@sera_d.uluhan
|
‘Bilmez yalnız yaşamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana; İnsan nasıl konuşur kendisiyle; Bir cana hasret, Bilmezler.’ Orhan Veli Kanık
🌙 Etrafında tonlarca insan olan yalnız değil midir? Kalabalıkta yaşayanların hepsi mutlu mu? Tek dostu, sırdaşı, yoldaşı kendisi değil midir insanın? Diğerleri hiç mi yük olmaz? Bir insanın omuzlarına en fazla ne kadar yük yüklenir? Ya da bir çocuğun... Taşıyabildiği kadar. Dahası neden zorlanır? Ecel onu bulsun diye mi? Kimdi bu ecel, herkesin yükünü tüy hafifliğinde alıp götüren kahraman? Bize de uğrar mıydı, bir selam verirdi belki. Yardım etmek ister miydi bilinmez ama uzun bir süre küçük kıza gelmeyeceği belliydi. Geçen geceleri onunla uyuduğunu biliyor muydu? Bilse hiç teslim olmaz mıydı? Peki en fazla ne olurdu? Boyun eğerdi. Ecelinde iyi bildiği gibi Güneş ite boyun eğmezdi. On bir yaşında da olsa onun başı hep dikti. Ufak bedeninin her yerinde morluklar, bereler ve mum yanıklarına rağmen hem de. Yetimhaneden kalma kemer izlerine yenileri eklenmesine rağmen. Komik olan ise bunu, o yerden alan kadının kocası yapmıştı. Bir yandan kıkırdarken bir yandan daha da komik olanı düşünüyordu. O, Aysun denilen kadın hiçbir şey yapmamıştı. Ağlamak ve izlemek dışında. Koskoca beş ay geçmişti ve hepsinde gördüğünün kat ve kat fazlası acı çektirmişti o herif. Düşündükçe taze olan yara yerleri ağrıyordu. Aşağılık adam bunları ona yaparken acımasızca izlemişti o kadın. Hangisi hangisinden beterdi henüz çözememişti. Ders zili çalınca düşüncelerini biraz olsun dağıtmaya çalıştı. Ama pek etkili olamamıştı. Boşalan sınıfla o da çantasını alıp yüzünü yıkamaya gitmişti. İşlerini hallettikten sonra çıkışa doğru yürümeye başladı. Uzun zamandır daha doğrusu o eve geldiği günden bu yana ilk kez okula gelmişti. Okul vardı, sadece o mahzene kilitliydi. Onu kilitlemişlerdi. Yetimhane müdürünün kilitlediği gibi kapatmıştı. Tek fark yetimhanenin camlarını parçalayıp çıkmıştı ama bu sefer tahmin ettiği gibi olmamıştı. Dört tarafı duvarlarla çevrili olması yetmiyormuş gibi bileklerinden zincirlenmişti. Her gün, her saat başı aldığı; sürekli yaralarla yenilenen yaralarıyla da kaçamamıştı. Şu an ise hiçbir şey olmamış gibi, görünen ve görünmeyen yaralarıyla okula gelmişti. Bina kapısından çıkıp bahçeye yöneldiğinde gördüğü kalabalık, boş olan okulu açıklıyordu. Kesin yine bir kavga vardı ve herkes onu izliyordu. Engel olması gereken öğretmenler bile. Onların aksine hırkasının şapkasını başına geçiren Güneş, son zamanlarda cehennem yuvası dediği o evin yolunu tutacaktı ki ağlayan birinin sesini duymasıyla olduğu yerden kaldı. Sonrasında ise o ses daha fazla vurmaması için yalvarmaya başlamıştı. Ara sıra duyulan hıçkırık sesleriyle Güneş’in daha çok içi yanmıştı. Aklına aylarca gördüğü işkenceleri, acıları, kan geldi. Kimse böyle bir şeyi hak etmezdi, tabi suçu yoksa. Anlaşılan yerde kan revan içinde kalmış bu çocuğun hiçbir suçu yoktu. Kalabalığı yarıp, yere uzanmış kendini koruma amacıyla bir kolunu yüzüne siper etmiş çocuğun yanına çöktü. Göz göze geldiklerinde ikisi de birbirini tanımadığını fark etti. Uzun olmayan bir bakışmanın ardından Güneş çocuğu kaldırmış, farklı yerlere dağılmış eşyalarını toplayıp çantasına koymuştu. Ortamda adeta çıt çıkmıyor, herkes Güneş’in hareketlerini