@sera_x7
|
Boş gelen bir dünya, boş gelen bir hayat ve boş hastane koridorunda yoğun bakım ünitesinin önünde bekleyen ruhu daha çocuk olan bir kadın: Mehir Bade Balaban. İki gün önce rahatlıkla hastaneye kaldırılan annesini görüş saatinin gelmesini bekliyordu. Gözleri kan çanağı olmuş, kalbi bin parçaya ayrılmıştı.
Ayrılığın esintileri ruhuna çarparak titretiyordu onu. “Hazır değilim” demekten başka çaresi yoktu. Canının bir parçasının acımasızca koparıldığını hissediyordu. Bin parçaya ayrılan kalbinin her bir parçasında acıyı hissediyordu. Sarılacak kimsesi olmadığı için bacaklarını kendine çekip dolamıştı kollarını. İçinde öyle bir yangın vardı ki oturduğu mermer zeminin soğukluğunu bile hissedemiyordu. Annesi hiç uzatmıyor diye hiç kesmediği kızıl saçlarını arada bir geçirdiği sinir krizlerin de kopartasıya çekiyordu. Mercan Balaban uzun zamandır iyi de olsa bir anda fenalaşmıştı. Bilinci açıkta olsa doktorlar kendisini her şeye hazırlaması gerektiğini söylemişti.
“Hasta sizi görmek istiyor.” dedi ne zaman geldiğini anlamadığı hemşire. Önce ona kafasını kaldırıp baktı, sonra başıyla onaylayıp ayağa kalktı. Yanına girmesi için hemşire onu önce hazırlık için bir odaya götürmüş, ardından fazla uzun kalmamasıyla ilgili birkaç şey söylemişti. Odaya girdiğinde yatakta uzanan kupkuru kalmış kadını görünce boğazındaki yumruyu geçirmek için boğazını temizledi. Mercan kızını görünce yatağın yanına elini birkaç kez hafifçe vurdu. “Bademim, gel otur.” dedi. Kız hiç tereddüt etmeden gidip annesinin yanına oturdu. Annesinin elleri titriyordu, ve gözlerindeki hüzün Mehir’in yüreğini sıkıştırdı. “Annem, iyi misin?” diye sordu, gözleri dolu dolu. . Kadın kızına yalan söylemeyi sevmezdi. Kafasını iki yana sallayarak cevap verdi: “Değilim, bademim. Benim vaktim tükendi. Bana verilmeyen ömrü de sana versinler inşallah.” Birkaç kez öksürdü, sonra nebulizatörü takıp ciğerlerini rahatlattı.
“Anne, böyle konuşma lütfen. Ölmeyeceksin, sen yaşayacaksın. Hatta söz veriyorum, seni buradan çıkar çıkmaz en sevdiğin yere pikniğe götüreceğim.” Mehir’in gözünden yaş süzüldü.
Kadın gülümsedi, gözleri hala doluydu. “Ağlamak yok, daha ölmedim.” dedi, kızının keyfini biraz olsun yerine getirmek için. “Sana anlatmam gereken bir şey var, bademim.”
“Nedir o?” diye sordu Mehir. Kadın kendini hala hazır hissetmiyordu, ama vakti sınırlıydı. “Hani sana babanın bizi terk ettiğini, sonra da öldüğünü söylemiştim küçükken? Hatırlıyor musun?” Evet, hatırlıyordu. Sürekli ona babasını soran on iki yaşındaki kızına gerçekleri anlatmak istemediği için ilk defa o gün yalan söylemişti. Mehir o günden sonra hayal kırıklığı içinde babasıyla hayaller kurmayı bırakıp adını bile ağzına almamıştı. Kinci biriydi; insanlardan çok kolay nefret edebiliyordu.
“Evet hatırlıyorum.” dedi Mehir. “Sana yalan söyledim. Söylemek zorundaydım. Çok küçüktün. Aslında gerçeği anlatmak istemiyordum, ama en doğrusu benden duyman olur.” Tepkisine baktığında hiç kızgınlık yoktu. Hala daha geçmeyen bir üzüntü vardı gözlerinde.
