartıyordu. Açıkçası sırf hayatının aşkı olan Aşkın Hanım için sessiz kalıyor, umursamaz gibi davranıyordu. Ömrünü adadığı kadının üzülmeyeceğini bilse, hiç izin verir mi oğullarını bu yamyam gibi kıza yem etmeyi. Evinde bir saniye bile barındırmazdı da işte biricik karısı çok üzülürdü. Sonuçta karısı mı oğulları mı?

Her şeyiyle bir tanecik karısı.

Bir elinde IPadi diğer elinde çayı ile programına göz atan Toprak, aralarında en umursamazı gibi gürünse de içinde durdurmaya çalıştığı öfkesini, işine odaklanmaya çalışarak dağıtma çabasındaydı. O kendini bir bok sanan ki kim oluyordu da kardeşini sinirlendiriyordu?

Allahtan istemsiz yere çattığı kaşları ve sert mizacı, o lanet kızı kendisinden uzak tutmaya yetiyordu. Aksi halde yeterince sınırlı olan sabrının sonuna gelip patlayabilir. Bunun da olmasını asla istemez, annesini üzmüş olması bile ona sinir krizi geçirtmeye yeterdi. Bu sefer kimse onu tutamazdı. En iyisi hiç muhatap olmamaktı.

Hemen yanında oturan Çınar ise gelir gelmez nasibini almıştı kuzeninden. Normalde ilk küçük kardeşleri Evren ile uğraşırdı. Fakat bu sefer nerden estiyse ilk Çınar’ı çileden çıkartmıştı. Çınar her zamanki gibi kuzeninin sevebilmek için kendine bahaneler bulur, -diğer kardeşlerine göre- insancıl yaklaşmaya çalışırdı. Kardeşleri uyarsa da hata yapan insana tekrar hak verilmesi gerektiğini düşünürdü. Ama bu iyi niyeti ona çok kötü bir şekilde döndü.

Kuzeni onun adını çıkartmıştı. Çınar’ın bu yaklaşımını yanlış yorumlayıp, ‘Çınar bana aşık. Ama ben yüz vermiyorum.’ diye dedikodusunu çıkartmıştı. Bunu duyan ailesi ilk başta inanmasalar da bir acaba, olabilir mi diye düşünmüşlerdi. Sonuçta gönüldü bu. Ota da konar ...

Olan yine Çınar’a olmuştu. Ailesine birkaç gün boyunca kendini açıklamaya hatta inandırmaya çalışmıştı. İyi niyetini böyle bir şeyle sonuçlanacağını nerden bilebilirdi ki. Dahası ağbileri, hatta kardeşleri bile bu konuda dalga geçmişlerdi. Hiç yakışıyor muydu, koskoca adam akrabalarının kapısına gidip, yanlış anlaşılmayı düzeltmek için aylarca uğraşmıştı. Hem de bu kız için.

Bu sefer ki gelişinde ilk onunla uğraşması da bu sebeptendi. Kendine yedirememişti tabi. Neymiş ona yüz vermediği içinmiş bu yaptıkları, hiç tipide değilmiş Çınar onun, para verseler bakmazmış falan filan. İnanması zor gerçekten ama Çınar bu kıza, bu şekilde koskoca üç gün dayanabilmişti ve en sonunda ‘Ne bakacağım lan ben sana, günahımı vermem’ demiş ve postayı koymuştu.

Peygamber sabrı olan adamı bile çileden çıkartan kızı, Deniz ne yapsındı. Kuşkusuz Eraslan’ın en söz dinlemeyen, dur nedir bilmeyen, lafını-sözünü asla esirgemeyen bireyi; kuzeni Ebru’yu görmesine bile gerek olmadan o tiz, cırtlak sesini duymak bile sinir ediyordu. Kaç gündür ailesiyle de vakit geçiremiyordu ki sinir bozucu kız yüzünden. Kendini dışarıya atıyordu. Elinden gelse Ebru evlerindeyken hiç eve gelmezdi ama annesi ona nazını her şekilde geçirmesini biliyordu. Dahası kuzeni onunla uğraşamaya kalmadan ağzının payını verip susturuyordu. Bunun annesini ne kadar üzdüğünün bilse de kendini durduramıyor, laf çarpıyordu. Sonrasında annesinin gönlünü almasını da iyi biliyordu.

