Yeni Üyelik
3.
Bölüm

İçsel Avuntular

@serenit

Bir insanın yaratılışı nasıl bir anlam taşıyabilirdi? Bir insan varlığının temeli olabilir miydi? O temel içinde yatarken, kendine insan deyip geçer miydi? Kim bilir belki de insan olmak onun en büyük temeliydi. Görmeliydi sadece. Ulaşmalıydı. İnanıyordum, orada bir yerde tanrımın beni gördüğünü; korumayı bırakmadığını biliyordum. Yarattığı ilk insanı unutmazdı. Peki öyleyse neden kutsal suda şeytan tarafından saldırıya uğramama izin vermişti?

Ninho beni eve taşırken tek sorguladığım buydu. Kafamı onun göğsüne yaslamış kollarımı ellerimle sarmış kendimi avutuyordum. Sadece merak ediyordum bu kadar büyük bir gücü taşımak yerine normal bir insan olsaydım ne olacaktı? Benimle iletişime geçen yaratıcım bile şeytana müdahale etmemişti benim için. İsyan etme hakkım yoktu, asla etmezdim de. Çok fazla düşünce eledim kafamdan. Benden vazgeçmiş olamazdı. Ben doğurmaya gelmiş bir dişi değildim. Ben Elçiydim. Her canlının elçisiydim. Yol boyu bunu düşündükten sonra geriye tek bir cevap kaldı. Şeytanın kendisine karşı kaybetmesini istemişti. Ona sadakatimiz ile şeytanı kendi kendine alt etmişti.

O kadar düşünmüştüm ki başıma ağrı girmişti artık. Derin bir nefes verdikten sonra Ninho kötü halimi anlamış olacak ki,

"Geçecek. Biliyorum korktun ama geçecek. Bir daha yaklaşamayacak sana. Ben hep yanında olacağım."

"Teşekkür ederim Ninho. Ama beni korkutan bu değil. Beni korkutan Tanrımın bana Şeytandan bahsetmemesine rağmen sesini duyduğumda onu tanımam. Sanki tanışmışız gibi."

"Unuttun mu Tanrı bilgeliğini sana da verdi."

Kucağından inmeden kafamı kaldırdım ve gözlerinin içine baktım.

"Biliyorum ama bana neden söylemedi bunu. Onun o korkutucu sesini duyduğumda..."

Sustum. Daha doğrusu konuşamadım.

"Evet?"

"Çürük meyve tadı geldi ağzıma, bedenim ağırlaştı ve yanık kokusu aldım. Çok lanetli gibiydi." ' laneti tattım, hissettim tüm varlığımla sanki

"Öyle çünkü."

"En azından onun varlığından haberdar olsaydım böyle bir deneyim yaşamazdım. Kötülüğün olduğunu nereden bilebilirdim ki?"

"Göle girmeye başladığından beri onun varlığını hissediyordum ama gölle bağlantılı olduğunu bilmiyordum."

O an Ninho'nun kurduğu cümle, ile kaşlarımı çatmama sebep oldu. Biliyordu ve bana söylemedi. Ağzından kaçırdığını fark ettiği gibi sinirli bir şekilde ona bakan gözlerimden kendi gözlerini kaçırdı. Sinirlenip kucağından indim.

"Ne yani, biliyordun ve bana söylemedin mi?"

"Tanrının izni olmadan sana bir şey söyleyemem Ayana, biliyorsun. Ayrıca tabii ki de biliyorum, senin uyuduğun yedi gün boyunca binlerce melek görevini hatasız bir şekilde yerine getireceğine dair ant içti. Orada isyan çıkaran tek varlık, Şeytandı. Fakat daha sonra ona ne olduğunu kimse bilmiyordu. Cezasını veren hariç."

İnanamıyordum. Yaratıldığım evreni kusursuz sanıyordum. Oysa kutsallığı lekeleyen bir varlık varmış.

"Peki, cezalandırıldıysa nasıl bana saldırabildi?"

"Bilmiyorum."

