Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Varoluş koğuşu

@serenit

Aydilge kucağımdaydı. O kadar masum, o kadar temiz duruyordu ki. İnsanlığın ilk yapı taşıydı. Benim parçamdı. Tanrımın dediği gibi emzirmeye başladım yavrumu. Beyaz tülden bir örtüyle sardım ikimizi. Kollarımın arasında, içinde bilgeliğimi taşıyan sütümü içiyordu. Güzeldi. Çok güzeldi, tıpkı benim gibi. Kaderi de tıpkı benimki gibi altın iplerle örülüp yazılmıştı. Yüzünden anlıyordum. O sütümü içtikçe ben biraz daha insan olduğumu hissediyordum. Ben nasıl Tanrının mucizesiysem o da benim mucizemdi ve benim parçamı içinde barındırırken, benim kutsallığımı taşırken ben biraz daha insan gibiydim. Evet doğru, ne kadar kutsallığı ve bilgeliği içimde barındırsam da henüz tam olarak sahip değildim. Gördükçe, keşfettikçe ortaya çıkıyordu. Aydilge'yi gördüğümde de böyle olmuştu. Ona nasıl bakmam gerektiğine, nasıl davranmam gerektiğine dair her şeyi öğrenmiştim. Daha doğrusu zaten bildiğim bir şeyi açığa çıkarmıştım. Onu kucağıma almadan önce sınırlıydı bildiklerim. Sanırım Tanrının bilgeliğine tamamen erişmek için keşfetmeli ve bazı duyguları tatmalıyım. Böylece içimde olan her şey açığa çıkacak. Tıpkı Aydilge'min varlığı gibi. Gerçekten çok acıkmıştı. O da kutsal bir varlıktı. Tek açlığı karnını doyurmak değildi. Bilgeliğe açtı. Kim olduğunu öğrenmeye açtı. O yüzden o içmeye bırakana kadar sütümü asla ondan esirgemeyecektim. Bildiğim bir şey vardı. Onun benden alacağı bilgelik Tanrının ona sunacağı kadardı. Her ne kadar türünün başlangıçlarından olsa da benden daha fazla insandı. Çünkü ben içimde Tanrının verdiği canları taşıyordum ama sıra ona geldiğinde bir eşe ihtiyacı olacaktı ve bu da döngünün başlangıcıydı. Onun kutsallığı sınırlı olacaktı. Ben ilk elçi olacaktım, o ise ilk anne.

 

Aradan 3 gün geçmişti. Ben, Aydilge ve Ninho beraber kalıyorduk. Aydilge'yi uyuttuğum zamanlarda Ninho ile keşfe çıkıyorduk. Böylece ben içime açılabilir ve daha fazla şeye ulaşabilirdim. Bu Fikri Ninho ile paylaştığımda doğru olabileceğini söyledi ama içimdeki bilgelik sadece somut şeylere göre değil kendi içime açılmamla yani özümün farkına varmamla ortaya çıkabilirmiş. Bu yüzden yaşam enerjime ulaşmaya çalışıyordum. Güneş tepedeydi yani öğle vakitlerinde olmalıydık. Akşam Ninho ile kendime odaklanabileceğim birkaç çalışma yapacaktık. Daha vaktim olduğu için Ormana çıkmaya karar verdim. Şu an tam nerede olduğum hakkında bir fikrim yoktu ama meşe evimin kuzeyinde olduğumu biliyorum. Zaten yolumu kaybetsem bile doğa bana yol gösterirdi. Acaba buralarda beni kendimle bağdaştıracak bir şey bulur muydum? Ormanın içi gerçekten kusursuzdu. Dün Ninho bu taraflarda göl olduğunu söylemişti. Gölde kendim ve doğa ile bağdaş kurabileceğim birkaç saat geçirmek güzel olurdu. Zaten Aydilge'mi emzirip uyuttum ve şu an Ninho'nun yanında. Yani güvende. Sanırım göle yaklaştım çünkü gölün oradaki açıklık buradan görünüyordu. Ağaçların oradan döndüm ve işte göl. İnanamıyorum. Muazzam. Evet, söylenebilecek çok şey var fakat bu göl gerçekten muazzam. Sadece onu izlediğimde bile içimdeki enerji akımını hissedebiliyordum. Birkaç adım daha yaklaştım. Kendi yansımamı gördüğümde donakaldım çünkü yansımamın üzerinde tıpkı kıyafetim gibi beyaz bir enerji havzası dolaşıyordu. Bu benim enerjim miydi? Enerjim bu denli güçlü müydü? Bütün göl beyaz enerji havzamla doluydu ve evet bu göl kocamandı. Düşüncelerimi bölen ses büyük bir ağacın dalında, sırtını gövdeye yaslamış, kollarını bağdaş yapıp beni izleyen Ninho'nun sesiydi.

