Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Ayana

@serenit

Yok oluştan var olan kız. Varlığının anlamı var olmak olan kız. Tanrının sevdiği ve yaratmaya değer bulduğu kulu. Her bir tanesi yaratılırken işlenmiş, ruhu yokluğun rengini bürünmüş ve insani bedenine üflenmiş kız. Tanrının kutsallığını taşıyacak iken Tanrısallığa bütünüyle karşı gelen bir bedene hapsolmuş kız. Daha 7 gün yaratılmadan önce yaratılan bu seçilmiş, kendine ait bir evren hayal ederken Tanrının bekçiliği ile mühürlenmiş ve daha yeryüzü yaratılmadan belki de yeryüzüne üflenmişti. O Tanrının kızıydı. Kutsallığa karşı gelemezdi. İlk gözlerini açtığında karanlığın içindeydi. Varlığının, yokluğunun, yaratıldığı boşluğun içindeydi.

Ah Ayana...

Kutsal olan seslendi ona.

"Huzurumdasın." Şaşkın kız yanıtladı. Hiç konuşmamış olmasına rağmen, kendinden emin bir şekilde yanıtladı. Bilmediği bir dili fısıldadı dudakları.

"Kimin?"

Mükemmelliğe bürünmüş ses yanıtladı.

"Yaratıcının."

"N-ne, yaratıcım mı?"

"Benliğini reddetme kızım. Benim olduğunu hatırla. Her uzvunu nasıl da yarattığımı..."

"Anlamıyorum. Ben kimim, neden burası karanlık, neden bu karanlık bana ezbere bildiğim bir şiiri hatırlatıyor, bu ses nereden?"

"O ses yaratılırken kulaklarına yansıttığım şefkatin sesi. Sana diyor ki:

 

 

Hiçliğin ortasında ve belki kutsallıkta,

 

Tanrıya olan mührün parıldayacak sana,

 

Ve gölgem her zifiride şahlanacak,

 

Beni hatırlatacak sana."

 

Kulakları çınlamaya başladı kızın.

Ayana.

Ayana.

Ayana.

Senin adın Ayana, ruhu nur kızım.

Ve gözleri karardı Ayana'nın. Yokluk sandığı alan aydınlandı. Varlığını kabullenmişti sonunda. Aydınlıktan ortaya çıkmaya başladı bedeni. İnsan bedeninde olamayacak kadar Tanrısal bir güzellikle yaratılmıştı. Onu görecek herhangi bir varlığın bu büyülü varlığa mest olmama imkânı yoktu. Tanrı örtmeye başladı onu. Ruhunu, bedenini, varlığını örttü ki yaratacağı hiçbir canlı ona aktaracağı bilgeliği sezemesin. Kusursuzluğu saklı kalsın.

İlk önce ruhunu örttü tamamen. Ruhunun inceliklerini, kıvrımlarını örttü. Sonra var oluşu sürdüreceği doğurganlığını örttü beyaz bir kumaş ile. Ve daha sonra o var olacak olanı besleyeceği uzuvlarını örttü. Ardından var olanı taşıyacağı karnını ipeklerle sardı. Bedeninin belli kısımları örtülünce oda tekrar karardı ve bu sefer Tanrı yaktı ışıkları.

Yeryüzü. Gökyüzü. Dünyayı yaratmıştı Tanrı. İşte kızın doğurganlığı buydu.

Kızın rahmini işlerken dünyayı yaratmıştı ve rahmine bağışladığı doğurganlıkla oluşturmuştu dünyayı. Tabi bu başlangıçtı. Koskoca bir evrenin ilk yapı taşını oluşturdu böylece. Evren, Bir kadının rahmiyle doğuyordu. Sadece yeni yerleşmişti oraya ve gün geçtikçe birlikte büyüyeceklerdi. O yüzden bu kadını dünyaya indirdi tanrı. Dünyayı büyütmesini ve elçiliğini yapmasını istediği için. İkisi beraber Yeryüzüne indiler. Fakat kadının henüz bilinci yoktu.