“Abin olduğunu zaten biliyorsun. Baban o öldüğü için bizi terk etmedi.” Orada düşünmeye başladı Mehir. Sebebi bu değilse ne olabilir diye. “Neden terk etti peki? Başka bir kadın mı vardı?” Annesi ağlamaya başladığında kafasını iki yana salladı. “Hayır, hayır. Abini o öldürdü. Sonra ben-” Yine öksürmeye başladığında Mehir hava alabilmesi için annesine cihazı uzattı. Kadın yeterince dinlendiğin de kızı onu hayretle dinlemeye devam etti. “Ben babanla kendi rızamla evlendim. Başta her şey çok güzeldi. İlişkimizin ikinci yılında bana evlenme teklifi etti. Evlendik ve sonra abin doğdu. Onun ardından başladı her şey: geceleri eve geç gelmeye, bazense hiç gelmemeye başladı. Konuştum onunla, neden böyle olduğunu, nerede kaldığını sordum. Bağırdı, çağırdı. ‘Sanane, seni ne ilgilendirir?’ dedi. Zamanla kavgalarımız arttığında abin artık neredeyse beş yaşına girecekti.” Mehir, annesinin elini okşayarak destek oldu.
“Boşanmak istediğimi söylediğimde dövdü beni. Sonra korkup ağlıyor diye abini, Merih’i dövdü. Küçücük çocuğa nasıl vurduysa, sağ kolunu kırmıştı. O günden sonra birkaç hafta para biriktirdim gitmek için. Her şey hazırdı, abinle beraber kendimize yeni bir hayat kurmak için hiçbir engel kalmamıştı.” Mehir, babasının yanında olmasını istediği günlere sövdü içinden.
“Annem, neden polise gitmedin?” dedi. Mercan bir iç çekti. “Gittim gitmez olur muyum? Gittiğimde pişman oldum. O şerefsiz nasıl kandırdıysa insanları, kimse bana inanmadı.” Kızının sorusuna cevap verdikten sonra kaldığı yerden devam etmeye başladı. “Bir gün abini evde bırakıp markete gittim. Benim yokluğumda eve gelmiş, biriktirdiğim parayla biletleri bulunca delirmiş. Bana bir konum attı, ‘Oğlunu kurtarmak istiyorsan gel’ diye. Bir de video atmıştı. Mehir kafasına ip geçirilmiş, sandalyenin üzerinde duruyordu. ‘Anne, nolur gel!’ diye ağlıyordu benim yavrum.”
Mercan artık hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Yıllar geçse de oğlunun acısı hep ilk günkü gibi tazeydi. “Bir dakika bile düşünmeden gittim attığı konuma. Kan beynime sıçramıştı resmen. Gittiğimde abin, oğlum artık bu hayatta değildi kızım. Öylece orada yatıyordu. Sonra o pislik geldi.” Buradan sonrasını nasıl anlatacağını düşündü. Bir cevap bulamayınca direkt söylemeyi uygun gördü. “Ve ben sana hamile kaldım.” Mehir’in eli dudaklarına kapandı. Anlamıştı doğduğunu. Kalbinin durduğunu hissetti bir an.
“Yani bu demek oluyor ki ben-” Mercan izin vermedi devam etmesine. “Hayır sakın kendinden iğrenme. Kendinden iğrenmesi, utanması gereken kişi o adam. Benim gözümde o adam senin baban değil, sen benim kızımsın sadece benim.” Mehir bedenine yayılan titremeyi durduramıyordu artık. Çekmeceden bir zarf çıkartıp kızına verdi. Mercan’ın bedenindeki ağrı artmaya başlarken kızının ellerini yeniden elleri arasına aldı.
“Seni çok seviyorum, bademim…” dediğinde gözleri kapandı kadının. Cihazdan düz çizgiler geçmeye başladı. Mercan imkanı varmış gibi daha da çok titremeye başladı. “Annem?” dedi. “ANNE!” diye bağırdı bu sefer. Yardım tuşuna bastıktan sonra kapıya yöneldi. “HEMŞİRE!” Hastanenin koridorunda yankılandı genç kadının acı dolu sesi.
“YARDIM EDİN, ANNEM-” Devamını getiremedi. Getirmek istemedi. Ona doğru koşan doktorları ve hemşireyi görünce yeniden odaya girdi. “Annem, melek yüzlüm, dayan, tamam mı? Bak, geldiler. Kurtulacaksın ve seni göle pikniğe götüreceğim.” dedi annesinin solgun yüzünü avuçları arasına aldığında. “Sizi dışarı almamız lazım.” dedi doktor. Kafasını durmadan iki yana sallamaya başladı Mehir.