İkimizde ağaca doğru yürüyorduk ve sessizliğimizi örten tek ses yürürken üzerine bastığımız dalların sesiydi. Birkaç saat içinde buralardan uçacaktık ve ben Tanrım ile konuşmak istiyordum fakat göle giremezdim. Cesaretim yoktu.

Onun benimle iletişime geçmesini beklemekten başka çarem yoktu.

 

Ağaç eve girdikten sonra Ninho'ya kestireceğimi söyledim ve yatağıma doğruldum. Bedenen değil ama ruhen çok yorgundum. Gözlerimi kapadığım gibi derin bir uykuya daldım.

 

üzerimde saten ince bir elbise vardı ve bedenim yarı çıplaktı. Temiz duran bir gölün başında oturmuş ayaklarımı suya sokmuştum. Güneşten korunmak için bir ağaç dikilmişti başıma. O ağacın gölgesinde ferahlıyordum. Kafamı kaldırma gereği duymamıştım hiç.Gölün karşısında ekili olan ayçiçeklerinde takılı kalmıştı gözlerim. Aklıma tek bir şey getirdi bu çiçekler. Ninho. Sonra birden bir beden uzandı ağaca doğru ve ağaçtaki meyveyi alıp bana uzattı. Ninho'dan başkası değildi bu kişi. Büyük bir gülümseme takınmıştı yüzüne.Gövdesini ve alt vücüdünü kapatan bir bez parçasından başka bir şey yoktu vücudunda. Burda olmasının keyfiyle ikramını aldım elime.Elma. Çok taze çok güzel duruyordu. Ninho yanıma oturdu ve elini omzuma atıp "bir ısırık alsana." dedi. Dediğini yaptım ve büyük bir ısırık aldım. O ısırığı almamla gökyüzü puslandı. Berrak olan göl koyulaştı. Ağzıma bir tat geldi. Çürük meyve...

Korku dolu bir şekilde fırladım yataktan. Nefes nefese kalmıştım ve soğuk terler döküyordum. Sandalyede oturup başımda bekleyen Ninho endişeyle bir bardağa su doldurup içmem için uzattı. Ellerim titrerken bu suyu alıp tek dikişte bitirdim ve bardağı ona uzattım.

"Şşş, yok bir şey. Kâbus gördün o kadar."

"Ninho..." Sesim titriyordu, konuşamıyordum. Yanıma oturup önce sakince ellerimi tuttu ve gözlerimin içine baktı. Sesini adeta huzur verici bir tona büründürüp,

"Sakin ol mucizem. Ne oldu anlat bana."

"Ninho, o geldi. Şeytan. Beni rahat bırakmıyor. Kutsallığı lekelememi istiyor."

"Hayır mucizem. Endişelenme. Öyle bir şey olmayacak. Ben buradayım."

"Zaten sorunda bu."

Dediklerimi anlamış olsa da aksine inandığını belli eder gibi bana çekinmeden sarıldı ve sakinleştirmeye çalıştı. Konuyu dağıtmak için,

"Neden sana ayçiçeği özü içirdim biliyor musun?" Dedi. Kafamı ona doğrulttum, gözlerinin içine baktım ve hayır dercesine salladım.

"Çünkü ayçiçeği bütün negatif enerjiyi kovar." Bu bilgi şaşırmama neden olmuştu çünkü ben bilmiyordum. Gerçi doğum sonrası acımı hafifletmesinden anlamalıydım.

"Gördüğüm kabusta da vardı. Fakat sonradan gözümün önünden yok oldu. Ayçiçeklerini izlediğim sırada rüyam çok güzeldi fakat sonra-"

Devam etmemi istemediğini belli eder gibi işaret parmağını dudağıma bastırdı ve bende sustum. Olanları tahmin edebiliyordu. Şeytanın varlığını hissettiğini söylemişti ama nasıl oluyorsa bir şekilde ona bile hissettirmeden bana ulaşabiliyordu ve bu çok tehlikeli bir durumdu. Şeytandan uzaklaşmamız gerekiyordu. Bu yüzdende acilen yola çıkmalıydık.