Deniz, siniriyle gelen annesini öpüp karşısına oturan kardeşi Evren’e göz kırpmış, kısaca ne oldu diye sormuştu. Evren’in cevabı göz devirmekten öteye gidememişti. Asla ağbisine saygısızlık olsun diye yapmamıştı tabi ki de. Sadece o an fazla sinirliydi. Bu yüzden direk kahvaltısına odaklandı ve evden bir an önce uzaklaşmak için hızlı yemeğe başladı.

“Yavaş ye oğlum. Önünden kaçıran yok.” demesiyle annesine baktı gülümsedi ve yanında oturan ruh hastası kuzenine baktı sinirli bakışları ile. Tekrar annesine dönüp “Ruh sağlığımı kaçıran var annecim.” demişti. Erol Bey ve Çınar kıkırdarken, Aşkın Hanım beylerin asla dayanamadığı o mahcup bakışları atmıştı. Ve yine en başta Erol Bey olmak üzere tüm beyler tereyağı gibi erimiş, yelkenleri suya indirmişti.

Aşkın Hanım’ın eşsiz güzelliği karşısında kimse duramazdı zaten. Yaşının verdiği olgunluk ile kendi zarifliği, kibarlığı onu inanılmaz bir kadın yapıyordu. O kadar güzel bir kadındı ki eşi ve anneleri; gökyüzü gibi mavi gözlerini süsleyen kıvrık kirpikleri, sıcak ve masumane gülüşü, yüzüyle orantılı burnu ve utandığında kızaran yanakları öpülesiydi adeta.

“Teyzee!” diye cırtlak bir ses duyana kadar kimse bu büyüyü bozmamıştı ki yerlerinden sıçrayarak kendilerine geldiler. “Oğluna inanılmaz bir teklifte bulunuyorum hala farkında bile değil. Bir şey söyle nolur?” diye devam eden Eraslan erkeklerinin artık duymaya katlanamadıkları o sesin sahibi başlamıştı yine.

Evren büyük bir şok ile annesine dönüp, dolu ağzıyla “Senden bir farkı olmayan arkadaşını bana ayarlamaya çalışman, gerçekten inanılmaz, Ebru.” demişti.

Ebru hem arkadaşına atılan laftan hem de Evren’nin ondan küçük olmasına rağmen abla dememesine bozulsa da umursamaz gibi davranarak burun kıvırdı. “Sen bilirsin. Mükemmel bir fırsatı kaçırıyorsun farkında değilsin.” demişti.

Sofraya oturduğundan bu yana konuşmamak için kendiyle savaş eden Deniz daha fazla dayanamamış ve “Aman kardeşim. Sen uzak dur bu sürüngenden. Yoksa Çınar ağbim gibi olur sonun.” demişti. Aşkın Hanım’ın delici bakışlarını görmüyor, avını izleyen avcı gibi kuzenine sert bakışlar atıyordu.

Tabi, en çok üzerine alınması gereken kişi hariç herkes az da olsa gerilmişti.

Söylenenleri duysa da umurunda olduğu, özellikle de sinir bozucu ve kendini bir şey sanan Deniz’den aşırı nefret ediyordu Ebru. Küçüklüğünden beri asla anlaşamazlardı. Gerçi bunun içinde aksi bir şey yaptığı yoktu Ebru’nun. Ona göre bu ailedeki teyzesi Aşkın da dahil olmak üzere; onu ve ailesini ezmeye çalışan, ezik duruma düşüren akrabalarıydı. Sırf onlarla uğraşmak için geliyordu bu saray gibi eve. Bir de teyzesinin kredi kartı için. Ama bunu kimsenin bilmesine gerek yoktu. Çünkü daha beğendiği o elbiseleri alamamıştı. Bir an önce teyzesini ikna etmeli, alışverişe götürmeliydi.

Birden aklına sabah içmeden yapamadığı ve şu anda da önünde olmayan kahvesi aklına geldi ve bir çığlık daha attı.

“Sevgiii, Çiçek! Nerde benim karamel macchiatom? Çabuk getirin.” masadaki herkes ses yüzünden yüzünü buruştururken, yakınında olanlar ise ellerini kulaklarına götürmek zorunda kalmıştı. Artık kulak doktoruna gitmeleri farz olmuştu.

Aşkın Hanım yeğenine dönüp “Kuşum, neden bağırıyorsun? Seslensen gelirler zaten.” demişti tüm asilliği ve naifliğiyle. Tabi bu yeğenine göre kendini beğenmiş olarak yorumlamıştı.