“Çıkamam, gidemem. Ben bırakamam annemi. Uyandığında beni göremezse korkar o.” dedi hıçkırıklarının arasından. “Üzgünüm hanımefendi, ama burada olmanız doğru değil.” Hemşire onu kapıya doğru götürürken son gördüğü annesinin kalbine verilen elektroşoktu.
Oturduğu yerde bile zemin ayaklarının altından kayıyordu. Elindeki zarfı öylesine sıkıyordu ki sanki kağıt elinin arasında parçalanacaktı. Hiçbir şey düşünemiyordu. Kafası da kendi gibi boşluktaydı. Göz kapaklarına kadar titriyordu bütün bedeni. Delirmiş gibi kendi kendine, “Ölmedi, yaşıyor. Yaşayacak, benim annem ölmez.” diyerek sayıklıyordu. Artık kalbinin kaç parça olduğunu o da sayamıyordu. Gözlerini kırpmadan diktiği duvara sessizlikle anlatıyordu dertlerini.
Görüş açısına birinin bacakları girdi önce, ancak hiçbir tepki vermeyince doktorun sesini duydu. “Mehir,” dedi annesinin doktoru Hasan Bey. Sesinin tınısına dikkat etmemişti. Hızla ayağa kalkıp dikildi karşısında. “Kurtardın, değil mi? Onu ne zaman görebilirim?” dedi. Umut doluydu sesi. “Mehir, başın sağolsun. Mercan Hanım’ı kaybettik.” Bir adım yaklaştı doktora doğru.
“Hayır,” dedi. “O GİTMEZ. BENİ BIRAKAMAZ. HEP YANINDA OLACAĞIM DEMİŞTİ.” Doktorun yakasına yapıştığında, ona doğru koşan hemşireleri gördü. “Elimizden gelen her şeyi yaptık, başın sağolsun.” dedi tekrardan doktor. Annesinin odasının önüne geldiğinde, üzeri beyaz örtüyle örtülmüş bedeni görünce artık bacakları onu taşımaya dayanamayacak hale geldiğinde, bıraktı kendini yere. Dizlerinin üzerine düştüğünde, elleri saçlarını yolmaya başladı tekrardan. Bir ümit duyarak belki diyerek bağırdı tüm gücüyle:
“ANNE, GİTME!” Kolunda hissettiği hafif acıyla bedeni yavaş yavaş bayılmaya başladı. Gözleri kapanmadan önce son kez annesine bakarak kısık ve kırık sesiyle konuştu kız.
“Lütfen gitme, anne.”
...
Günler, sürpriz kutuları gibi geçer; içinden ne çıkacağını bilemezsin. Sürpriz dendiğinde hep iyi şeyler beklemek, insanların ortak aptallığıdır. Her zaman güzel şeyler olmaz. Benim hayatımda ise hiçbir zaman güzel şeyler olmadı. Kanuni Sultan Süleyman’ı şimdi o kadar iyi anlıyorum ki. "Renkler vardı. Sesler, şarkılar vardı. Bazen öyle anlarımız olurdu ki alev saçlarından kıvılcımlar saçılırdı. Gözlerinden yıldızlar görünürdü. Cümle alem bir kalp olup damarlarımızdan akardı. Şimdi hiç renk yok.” derdi Süleyman. Boş boş bakındığım bu bembeyaz duvarlar bile eskiden rengarenk gelirdi gözüme. Şimdi ise annemin bana masal okuduğu o loş ışık bile yok hayatımda. Ondan geriye kalan tek renk, kızıl saçlarımdı.
Bir de ardında bıraktığı mektup ve bir anahtarı bile olmayan küçük bir kutu vardı. Mektubu okuduğunda sandığın amacını anlarsın, açmaya çalışma sakın demişti. Ayrıntılı tasarımlara sahip süslü bir kutuydu. Kutu, sıcak kahverengi bir renkte olan ahşaptan yapılmıştı. Kapağında, ortada yer alan mavi bir deniz atı vardı ve bu figür kabartma olarak işlenmişti. Ejderhanın etrafını kabartmalı çiçek motifleri ve motiflerin ortasında mavi yuvarlak taşlar süslüyor, bu da kutunun dekoratif özelliğini artırıyordu. Kutunun kenarları ve köşeleri ise karmaşık bir şekilde işlenmiş yaprak ve sarmaşık desenleriyle süslenmiş, antika veya vintage bir görünüm kazandırılmıştı. İnsanın baktıkça bakası geliyordu. Bu kutuyu daha önce görmüştüm ama ne zaman nerede gördüğümü hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey, bana hiç de yabancı gelmediğiydi.