"Evet mucizem, bu senin enerjin. En başından beri sende gördüğüm kutsallık bu. Tanrı bu gölü senin için yaratmış olmalı."

Güneş ışıkları şeffaf suya vurduktan sonra suyun içindeki enerji taşmaya ve havaya karışmaya başladı. Gölü çevreleyen ağaçlar arasındaki küçük açıklık, benim enerjim olan beyazı sahiplendi ve enerjim sarmal bir şekilde dağılarak güneş ışığına karıştı. Büyülenmiştim. Üstelik bu kutsallık bana aitti. Göle yaklaştım ve elimi suya daldırdım. Göl gözle görülür derece parlamaya başladı. Ruhumu daha fazla doyurmak istedim ve vücudumu da suya soktum. Beyaz elbisem suyun içinde dalgalanırken ve uzun lila saçlarım suya karışırken bedenim kendini salmıştı. Her yerime su değdi ve ben berrak enerjimle tanıştım. İlk defa bu kadar temiz bir şekilde hissediyordum enerjimi. Ellerimi hem suyun içinde hem de hava boşluğunda gezdirdim. Vakit hızlı geçmiş olmalı ki hava serinleyince Ninho sudan çıkmam için ısrar etti yoksa hasta olacakmışım. Omuzlarıma yanında taşıdığı ceketini astı ve bende sarılıp kokusunu içime çektim ani beklenmedik bir şekilde. Akasya ve odun kokuyordu. Daha çok sarıldım ceketine. Eve gidene kadar o kokuyu içime çektim. Öylesine güzeldi ki. Onun kokusunu bu kadar beğendiğimi anlamasın diye kafamı hemen çevirdim. Ağacımıza geldiğimde içeri girdim ve Ninho, Aydilge'nin bariyerini kaldırdı. Bende onu emzirmek için kucağıma aldım ve yatağımın üzerine oturup sırtımı köşeye yasladım. Bu yöne bakmaması için Ninho'ya uyarıcı bir bakış attım. Bir an anlayamadı ve Aydilge'yi doyuracağımı farkettikten sonra utanıp kulübeden çıktı. Onun gidişini fırsat bilip küçüğümü emzirmeye başladım. O doydukça bende doyuyordum sanki. O doydukça bende büyüyordum sanki.

Aydilge ile oynadığım bir saatten sonra Ninho'ya

"Çalışmayı yarına erteleyelim. Enerjimi keşfetmek beni yorgun düşürdü. Biraz dinlenmeyi düşünüyorum." Dedim

"Tamamdır. O zaman bende sana akşam yemeği için bir şeyler getireyim." Dedi ve gitti.

O geldikten sonra yemeğimizi yedik ve gece olunca da uyuduk. Aydilge ve ben yan yana yatıyorduk. Ninho, onun için yaptığımız ayrı yatakta uyuyordu.

Ay'ın görüşümüzden çıkmak üzere olduğu ve Güneş'in bizim karanlığımızı aydınlatmasına yakın uyanmıştım. Aydilge'yi doğurmam üzerinden geçen 4. Gündeydik. Uyandım ve içinde olduğum ağaçtan dışarıyı seyrettim. Pencere açıklığından görünen yıldızlara baktım. Mavi ama karanlık gökyüzündeki yırtık gibiydiler oysa sadece birer yıldızdılar. Ben o yıldızları izlerken tenime çarpan soğuk rüzgarla omuzlarıma değen sıcak eller ürpermeme neden oldu.

"Erkencisin." Dedi Ninho.

