Yeni Üyelik
1.
Bölüm

🌕1.BÖLÜM: ZEMHERİ

@sera_x7

Kışın, karın ve zemheri’nin ortasında bir hastanenin bahçesindeki bankta, yüreği yaralı iki anne oturuyordu. Ölmeden girdikleri cehennemde, cennetleri ellerinden alındığı için yürekleri cayır cayır yanıyordu. Sorsanız, derler ki derdim çok olduğundan değil, çarem yok olduğundan öldüm. Birinin yavrusu canından koparılmış, diğerinin ki ise hayata canı pahasına bağlanmıştı.

 

Yanında oturan sarı saçları yıpranmış, göz altları ağlamaktan şişip morarmış kadını dinliyordu kızıl kadın. Sesi de en az kendi kadar dertli ve en az kendi kadar güzeldi.

 

"Koverdun gittun beni oy

Koverdun gittun beni

Allah'ından bulasun oy

Allah'ından bulasun

 

Kimse almasun seni

Kimse almasun seni

Yine bana kalasun

Kimse almasun seni oy

Kimse almasun seni

Yine bana kalasun

 

Sevdiğum senun aşkın

Ciğerlerumi dağlar

Hiç mi düşünmedun sen?

Hiç mi düşünmedun sen? oy

Sevdiğun böyle ağlar

Sevdiğun böyle ağlar

 

Hiç mi düşünmedun sen?

Hiç mi düşünmedun sen? oy

Sevdiğun böyle ağlar

Sevdiğun böyle ağlar

 

Gelevera deresi oy

Gelevera deresi

İki dağın arasi oy

İki dağın arasi

 

Yüzünden silinmesun

Yüzünden silinmesun

Biçağumun yarasi

Yüzünden silinmesun oy

Yüzünden silinmesun

Biçağumun yarasi

 

Sevdiğum senun aşkın

Ciğerlerumi dağlar

Hiç mi düşünmedun sen?

Hiç mi düşünmedun sen? oy

Sevdiğun böyle ağlar

Sevdiğun böyle ağlar

 

Hiç mi düşünmedun sen?

Hiç mi düşünmedun sen? oy

Sevdiğun böyle ağlar

Sevdiğun böyle ağlar

Hiç mi düşünmedun sen?

Hiç mi düşünmedun sen? oy

Sevdiğun böyle ağlar

Sevdiğun böyle ağlar..."

 

Daha fazla dayanamadı, sarışın kadın hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kızıl kadın tek eliyle omzunu sıvazladı. “Rahatsızlık vermedim değil mi?” dedi zar zor çıkan sesiyle sarışın kadın. Denizlerin en ıssız noktalarını andıran mavi gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Kim bilir derdi neydi de bu haldeydi. “Yok, ağzına sağlık, güzel söyledin. Adın ne?” diyen kadını inceledi bir süre. Omuzlarına dökülen düz kızıl saçları ve yeşil badem gözleri vardı. “Yasemin” dedi.

 

“Bende Mercan, neyin var?” Yasemin gözlerini kızıl kadından ayırıp karanlıkta parlayan şehir manzarasına dikti. “Oğlumu aldılar benden,” dedi bir eliyle göz yaşlarını silerken. “Yoğun bakımda mı?” dedi Mercan. Bunun üzerine kafasını iki yana salladı kadın. “Yoksa öldü mü?” dedi kaşları hüzünle çatılırken. “Yaşıyor, benim oğlum. Götürdüler onu, çok uzaklara götürdüler.” Mercan, yeşil gözlerini Yaseminden çekip onun gibi karanlıkta sonsuz görünen şehir manzarasını izlemeye başladı. “Benim de bir oğlum var,” derken gözleri doldu. Boğazına sert bir yumru oturdu, iki kadının da.

 

“Peki senin oğlun nerede?” dedi Yasemin. Nefrete büründü Mercan’ın gözleri. Çenesinden akıp ok gibi saplandı her biri göğsüne. “Öldü,” diyebildi sadece. Konuşamadı daha fazla, kelimeler takıldı boğazına. “Başın sağ olsun, başka çocuğun yok mu?” İçtenlikle gülümsedi Mercan. “Var,” dedi. Gözlerinden akan yaşları sildi. “Bir de kızım var, daha altı yaşında. Senin oğlun kaç yaşında?”

 

“Allah bağışlasın. On yaşında oğlum ama,” dedi ve durdu, yutkundu. “Ama ben en son gördüğümde daha yedi yaşındaydı.” Yüreğindeki yangın körüklendi Yasemin’in. Birbirlerine dönüp tebessüm ettiklerinde kalplerinin en derininde hissettiler acılarını. Evlat acısı kor ateşlerden daha çok yakardı. Bu kadınlar ise yanmaktan ziyade kül olmuşlardı.