Orta sehpanın üzerindeki zarfı aldım. Beyaz zarfın üzerinde sanki kimsenin açmadığına emin olmam için koyulmuş koyu kırmızı bir mühür vardı. Mührü kırıp zarfı açtığımda gözlerim yanmaya başlamıştı. Ağlamamalıydım, ağlamak güçsüzlüktü. Ve ben güçsüzdüm. Bu yüzden ağladım. Yaşlar yavaş yavaş dudaklarımın çizgisine ulaştığında notu çıkarıp okumaya başladım.
“Dünyalar güzeli kızım, Bademim…”
Annem ikinci adım olan Bade’yi kullanırdı. Bademe olan sevgisinden dolayı bana hep ‘Bademim’ derdi. Bu ismi bana ben doğmadan önce ölen abim Merih daha benim varlığımdan bile haberi yokken seçmiş. Eğer şimdi yaşasaydı yapayalnız kalmazdım diye düşündüm bir an. Haklıydım çünkü kalmazdım. Kalmazdık. Birbirimizi kanatları altına alıp korurduk, kollardık.
“Bu satırları o güzel gözlerinden akan yaşlar eşliğinde okuyorsam ben ölmüşümdür. Seni üzdüğüm, kırdığım bir anım olduysa affet anneni bebeğim. Herkes hata yapar. Sende yapacaksın ama bil ki sen hata yaptığında ben yanında olamasam bile seni hep destekleyeceğim. Tabii bu yine de aklınıza gelen her şeyi yapıp da burnunuzu boka sokun demek değil küçük hanım…”
Duygusal bir mektupta bile verdiği uyarıyla dudaklarıma belli belirsiz bir tebessüm kondu. . “Kendini sakın yalnız hissetme. Yalnızsan da şu an için yalnızsın. İleride mutlaka hayatına biri girecek, daha doğrusu hislerime dayanarak söylüyorum ki yeni birisi girecek. Artık eskisi gibi hissetmeyeceksin. Sonra çocukların olacak, anne olacaksın ve beni daha iyi anlayacaksın. Seni kucağıma aldığım ilk günü ve ondan sonraki her günümü anlayacaksın. Ancak bütün bunları yapmadan önce senden yapmanı istediğim üç şey var. Birinci Vasiyet: Okulunu Bitirmen Bademim, seninle tıp kazandığın için gurur duyuyorum. Biliyorum, artık ben olmadığım için doktor olmanın senin için anlamını yitirmiş olabilir, ama sana ihtiyacı olan tek insan ben değilim. Benim hayatımı kurtaramasan bile, başkalarının hayatını kurtarmanı istiyorum senden.
İkinci Vasiyet: Antalya’ya Asla Dönme Antalya’ya asla dönme. Oradaki evi sat ve İzmir’deki yazlığı kiraya ver. En azından fakülteye geri dönüp bursun yatmaya başlayana kadar zorlan, sonra rahatla.
Üçüncü Vasiyet: Yasemin’in Kutusu Bu vasiyetimi hepsinden önce yapmanı istiyorum senden. Belki hatırlamazsın, ama sen daha altı yaşındayken Yasemin diye bir kadınla tanışmıştım. Hani sana bilekliğini veren kadın. Sen yirmi iki yaşına gelene kadar yanında olabildiysem, bunun sebebi o kadındı. O gün bana bir kutu ve bir kağıt verdi. On altı yıl sonra kağıtta yazan kişiye vermemi istedi. Ne yazık ki, benim bunu yapabilecek kadar ömrüm yok. Bu kutuyu o kağıtta yazan kişiye vermeni istiyorum senden. Ne olursa olsun, bu sözü tut, kızım.
Sevgilerle, annen Mercan."