izliyordu. En sonunda Anıl’ın ayaklarının dibinde duran okul hırkasını alıp silkelemişti. İlk defa gördüğü çocuğun yanına gittiğinde önce hırkasını omuzlarına bırakmış çantasını da eline tutuşturmuştu. Genç adamın kolundan tutup okuldan çıkmak için ilerleyecekti ki Anıl’ın sesiyle durdu. “Ne yaptığını sanıyorsun sen!?” Boş konuşacağını anladığında yürümeye devam etti. Önlerine geçen birkaç okul formalı çocuklarla tekrar durmak zorunda kaldılar. “Sana diyorum Güneş! O p*çle benim işim bitmedi. Almana izin verir miyim, sence!?” Sinirle soluyan gence baktı Güneş. Onun aksine yüzünde mimik oynamıyordu. Karşısına dikilmiş tükürüklerini saçarak konuşan ve onun gibi daha nicesini tanımıştı. Beş para etmeyen canlarını ortaya atmaya bayılırlardı. Ailelerinden; çevrelerinden gördüklerini sergilemek için yaşarlardı. Böyle kimi kimsesi olmayan, kendi halinde öğrencilerden zorla para toplar; vermedikleri sürede öldüresiye döverlerdi. Güneş böylelerini çok görmüştü. Fakat normalde yaptıklarını umursamaz, görmezden gelip yoluna devam ederdi. Şu an ise çok daha farklı hissediyordu. Arkasında kan içinde kalmış, korkudan titreyen çocuğu koruyup kollamak hatta ona yaşattıklarını misliyle karşı tarafa uygulamak istiyordu. Aralarında ki kısa mesafeyi yavaş adımlarla kapattı genç kız. İki gencin uzun ve soğuk bakışması, Güneş’in sözleriyle ortaya bomba gibi düşmüştü. “Bundan sonra da ben izin vermiyorum.” Bağırmamıştı veya yüksek sesle söylememişti. Ama ortamda ki sessizlik ile herkes onu çok net duymuştu. Karşısında sinirle soluyan Anıl ve yandaşları da. “Kimsin lan sen, kimsin de elimden bu işe yaramazı alıyorsun? Ne hakla!?” Bağırıp, sinirle el-kol hareketi yapan çocuğa bir adım daha yaklaştı. Anıl’ın aksine büyük bir sakinlikle cevap verdi. “Sen hangi hakla vuruyorsan o hakla.” Karşısında sinirden deliye dönmüş kıpkırmızı bir Anıl, genç kızın daha çok tersine gitmesine yol açmıştı. “Son zamanlarda çok dayak yedin herhalde. Benim işlerime karışmazdın, hasar bırakmış sende.” dedi ve öfkeden kızarmış yüzüne imalı bir gülümseme ekledi. Yaşadıkları bir bir gözlerinin önünden geçen Güneş, kendini sıkmasıyla karnında ki ve belinde ki yaralar sızlamıştı. Bununla birlikte var olan öfkesi daha çok körüklenmiş, alev almaya yakındı. “O hasarı sende de bırakmamı istemiyorsan defol git.” Anıl tam cevap verecekken yakalarından tutulmasıyla ve öfkenin gözlerinden taştığı genç kızı görmesiyle dumura uğradı. Hayatı boyunca kimsede görmediği öfke saçan o gözler pek çok şeyi göstermişti ona. Güneş gözlerindeki zehri diline bulaştırdı ve ardından da kelimelere döktü. “Bir kez daha birine el kaldırdığını görürsem kırmadık kemiğini bırakmam. Şimdi s*ktir git!” dedi ve tuttuğu yakaları iterek bıraktı. Ardından arkasına bakmadan okulun bahçesinden çıktı. Onu tanıyan, bilen herkesin aklında-dilinde olan tek şey; Güneş eski Güneş değildi. Her şeye rağmen yaşam ve enerji dolu Güneş artık yoktu. Onun yerine katranlara bulanmış, gecenin karanlığıyla bezelenmiş bir kız çocuğu çıkmıştı. Artık onunla yeniden tanışacaklardı. Çünkü eskisi bir daha hiç gelmemek üzere gitmişti. En azından Hande, en yakın arkadaşında bunu görmüştü. Okul bahçesinden yıldırım gibi çıkan arkadaşını durduramamıştı. Bu kızı daha ilk kez görüyordu, uzun zamandır dost olmalarına rağmen. Eğer yarın okula gelirse