"Evet, bugün böyle oldu."

"Çok garip değil mi?"

"Neymiş garip olan."

"Bütün bu evren... Baksana ne kadar büyük, geniş. Yıldızları elimizle tutabilecekmişiz gibi oysa ne kadar uzak. Hayal edebileceğimizin ötesinde bir parlaklıkta. Biz Dünyadayız ve sen en üstün neslin başlangıcısın. Yeni doğansın. Sırf insanlığın değil benim de başlangıcımsın. Senin için yaratılmışım. İşte bu garip. Tanrı nerede bilmiyoruz ama şu an bizi izlediğini biliyoruz."

"Evet kulağa ne kadar garip gelse de biz kutsalız. Sen bir meleksin ben ise İnsanım. Yaratıldığım andan itibaren Tanrıyla iletişim kurabileceğim bir dili konuşarak yaratıldım. Yemek yemeye ihtiyacım olduğunu bilerek ya da nasıl hayatta kalabileceğimi bilerek dünyaya geldim. Çünkü ben bir elçiyim. Yaratılacak tüm alemleri bilerek yaratıldım. Hayvanlar, bitkiler, nicesi... Sıfırdan bir başlangıç ile gelmedim buraya. Tanrı beni hazırlıklı gönderdi. Bana haberci kuşlar gönderdi. Yönümü gösterecek bir rüzgâr, Arınacak bir göl, Karnımı doyuracak besinler yarattı. yarattığı odunu, demiri işlemeyi öğreterek yarattı. O yüzden bana olan beklentilerini karşılamak zorundayım. Ona bağlıyım." Derin bir nefes verip gözlerimi yıldızlardan Ninho'ya çevirdiğimde bana güvendiğini gösteren bir bakışla karşılaştım.

 

Aramızda geçen bu diyalog üzerinden 3 gün geçti ve benim güzel kızım Aydilge'm artık süt emmiyordu. Bu demekti ki onu Kavak ağaçlarından birine götürebilirim. Gece yarısı olmadan Kavak ağaçlarına ulaştık. Buranın Tanrının korumasında olduğunu biliyordum. Soldan sağa uzanan 5 kavak ağacında en soldaki iki ağacın arasına Aydilge'mi yatırdım ve oradan uzaklaştım. Gözümden bir damla yaş düştü ama bildiğim bir şey vardı o da Yavrumun Tanrının gözetiminde olduğuydu. En güvenli yerdeydi. Yaratıcısı onu görüyordu.

Ninho'da onu benim yerime ziyarete gidecekti. Fakat ben gitmemeliydim biliyordum çünkü karnımda bir ruh varken yoğun enerji olan bir bölgeye gitmek beni yorardı ve evet bugün karnıma 2. Ruh gönderilecekti. Ninho'ya beni yalnız bırakmasını söyledim ve göle doğru yol aldım. İçine girdim ve sırtüstü uzandım. Biliyordum, birazdan olacaktı. Onunla iletişime geçecektim.

 

Ortam birden sessizleşti. Kuş sesleri azaldı, rüzgârın esintisi boğuklaştı. Bir anlığına her ses netleşti. Yaprak dökülmeleri, Hayvanların dallara basması sonucu çıkan çıtırtılar, Balıkların yüzgeçleri... Ardından gök gürledi ve yağmur damlalarının ilk tanesi tenine değer değmez dünyadan koptu ve gözlerini başka bir boyuta açtı.

"Burası da neresi böyle?"

"Evrenin henüz büyüyerek gelemediği bir noktadasın fakat sadece ruhun burada. Bedenin Dünyada."

"Sensin."

"Evet, benim Ayana. Rahmine yeni bir ruh üflemek için buraya çağırdım seni."

"Biliyorum." Dedi Ayana çekingen bir şekilde. Ve ekledi.

"Bir sorun var. Ben henüz özüme tam olarak ulaşmayı başaramadım. Utanç duyma sebebim budur."

"Ah benim kutsal Ayana'm zamanla içine ulaşabileceğini biliyorum. Gördüğünden daha fazlasısın bunu unutma. Seni ben yarattım. Sakın kendini küçük görüp bana bir hadsizlik yapma. Şimdi bunları düşünme. Arkana dön ve bak."