Bakışlarımı beni izleyen Ninho'ya çevirdim. Göz göze geldik. Bana sus işareti yapan elini tuttum ve konuştum.

"Ninho, buradan hemen gitmeliyiz. Gerekirse Şeytan'ı peşimize takarız ve onunla savaşırız."

"Biliyorum mucizem. Buradan hemen gideceğiz ve unutma, yaşadığım sürece her zaman seni koruyacağım."

 

 

Ninho, beni kolları arasına almıştı ve uçuyorduk. Uçarken göze çarpan beyaz kanatlarıyla çok çekici duruyordu. Üzerinde beyaz v yaka uzun kollu bir tişört vardı. Altına ise Kahverengi kumaş bir pantolon giymişti. Gerçekten çok yakışıklıydı. Aniden hız yaptığında bir korkuya kapılıp kollarını daha sıkı tuttum. Korktuğumu fark edince güven hissi vermek ister gibi bedenimi sıkıca sarmıştı ve bende kafamı omzuna yaslamıştım. Yine de korktuğumu düşünmesini istemiyordum.

"Korktun mu mucizem." Dedi ve güldü. Tabii ki de asil duruşumdan taviz vermeyecektim. Kelimeleri uzata uzata ve hava atıyormuşçasına bir ton takınıp konuştum.

"Tabii ki hayır. Sence Şeytanla karşılaşmış biri uçmaktan korkar mı? Sanmam" Kendi kendime verdiğim cevaba güldü ve sırıtarak ekledi.

"Göreceğiz o zaman." Dedi ve ben daha ne olduğunu anlayamadan aşırı derece de hızlandı. Onun yaptığı ani hız karşısında ellerimi kollarına çok daha sert sarıp sinirli bir şekilde ismini haykırdım.

"Ne oldu mucizem, korkmadığını sanıyordum. Yanılmışım galiba, beni hayal kırıklığına uğrattın." Yapmacık bir üzüntü takındı suratına ama eğlendiği gözlerinden belli oluyordu. Koluna yavaşça vurdum ve

"İnince göstereceğim sana korkmak neymiş." Sadece güldü.

"Ama şu an havada ve kollarımdasın."

"Sence benim kanatlarım mı var Ninho?" Dedim sesimi yükselterek.

"Kanatların var mı bilmem ama bu benim için en mucizevi varlık olduğun gerçeğini değiştirmiyor." Aniden söylediği söz karşısında yanaklarım kızardı ve koluna bir daha vurup utangaç bir tonla konuştum.

"İndir beni Ninho." Hayal kırıklığına uğradığı belli oluyordu.

"Ama daha gelmedik ki. Hem sana göstereceğim bir şey var." Merakla yüzüne baktım ve o bana sadece gülümseyip kanatlarıyla bir anda etrafımızı kapattı, böylece karanlıkta kalmış olduk.

Bir dakika ne, kanatlarını mı kapattı?

"Ninho delirdin mi, düşüyoruz." Dedim adeta çığlık atarak. Bu sefer ona sarılmıyordum. Bildiğiniz tek vücut olmuştuk çünkü ben korkudan kollarımı boynuna sarıp onu kapatmıştım. Evet iki katım olan bir melekten bahsediyoruz.

"Hazır mısın mucizem?" Bu melek delirmişti. Biz daha yere çarpmadan aniden kanatlarını açtı ve çok hızlı bir şekilde durduk. Biraz sarsılmış olsam da ona tutunmaya devam ettim. Belki de yere indiğimiz hızın onlarca katı kadar hızlı bir şekilde yukarı çıkmaya başladık. Daha ne kadar sıkı sarılabilirdim bilmiyorum ama bu hızda devam ederse bu tutuşumun ötesi onu boğmak olacaktı. O kadar hızlıydık ki kanatları aşağıya doğru bükülmüştü ve çırpmıyordu. Adeta bundan hız alıyordu. Tanrım, bu melek kalp krizi geçirmemi falan mı istiyor!