 

Mercan onu anlarcasına başını salladı. Dakikalarca birbirleriyle sessizliklerini paylaştılar. Sessizliklerine gömdükleri çığlıklarını, kanayan yaralarını paylaştılar. Birbirlerinin acılarına susarak ev sahipliği yaptılar. “Anne, bak sana ne getirdim.” diyen bir kız çocuğu elinde çiçeklerle geldi onlara doğru. Kızıl saçları, yeşile çalan ela gözleri ve pembe yanakları Yasemin’in dikkatini çekti. “Keşke,” dedi Yasemin. “Keşke benim de böyle güzel, tatlı bir kızım olsa.” Çocuk da bir süre şaşkın gözlerle Yasemin’i inceledikten sonra annesine bakıp gülümsedi. “Bu güzel abla kim, anne?” dedi Yasemin’i işaret ederek.

 

“Ben Yasemin, annenin arkadaşıyım. Peki ya senin adın ne, bakalım?” dedi Yasemin dudaklarına kondurduğu gülümsemesiyle. Kızın gülen yüzünü gören çocuk daha da gülümsedi. “Memnun oldum, Yasemin abla. Ben de Mehir Bade, bu güzel kadının kızıyım,” diyerek saçlarını okşayan annesini gösterdi. Yasemin teşekkür ederek aldıktan sonra elini kızın kızıl saçlarına götürüp bir anne şefkatiyle okşamaya başladı.

 

“Hangi adını kullanıyorsun bakalım, ay parçası?” Kızın kaşları havalandı. “Fark etmez, sen hangisini kullanmak istersen.” Dedi kadına. Sormaya utansa da içten içe kadının neden ona ay parçası dediğini merak ediyordu. Onun yüzü aya mı benziyordu? Pembe yanaklarının nasıl aya benziyor olabileceğini düşündü. Ay pembe değildi ki.

 

“Çok güzelsin Mehir, adının anlamını biliyor musun?” dediğinde kafasını iki yana salladı kız. Öğreneceği için küçük kalbi hızlı atmaya başlamıştı. “Ay parçası demek. Maşallah sende ay kadar güzelsin.” Dediğinde yine kafasını iki yana salladı. “Hayır, ben aydan daha güzelim.” dedi Mehir. Yasemin şaşkınlığını gizleme gereği duymadı. “Tabi ki sen aydan daha güzelsin. Keşke benim de senin kadar güzel bir kızım olsa.”

 

“Senin çocuğun var mı?” diye sordu Mehir. “Evet, oğlum var. Alayım mı seni ona?” Yasemin, küçük kızın burnundan makas alırken Mercan zevkle kızının utandığı için kızaran yanaklarını izliyordu. “Ben senin oğlunu tanımıyorum ki, hem ben annemi de bırakmak istemiyorum. Ben oğlunu alsam olmaz mı? O gelsin.” Yasemin her ne kadar gülmek istese de yüzü düştü. Kocası yıllardır ona oğlunun yüzünü göstermediği gibi Yasemini de Karadeniz’in sınırından içeri almıyordu.

 

Mercan’ın ise bir kocası bile yoktu. Uğradığı tecavüzden doğan kızını yaşadıklarına rağmen o adamın değil benim kızım diyerek doğurup büyümüştü. Ölen oğlu Merih, hep bir kız kardeşinin olmasını adının da Bade olmasını istiyordu. Mercan’ın yüreği en çokta oğlu Merih kız kardeşini göremeden bu dünyadan gitti diye yanardı. Bilseydi eğer abi olduğunu dünyaları vermişlercesine mutlu olurdu Merih Balaban. Ne var ki babası, karısının yokluğunda acımamıştı ona.

 

“Gelir, seni duysa o da gelir." Dedi Yasemin küçük kıza. "Böyle güzel kız bulsa kaçırır mı hiç?" Mehir parıl parıl gözleriyle baktı Yasemin’e. "Olmaz, ben kızımı kimselere vermem." Dedi Mercan, kızının başına bir buse kondurmadan önce. "Yasemin abla, biliyor musun ben doktor olup annemi iyileştireceğim.’"

 

Yasemin, Mercan’a döndü endişeyle. "Neyin var?" diye sordu. "Kanserim." dedi. Bu güzel kadın, biricik kızı kimsesiz kalmasın diye mücadele ediyordu bu hastalıkla. Henüz daha birinci evre olan hastalığını yeni öğrenmişti. Onun için bu hastalık bir yük değildi. Varlığını da yokluğunu da çocuğuna adamıştı. Yasemin ne diyeceğini bilemedi. Bir kez daha yüreği yandı bu kadına. Bir damla gözyaşı da onun için akıttı.

