Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2.Bölüm | VAGARY

@sesliharfler

 

 

 

 

- OKYANUSA SIĞINAN KUŞ -

 

 

Bölüm şarkıları:

 

CanOzan & Beyza Doğuç - Hayat Gemileri

 

Mabel Matiz - Çukur

 

 

"Yeni bir yer bulmak amacıyla bir yön tutturup yola çıkan, yürüyen kişi, nereden bilsin ki artık hep yersiz kalacak..." - Oruç Aruoba

 

 

🌊

Hazan mevsiminden sonra soğuk bir zemheri ayında alaca bir fırtına koptu. Üst satırlarına 20.12.2020 diye tarih atılan beyaz bir kağıt, fırtınada bir evin açık penceresinden dışarıya savruldu ve bir gemi güvertesine düştüğünde kayıp yolculuğu son buldu.

İyi ve kötü her hissin kıvrandırıcı bir gücü olduğunu düşünürüm hep. Mutluluğun veya öfkenin, sevincin ya da korkunun artık içimize sığmadığı, bu hislerle ne yapacağımızı bilmediğimiz zamanlardan söz ediyorum. Yüzümüzdeki doyamadığımız gülümsemeler, gözlerimizin etrafındaki çizgi çizgi hüzünler hassas bir ruhu sancıtır nitelikteydi. O sancılı anlarda bizim için yaşamak da bir yere kadardı fakat insan ölmedikten sonra içi çıkmaz sokaklarla dolu yaşamın yolunu bir şekilde bulmaz mıydı?

Sanki ömrümde duyduğum tüm endişeler ve hatırımda kalan bütün heyecanlar bir olmuş aklımla oyun oynuyorlardı. Kalbim göğsüme bir vuruyor, bedenim ruhumla birlikte titriyordu sanki. Nasıl bir anın içinde kaybolduğumu anlayamıyordum. Aklımın hangi köşesinden çıkarıp da bulduğumu bilmediğim bir mantık kırıntısıyla duyduğum cümleleri yanlış anladığıma, şu an sadece benimle dalga geçiliyor olduğuna inanmak istedim. Tanımadığım bir adam bana bakarken hiç yoktan ve çok sebepsiz ona inanmadığımı söylemek istedim. Başımı iki yana salladım ve şaka yapmanın sırası değil dercesine gülümsedim.

"Bak... aklım yerinde değil zaten. Kafamı karıştırma lütfen, gidiyorum işte daha ne istiyorsun?"

Yılgın bir umutla tekrar kapıya yöneldiğim anlarda "Kamaramda ne işi olduğunu bilmediğim bir kadına neden yalan söyleyeyim?" diye konuştu. Ona hak vermek istemiyordum fakat "Üstelik o kadını tanımıyorum bile." dediğinde beni can sıkıcı gerçeklerle karşı karşıya bıraktı. Tam bu anda istemediğim şeylerin bir önemi yok gibiydi çünkü yüzüme vurulan şeyler çok gerçekçiydi.

Gözlerim bir süre onun yüzünde asılı kalmıştı. Bulunduğumuz kamaranın içinde yatağının diğer tarafına doğru ilerledi. Ahşap duvarda üç küçük yuvarlak pencere vardı, en sağdakinin önünde durup bana bakarak konuştu.

"Etrafında yalan söylediğine inandığın ne kadar insan var bilmem ama gel, kendi gözlerinle gör."

Söyledikleri oldukları haliyle canımı acıtamadı çünkü etrafımda yalancı değil acımasız insan çoktu. Sakladıkları yüzleriyle, gerçekte oldukları gibi. İşte bu canımı acıtırdı. Halihazırda içimde bir yerler acıyordu da. Böylesine bir durumda kalbi ağır yaralar almış kişi, yalancı insanların varlığını mı yeğlerdi yoksa acımasız insanların varlığını mı seçerdi? Ben ikisini de istemezdim. İstemediğim için de hayat beni bu karmaşanın tam orta yerine getirip bırakmıştı.

Ne onu haklı çıkarmak istedim ne de içimden bir umut diyerek yanına gitmek istedim. İkisi de ya içimden gelmedi ya da bunun için bir cesaretim yoktu. Şu an hissettiklerim çok zordu ve aslında sadece bir kelime gibi görünen belirsizlik, tosladığım çok güçlü bir duvardı önümde. Bu duvar nereden çıkmıştı ve kendimi bu duvarın önüne nasıl sürüklemiştim böyle?

Herhangi bir tepki ya da refleks göstermemek elime bir şey geçirmeyeceği gibi bu saçmalıktan bir an önce kurtulmak için de bana yardımcı olmayacaktı. Yine de doğru söylüyor olduğu ihtimalini kafamdan silerek yanına ilerledim. Adımlarım sırasında gözlerim onunla ve küçük pencere arasında mekik dokuyordu. Aslında yanına ulaşmadan bile etraftaki mavilik kolayca görünüyordu fakat kara parçasına dair herhangi küçük bir şey görürüm umuduyla, korkak adımlarla yanına ulaştım. O birkaç adım, bende kilometrelerce yürümüşüm gibi bir etki bırakmıştı.