Ayana arkasını döndü ve baktı. Gördüğü manzara onu şok etmişti. Sanki bir cam fanusun içinden uzayı izliyordu. Yaşadığı gezegen ordaydı. Ninho ile izledikleri yıldızlar siyahın en koyu tonları arasında parlıyordu. Güneş'i de Ay'ı da ilk defa bu kadar net görüyordu. Uyandığında etrafına bakmadığı için bulunduğu ortamı sadece aka bürünmüş bir boşluk sanmıştı. Fakat gördüğü görüntü şuan onu aşık etmişti.

Tanrı ona seslendi.

"Ayana'm. Dünyada bulunan bedenini temizledim. İçinde bulunan rahimi arındırdım. Geçen sefer üflediğim ruhu taşıdığın rahime sahip değilsin artık. Vücudunu değiştirdim. Bunun sebebi taşıdığın ruhların aynı rahimden olmaması. Onlara vereceğin sütün kaynağını da değiştirdim. Unutma onlar kardeş değiller. Sen sadece taşıyıcısın. Bir sonraki gelişinde tekrar böyle olacak. Şimdi seni geri gönderiyorum."

Ayana kafasını salladı ve gözlerini kapadı. Uyandığında sırtüstü bir şekilde göldeydi ama yağmur durmuştu artık. Kıyıya çıktı ve elini karnına getirdi.

"Hoş geldin küçüğüm."

Gözlerimi sabaha açtım. Cenin pozisyonunda uyumuştum. Yanlış tahmin etmiyorsam öğlen olmasına birkaç saat vardı. Ağaçların arasında karnımda bir bebek ile uyandım. Hava çok mayıştırıcı ve yoğundu. Ilık bir rüzgâr esiyor, tenime çarpıyor ve uykulu bedenimi ürpertiyordu. Etrafıma bakındım tanıdık bir şey görme umuduyla. Gölün birkaç metre uzağındaydım.

 

Ağaçların arasında bedenime çok fazla toprak bulaştığı için temizlenmek istedim ve göle girdim. Daldığım gibi çok güzel bir ferahlanma yaşadım ve kendime geldim. Uykulu halimden eser kalmamıştı. Çıkıp kıyafetlerimi giydim, ıslak olan saçlarımı sıktım ve evin yolunu tuttum. Ağacıma girdiğimde Ninho kahvaltı hazırlıyordu.

"Günaydın."

"Günaydın, Ayana. Geleceğini tahmin ettim ve kahvaltı hazırlamaya başladım. Rahatsız etmemek için ormana çıkmadım.

"Kahvaltı için teşekkürler. Aslında sana bir şey söyleyecektim. Aydilge'yi ziyaret eder misin akşam?"

"Tabii ki. İstersen her gün gidebilirim fakat çok yaklaşabileceğimi sanmıyorum. Kavak ağaçlarının dışından görebiliyorum onu. Enerjisi çok güçlü."

"Gitmen bile yeterli. Sanırım Etler pişti yesek mi?"

"Çıkarıp geliyorum."

Tezgahların ortasında duran ahşap masaya oturdum ve Ninho'nun avladığı etleri getirmesini bekledim.

Oturduğum sırada ağaç evin içinde göz gezdirdim. Mutfak kısmı kapıdan girdiğimizde sağ tarafta kalıyordu. Tezgahların üstünde kütükler ile işlenmiş bir cam vardı. Orta kısımda ahşap masa, sol tarafta ise dolap ve yataklar vardı. Gökyüzünü izlediğim cam yatağım ile dolabımın arasındaydı. Masanın arkasından dümdüz gittiğimde ise evin özel ihtiyaçlar için ayrılmış kısmı vardı. Bu ağaç ev, içinde yaşadığım ilk yuvaydı ve onu çok seviyordum. İşlemecilik... diye geçirdim içimden. Tanrımın yarattığı kaynakları dönüştürmek demekti.

 

"Afiyet olsun bakalım."

"Ellerine sağlık." Deyip gülümsedim. Ninho yemek konusunda gerçekten becerikliydi. Sahi meleklerin yetenekli olmadığı bir şey var mı ki?

Güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra biraz keşfe çıkmaya karar verdik. Hayvanları, bitkileri ve etrafımızda olan her şeyi görmek istiyordum. Her şey ile bir bağ kurmak...

 

Yirmi bir gün sonra

 

Bugün dördüncü çocuğumu kavakların arasına koyduğum gün. Aydilgeden sonra bir kızım ve iki oğlum oldu. Her seferinde rahmim yepyeni bir rahim ile değiştirildi. Küçük Kızım merta, Büyük oğlum omnu, Küçük oğlum Alaca ve büyük kızım Aydilge...

Şimdi onları otuz gün boyunca görmeyecektim ve içinde oldukları bölgeye yaklaşmayacaktım. Geri döndüğümde çok daha farklı insanlarla ve çok daha kalabalık bir grup ile karşılaşacağımı biliyordum. Ve her birini ben doğurmuş olsam bile onları beslediğim süt, yaratıcım tarafından değişti ; onları büyüttüğüm rahim de aynı şekilde bir öncekinden farklıydı. Onlar kardeş değildi. Ama ben anneleriydim. Ben elçileriydim.

 

Kafamı kaldırdım ve bir şeylerle uğraşan Ninho'ya baktım. Çocuklarımın bendeki yerleri belliydi. peki ya Ninho? Onu hangi kefeye koyacaktım? Bana yardımcı olması için gönderilen bir melekti. Peki ben güçlerimle özdeştiğim zaman nereye gidecekti?

 

"Dalgın gibisin Ayana. Bir sorun mu var ?" Beni merakla izleyen adama baktım.

 

"Hayır. Sadece geri döndüğümde onlara elçi olacağım fikri beni heyecanlandırıyor."

 

"Yapabileceğini biliyorum."

 

Ninho ile bir karar aldık. Bu otuz gün boyunca yaşadığımız gezegeni keşfedecektik. Onun kanatları ile uçacaktık ve hiç gitmediğimiz yerlere gidecektik. Enerjimi kontrol etmeyi öğrenecektim. Şu an nesneleri kaldırabiliyor ve canlıların hislerini anlayabiliyorum ama çok daha iyisini yapabileceğimi biliyorum. Tanrının yaratıcılığına sahip olduğumu biliyorum.

Ki bu geride bıraktığımız 21 günde çok şey öğrendim bile. Mesela odaklandığımda yaratılan her canlının duygularını hissedebiliyorum. avlanma içgüdüsü, açlık, sakinlik, huzur... Ayrıca canlıların enerji halkalarını kontrol edebiliyor, şekillendiriyor hatta iki canlının enerjisini birbiriyle bağdaştırabiliyorum. En sevdiğim ise Yaratılan özlerden yeni nesneler yapabilmek. Sonuçta kim yünden elbise yapmak istemez ki?

 

Ertesi gün yola çıkmadan önce son kez göle girmeye karar verdim. Önce ayaklarımı sonra bacaklarımı ve gövdemi derken vücudumu göle saldım. Bu gölde hem ruhumu hem de bedenimi besleyen bir şey vardı. Huzurluydu, dinlendiriciydi. Kafamı sudan çıkardım ve bolca nefes çekip geri daldım. Dibe doğru yüzüyordum. İlk başta her şey gayet güzeldi. Suyun içinde dans ediyordum. Aşağılara indikçe garip bir varlığı hissetmeye başladım. Daha derine inmek istemiyordum. Durmak istiyordum ama merakım o kadar fazlaydı ki durduramıyordum. Kendime engel olamıyordum. Durmam gerekirdi. Ama sezgisiyle bile varlığımı korkutan şeyin ne olduğunu çok merak ediyordum. Sonra kulakların bir sesi işitti. Bir ses, öyle bir ses ki bu kalbimin korkuyla çarpmasına, kulaklarımın dehşete kapılmasına sebep oldu.

 

O Tanrıya bile meydan okuyacak, yaratıcısına karşı gelecek kadar nankör olan tek varlıktı. İlk defa duymama rağmen bildiğim bir sesti.

Seytan

Hadsizce seslendi bana.

"Ninho'yu çağırmaya ne dersin. Senin kurtarıcı meleğin olması çok güzel bir fikir değil mi sence de."