Biz bu şekilde uçarken birden bütün gökyüzünde beyaz bir ışık dalgası oluştu ve bütün gezegene yayıldı. Uzaydan bile gözükeceğine emindim. Adeta patlamaydı fakat arındıran, mutlu ve huzurlu hissettiren bir patlamaydı ve aman Tanrım, kaynağı Ninho'ydu. Onun kanatlarından yayılıyordu. Bu denli güçlü müydü? Sıradan bir bekçi melek olduğunu sanmıyordum. Onda başka bir şey vardı. Patlama gerçekleştikten sonra yavaşça hızını düşürdü ve en son durdu. Kanatları eski halini aldı ve gökyüzünü sarmalar gibi açıldı. Etrafımızı kolaçan eden karanlık aydınlığa dönüşürken onu saran kollarım arasından etrafı inceledim. Çok yüksekteydik. Bütün vadi buradan görünüyordu. Yemyeşil ağaçlar, rengarenk çiçekler, ağaçların arasından uzanan büyük bir dere yatağı, büyük ovalar...

Yukardan her şey karınca misali küçücüktü ve ben bu kadar yüksekten bu manzarayı görmeye bayılmıştım. Ardından sakince kafamı kaldırdım ve patlamayı izledim. Patlama beyaz bir renk cümbüşünden başlayarak bütün dünyaya akın ediyordu.

"Beğendin mi?" Dedi takdir arayan bir bakışla. Diyecek bir şey bulamıyordum.

"Ben... Sanırım..." Kelimeleri toparlamakta zorluk çekiyordum.

"Büyülendim Ninho. Büyüleyicisin." Benden iltifat almasının onu mutlu ettiğini görebiliyordum. Gözleri parlıyordu.

Patlama yayılmaya devam ederken ona sarılı olan bedenimi nazikçe tuttu ve arkamdaki alanı görebileceğim şekilde çevirdi beni.

"Patlamayı beğendiysen buna bayılacaksın."

Haklıydı çünkü âşık olmuştum. Hem Ninho'nun gücüne hem de o gücün aslında oradaki vadinin bariyerini kaldırmakta ki anahtar olmasına... Az önce saydığım bütün ağaçlar, çiçekler ve dere yatağı büyük bir canlılık kazandı ve Birden görüş açıma daha önce hiç görmediğim canlılar girdi. Evet, bu canlıları görür görmez tanıdım.

Ejderhalar.

Belki de onlarca vardı ve yerden gökyüzüne kadar uzanıyorlardı. Kocamanlardı. Biri kırmızı pullarını almış ben buradayım dercesine, diğerlerine meydan okurcasına savuruyordu oradan oraya. Bir diğeri ise altın sarısı pulları ile ona karşılık veriyordu. Birden araya okyanus mavisi pullarıyla göze çarpan bir diğer ejderha girdi. Ve yine, yine, yine. Çok fazlalardı. Ne kadar zıt renklere sahip olsalar da oluşturdukları ahengin bir tanımı yoktu. Onlar zıtlaşmak ama zıtlaştıkları noktalarda bütünleşmek için yaratılmışlardı. Birbirlerine saldırmıyorlardı. Adeta meydan okuyorlardı ve bu meydan okumadan sadece bir galip çıkabilirdi. O galip ise ejderha bölgesinin hâkimi olacaktı ta ki bir başka ejderha onu devirene kadar. İşte yaşam döngüsü bu demekti. Liderler ve ruhları... Beni onlardan ayıran bir şey vardı ki bu açıkça benim varlığımın yegâne sebebi, ben lider seçilmek için değil; lider olmak için yaratılmıştım. Çünkü benim olduğum konumu kıskanacak her canlı ya Tanrının kutsallığından kovulmuştur ya da içinde benim varlığımı taşıyordur ve özünde beni taşıyan her canlı benim izimden gelecek biliyorum.