 

"Kaçıncı evre?" Alacağı cevaptan korkuyordu. "Birinci evre," deyince bir an rahatladı. Fazla ileri seviye değildi. "İlaç kullanıyor musun?" Mercan, kafasını iki yana salladı. "Hayır," dedi. Ailesinden kalan evde bir kafede garsonluk yaparak kazandığı parayla geçiniyorlardı. İlaçlar pahalıydı, hem de SGK karşılamıyordu. Bu yüzden kendini iyi olduğuna ikna etmekten başka çaresi yoktu. "Neden?" Gözleri bir an ileride oynayan kızına kaydı. Güvende olduğundan emin olunca Yasemin’e geri döndü.

 

“Benim tek bir varlığım var, o da kızım. Ona bir şey olmasın, Allah’tan başka da bir şey istemem,” dediğinde Yasemin anlamıştı nedenini. “Kocan peki? O sana yardım etmez mi?” Mercan’ın gözlerini bir nefret kapladı. “Yok, yardımı batsın, onun istemem.” Etmezdi de zaten ama bunu söylemedi ona. O adam için kadının ölümü zafer olurdu.

 

Yasemin durdu ve bir süre Mehir’i izledi. Başka kimseleri yoktu anlaşılan. Aklına gelen fikri kafasında birkaç kez tarttı ve kadına döndü. “Ben sana yardım edebilirim.” Mercan, kadına hayır demek için ağzını açacaktı ki Yasemin fırsat vermeden tekrar konuşmaya başladı. “Mercan, hayır demeden önce kızını düşün bir. Sensiz ne yapar? Seni o kadar çok seviyor ki dayanabilir mi sensizliğe?” dedi başıyla Mehir’i işaret ederken. “Hem ben de karşılığında senden bir şey isteyeceğim, ona sayarsın.” Kendinden emin değildi ama yine de ne olduğunu bilmeden kabul etmek istemedi. “Ne isteyeceksin?” Merakla alacağı cevabı beklemeye başladı.

 

Yasemin’in eli çantasına gitti. Mercan, kadının ne yaptığını anlamaya çalışırken Yasemin, çantasından biraz para ve bir kutu çıkardı. Kutunun üzerine koyduğu kağıda bir şeyler yazıyordu. Telefon numarasını yazıyordur herhalde dedi kendi kendine. En son Yasemin, tekrar kadına ve kutuya baktı. Kendinden emin bir şekilde kutuyu ve notu kadına uzattı. Ya yapmazsa diye düşünmüyordu. Birkaç saattir tanıdığı bu kadına kanı kaynamıştı. “Bunu on altı yıl sonra yazdığım adrese ulaştırır mısın? Kime vereceğini yazdım. Bende karşılığında ilaçlarını uzunca bir süre karşılayacak kadar para vereceğim.” Mercan, duyduklarıyla adeta kaskatı kesildi. Neden böyle bir şeyi ondan istemişti? Hiç mi kimsesi yoktu? Yoktu. O kadının kendinden başka bir dertleri vardı, başka da kimsesi yoktu.

 

Bir süre durup düşündü. Doğru şeyi mi yapıyordu bilmiyordu. Bildiği tek şey kızının ona ihtiyacının olduğuydu. Kendisine yalvarır gözlerle bakan Yasemine döndü ve başını salladı. “Tamam istediğini yapacağım ve bu iyiliğini hiç unutmayacağım, teşekkürler.”

 

Mercan, kızını yanına çağırdığında Yasemin ayağa kalkarak küçük kızın karşısında onunla aynı boya gelmek için eğildi. “Sana bir hediye verebilir miyim, ay parçası?” dedi Yasemin. Bileğindeki bilekliği çıkartıp Mehir’e uzattığında, Mehir önce bilekliğe, sonra onay almak istercesine annesine baktı. Mercan kızını başıyla onayladığında, henüz daha küçük olduğu için bol gelecek olan bilekliği kızın avcuna bıraktı. “Sakın kaybetme, söz mü?” deyip göz kırptı. Ondan duyduğu son kelime, tatlı dudaklarından buharla çıkan “Söz” olmuştu. Mehir, son kez kadının deniz gözlerine baktı ve bilekliği incelemeye başladı. Altın sarısı küçük bir deniz atı, her iki ucundan çift zincirle bağlanmıştı. Deniz atının sırtındaki yüzgeçleri lacivertti, onun dışında tamamen altın sarısıydı.

 

Kutuyu aldığında elindeki katlı notu daha sonra okumak üzere cebine koydu. Parayı çantasına koyarken Türk lirası olmadığını fark etti. Bu kutuda karşılığında bu kadar para alabileceği ne olabilirdi? Yasemine sarıldıktan sonra kızıyla beraber oradan uzaklaşırken Yasemin’in elindeki çiçekleri kokladığını gördü. “Yapabilirim,” dedi kendi kendine, bunda zor bir şey yoktu. Ancak ölümcül bir hastalığın kollarını doladığı bu kadının ömrü o kadar uzun olacak mıydı?