Beyaz ipeksi kumaşlara örtülmüş zarif bedeni yerde, çimlerin üstünde yatarken rüzgâr hafifçe esmeye başladı. Rüzgâra eşlik eden yapraklar kadının etrafında çember oluştururken bedeni havalanmaya başladı. Uzun düz henüz renklerden habersiz saçları bedeni havalanırken tıpkı kolları ve bacakları gibi aşağıya savruluyordu.

 

Koskoca ovanın hafif içeriye göçük kalmış kısmına su damlaları akın etmeye başladı. O kadar uyumlu, o kadar senkronize olmuş bir şekilde damlıyorlardı ki göçük kısmın doluşu 3 saniye bile sürmedi. Sonra Tanrı sadece düşündü ve kadının yapraklara sarılmış havada süzülen bedeni o gölet haline gelmiş suya girdi yavaşça. Ama boğulmuyordu. Batmıyordu. Aksine suyun üzerine yayıldı bedeni. Kolları ve bacakları aralandı. Vücudunun her noktasına ulaştı su. Ardından gökten bir ışık demeti indi. O suyun içine damlamaya başladı ve son kalan damla kadının anlının tam suyla ve havayla iç içe kaldığı kısma damladı. Yayıldı yavaşça. Kadın suyu içine çekmeye başladı. Su hizası gittikçe azalan göletin parlaklığı kadının bedenine bulaşıyordu. Tanrı bilgeliğini önce suya bağışladı ardından kulunun ruhuna aktardı. O artık bilge bir ruhtu. Tanrı bu ruhun 7 gün dinlenip bilgeliğini kabullenmesi için ormandaki kavaklara emretti ve kavak ağaçları bu emire itaat ederek yuvarlak bir sıralama aldı. Ardından tam o yuvarlağın ortasına kütükten bir düzlük oluşturdu bu ruhun bedeninin sığacağı kütüktü ve o kütüğün üstünü dikensiz sarmaşıklarla sardı ki bu naif beden yıpranmasın.

Sonra bilinci uykudayken sordu ona.

"Bir neslin olsun ister misin?"

Ruh yanıtladı. "Evet." Ayana bu soruyu yanıtlarken sebebini bilmiyordu. Evet diye haykırmak geliyordu içinden. Delilercesine bir evet!

"Sana bahşettiğim doğurganlığı kendi iradenle kabul ediyor musun?"

"Evet."

"O halde her yedi günde bir rahmine bir ruh üfleyeceğim güzel kızım. Doğurduktan sonra sütünü onlardan esirgeme. Bilgeliğin orda saklı ve eğer bir ruh süt içmeyi kestiyse onu kavak ağaçlarından birinin arasında bırak. Dört ruh bir araya geldiğinde onları orada buluştur ve 30 gün o ağaçların oraya uğrama."

"Peki 30 gün ne yapacağım?"

"Tabiatı incele. Tek değilsin. Doğanı paylaştığın canlılara ulaş."

Kızın kafası karışınca Tanrı

"Şimdi uyu. Bunlarla sonra ilgileneceksin."

Ve bağlantıları kesildi.

 

Tanrı, kulları gün kavramını ayırt edebilsin diye; Güneşi ve Ayı yarattı. Evrende ışığı taşıyan ilk yıldız Güneştir ve Ay geceyi paylaşsınlar diye yaratılmıştır.

 

Karanlığı paylaştıkları gibi günleri de paylaşmışlardır ve 7 günün sayacı olmuşlardır. Yedinci günün şafağında Ayana uyanmıştır ve yalnız değildir uyandığında karnına bir ruh üflenmiştir. Tanrı, onu yalnız bırakmamak için kuşlarını göndermiş; koskoca ağaçların içlerine yuva olabilecek oyuklar yerleştirmiş ve Ayana'nın kendisini efsunlamıştır. Böylece hayatta kalacak ve doğa onu bir parçası gibi gördüğü için koruyacaktır.

Hareleri efsunun etkisiyle ela tonlarına bürünmüş, büyüsünü kabul eden bedeninin saçları Lila tonlarına vurulmuş ve kendisi o bedenle göğün yeryüzündeki anası kadar göz kamaştırıcıymış. Kendi bedenini su yansımasından gören bu kusursuz ruh güzelliği için Tanrısına şükredermiş. Ama gün geçtikçe şükredecek daha büyük bir sebebi olduğunu fark edene kadar.