Mektubu okuduktan sonra anneme olan hasretimi giderir mi diye düşünmeden göğsüme bastırdım. Anılarımız bir bir geçti gözümün önünden. Onsuz ne kadar dayanabilirdim ki ben bu hayata? Ayağa kalkıp merdivenlere doğru ilerledim. Her adımımda evdeki sessiz kasvet daha da çarpıyordu yüzüme. Fazla büyük odalara sahip olmayan dubleks evin merdivenlerini indiğimde krem rengi L koltuk, etrafa loş ışık saçan bir lambader ve raflarındaki solmuş çiçekler karşıladı beni.
Oturma odasından çıkıp annemin odasının kapısını açtım. Çalmadım, artık çalmaya gerek yoktu. Bu bile canımı acıtıyordu. Gözlerim fazla eşyanın olmadığı odada gezindi bir süre sonra şifonyere yaklaşıp orta çekmecesini açtım. Sağ taraftaki kıyafetleri dağıtmadan çıkardım. Mercan Balaban dağınıklığı sevmezdi. Çıkardığım kıyafetlerden kokusu burnuma iliştiğinde derin derin çektim ciğerlerime o kokuyu. Kıyafetleri yatağın köşesine bırakıp kalan diğer kıyafetlere de aynı şeyi yaptığımda kâğıdı buldum.
Sararmış ve kırışmıştı. Makyaj masasının önündeki pufa oturduğumda kâğıdı açtım. Üzerindeki yazı bile ne kadar eski olduğunu belli ediyordu. İnsanı kendisine hayran bırakan bir el yazısıydı. Üzerinde yazan kelimeler birer sanat eseri gibi geliyordu gözüme. Üzerinde bir adres ve vermemi istediği kişinin adı vardı:
“Altay Yalkın Kışlâl Rize/Çayeli Kışlaloğulları Konağı”
“Soyadında takılı kaldı gözlerim, çok güzeldi. Acaba anlamı neydi?” diye düşündüm. Telefonumu çıkartıp uygulamaya girdim. Evet, bunu gerçekten yapıyordum. Hatta daha önce de yapmıştım. Ancak hiçbir sonuç elde edemedim. İnternette buna dair hiçbir şey çıkmıyordu. “Lal” kelimesinin sessiz ve kırmızı demek olduğunu biliyordum. Muhtemelen “sessiz kış” anlamına geliyordu. Kulağa çok hoş geliyordu.
Bileğimdeki yıllardır hiç çıkarmadığım bilekliğe baktım. Bunu bana kutuyu ve notu verenle aynı kişi vermişti. Küçükken iyi kötü hatırlıyordum. Bir zamanlar bileğime olmadığı için saklanmıştım. On bir yaşından beridir de hiç çıkarmıyordum. Moralim her bozuk olduğunda üzerindeki deniz atını incelerdim. İncelenecek hiçbir şeyi olmasına rağmen.
“Söz” dedim kime dediğimi bilmeden. Bu kutuyu bize bırakan kadına mı demiştim, yoksa bu görevi bana vasiyet bırakan anneme mi bilmiyordum. Lakin sözümde duracaktım ve kutuyu ait olduğu yere, sahibine ulaştıracaktım. Telefonumu elime aldığım gibi bilet almak için uygulamaya girdim. Aslında uçakla da gidebilirdim, ama uzun yolculukları seviyordum. Bu yüzden iki gün sonra Çayeli’ye giden bir otobüsten cam kenarında bir koltuk ayırttırdım.
Bu kutuyu ona verecektim, bedeli her ne olursa olsun. ...
Zaman eskiden çok hızlı geçiyordu. Şimdi ise durmuş bir saatten farkı yoktu. Günde iki kere doğruyu gösteriyordu. Sabah uyandığımda ilk iş yalnız olduğumu hatırlatıp akşam uyumadan önce de son iş aynı şeyi yapıyordu. Zar zor geçen iki günün ardından akşam kalkacak olan otobüs için bavulumu hazırlıyordum. Gitmişken hem nasıl yapacağımı düşünmek hem de biraz kafa dağıtmak için beş günlüğüne bir tatil planı yapmıştım. Daha doğrusu yapmıştık çünkü benimle beraber yakın arkadaşım aynı zamanda kapı komşumuz olan Miraç da geliyordu ve onun düşüncesine göre artık toparlanmaya başlamalıymışım.