Ejderhalar havada çember çizerek düelloya başlamak istediklerini gösterdiler ve böylece karşılıklı olarak birbirlerine saldırmaya başladılar. Kaç tane olduklarını saymadım ama bir topluluğu oluşturacak kadar fazlalardı. Az önce gökyüzünde uyumla kıvrılan ve etrafa renklerini yayan kuyrukları şimdi kızgınlaşmaya başlamış birbirlerine kılıç çeker gibi sivrileşmişti. Acımasız ama ihtişamlıydılar. Hırslılardı ve doğaları gereği saldırgandılar. Bu şekilde birbirlerini kırbaçlarcasına sürat alarak birbirlerine çarptırdıkları kuyruklarını izlemem üstünden belki de saatler geçmişti.

Ninho ile göze batmamak için bulutlara sarılan dağlardan birine geçtik ve onları izlemeye devam ettik. Bu dağlar gökyüzünü delecek kadar uzundu ve bir sürü mağara ve tatlı su kaynağı barındırıyordu. Muhtemelen ejderhaların iniydi. Dağın en yüksek noktasında bir meşe ağacının altına girdik ve oradan kalan ejderhaları izledik. Pes eden ejderha sayısı bir elin parmağını geçmezdi. Kararlıklarından taviz vermeden saldırmaya devam ediyorlardı. Fakat saatler geçtikçe sayıları azalmaya başladı. Pes eden ejderhalar mağlubiyetlerini kabul ederek mağaralarına sindiler. Kalanlar ise aynı hırsla birbirlerini düşürmeye çalışıyordu. Birden bizim olduğumuz dağın etrafında dönmeye başladılar ve birbirlerini burada kıstırmaya çalıştılar. Hemen önümüzde yatay bir şekilde delici bakışlarla önündeki hedefini belirlemiş alev rengi bir ejderha uçuyordu ki aşağıdan gelen zümrüt yeşili ejderha tam gövdesinin ortasına saldırarak onu mağlup etti ve o da düellodan ayrıldı. Tam olarak vahşetti. İşin ironik kısmı ise şu an birbirlerine saldıran bu canlılardan birinin lider olduktan sonra onlara önderlik yapacak ve onları koruyacak olması oysa şuan birbirlerini devirmek için savaşıyorlardı.

Sonunda güçlü ejderhalar kalmıştı ki bunlar hafife alınacak türden değildi. Ağızlarından çıkarttıkları ateş hem daha güçlü hem de kendi ruh renkleriyle eşti. Bu sefer birbirlerine gövdeleriyle değil alevleriyle saldırıyorlardı ve bu gökyüzünde rengarenk bir kaosun oluşmasına sebebiyet veriyordu. Masmavi gökyüzü birden çok renge ev sahipliği yaparken ben hem dehşet hem hayranlıkla onları izliyordum ta ki önümdeki ejderha ona atılan alevden kaçana ve o alev üzerimize gelene dek. O an yapacak hiçbir şey bulamadım fakat Ninho önüme geçip kanatlarıyla beni sardı. Alev direkt olarak ona temas etti fakat acısını hissetmedi. Hatta hiçbir yerinde yanık oluşmadı. Onun kanatları ardında, beni sarmalayan kanatların o incecik; naif, beyaz tüyleri arasından içeri vuran ışığın etkisiyle kafamı kaldırdım ve onun gözleriyle buluştum. Ben şok içinde bakıyordum oysa o çok sakin hatta keyifli gibiydi. Ejderhaların biraz olsun uzaklaştığını anladığında kanatlarını sakince araladı ve hiçbir şey demeden beni kucağına aldı ve üstünde durduğumuz dağın yanındaki çember şeklindeki dağa götürdü. Bu çember dağ çok genişti. Ortası bomboştu ve yeryüzüne uzanıyordu. Ortasındaki boşlukların belli kısımlarında şelaleler aşağıya akıyordu ve evet, çok fazlalardı. En az yandaki dağ kadar uzundu ve bulutlarla buluşuyordu bu dağ. Daha fazla mağara daha fazla ejderha ini demekti. Burada ki çimenler diz kapaklarıma kadar uzanıyordu ve yatıp yuvarlanmak eğlenceli olurdu eminim.