 

Kızıyla beraber hastanede işleri bitip çıktıklarında bir taksiye bindiler. Mehir, annesinin kolunu dürtüp kendisine bakmasını sağladı. “Anne,” dedi utangaç sesiyle. Kızının saçını kulağının arkasına yerleştirdi. “Efendim annecim?” Küçük kızın gözleri parladı. “Ben Yasemin ablanın oğluyla evleneceğim,” dedi kıkırdayarak.

 

Bu sözleri duyan kadınla beraber taksici de güldü. “Maşallah bacım, Allah bağışlasın,” dedi gülüşünün ardından. Mercan, adama teşekkür etti. Kızının saçlarını karıştırdıktan sonra başını cama yaslayıp geçip giden yolu izlemeye başladı. Ağrıları başladığında, yarın ilk iş gidip ilacını almaya karar verdi. Yasemin haklıydı; onun bir kızı vardı. O ölürse kızı kimsesiz kalırdı, hatta belki de o adama verirlerdi. Bunu düşünmek bile onu korkutuyordu.

 

Hayatı boyunca ne anne görmüştü ne de baba. Oğlunu kaybettiğinde karnındaki bebeğiyle bir başına kalmıştı. O gün kendine ve daha doğmamış bebeğine bir söz verdi. Annesi de babası da o olacaktı; yavrusuna kimseye muhtaç bırakmayacaktı. Mercan Balaban, sözünün eri bir kadındı. Dediğini yaptı ve hayatın kendisine vermediği her şeyi kızına verdi.

Yandı yürek, kül oldu; küllerden bir gül doğdu…

 

Yeniden açtığında bahar, adını Mehir koydu…

 

Kadın, kucağına ilk aldığı anda kuru kalbinde yeşeren filizleri hissetti. Bu filizlerin suyu, kızı için döktüğü gözyaşları oldu. Kimse görmeden besledi, büyüttü. Tek başına anne olmayı öğrendi, tek başına yaşamayı öğretti. Bu kız çocuğu büyüyecekti ve kadına atılan her bir darbenin intikamını kendi elleriyle alacaktı. O eller ateşlere de değse yanmayacak, yakacaktı. Can yakıp yalvartanlar, canları yandığında yalvarmayı ve asla vermedikleri merhameti dilenmeyi öğrenecekleri günü bekleyecekti. Ruhu kan ağlayan bir kadın, “Adım Azrail” dediğinde başlarını yalnızca kesmek için eğdirtecekti.

 

“Aydan daha güzelim” diyebilirdi ama “Aydan daha temizim” diyemeyecekti…

 

Eve geldiklerinde kadın, odasında kutuyu inceliyordu. Birkaç kez sallasa da içinden gelen sesle kırılabilecek bir şey olduğunu düşünüp bunu yapmaktan vazgeçti. On altı sene. On altı sene sonra bırakmasını istediği bu kutuda bu kadar önemli ne olabilirdi ki? Bir şey görebilme umuduyla telefonun fenerini yakıp kutunun anahtar deliğine yaklaştırdı. Tek gözünü kapatıp içini görmeye çalışsa da yalnızca beyaz bir kağıt parçasının köşesini görmüştü. Bunu yapmanın onu daha da meraklandırmaktan başka bir işe yaramayacağını anladığında kutuyu oflayarak aynanın önüne bıraktı.

 

O sırada odanın kapısı açıldı ve içeri elinde somon adını verdiği peluş ayısı ve masal kitabıyla kızı girdi. “Bana masal okur musun, anne?” diyen kızın yanağına uzunca bir öpücük kondurdu kadın. “Benim güzeller güzeli kızım, ister de okumam mı? Geç bakalım.” diyerek başıyla yatağı işaret etti. Kendini "Yuppi" diyerek yatağa atan kız, annesinin okuması için kitabı komodinin üzerine bıraktı. Kadın, odayı loş bir ışıkla aydınlatan gece lambasını yakıp kitabı eline alarak okumaya başladı. Masala başlayan annesinin sesi gittikçe azalırken yavaş yavaş uykuya dalmaya başlıyordu. Gözlerini tamamen kapatmadan önce aynanın önünde, üzerinde tıpkı bugün o kadının ona verdiği bileklikteki gibi deniz atı olan kutu dikkatini çekti.

 

 

İşte her şey o anda başladı. Mehir’in gözleri o kutuya değdiği ilk an, kutu küçük bir kızın kaderine yazıldı…

 

 

Loading...
0%