onunla konuşmaya çalışacaktı, olanları öğrenecekti. Bu kadar zamandır nerelerde olduğunu soracaktı. Genç kız planları yaparken düşündüğü gibi olmayacağını zamanla görecekti. Nereye gittiğini bilmeden veya etrafta ona bakan insanlara aldırış etmeden, asfaltı döverek ilerleyen Güneş ve arkasından onu takip ettiğinden habersiz, kıza yetişmeye çalışan yüzü kan içinde bir genç adam. En sonunda sahil kenarında ki bir banka oturmasıyla uzun maratonları sona ermişti. Atamadığı öfkesini hırsla salladığı bacağından çıkartan kıza, ilk başta yaklaşmak istemedi genç adam. Ama sonrasında, onun için birçok kişiyi karşısına alıp tehdit ettiği, onu savunup koruduğu aklına gelince bu çekingenliğinden vazgeçip kızın yanına oturdu. Kız onu fark etmemişti ama. Güneş'in biraz da olsa dinen öfkesi ile yanında oturmuş, kan içinde ki çocuğa baktı. Birkaç gün önce o da aynı bu şekildeydi. Bakışlarından rahatsız olacağını düşünen genç kız önüne dönmüş dizini izlemeye başladı. Çok geçmeden gelen soruyla yanında oturan çocuğa çevirdi bakışlarını. “İyi misin?” Tuhaf olan birisi iyileşmeye başlamış diğeri yeni açılmış yaralarla birbirlerine bakıyorlardı. Kendini toparlayan Güneş “Bu soruyu benim sormam gerekmiyor mu?” dedi. “Sen daha kötü gözüküyorsun.” “Kendine bak önce.” Ortamı saran sessizlikle Güneş çantasından su şişesini çıkartmış, yanında bitik bir şekilde duran genç adama uzattı. Ardından ayaklanıp bir dükkana girip ilk yardım malzemelerini ödünç aldı. Geri döndüğünde yüzünde ki kurumuş kanları silen çocuğun yanına oturdu. Gazlı beze batikonu dökerken aralarında ki garip konuşma devam etmişti. “Görünmeyen yaralarını kastetmiştim.” Cevap verme gereği duymayan genç kız, batikonlu bezi açılan yaralara ve hala kanayan yarasına bastırdı. Fazla bastırmış olacak ki yüksek bir inilti duyuldu. “Dayak yediğimde daha az acımıştı.” “Bir daha yemezsin işte. Yine olursa daha fazla yakarım.” “Bu beni korumayacağın anlamına mı geliyor?” Gözlerini devirmeden edemedi. Yaralarını kapattıktan sonra malzemelerini sahibine geri götürdü. Eski yerine geçip başını dizlerine yasladı. Yanında oturan aptal çocuk hiçbir şeyin farkında değildi. Okul hayatı boyunca sürekli onunla uğraşırlar, canını yakarlardı. Anıl gibi etrafta bir sürü bu tarzda insan vardı. Uyuşturucusu, kaçakçısı, tacizcisi! Hatta Anıl, aralarında en masumu bile olabilirdi. Ama yanında oturan çocuğa göre o bile fazlaydı. Sanki kendi hayatı mükemmelmiş gibi oturmuş onu düşünüyordu. Yine onu uzun bir zaman okula göndermezlerse, kendi başının çaresine bakması gerekirdi. “Ben seni her zaman savunamam. Senin kendi başının çaresine bakman gerekiyor veya onlardan uzak durman.” Yanında ki gencin yüzüne dahi bakmadan söyledikleri ile ne tepki vereceğini de anlamamıştı. Konuşmasıyla sesindeki kırgınlığı da hissetmişti, Güneş. “Nasıl yani? Onlar senden çekiniyor. Nedenini bilmiyorum ama sen olursan bir şey yapmazlar.” “Okulda olduğum zamanlarda sorun değil. Ama her gün okula gelemeye bilirim.” Ortamı saran sessizlikle iki genç de düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Birisi bu belayla nasıl başa çıkacağını düşünürken diğeri onu nasıl koruyacağını düşünüyordu. “Sorun değil. Ben dayak yemeye alışkınım. Teşekkür ederim. Beni sadece ağbim savunurdu. Yani babama karşı.” İki genç göz göze geldiklerinde genç adam dudağında