"Ninho, beni kurtardığın için teşekkür ederim." Dedim minnettar bir şekilde. Ona şu an hissettiğim tam olarak minnet duygusuydu çünkü tam zamanında beni kanatları altına almamış olsa pişmiş bir tavuğa dönebilirdim hem de sihirli bir pişmiş tavuk... Ne komik!

"Her zaman mucizem..." Dedi ve tekrarladı. "Her zaman." Tebessüm ettim ve bir iki adım çıkarak bu uzun çimenlere adımımı bıraktım çok rahatlatıcıydı.

Geriye üç ejderha kalmıştı. Birisi altın sarısı pullara sahip olan, birisi gece kadar koyu olan ve bir diğeri ise... Kalan ejderhalardan daha büyük bir cüsseye, daha büyük bir enerjiye sahip olan beyaz bir ejderhaydı. Şu an aralarında galibiyeti eline alacak tek ejderha o gibiydi. O çok heybetli, çok güçlüydü. Ben gibiydi. Liderlik potansiyeline sahipti. Şayet birisi şu an bana bir soru sorsaydı ve bu soru hangi ejderhanın liderliği hakkettiği olsaydı vereceğim cevap beyaz ejderha olurdu. Ki beni yanıltmadı. Onlardan daha güçlü olduğunu kanıtladı ve ikisini de alt etti ardından düello bitti. Düellonun bitmesi ile galip gelen beyaz ejderha çok yüksek bir şekilde kükredi ve mağarasına sinen bütün ejderhalar çıkıp bir daire şeklini alıp onu selamladılar. O kendini ruhlarına takdim etti, ruhları ise onu liderleri olarak kabul ettiler. Bu manzarayı görmek gerçekten büyüleyiciydi fakat daha sonra hiç beklemediğim bir şey oldu.

Beyaz ejderha uçtu ve yanıma geldi. Önümde eğildi ve onun eğilmesiyle arkasındaki bütün ruhlarda onu taklit edip dağa indi ve önümde eğildi.

"Ona dokunsana." Dedi Ninho. Ciddi olup olmadığını anlamak için gözlerine baktım ama ciddiydi. Bende tereddüt etmemeye karar verdim ve beyaz ejderhaya yaklaştım. Önce yavaş yavaş yüzüne dokundum. Beni nazik karşılayınca biraz daha fazla dokundum ve yüzünü okşadım.

Ve gerçekleşti işte. Onunla bağ kurdum. Sanki zaman algım yok olmuş, etrafımdaki bütün canlılar bulunduğum atmosferden bir hiçliğe karışmış ve sanki sadece onunla ben kalmışım gibiydi. Ne kadar süre göz göze baktık bilmiyorum ama zihnimde onun sesini duydum. Bana seslendi.

"Ayana, elçim. Seni bekliyordum günlerdir." Bu vakte kadar farkında değildim ama bende onu bekliyordum. "Biliyorum. Seninle tanıştığım için mutluyum." Dedim başını okşamaya devam ederken. "Asıl seninle tanışma şerefine erdiğim için ben mutluyum. Dahası seninle bir bağ kurduğum için... Sana bağlılık yemini ediyorum Ayana. Pullarımdan birini al, ne zaman ihtiyacın olursa o pulu avuç içine al ve beni çağır." Gülümsedim. Bir ejderhayla bağ kurmuştum, üstelik lider bir ejderhayla. Benim gibi bir ejderhayla... "Tamam Aydınlığın koruyucusu. Seni çağıracağım."

Onu ilk gördüğüm anda, enerjisinden bile benim olduğunu anlamıştım. İkimizde bir nurdan var olmuştuk. Bir araya gelmemiz tesadüf olamazdı.

 

                                  

Loading...
0%