Teyzesini umursamadan gelen yaşlı kadını süzdü ve masaya koyduğu kahveyi gösterdi. “Ben sana kaç kere söyleyeceğim! Bu kahve zamanında gelecek diye. Tek işiniz hizmet etmek onu da beceremiyorsun. Ne işe yarasın sen!” demiş ve günün ikinci sabır dileyeni Sevgi teyze olmuştu.

Yıllardır Eraslan’ların evinde çalışıyordu. Onlardan yana asla görmediği, hatta bu yaşına kadar görüp, duymadığı; el kadar kız ona söylüyordu. Evdeki kimse ona bu hakaretleri yakıştıramıyor, üzülmesin diye onun adına özürler diliyorlardı. Bunu en çok evin hanımı Aşkın Hanım yapıyordu. Mahcup bakışlarını, evinde; sırdaşı, dostu, annesi gibi olan kadına çevirmişti. Diğerleri ise öfke ile kuzenlerine bakıyordu.

Erol Bey ve Aşkın Hanım evlendiklerinden bu yana onlarla beraber çalışan, bebekliklerini bildiği Eraslan oğulları, boyunu geçmiş olsalar da az emeği yok değildi Sevgi teyzenin. Kendi öz oğulları gibi severdi. Onlarda Sevgi teyzeleri olmadan yapamaz, biricik tontişleriydi onların.

“Bir daha karıştırmam.” dedi ve kızı gibi gördüğü Aşkın Hanım’a sorun yok dercesine gülümsedi.

Normalde çalışanlarla birlikte yemeklerini yerlerdi. Fakat Ebru hiçbir çalışana tahammülü olmadığı gibi rahat vermez, sürekli bir şeyler isteyip dururdu. Bu yüzden onlar, Ebru eve geldiği zaman ayrı yemeyi tercih ederlerdi.

Aşkın Hanım, akıllanmaz yeğenine baktı burukça. Ona çok değer veriyordu, çok seviyordu. Ama bunu Ebru görmüyordu. Defalarca uyarmasına rağmen çalışanlarına karışıyor ve seninle konuşmam diye tehdit ediyordu. Aşkın Hanım’ın kaybından sonra çocuklarına ve en çok da yeğenine düşkün olmuştu. Özlemini o şekilde gideriyordu. Ama bunu yeğeni asla anlamıyordu, anlamasını da hiçbir zaman istemezdi Aşkın Hanım. Evlat acısı onda hala dinmiş değildi. Azalmıyor aksine günden güne artıyordu özlemi.

Üzerine çöken duygusallıkla sofradan kalkıp odasına sakinleşmeye gitmişti. Bunu fırsat bilip arkasından teyzesinin odasına girdi. İçten içe ağlayan kadın onu şaşırtmamıştı. Hala ölen çocuğuna üzülüyor, aptal diye düşündü.

Yanına yaklaşan yeğenini fark eden Aşkın Hanım kendini toparlamaya çalışıp ona döndü. Ona yine aynı o donuk bakışlarıyla bakıyordu. Sanki ruhsuz, vicdansız, kötü kalpli, yabancı biri gibi.

Aklına Ebru’nun mezarda söyledikleri doluştu.

(HERŞEYİM- PERA)

-----4 yıl önce (4 Şubat)

Her hafta düzenli olarak gelmiyormuş gibi bugün de gelmişti, Aşkın Hanım. Kızının, küçük bebeğinin yattığı mezara. Daha bir kere bile göremeden, kokusunu içine çekemeden, doya doya öpemeden almışlardı onu elinden. Çünkü biricik kızı oksijensiz kaldığı için erken doğmuş ve hayata tutunamamıştı.

Hayır!

Aşkın Hanım onu koruyamamıştı. Yavrusuna sahip çıkamamıştı. 20 yıldır dinmeyen bir acıya dayanmaya çalışıyordu. Onun arkasında ömrünü adadığı adam ve oğulları vardı. Güçlü durmalıydı her zaman. Ama bu küçücük mezarlığa her geldiğinde tüm gücü bacaklarından akıp gidiyordu sanki. Her nefes aldığında boğazına yumru gibi batıyordu oksijen. Ciğerleri nefes alamazsın der gibi. Kızın alamıyor sende alma dermiş gibi diken olup batıyordu. Oda istemez miydi birlikte yaşamayı, en güzel anıları biriktirmeyi.

Bugün kızının doğduğu gündü. Aynı zamanda öldüğü. Eğer bebeği yaşasaydı koskoca kız olacaktı. 23 yaşına girecekti minik kızı. Ama Aşkın Hanım kızının doğum gününü kutlamak yerine 23 yıldır hasret olduğu kızının mezarına başını koymuş hıçkırarak ağlıyordu.