Karnındaki mucize...

Güneş ve Ay'ın eşliğinde geçirdiği yedinci günün ardından ilk bebeğinin doğum vakti gelmiş. Doğumu geldiği anda kendini küçük bir göletin içine atmış. Acıdan bayılacağını sanmış hatta o acının etkisiyle gökten inen kanatlı bir varlık gördüğünü sanmış. Doğuma odaklanabilmek için bu halüsinasyon sandığı gerçekliğe gözlerini kapatarak avazı çıktığı kadar bağırmış. Acının etkisiyle elleri saçlarına gitmiş ve kendini fark etmeden yolmaya başlamış. Sonra aniden sıcacık bir el ellerini tutmuş ve seslenmiş.

"Dayan lütfen. Doğumun bitmek üzere. Acını hafifletmek için geldim. Ellerini bana ver ve güven."

Tereddütte kalan kadın acı dolu nidalarının arasından konuşmuş.

"Sen gerçek misin ki?"

"En az bu dünya kadar evet."

"Sana güvenebileceğimi nerden bileceğim."

"Beni Tanrımız gönderdi. Ben onun hizmetindeyim. Her şeyi açıklayacağım. Sadece acını hafifletmeme izin ver."

Çaresi kalmayan Ayana kendisini ona bırakmış ve bu kanatlı eril varlığın fısıldadığı birkaç kelimeden sonra acısı dinmiş.

Bebek doğmuş.

Ama doğum sonucu bitkin düşen Ayana'nın bedeni bilincini kapamış. Tam göletin içine doğru çekilirken kutsal varlık onu yakalamış kucağına almış ve yuvası bildiği ağaçtaki oyuğa götürüp yatırmış. İçerisi koskocaman bir meşenin içine işlemeler yapılmış büyük bir oda gibi duruyormuş. Tamamen ağaç kütüklerinden oluşan bir barınma alanıymış. Ayanayı sarmaşık yatağına yatırmış ardından bebek için büyüyle bir yatak hazırlamış. İkisinin de iyi olduğuna emin olduktan sonra meşenin içindeki oyuktan çıkmış içeriyi koruyacak bir bariyer olması için büyüsünü kullanmış ve ormanın içine doğru yol almış. Ormanda bir süre yol aldıktan sonra aradığı bitkiyi bulmuş ve ipek makas ile o bitkiyi narince kesmiş. Torbasına bitkiden dört, beş tutam attıktan sonra Ayana'nın yanına gitmiş. Meşeye vardığında bebek ve annesini uyandırmamak için sessizce girmiş ve odanın mutfak tarafına yol almış.

Aldığı bitkinin özünü yavaşça çıkarıp karışımlar hazırlamaya başlamış. Kaynatmış, süzmüş, efsunlamış ve karıştırmış.

Odanın ortasına ham demir olan bir kazan oluşturmuş ve altına sadece kazanı ısıtıp meşeye sıçramayacak büyüden bir ateş yakmış. Kazan iyice ısındıktan sonra içine ametist parçaları ve topladığı bitkinin yapraklarını eklemiş ve karışımı öylece bırakmış. Bir, iki saat sonra olduğunu anladığı kıvamda kokan karışımı almış ve yanındaki kapsüllere eşit eşit dağıtmaya başlamış.

Tam bu esnada arkadan bir ses gelmiş.

"Bebeğim nerde! Yavruma ne yaptın?" Kadının elindeki sopaya takılmış gözü.

Böyle büyülü bir varlığın kendini savunmak için sopa kullanması komik gelmiş gözüne ama çaktırmadan yanıtlamış.

"Tamam, sakin ol bunu halledebiliriz. Önce beni dinle."

"Bilincimi kaybetmeden önce bir şeyler fısıldadın. Bebeğimi benden çaldın. Hani nerede o!"

"Hayır, bebeğin gayet iyi dinlersen anlayacaksın. Bura-"

"Sana inanmıyorum. Birden ortaya çıkıp gelen birine nasıl güvenebilirim üstelik tek insan benken."

"Neden güvenmeyesin?"