ki yaraya rağmen minnettar bir tebessüm yolladı. Güneş ise hiçbir şey söylemedi. Ne diyebilirdi ki, onu savunan ağbisi vardı. Dövülürken izleyen bir üvey anne değil. Uzun bakışma ile aralarında birçok şeyi fark etmeden paylaşmışlardı. Dert ortağı olmuşlardı ama henüz haberleri yoktu. “Gözlerin maviymiş. Yeni fark ettim.” Karşılık vermeden yanında ki genci dinleyemeye başladı. Sonrasında kendini göstererek konuşmaya devam etti. “Benimkiler de kahverengi. Saçlarım da öyle. Sende sarışınsın herhalde tam anlayamadım.” Sanki beş yaşında bir çocukmuş gibi saçlarını ve gözlerinin rengini söylemesiyle Güneş, hafifçe gülmüştü. Elbette biliyordu onu güldürmek için söylediğini. O an sadece onun çocuksuluğuna uymak istedi. “Kulaklarının nerde olduğunu da biliyor musun?” Bakışlarını yanında ki gence çevirdiğinde bir eli kulağına gitmesiyle bu sefer gerçek ama kısa bir kahkaha atmıştı. Genç adam “Birde dalga geçiyor.” diye söylendiğinde o da gülüyordu. İkisi de evlerine daha doğrusu cehennemlerine dönmek için ayaklandılar. İlk konuşan elbette genç adam olmuştu. “Yardımın için teşekkürler. Bu arada ben Akay. Merhaba.” Bu garip tanışma ile o da gülmüştü. Anlaşılan karşısında ki gencin gülümsemesi bulaşıcıydı. Güneş' de genç adamın oyununa uyup “Bende teşekkür ederim, güldürdüğün için. Bu arada ben de Güneş. Hoşça kal.” Kısa bir tanışma ve uzun bir yol ardından herkes kendi yoluna gitmişti. Kaderin onlar için çizdiği upuzun dostluktan habersiz yollarını ayırdılar. Aysun Hanım’ın evim dediği cehennem inine varmıştı, genç kız. Kapı zilini çalacakken açılması ile eli havada kaldı. Kapıyı açan oydu. Kemal! Aysun Hanım’ın eşi, ona türlü acılar yaşatan Kemal. Bir diğer adıyla cehennem iti. Karşısında ki adam ağzından köpük çıkartan kudurmuş köpekler gibi soluyordu. Saatin geç olduğunun ve az sonra olacakları ufaktan tahmin ediyordu. Daha da kudurtmaktan ne zarar gelirdi ki? Sırf o öfkeden deliye dönmüş anını görmek için zile uzun uzun bastı. Karşısında ki adama boş bakışlarını çevirip daha çok çalmasını sağladı. Sinirden mora dünmüş adamın kolunu tutup bağırmasıyla çalan melodi de kesilmişti. “Kim dışarı saldı seni? Ben izin verdim mi?” Başını bir sağa bir sola yatıran genç kız tek kaşını kaldırarak, sanki daha fazla sinirini bozmak için yemin etmişti. “Senin tasmanı çözen bıraktı.” Yüzünde ki değişimi sinsi bir gülümseme ifadesiyle bakmıştı genç kız. Kendince bu onu güç gösterisiydi. Kolunda sıkılaşan eller ile içeriye fırlatılır gibi çekildi. Sendelese de bozuntuya vermeden kendini toparladı ve olduğu yerde mahzene götürülmeyi bekledi. İlk yüzünde iri parmakları sonrasında tiksindiği yüzü gördü. “Nerde kalmıştık... Hatırladım. Sen bana gerçekleri anlatıyordun.” Genç kız başını, kendi kanı bulanmış o ellerden her kurtarmak istediğinde çenesinde daha güçlü bir baskı hissediyordu. “Çek o elini. Yoksa kırar g*tüne sokarım!” Kızın tehdidiyle pis bir gülüş sergilemişti Kemal. İşte o an içinde sönmemiş olan alev birden parladı ve karşısında ki hala sırıtmaya devam eden adamın suratına yumruğunu indirdi. Gelen ani darbeyle yere düşmemek için yanında ki adamından destek almıştı, Kemal. Bundan sonrası göz açıp kapayıncaya denk ani gelişmişti. Genç kız, aylardır kendi kanıyla suladığı o mahzende buldu kendini. Elinde kalın bir sopayla gelen adam onu şaşırtmamıştı. Ama yine de diline hakim olamadı. “Klasikten devam yani. Ben yine yaratıcılığını konuşturursun sanmıştım.” Kapıyı kilitleyip öfkeden kıpkırmızı olmuş adam elinde ki sopayı diğer eline vurmuştu. “Hani yok mu orta çağdan kalma silahların?” Anlaşılan bu uzun günlerden biriydi. Ardından mahzende yankılanan işkence seslerinden önce güçlü bir bağırma duyuldu. “Aysun, seni neden aldı? Ne saklıyor? ANLAT!!!!” ☀️