Yeğeni Ebru’dan onu mezarlığa getirmesini istemişti. Ve Ebru saatlerce bir mezarın başında ağlayan teyzesinden çok bunalmış ve sıkılmıştı. Onun şu an neden burada olduğunu sorguluyor ve bir an önce sevgilisiyle buluşmak istiyordu. Oturup ağlama sesini saatlerce dinlemek yerine sevgilisi ile zaman geçirebilirdi. Art arda arayan sevgilisi de bunu istiyor olacak ki Ebru ayağa kalkıp teyzesinin yanına gitti.

“Teyze, artık gidelim mi? İşlerim var benim.” diye hayıflanan kızı duymamıştı bile, Aşkın Hanım.

Teyzesinin onu umursamadan mezara sarılmış, sayıklayan halleri onu daha da sinirlendirmişti. “Yeter artık teyze. Ben gidiyorum. Ne ağladın ya. Çürüdü çürüdü. Kızının cesedi bile kalmadı. Sen oturmuş hayatında hiç görmediğin çocuk için ağlıyorsun. Bak ben bile hatırlamıyorum, o kadar yani. Of sıktı artık, unut şunu! Nasıl olsa cebinde paranda vardır. Bin taksiye.” demiş ve mezarlığın çıkışına doğru yol almıştı. Arkasında bıraktığı enkazdan farkı kalmamış kadına dönüp bakmadan gitmişti.

‘Yeter artık!’ onun etrafındaki sevdikleri de mi böyle diyordu? Çok mu ağlıyordu? Halbuki sadece mezarını ziyaret ettiği zamanlar ağlıyordu. Onun çocuğu ölmedi! Sadece bu kirli dünya, bebeği için çok pisti. Onun kızı ölmemişti. Sadece, sadece uzun bir süredir uyuyordu. ‘Çürüdü!’ Hayır, hayır onun bebeğini ne toprak ne de içindekiler alamazdı. O çürüyemezdi, yok olamazdı. Çünkü melekti onun küçük kızı. Hiçbir suç işlememiş, saf, temiz bir ruha sahipti ki. Rüyasında defalarca kez görmüştü kızını. Bebeklik halini, ağlayışını duymuştu. Büyüyüp anne demesini duymuştu. Sarılamamıştı belki de ama hissetmişti, kalbinde.

Asla unutamazdı. Unutmayacaktı da. Ne bebeğini ne de yeğeninin bu sözlerini.

 

--------

   

Derin ve sonsuz gibi olan masmavi gözlerinden bir damla yaş düştü Aşkın Hanım’ın. Yeğeninin sözleri çok ağırdı, hem de çok. Onu ölmüş kızı yerine koymuştu. Kendi kızına yapamadıklarını hep ona yapmıştı. Ama Ebru asla değişmemiş, aynı şekilde devam etmişti.

Onun bu sözlerini kimseye söyleyememişti. Özellikle hiçbir şeyini saklamadığı eşinden, aşkından bunu saklamıştı. Çünkü biliyordu ki onu üzen en ufak şeyi hayatını adadığı adam yok eder, asla affetmezdi. Ne yeğeni ile ne de diğerleriyle görüşmesine ve konuşmasına izin verirdi.

Buna üzüleceğini bilse de Erol Bey, konu aşkı Aşkın olunca ve üzüldüğü konu kızı olunca elinden geleni yapardı. Zaten yeterince üzülmüş, kendini mahvetmişti eşi. Oda kahroluyordu tabi ama ailesi özellikle de aşkı için dimdik durmaya çalışıyordu.

Erol Bey’in yıkıldığı an, dört gözle beklediği kızının ölüm haberini alınca olmuştu. Ama Aşkın Hanım kendini toparlayamamıştı. Haftalar ayları kovalamış ama o hala iyi değildi. Kendine gelememişti. Tutunacak dala, yaşamak için bir amaca ihtiyacı vardı, Aşkın Hanım’ın. Bunu da en iyi eşi biliyordu.

Geride bıraktığı yıkık bir adam ve dört çocukla ne yapacağını düşünüyordu Aşkın. Ta ki eşi onun kucağına, masmavi gözlü bir bebek bırakana kadar. Kucağının, yüreğinin boşluğunu aile; Atlas bebek ile doldurmuş, sarıp sarmalamışlardı. Hepsi ayrı ayrı ilgilenmişlerdi kardeşleriyle. Kabul etmişlerdi. Aşkın Hanım, kucağında huzurla uyuyan kimsesiz bebeğe anne olabilmek ve gerisinde bıraktığı ailesi için ayağa kalkmıştı.