"Bana hemen yavrumu getir yoksa Tanrı şahidim olsun ki seni öldürürüm.

"Arkana bak."

Ayana, tedbiri elden bırakmadan yavaşça kafasını çevirmiş ve bu büyülü eril varlığın yaptığı bariyer ortadan kalkmış. Böylece beşik ve içindeki bebekte gözükmüş. Ayana, koşarak bebeğinin yanına gitmiş ve hemen kucağına almış küçüğünü. Kokusunu içine çekmiş. Sarılmış ve bakmış yavrusuna. Ona sarılmadan geçirdiği birkaç uykulu saat çok uzun gelmiş gözüne. Neler olduğunu sorgulamayı bile hatırlamadan, Tanrının davetsiz misafirini aldırış etmeden kucaklamış küçüğünü ve sanki ezbere bildiği bir satırı okur gibi haykırmış adını.

Aydilge'm

Sonra çatılmış kaşları. Erilin varlığını hatırlamış ve annelik iç güdüsü ile sarmış bebeğini. Korumak için. Göz kontağını kurmuş kanatlı erile ve acımasızca bakmaya başlamış. Bir adım atsa avına atlamaya hazır bir sırtlan gibi tetikte bekliyormuş. Ortamdaki gerginliği sezen adam konuşmaya başlamış.

"Merak etmeyin. Size asla zarar vermem. Buraya gönderiliş amacım size yardımcı olmak. Ben bir meleğim. Bekçi melek.

"Nasıl yani?"

"Biz Tanrının yardımcılarıyız. Çok fazla Melek var. Evrenin yaratılışı tamamlandı ve sürekli büyüyor. Genişliyor ve sınırsız bir alana sahip. Tanrı da bu sınırsızlığa göre bizleri yarattı. Benim görevim seni ve yavrularını korumak."

Biraz öncesine göre bu dedikleri biraz içine sinse de teyit etmek için sordu.

"Sana nasıl güveneceğim?"

"Önünde sana yalan söylemeyeceğime dair ant içsem ve bunu bozarsam kanatlarımı vereceğime dair büyülü anlaşma yapsak uygun olur mu?

Tek kaşını kaldırdı melek sorgularcasına. Bu fikir Ayana'nın aklına yatmış olacak ki,

"Tamam. Nasıl yapacağız?"

"Şuraya otur." Dedi Melek sandalyeyi göstererek. Ayana önce bebeğini beşiğine yatırdı ve birkaç kelime fısıldadı. Onu koruması için efsunlamıştı. Bu efsunları öğrenmemişti. İçgüdüsel söylüyordu. Ruhunda vardı. Sözleri bitince sandalyeye oturdu. Melek yavaşça önünde eğildi ve Ayana'nın sol bileğini yavaşça elinin arasına aldı. Soğuk ve Sıcağın çarpışmasının etkisi ve ayrıca ilk defa kendi bedenine benzeyen bir bedene temas etmenin verdiği gerginlikle Ayana'nın kalp atışları hızlandı fakat çaktırmamaya çalıştı. Biraz çekinse ve tam emin olamasa da bu an için Tanrının onu izlediğini biliyordu. Bu hisse güvenerek meleğe müdahale etmedi.

 

Ardından melek, Ayana'nın sol bileğini öptü. Ardından eli ile bileğinin arasını ve ardından avuç içini öptü. Ayana daha çok gerilmişti. Heyecanlandığını belli etmemek için şekilden şekle girerken melek konuştu.

"Bu üç öpücük meleklere özgü kutsal temastır. Eğer melek sorumlu olduğu kişiye karşı bu teması gerçekleştirirse ona ömrünü adayacağını kanıtlamış olur. İlk öpücük, sadakat; ikinci öpücük güven, üçüncü öpücük, ölümüne bağlılık. Yani avucunun içini öpmem aslında ölüm feryadımı ellerine vermem demek. Eğer hizmetimden memnun olmazsan başka bir meleği hizmetine almak için ve aramızda yaşanacak her olayın aramızda kalacağını kanıtlamak için bu yemin edilir. Artık bana güveniyorsundur."

Tamamen kızarmıştı Ayana.