"Bak bunu da al, hiç giymemişsin. Çok güzel bu." diyerek bana üzerinde ufak çiçeklerin olduğu beyaz, midi boy bir elbise uzattı. Bu erkek arkadaşımın bana doğum günümde yemeğe çıkardığında giymem için aldığı elbiseydi, ancak son dakika acil işi çıktığı için gidememiştik. Ondan elbiseyi alıp bavula yerleştirirken sırtını kapıya yaslamış bizi izleyen erkek arkadaşım Sakman’a bakarak konuştum. "Gelmeyeceğine emin misin, yakışıklı?" Miraç hiç durmadan cevabı yapıştırdı. "Geliyorum zaten." dedi.
"Sana mı sordu lan sanki? Bana sordu." dedikten sonra bana dönüp tebessüm etti. "Dedim ya gün ışığım, işlerim var. Erken biterse ben de katılırım size." dedi. İlişkimizde en nefret ettiğim şey, yoğun çalışıyor olmasıydı. Bazen mesajlara geç cevap verir, bazense o kadar yoğun olurdu ki görmezdi bile.
"Yakışıklı deyince bana diyor sandım, kendimden başka yakışıklı göremedim de." dedi ve Sakman’ı eleştirircesine süzdü. "Gerçi hala göremiyorum, saki." dediğinde göz devirdim. Saki, kadehlere içki dolduran kişi demekti. Benimse ikinci adımın anlamı aşk şarabıydı. Bir dostumuz sayesinde o günden beri hem adının kısaltması hem de benim adımla anlamı uyumlu olduğu için kendisine böyle seslenilmesini istiyordu. Biz yakışıklıdan devam tabii…
"Sorun değil, zaten çok kalmayacağız." dedim bende ona tebessüm ederek. Miraç, "Kalsak gelecek sanki." diye kendi kendine söylense de ben duymuştum. Dirseğimi karnına geçirip gözlerimi uyarırcasına belerttim. "Ne be, yalan mı?" dedi. Sakman’ın şu an bizi duyduğuna emindim, ama o çoktan aşmıştı Miraç’ın bu hallerini. "Bak hala devam ediyorsun." diye dişlerimin arasından konuştum. "Dost acı söyler, Mehir." Başladı yine değişik değişik öğütler vermeye.
"Sussana lan!" dedikten sonra Miraç’a omuz atıp Sakman’ın yanına ilerledim. "Biraz konuşabilir miyiz?" dediğimde kafasını sallayıp Miraç’a baktıktan sonra, "Olur, oturma odasına geçelim." dedi. Kapıyı açıp önden ilerlerken ben de arkasından onu takip ettim. Oturma odasına indiğimizde kendini L koltuğun orta köşesine attı. "Ne konuşacağız?" Ben de kendimi onun biraz yan tarafına atarak oturdum. "İlk olarak bu tatil hakkında konuşmak istiyorum. Gelmek istemediğine eminsin değil mi? Ya da işlerin olduğuna."
"Gelmek istemediğim derken? Dedim ya, gün ışığım, işlerim var. Ben seninle dünyanın sonuna gelmeye bile razıyım." dediğinde belirttiğim imayı görmezden de gelse, bedeninin kasıldığını fark ettim. Ondan şüphelenmiyorum; yaklaşık dört yıldır süren ciddi bir ilişkimiz vardı. Ancak sürekli bu kadar meşgul olmasına da anlam veremiyorum.
"Benden sakladığın bir şey yok değil mi?" dedim, kendimi tutamayarak. "Hayır, sevgilim, ne olabilir ki?" dedi. Boğazımı temizleyip omuzlarımı dikleştirdiğimde, kendimden emin olduğumu gösteren bir sesle konuşmaya başladım. "Bilmem, ne olabilir ki?" dedim ilk başta. Kaşları çatıldı. "Sürekli bu kadar meşgulsün ya, sen daha iyi bilirsin ne olduğunu. Özellikle şu son zamanlarda sana en çok ihtiyacım olduğu dönemde bile, sevgilinize ayıracak vaktinizin olmamasının sebebi nedir, Sakman bey?"