Yine de içlerinde hep bir burukluk vardı Eraslan ailesinin. Daimi sürecek bir burukluk.

Kendini toparlayıp “Bir şey mi söyleyecektin Ebru?” demişti Aşkın Hanım. Ne söyleyeceğini elbette tahmin ediyordu. “Gezmeye gidelim mi? Hem kafan dağılır biraz?” demişti yeğeni, tahmin ettiği gibi.

Aşkın Hanım başını iki yana sallayıp “Biraz halsiz hissediyorum, evde kalsam iyi olacak. Sen çık, gez.” dedi. Bunu duyan Ebru amacına ulaşamadı belki ama denemeye devam edecekti. Sonuçta daha buradaydı değil mi?

Aşağıya inen kadın etrafına bakınıyordu. Ailecek vakit geçirmeyeli uzun zaman olmuştu. Aşkın Hanım bahçeden yükselen kahkaha sesleriyle oraya doğru ilerledi.

Oğlu Kaya uyanmış, kardeşleri şiş gözleriyle dalga geçiyordu her zamanki gibi. “Uğraşmayın oğluşumla! Nöbetten geldi o, yorulmuştur.” diye oğlunu savunmaya geçti Aşkın Hanım. Tekrar bir kahkaha tufanı kopmuş oğlu Kaya “Ne oğluşu anne ya.” diye sızlanmıştı.

“Susun bakayım. Hepiniz benim oğluşumsunuz.” deyip küskünce kollarını bağlamıştı. Sonrasında derin sessizlik. Durumu kurtarmak için ayaklanıp karısının yanına gelen Erol Bey, kolunu eşinin beline dolayarak kendine çekmiş, o güzel kokusunu solumuştu.

“Aşkınım, canım, yavrum. Sen ne dersen o tabi ki kalbim. Bakma sen bu hayvanlara.” demişti. Sonunda oğullarına yapay bir tiksinç yüzle bakmıştı ve elinden tuttuğu gibi baş köşeye oturmuşlardı.

Onlar; şakalaşarak, gülerek keyifle vakit geçirirken Ebru bunu görmüş ve içten içe kıskanmıştı. Cuma günleri kimse işe gitmez ve ailecek bir arada olurlardı. Buna hep imrenmişti Ebru. Çünkü onlarda böyle bir şey yoktu. Annesi ve babası için ya işleri ya da rakipleri vardı. Bir aile olduklarını hiç hatırlamazlardı. Veya kızlarının olduğunu.

Bu sohbete dahil olmak istemiş ve yanlarına gitmişti. Sofradaki hal ve hareketleri üzerine Eraslan erkekleri Ebru geldiği için homurdanmaya başladı. Çünkü adları kadar iyi biliyordu ki onlarla uğraşmadan duramayacaktı. Bu onların canını çok sıkıyordu, artık bunalmışlardı.

Tabi ki de anlamıştı Ebru, ondan rahatsız olduklarını. Yoksa sus pus olmazlardı. Gerçi bu onun ne kadar umurundaydı ayrı bir konu. O güzel, tiz sesiyle “Sevgiii!” diye bağırmıştı.

Eraslan’ların sinir olduğu bir şey daha kendisinden büyüğe hiç saygısı yoktu bu kızın.

Sevgi teyze işini yarım bırakıp koşar adımlarla Ebru’nun yanına gelmişti. “Öf! Sende ne yavaşsın.” deyip önce azarını işitmiş sonra isteklerini sıralayan kıza baka kalmıştı.

“Kakaolu pasta ve kurabiye yap bana hemen. Bir de limonata istiyorum. İçinde iki tane buz olsun. Fazla koyma sakın. Senin yüzünden hasta olamam.” ve elini kadına doğru savurup “Gidebilirsin.” demişti.

Öfkeden kudurmuş, dik dik bakışlar atan Eraslan oğullarını hiç umursamadan sosyal medyasına girip fotoğraf paylaşıyordu.

Yan yana oturan kardeşler kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Deniz ise annesine, Ebru ne zaman gidecek diye soru yağmuruna tutuyordu. En sessizleri, ayılmaya çalışan bir adet Kaya ve onun yanında kimseyle muhatap olmayan Atlas’tı. O kadar odaklanmışlardı ki kapının sesini bile duymamışlardı.