Şirkette işlerini erken bittiği bahanesine güvenen baba ve iki oğlu, evin bilgi kaynağı olan oğlunu okuldan alıp adliye yolunu tutmuşlardı. Çünkü şu an da Evren’in tarif etmesiyle birlikte Güneş’in bulunduğu adliye binasına giriş yapıyorlardı. Bahaneleri ise çoktan hazırdı. Adliyenin girişinde bulunan kadına ulaştıklarında konuşan Evren oldu. Heyecandan yerinde duyamıyordu. Çünkü ilk defa adliyeye ablasını ziyarete gelmişti. İki gün önce görüşmelerine rağmen onu çok özlemişi. “Merhaba, kolay gelsin. Biz ablamı görmeye geldik. Nerede olduğunu biliyor musunuz?” Kadın, genç adamın sözlerinden hiçbir şey anlamamıştı. Onun ablasının kim olduğunu nerden bilebilirdi ki? Kardeşinin heyecanını görmezden gelip, onu açıklayan Çınar olmuştu. “Hanımefendi, ablanın kim olduğunu nereden bilsin. Biz Güneş ile görüşmeye geldik. Burada çalışıyor.” Olayı hala tam kavrayamamış olan kadın şaşkın bakışlarını bu seferde ona çevirmişti. Konuyu kökten bir çözüme ulaştırmak isteyen Toprak, Çınar’ın yanına geçmişti. “Cumhuriyet savcısı Güneş. Güneş Işılay.” Kadın anladığını göstererek başını sallamıştı. “Anladığım kadarıyla savcımın ailesi oluyorsunuz. Fakat şu an da kendisi duruşmada. Beklemek ister misiniz?” “Duruşması uzun sürer mi peki? Nerede bekleye biliriz?” diyen yaşını hallice almış kalıplı adama döndü, danışman kadın. “Mahkemenin ne kadar süreceğini bilmiyorum maalesef. Ama öğrenebilirim isterseniz.” Onay alan kadın, sistemden randevu dosyasını inceledi ve bitmesine yarım saat kaldığını karşısında ki aileye bildirdi. Ablasını kendi mesleğini yaparken görmeyi çok isteyen Evren ile danışman kadın, karşısında ki gencin hevesini kıramamış kabul etmişti. Tabi gelen tüm ailenin görmek isteyeceğini hesaba katamamıştı. Uzun koridorları birer birer ilerlerken kadının tek dileği savcı Güneş Hanım’ın bu duruma fazla kızmamasıydı. Mahkeme salonunun ilerisinden dolaşıp gözlem odasına girmişlerdi. Soruşturma devam ettiği için birden salona giremezlerdi. Ama buradan rahatlıkla izleye bilirlerdi ve salondakiler onları göremiyordu. Giydiği; yakaları kırmızı siyah cübbe içinde, en üst ve ortaya oturmuş, avukatın yaptığı savunmayı dinleyen kızla adeta yeniden nefes almaya başlamışlardı. Kendinden emin ve dik duruşu ile ara sıra çattığı kaşları onu daha otoriter gösteriyordu. Cübbeyi saran sarı saçları bir güneşi andırıyordu. Güzelliğine oranla, salonu susturmak için eline alıp vurduğu tokmağı onu daha da çekici gösteriyordu. Böyle birinin ailelerinden bir parça olması da onlar için gururr sebebiydi. Güneş’in yeni bir tarih verip mahkemeyi sonlandırmasıyla salon boşalmaya başlamıştı. Eraslan ailesine yolu göstererek arkalarından ilerledi, danışman kadın. Biraz beklemenin ardından, kapıdan cübbesiyle elinde ki dosyayı inceleyen Güneş ve üç adam çıkmıştı. Az önceki dava hakkında konuştukları belliydi. Ama Çınar, içindeki ağbi kıskançlığını durduramamıştı. Olaylardan