"Başladın yine beyli meyli konuşmaya. Çok mu merak ediyorsun ne olduğunu? Bu akşam yola çıkmadan öğrenirsin o zaman. Konuyu daha fazla uzatmayalım, lütfen sıradaki konuya geç." dediğinde gözlerim hafiften yanmaya başlamıştı. Ben ona bana en ufak bir ters yapışında oturup ağlayacak kadar aşıktım. O benim hayatımda geriye kalan tek renkti. Annem her zaman onda tuhaf bir şeyler olduğunu çok çabalasa da güvenemediğini söylerdi. Bense sadece iç sesine ve beni koruma iç güdüsüne fazla güvendiğini düşünürüm.
"İkinci olarak, Miraç adına özür dilerim. Annem öldüğünden beri daha da üzerime düşmeye başladı, bunu sana da ters bir şekilde yansıtıyor. Bazen alışkınsın diyorum ama yine de sana böyle davranmasına yüreğim dayanmıyor. Ancak onunla olan bağımızı koparmaya da kıyamıyorum. Biliyorsun, her zaman yanımızda oldu." "Biliyorum ve onunla olan arkadaşlığını bitirmeni de istemiyorum zaten. Benim için sorun değil, zaten onu ciddiye almıyorum. Sen rahatsız olmuyorsan benim için de sorun yok demektir." dediğinde beni kendine çekip alnıma uzunca bir öpücük kondurdu. Kafamı göğsüne yaslayıp gözlerimi kapattığımda huzuru hissettim. Ona aşıktım, ona kesinlikle çok aşıktım. Sakman Işık kalbimin tek sahibiydi.
"Seni seviyorum." dedim. Saçlarımı karıştırarak, "Ben seni daha, daha çok seviyorum." dedi. Kafama öpücük kondurduğunda merdivenlerden gelen patırtıyla tiz bir çığlık attım. "OMZUM OMZUM ÇIKTI LAN" diyen Miraç’ı görünce afalladım. Bizi mi dinliyordu yani? Ayakta durmuş, dik dik ona baktığımızı görünce surat ifadesi sertleşti. "Hogwarts treni görmüş öküz gibi bakacağınıza yardım etsenize lan!" dediğinde gülmeden edemedim.
"Hogwarts treni ne lan? Kendin gibi değişik şeyler bulmuşsun yine." diyen erkek arkadaşımla kahkaham ikiye katlandı. "HBO Max yapımı Harry Potter’daki Harry, Ron, ilk aşkım Hermione’yi ve diğer gereksiz veletleri Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na götüren tren ama sen cahil cühela olduğun için bilmezsin. Şimdi gel de yardım et kalkmama." Miraç’ın kalkmasına yardım etmek için elini uzattığında az önce çırpınan Miraç, şimdi hiçbir şeyi yokmuş gibi yanıma gelip kolunu omzuma attı.
"Bavullar hazır, git bir duşa gir, hazırlan. Ben de eve gidip son kontrolleri yapayım. Zaten senin hazırlanman çıkmaz ayın çarşambasını bulur." dedi. Hazırlanmam uzun sürmüyor, ben her şeyi son dakikaya bırakıyorum. "Tamam" deyip onları yolcu etmek için kapıya doğru yönelmiştim ki gerek olmadığını söyleyip beni hazırlanmaya başlamam için yukarı yönlendirdiler. Kapının kapanma sesini duyduğumda biraz telefonda takıldıktan sonra duşa girdim. Toplamda yarım saat süren duşun ardından aynadaki yansımamdan morarmış göz altlarıma, solmuş cildime, kızarık gözlerime ve annem uzatamadığı için hiç kesmediğim yıpranmış kızıl saçlarıma baktım. Bir ölüden hiçbir farkım yoktu. Cildime ve saçıma istemeye istemeye de olsa bakım yaptım. Nede olsa tatile gidiyoruz ve denizde daha da çok yıpranacaktı.
"Bekle bizi, ula Karadeniz, biz geliyoruz." diyen Miraç’a gülerek bavulumu bagaja yerleştirmesi için muavine verdim. Daha şimdiden Karadeniz şivesiyle konuşmaya başlamıştı. Tabii ne kadar becerebildiğini ben de bilmiyorum. İzlediği dizilerden ve filmlerden gördüğü kadarını yapıyordu. İçimden bir ses yapamadığını söylüyor ama neyse.