Oturduğu yerden kalkan Ebru limonatasının bile gelmemiş olmasına karşı öfkeliydi. İçinden çalışanlara saydırıyor aynı zamanda da onları yerin dibine sokmak için mutfağa ilerliyordu ki yanından koşarak bir çalışan geçti. Arkasını dönüp baktığında da bir kadının geldiğini gördü. Var olan siniri artmaya başlamıştı. Kimdi bu kadın, bu saatte geliyordu ve evlerine kadar girmişti (?) Sevgi teyzenin hemen karşısına geçip hesap sormaya başladı Ebru. Onu şaşkınlıkla izleyen kadını görmezden gelerek.

Çiçek’in Erol Bey ve Aşkın Hanım’a, misafirlerinin olduğunu haber vermesi üzerine birbirlerine bakıp kim olduklarını sorguluyorlardı. Bağırma seslerini duyunca bahçedeki herkes antreye doğru yol almıştı.

Yukarı odasına dinlenmek için çıkan Toprak, kuzeninin sesini yine duyunca öfkesine yenilip aşağıya indi. Tüm aile bireyleri antrede şok içinde bağıran Ebru’ya ve karşısında sakinliğini korumaya çalışan kızı izliyorlardı. Ama umursadıkları şey ne kavga ne de kavga konusuydu. Merdivenden siniri burnunda “Ne bu bağırış, Ebru?” diye şiddetle bağıran oğlu Toprak’ı bile duymamışlardı Erol Bey ve Aşkın Hanım.

Annesinin ve babasının şaşkın gözlerle baktığı yere bakan Toprak da tamamen şoka girmişti. O kadar şaşkındı ki tüm sinirini unutmuş gibiydi.

O evlerine gelen kadın; hafif sarıya çalan saçları, bembeyaz teni ve koyu mavi gözleriyle tıpkı Aşkın Hanım’ın gençliğine benziyordu. Ve bu benzerliği Aşkın Hanım dahil herkes fark etmişti. Bu yüzdendi bu kadar şaşkınlıkları. Sanki Aşkın Hanım’ın küçüklük hali onları ziyarete gelmiş gibiydi. Öz ablasıyla bile bu kadar benzemiyorlardı. Bir sebebi mi vardı acaba? Yoksa bu derece benzemek imkansızdı.

Sanki tüm gen sarmalını Aşkın Hanım’dan almış gibi.

Acaba?

Olabilir mi? İyi de neden olsun ki? Ellerinde bir mezar ve bir ölü bebek vardı. İmkansızdı. Yine de herkesin kafası çok karışıktı.

“O bir hizmetçi parçası. Ne söyleyeceğimi sana soracak değilim. Sen de benim-” diye bağırmıştı Ebru. Ama Eraslan’ları kendine bu ses bile getirememişti veya kadının cevabı. O kadar odaklanmışlardı ki evlerine gelen kadına. Aşkın Hanım eşi Erol Bey’e soru soran gözlerle dönmüştü. Aynı şaşkınlık Erol Bey’de de hakimdi.

Karşısındaki kadın sinirden gözlerini kapatıp açmış, tüm uzuvlarını kaskatı kesecek şekilde sıkıyordu. Kendini durdurmaya çalıştığı çok belliydi. Ama ne kadar işe yarıyordu?

“O çalışan bir kadın. Kendi emeğiyle işini yapmaya çalışıyor. Hiçbir çalışana bu şekilde hakaret edemezsin. Buna asla izin vermem.” diyen kadın ile arkasında, olan biteni izleyen Sevgi teyze, Çiçek ve Yusuf amca yerlerinden sıçramışlardı. İlk geldiği naifliği yok olmuş içinden tüm öfkesini çıkartan kadına şok ile bakıyorlardı. Kimse böyle bir bedenden, böyle güzel bir yüzden böyle bir şey çıkacağını hiç tahmin etmemişti.

Sinirden titreyen, ellerini yumruk yapan kızı gözlerini bile kırpmadan izliyordu, Eraslan ailesi. Özellikle de Toprak. Nerede görse tanırdı. Karşısındaki kız sinirden atak geçirmek üzereydi. Yumruğunu Ebru’yla buluşturmazsa iyiydi. Çünkü kendini tutabilecek gibi durmuyor, kuzeni daha çok üzerine gidiyordu.