Her ne kadar dünyaya gönderilen elçi olsa da bu eril varlığın sözleri hoşuna gitmişti. Yoksa yanlış mı anlamıştı. Evet, böyle bir şeyin mümkünatı yoktu. Muhtemelen Meleklerinde birbirine yaptığı bir bağlılık yeminidir diye geçirdi içinden. Fırsattan istifade konuyu dağıtmak istercesine sordu.

"Adın ne?"

"Ninho."

"Memnun oldum Ninho."

Ninho gülümseyerek karşılık verdi.

"Kazanda ne var? Bir karışım yaptığını gördüm."

"Ah, evet. Doğumdan sonra bitkin olduğunu gördüm. Tabii acını hafifletmek için bir efsun kullandım ama etkisi geçici. Daha iyi bir şifa kaynağı olması için bitki özü çıkardım. Hem sana iyi gelir hem de bebeğe süt yapar.

Ayana gülümsedi.

"Peki hazır mı?" Dedi kazanı göstererek.

"Evet. Hemen bir bardağa koyup getiriyorum."

Ninho kalktı ve kazanın yanına gitti. Tahta kepçeyi kullanarak Sürahiye doldurdu ve ardından tahta bardağa döktü. Ninho bu işleri yaptığı sırada Ayana onu inceledi. Yüzünü inceleyecek bir an yakalayadı çünkü. Koyu kumral, uzun olmayan ama dağınık saçları; Küçük burnu, Kalın dudakları, keman kaşları ve belirli elmacıklara sahip olan yüz hatları ile çok dikkat çekiciydi Ayana'ya göre. Gözleri daha aşağıya kaydı. Doğum yaparken gözüken ak kanatları şu an saydamlaştı ve ayırt edilmekte zorlanır hale geldi. Sebebi muhtemelen o an büyü kullanıyor olmasıydı. Meleğin, kanatlarını vermek üzerine bağlılık yemini etme sebebi de bu yüzdendi. Nurdan yaratılan melek, varlığının sebebi olan güçlerini feda edebileceğini gösterdi. Güçlerinin kaynağı kanatlarıydı. Ayana, o Büyü yaparken kanatlarının nasıl göründüğünü hatırlamaya çalıştı. Beyazı kıskandıracak derecede beyaz, kuş kanatlarını andıran ve dokunmasa da yumuşacık olduğunu tahmin ettiği kanatlardı bunlar. Ayana düşünceler içindeyken:

"Ne düşünüyorsun?"

"Hiç. Olanlar sadece değişik geldi. Tanrım bana bir Melek göndereceğini söylemedi. Üstelik doğum yaparken seni görmeyi hiç beklemiyordum. Yani nesli benim başlatacağımı düşünmüştüm. Evet aramızda çok fark var en basitinden türlerimiz farklı. Sen bir meleksin. Bense bir insan ama anlarsın ya çok benziyoruz. Böyle hayal etmemiştim."

"Evet, insan neslini sen başlattın ve büyüteceksin ama kafan karışmasın melekler Tanrıya hizmet için yaratıldı. İnsan ise ibadet için ama yine de pek fikrim yok ibadetin sebebinin ne olduğuna dair."

"Nasıl yani? Tanrı size söylemedi mi? "

"Hayır, en kıdemlilerimiz bile Tanrıyla doğrudan iletişime geçemedi. Onun konuştuğu tek varlık sensin."

Bilgelik ile kutsanmış olmasına rağmen neden bu bilgeliğe sahip olduğunu bilmiyordu. Daha doğrusu bu bilgeliğe ulaşamıyordu henüz. İçinde bir yerlerdeydi ama ona erişemiyordu.

Baygın bir surat ifadesi ile bakarken Ninho sarmaşık yatakta yanına oturdu ve elindeki bardağı içmesi için ona uzattı.

 

"Hadi şimdi kuvvetini topla. Aydilge'nin sana ihtiyacı var."

Ayana karışımı kokladı, ağzına yaklaştırdı ve içti. Mayhoş bir tadı olan içeceği birkaç yudumda içti. Bu tadın sahip olduğu bitkiyi merak etmişti. Kokusu tanıdıktı.

"Hangi bitkiden yapmıştın bu karışımı?"

"Ayçiçeği"

Loading...
0%