"Of, nerede kaldı bu ya? Otobüs kalkacak şimdi." dedim. Sözde bugün bana bu akşam yola çıkmadan önce öğrenirsin demişti ama hala gelmedi. "Geleceğini hiç sanmıyorum." dedi Miraç. "O kadar güzel teselli veriyorsun ki, sağ ol Miraç." dedim bıkkınca. "Kızım, sanki tanımıyormuş gibi konuşma. Senin sevgilin benden daha iyi tanıyorsun, gelmeyecek işte."
Otobüsün kalkmasına henüz on beş dakika kadar bir süre vardı. Hava sıcak olduğu için içerde bunalırız diye dışarıda beklemeye karar vermiş ve binmemiştik. Sahiden gelmez miydi? Onu ne kadar çok özleyeceğimi biliyordu ve en azından bunu bildiği için gelebilirdi. Aradan bir süre geçtikten sonra dalıp gittiğim düşüncelerden gök gürültüsüyle sıyrıldım. Şimşeklerden korkardım. Bir anda sağanak yağmur başladığında kot şort ve siyah askılı dar bir bluz giydiğim için bedenimin açıkta kalan yerlerinde soğuk yağmur damlalarını hissettim. Miraç’a döndüm. "Otobüse binelim.""
Yok, ben burada kalıp Rize’ye sudan çıkmış taze hamsi gibi gitmeyi planlıyordum zaten." dediğinde çoktan otobüsün merdivenlerini çıkmaya başlamıştı.
Peşinden gidip tam otobüse girmiştim ki Sakman’ın sesini duydum. "MEHİR BADE BALABAN!" Ardıma döndüğümde onu daha rahat görebilmek için kafamı biraz eğdim. Ancak pek bir işe yaramadığında otobüsün son basamağına kadar indim. Bağırışı yüzünden etraftaki herkes bize bakıyordu. Ne olduğunu anlamamışken biraz uzağımda kalan bir mesafede o sağanağın altında yere eğilip diz çöktü.
Deri ceketinin iç cebinden kırmızı bir kutu çıkardığında sözüne kaldığı yerden devam etti. "BENİMLE EVLENİR MİSİN?" Dediğinde ağzım şokla açılmıştı. Demek nedeni buymuş. Aklımla beraber dünyada durmuştu, sanki sadece ikimiz vardık.
"EVET, EVET, EVET!" diye bağırıp kendimi otobüsten dışarı attım. Ona doğru koşmaya başladığımda insanlar bizi alkış yağmuruna tutmuştu. Diz çöktüğü yerden kalktığında ona ulaşıp üzerine atlayarak bacaklarımı beline sarmıştım. Dudağıma yapışmasıyla etraftaki alkış sesleri artmıştı. Uzun zaman sonra kendimi hiç olmadığım kadar mutlu hissediyordum. Kucağından indiğimde tek elimi kaldırıp aldığı tektaşı yüzük parmağıma takmıştı.
"Seni çok seviyorum." dedim mutluluk fışkıran sesimle.
"Ben seni daha çok seviyorum." dedi mutluluk fışkıran sesiyle.
Otobüs kornaya bastığında gitme vaktinin geldiğini anladım. Dudaklarına son bir öpücük kondurup sıkıca sarıldıktan sonra istemeye istemeye de olsa otobüse bindim. Bunu döndüğümde romantik bir yemekle kutlayacaktık. Belki de aldığı elbiseyi giyerdim artık.
Otobüse bindiğim anda kopan alkış tufanından sonra tebrik edenlere teşekkür ederek Miraç’ın yanına gidip oturdum. Elimi kaldırıp parmağımdaki yüzüğü gösterdim: "Bak, kafan kadar." dediğimde tebessüm etti. "Benim kafam o yüzük kadar çirkin değil. Tebrik ederim yavrum." deyip sarıldığında gözlerim dolmuştu. Otobüs harekete geçtiğinde telefonumu çıkarıp mesajlaşma uygulamasına girdim. Hürrem Sultan diye kayıtlı olan anneme elimdeki yüzüğün fotoğrafını gönderdikten sonra 'Anne, ben evleniyorum. Evleneyim mi?' yazmıştım. Bu sorunun cevabını asla alamayacak olsam da hayatta olsa baygınlık geçirebileceğini tahmin etmek zor değildi. Başımı cama yaslayıp hala üzerimden atamadığım mutluluğumla biraz uyumaya çalıştım. Ne demişti Miraç: "Bekle bizi Rize, biz geliyoruz."
|
0% |