Ebru, işaret parmağını kaldırıp karşısındaki kadına meydan okudu. Cevap gecikmeden bir kükreme gibi geri gelmişti kadından. Onu hiçe saymıştı, küçümsemişti. Ebru, bunu hazmedene kadar; Aşkın Hanım ve Erol Bey’e özür dileklerini iletmiş, başka bir zaman başka bir yerde konuşmak istediğini dile getirmişti.

Sevgi teyzeye, davada yanında olacağını söyleyip, mırıltı şeklinde iyi akşamlar dileyip kapıdan koşar adım çıkmıştı. Bir yandan ayakta durmaya çalışıyor bir yandan çantasını karıştırıyordu. Kendini dışarı fırlatan kadının arkasından bakmaktan başka bir şey yapamamışlardı. En sonunda Kaya kendine gelip kadının arkasından koşmuş, defalarca kez ona durması için seslenmişti. Fakat nafileydi. Bir avuç dolusu ilacı bir anda içmiş ve arkasına bile bakmadan taksiye binip gitmişti. Arkasından gitse de yetişemezdi çünkü geç kalmıştı. O kadının kim olduğunu merak ediyordu, tüm Eraslan’lar gibi.

 

Evde alışılmamış sessizlik hakimdi. Ebru’nun hareketlerine dayanamayan Erol Bey, onu odasına yollamıştı. Şu an oturup sakin kafayla düşünmesi şarttı. Eraslan oğulları salonda farklı yerlere kendini atarken, Aşkın Hanım koşarak odasına gitmiş ve eski aile albümünü almıştı. Salona indiğin de eşi, oğulları hatta çalışanları bile sessizce az önce olanları daha doğrusu gördükleri kadını düşünüyorlardı.

Aşkın Hanım elinde tuttuğu albümden eski gençlik fotoğrafını çıkartıp Erol Bey’e uzatmıştı. Şaşkınlığını sürdüren adam bir eşine bir de elindeki fotoğrafa baktı. Sanki eşinin gençlik halini bilmiyormuş gibi. Tıpatıp aynıydılar. Ama bu nasıl olurdu? O kız neden bugün evlerindeydi? Onlarla ne konuşmak istiyordu?

Ve en önemlisi o kız kimdi?

Salonda kimse tek kelime etmiyor olanları hayretle düşünüyorlardı. Herkes salonun bir köşesine geçmiş, kimisi boş boş duvarı, kimisi halıyı kimisi de karanlıktan görünmeyen bahçeyi izliyordu. Kaç saattir bu haldeler veya o kız kimdi hiçbir şey bilmiyorlardı. Düşünmek dahası hiçbir şey yapmadan öylece beklemek daha can sıkıcıydı. Ama elden ne gelirdi ki? Kızın adını bile bilmiyorlardı. Sadece çok güzel, bir o kadarda sevimli bir yüz ve sinirli bir ses tonu.

Gerçekten de bugün evlerine gelen kız çok güzeldi. Neredeyse beline gelen sarı-kahverengi karışımı saçları ışıl ışıl parlıyordu. Fazla kalın olmayan kaşları, minicik hafif kalkık burnu ve yüzüne oranla dolgun, geniş dudaklarını sinirlenince birbirine bastırıyordu.

Ya güldüğünde? Veya koyu mavi olan gözleri kısılıyor muydu acaba?

Daha adını bile bilmedikleri hatta bir kere bile göz teması kurmadıkları kızın büyüsüne çoktan kapılmışlardı Eraslan’lar. Artık Aşkın Hanım’ın bir rakibi vardı veya ona çok benzettikleri için mi kızı sevmişlerdi, tam kestiremediler. Ama o kızı tekrar görmek istiyorlardı.

Kafası gibi duygularının da karışık olduğu Atlas’da ne düşüneceğini kestiremiyordu. İçten içe ailesinin bu hali onu çok korkutuyordu. Annesine benzeyen kızı hem merak ediyor hem de çok korkutuyordu. Galiba daha çok ailesinin onu istememesinden korkuyordu. Herkesin düşünüp de dile getiremediği şeyi yani o kızın öz kızları olma olasılığı vardı, olmama olasılığı gibi. Ama her türlü sonuç ona bağlanacak diye çok korkuyordu. Sonuç olarak o üveydi. Kendi öz ailesi o doğar doğmaz terk etmişlerdi. Babası Erol onu evlat edinip evlerine getirmişti. Daha birkaç saatlik bebek iken onu sahiplenmişlerdi. Ölen bebeklerinin yerine..