Zihin yoluyla iletişime geçiyorduk. Sesi çatallıydı, çok rahatsız ediciydi. Lanetli olduğu belliydi. Neden vakit geçirmeyi en çok sevdiğim yerde beni rahatsız ediyordu bilmiyorum. Buraya nasıl gelmişti? Gölü lanetiyle kapkara yapmıştı. Gölün o saf masum maviliğini ele geçirmiş, ışıksız bırakmıştı.

"Hadi çağır. Onu arzuluyorsun. Ona açsın. Aç kaldığın yirmi bir günün bir meyvesi olmalı." Dedikten sonra rahatsız edici bir kahkaha patlattı. O konuştukça kulaklarımı tıkıyordum ama bir işe yaramıyordu.

"Hayır. O bir melek, ben ise bir insanım. Tanrıma asla karşı gelmem. Defol buradan."

"Hadi ama..." dedi yapay bir tonda üzgünmüş gibi.

"Ufak bir dokunuşun kime zararı olabilir ki."

Asla onu dinlemezdim. Sonuçta o bir şeytan. Onun amacı vesvese vermek. Beni kışkırtmak. Ona aldırmadan yukarı doğru yüzmeye çalıştım ama yapamadım. Beni engelliyordu. Suyun dibindeydim ve nefes alamıyordum. Kara su tenime değdikçe canım yanıyordu. Kutsallığımı lekeliyordu. Tanrım bana ne demişti, doğa sana zarar vermez. Yani burası şeyta'nın alanı. Onun emirlerinin geçtiği bir yer. Peki burada ne işi vardı.

 

"Demek Tanrı'nın bana tercih ettiği elçi yüzmeyi bile bilmiyor." Tanrı'nın bana tercih ettiği de ne demek? Konuşmaya devam etti. Kahkahayla başlayan cümlenin ardından sesi ciddileşti.

 

"Madem kendi rızanla seslenmiyorsun. O zaman zorunda kalacaksın."

Su yüzüne çıkmak için çırpınıyordum ama hiç etkisi olmadı. Ona karşı gelebilirdim. Enerjimi ona savurdum ama çok başarılı olamadım. Küçük bir ışık topu fırlattım karalığın yayıldığı noktaya. Acı bir çığlık attı ardından büyük bir kahkaha. Delirmiş olmalıydı. Kendi enerjimi onun enerjisini bastırmak için kullanmayı denedim ama başaramadım.

Çırpınmaktan yorgun düştüm ve karşı gelemeyeceğimi anladığımda kaybetmenin verdiği acıyı sesimden gizleyemeyerek fısıldadım.

"Ninho. Yardım et"

Çok kısa bir süre sonra bilincim kapanmak üzereyken su hareketlendi. Bedenim kendini salmış tatlı bir uyku tarafından selamlandım. Siyah enerji geri çekildi ve Ninho ile benim enerjim karıştı. Beni sudan çıkardı. Öksürerek nefes almaya çalıştım. Bana sarıldı ve sakinleşmeme yardım etti.

 

Onun peşinden gitmek istediğini anlayabiliyordum,sinirini hissebiliyordum. ama beni bırakmak istemiyordu.

"Başından ayrılmamam gerektiğini biliyordum. Kendini şu an gösterdiğine inanamıyorum."

"Benden ne istiyor?" Dedim üzüntülü ve kızgın bir ses ile

"Kutsallığını istiyor. Tanrıya gösteremediği cüretkarlığı sana gösteriyor ki seni hataya düşürüp Tanrının gözünden düşmeni sağlayabilsin. Ama biz buna izin vermeyeceğiz."

"Ben barışın elçisi değilim, Tanrının elçisiyim. Savaşmak istiyorsa savaşırız. Bir daha beni böyle yakalayamayacak. Savaşmayı öğret bana Ninho.

Kafasını salladı ve bir kez daha sarıldık birbirimize.

 

 

şeytan bir mağlubiyet ile ayrışdı kutsallığımdan. Yarattığımı bana karşı kullanabileceğini sandı. Oysa kusurunu örtecek bir kulum yok benim.

Loading...
0%