bir haber olan Güneş, az önce karşısına çıkan tecavüzcü adamı içeri attırmanın yollarını düşünüyordu. Ona göre en ağır şekilde yargılanmalıydı. Karşısında duran Ayşen ile bakışlarını dosyadan aldı. Telaşlı olduğu gözünden kaçmamıştı. Anlaşılan hoşuna gitmediği şeyler olmuştu. “Güneş Hanım, misafirleriniz var.” deyip eliyle gösterdiği tarafa baktığında çok şaşırmıştı. Asla karşısında Erol Bey’i, Toprak, Çınar ve Evren’i beklemiyordu. “Yarım saat önce geldiler. Davayı izlemek isteyince gözlem odasına götürdüm.” diye kendini açıklayan kadının gerginliğini almak için gülümseyip teşekkür etmişti, Güneş. Artık ailesi olan adamlara yaklaşıp “Hoş geldiniz.” dedi hepsiyle tokalaşırken. Aralarında bir tek Evren’e sarılmıştı. Bu onların dikkatini çekse de bir şey demediler. Kendi içinde hala burada ne işleri olduğunu sorgulayan kıza Çınar cevap verdi. “Burada bir işimiz vardı da sana da uğrayalım dedik.” Burada işlerinin olduğunu duyan genç kız ise telaşlanmıştı. “Herhangi bir sorun mu var? Yardım edebileceğim bir konuysa söylemeniz yeterli.” Kardeşini korkuttuğunu anlayan Çınar anında söyledikleri için pişman olurken, Erol Bey toparlamıştı. “Yok, hayır. Bu çevrelerde işimiz vardı demek istedi.” Ne yazık ki o da telaş yapmıştı ve Güneş olayı az çok anlamıştı. Bir yandan cübbesini çıkartıp bir koluna aldı ve sundukları bahaneyi kurcalamaya başladı. “Önemli bir iş olsa gerek, hepinizin geldiğine göre. Ayrıca Evren’i de okuldan almışsınız. Pilotaj öğrencisini de ilgilendiren bir iş galiba.” Herkesin birbirine attığı bakışları fark ettiğinde yanılmadığını anladı. Aslında onun için gelmişlerdi. Onu görmek için, hatta soruşturma anında da izlemişlerdi. Bu Güneş’in o kadar çok hoşuna gitmişti ki. Onu önemsediklerini, değer verdiklerini hissetmişti. İçinde ki minik kız, kahkaha atarak koşturuyordu sanki. Bu sessiz ortama bir son verip “Gelmenize çok sevindim. Zamanınız varsa buyurun bir kahve içelim.” dedi. Genç kızı onaylayıp onu takip etmeye başladılar. Hemen yanına gelen Evren ise aslında onun için geldiklerini, kendisinin de yolu göstermesi için aldıklarını söylemişti. Uzun bir dedikoduyu sonlandıran şey ise Güneş’in odasına gelmeleriyle son bulmuştu. Toprak, kapının girişinde gördüğü yazı ile kardeşiyle tekrardan gurur duydu. Cumhuriyet Savcısı Güneş IŞILAY Elinde ki dosyayı, yanında staj gören Mert’e uzatıp cübbesini de askıya asmıştı. Ufak bir tanıştırma sonrasında, Mert Evren ile sohbet ederken genç kız da kahvelerini siparişini çaycı Ahmet amcaya söylemişti. Kahveler gelene kadar; işlerden, diğer aile üyelerinden, havadan sudan bahsetmişlerdi. İçilen kahvelerden sonra Güneş’i işleriyle baş başa bırakmışlardı. Dosyayı incelerken yüzünde ki gülümsemeden habersizdi. Aynı şekilde adliyede onunla yüz yüze gelmekten çekinenler bile fark etmişlerdi. En ufak hatalarında esip gürleyen savcı Güneş Hanım, o gün bu kusurları görmemezlikten gelip, garip bir şekilde alttan almış hataların olabileceğini söylemişti. Bu olanlara etrafındakiler gibi kıdemlisi olan başsavcı da inanamamış, hastaneye götürmeye zorlamıştı. Ama ikna edememişti. Çünkü o gün Güneş, uzun zaman sonra değerli hissetmiş ve ilk defa onun için bir şeyler yapmışlardı. Ailesi onu ziyarete gelmişti..
Devam edecektirrr...
~Günümüz birazcık kısa oldu çünkü geçmişi çok uzun tutmuşum.~ |
0% |