Bazen küçük kızın hayatını çalmış gibi hissediyordu Atlas. İşin aslı hayatı boyunca ona minnet duymuştu, sürekli onun için dua eder, mezarına özenle çiçek ekerdi. Küçük kızın yıldızların arasında onu izlediğini düşünüp onunla konuşurdu. Sonrasında hayatını aldığı için özür diler ve yeni bir hayat ona verdiği için teşekkür ederdi. Atlas onu hep küçük bir melek olarak görür, minik meleğim diye seslenirdi gökyüzüne doğru. Canı sıkıldığında, kırıldığın da ya da en mutlu anını ona anlatırdı. Sanki hayattaymış da sadece o ana şahit olamamış gibi. Hep merak etmiştir, hayatta olsa nasıl biri olacağını, nasıl görüneceğini..

Şimdi oturmuş o kızı düşünüyordu. Acaba o muydu? Eğer minik meleği o ise bu zamana kadar neredeydi? Neden hiç gelmemişti ki? Ya hayallerindeki gibi biri değilse ya Ebru gibiyse. Onun gibi kötü biriyse..

Atlas’ı en çok korkutan şey, ‘benim hayatımı çaldın’ derse. İşte o zaman kendini asla affedemezdi. Çünkü hayatı boyunca bu düşünce ile yaşamıştı. ‘Ben bir kızın yerine geçtim. Onun yerine seviliyorum’ Annesi, babası hatta ağbileri de aksini defalarca söylese de Ebru yüzünden böyle düşünür olmuş, hassaslaşmıştı. Hak da veriyordu. Sonuçta minik kız yaşasa o bura da bu aileyle beraber olmayacaktı. Bu yüzden hayatını onları onlar kadar severek, ailesine adamıştı. Onları üzecek, boyunlarını eğecek en ufak bir şey yapmamış, yapmamaya da gayret gösteriyordu. Dünyaya gelir gelmez bırakıldığı için olsa gerek terk edilme korkusu hep vardı. Özellikle de ailesinde daha ağır basıyordu. Bu zamana kadar bırakmamışlardı hiç. Ya minik kız oysa, sonrasında ya onu terk ederlerse diye içi içini yiyordu Atlas’ın.

Olayı başından bu yana anlamayan Çiçek, onları akşam yemeği için çağırsa da kimse yemek istememişti. Kaya ağbisi ve Sevgi teyzesi bile reddetmişti. Normalde öğün atlamayan, yemek yemek için can atan ikili canlarının istemediğini söylemişti.

Sevgi teyzesi kadar uzun olmasa da son iki yıldır Eraslan’ların evinde çalışıyordu. Haliyle ev ortamına iyice alışmıştı, benimsemişti. Aşkın Hanım ona okul masrafları için kol kanat geriyor. O da elinden geldiğince hizmetini ediyordu. Sofrayı toplayıp, Yusuf amcanın yanına oturan Çiçek’i konuşana kadar kimse fark etmemişti.

“Yusuf amca, ne oluyor? Herkes depresyona girmiş gibi kara kara ne düşünüyor?” demişti fısıltı ile sormaya çalışsa da duymayan kalmamıştı. Burada çalıştığından bu yana hiç böyle sessiz olmamışlardı. Bu alışılmışın dışındaydı. Özellikle Ebru diye düşünmeden duramadı Çiçek.

Yusuf amcada olayı idrak edememiş olacak ki “İnan hiç bilmiyorum, kızım.” demişti.

Camın önünden ayrılıp sakin ve yavaş hareketlerle babasına doğru yürüdü Toprak. Normalde en ufak şeye sinirlenip bağırırken şimdi sesi sanki mırıltı gibi çıkmıştı. “Şimdi ne olacak, baba?” Başını dizlerinin arasına gömmüş öylece bekleyen adam, hiç acele etmeden yavaşça doğruldu ve en büyük oğluna baktı. Gözlerinde uzun zamandır görmediği birçok korkuyu gördü. Haklıydı da. Çünkü o da korkuyordu. Tekrar aynı şeyleri yaşamak korkutucu geliyordu.

Erol Bey sesini bulduğu an “Bilmiyorum oğlum. Bekleyip göreceğiz.” demişti. O an herkesin aklında yankılanan ‘bekleyip, görmekti’.

Beklemek! Ne kadar bekleyeceklerdi? Ya da görecekleri şeylere hazırlar mıydı?

Bekleyip, göreceğiz.

 

 

Devam edecektirr...

 

Aşkın'ın gençlik fotoğrafı ve Güneş'in şu an ki hali...

Loading...
0%