Ahşap duvara tutunup sanki canım parmaklarımın ucundaymış gibi, tutunduğum yer bana günümü gösterecekmiş gibi bir hisle pencereden dışarı baktım. Dalgalı maviden başka bir şey göremedim. Bir adımla diğer pencereye yaklaştım, yeşil tek bir ağaç yoktu. Diğer bir pencerenin ardındaysa uzaklarda, çok uzaklarda bir kaya parçası bile göremedim. Olabildiğine mavi, olabildiğine derya... Mavi tarafından kuşatılmış gibiydim.

Bulunduğum manzara koca bir yük gibi geldi çöktü omuzlarıma. Üzerime yüklenen ağırlığın hisleri vardı, beni köşeye sıkıştıran cümleleri vardı, "Şimdi ne yapacağız?" diye söylenmeleri vardı ve şu an istediğim son şeydi kendimi karşıma alıp konuşmak.

Duvara yaslandım ve ellerimi dizlerime yaslayıp saçlarım önüme düşerken neyi başardığımı anlamaya çalıştım. Evimden kaçtım, başkalarının benim hakkımdaki planlarından kurtuldum, bir yere sığındım ama neyi başardım? Tam da bu anda koca bir sıfır bana bakıyordu, ben de ona.

Aklıdan doğru düzgün düşüncelerin geçmediğini, geçemediğini ona "Geri dönemez miyiz?" gibi bir cümle kurarak belli ettim fakat şu an ne yaşadığını bilmeyen biriydim.

Anlık değişen bakışlarından bana "Ne saçmalıyorsun sen?" demek istediğini anlamıştım. Bu sert tepkiyi bana yansıtmak yerine sıradan bir yüz ifadesiyle, sanki her şey olağanmış gibi dirseklerimden tuttu ve beni iki adımlık mesafedeki yatağına oturttu. Biraz önce benim durduğum yere, tam karşıma geçerek mantığın onun ellerinin arasında olduğunu gösteren birkaç cümle kurdu.

"Bir şoka girdiğinin farkındayım, bu yüzden şimdilik sana zaman veriyorum. Böylesi daha sağlıklı olacak. Şimdi odadan çıkıyorum ve yarım saat sonra geri geleceğim. Bu sırada sen de şu anki gerçeği bi' kavra, sonra kendini mantıklı bir konuşmaya hazırla."

O odadan çıktıktan sonra parçalara ayıracağım cümlelerinin sonunda bana "Tamam mı?" dercesine göz kırptı. Ona saf saf kafa salladım. Odadan çıkmak üzereydi ki durdu ve son bir soru sordu.

"Bu arada, adın ne?"

"Alina... İsmim Alina."

***

 

İnsan avuçlarını birleştirip can yakan bir iple kendi elleriyle bileklerine kördüğüm atabilir miydi? Nasılını bilmiyorum ama ben atmıştım. İnce bileklerimi her bir örgüsüne can çekiştiren sözcüklerin üflendiği türden bir ipe mahkum etmiştim hem de. Hangi rica minnetin bu ipi çözeceğini, hangi çıkar yolun beni bileklerimdeki bu yükten kurtaracağını bilmiyordum da üstelik. Yarım aklımla sayabildiğim bu üç seçeneğin gerçekte olur bir yanı var mıydı, bunu bile bilmiyordum.

Beni görünmez parmaklıklara hapseden küçük pencerenin ardındaki maviyi seyrettim dakikalarca. Akıl çelici bir uykuyla heba ettiğim altı saatin üstüne biraz da öylece oturarak vakti öldürmek istedim çünkü gerçek anlamda kendime gelmek dışında yapabilecek neyim vardı ki? Tanımadığım birine karşı bir başkaldırıyla yine de gitmek istesem adımlarım deryaya gömülürdü. Bu, açtığım yeni bir sayfaya intiharla başlamak demekti ve henüz o kadar çılgınca bir düşünceye kucak açmamıştım.

Boğulduğum, nefes alamadığım, artık sınırları bana dar gelen evimde bile bir kaçma fırsatım varken kendimi bu gemiye ve koca denizin ortasına hapsederek o lüksü de almıştım elimden. Şimdi ilk cümlem tekrar hatırlatıyordu kendini: İnsan avuçlarını birleştirip can yakan bir iple kendi elleriyle bileklerine kördüğüm atabilir miydi?

Atabilirdi. Âlâsını bile yapabilirdi.

Nefeslerim içime sığmayıp titreyerek odanın havasına karışırken oturduğum yerden kalktım ve omzumda hâlâ çapraz bir şekilde asılı duran çantamı çıkarıp yatağın bir köşesine bıraktım. Gözlerim odada kısa bir tur attığında çok da küçük sayılmayan kamaranın içinde başka bir kapı daha olduğunu fark ettim. Elimi yüzümü yıkayabileceğim bir yer olmasını umarak oraya doğru yaklaşıp kapıyı araladığımda doğru tahminle içeri girdim. Çok olmasa da biraz karanlıktı burası, sanırım bir penceresi olmadığındandı. Elimi duvarda gezdirerek ışığı bulup yaktım ve sarı spot ışıklar banyoyu loş derecede aydınlattı. Buranın neredeyse bir ev kadar güzel ve şık bir dizaynının olması pek beklediğim bir şey değildi fakat detaylara takılı kalmak yerine lavaboya yöneldim. Soğuk su ellerimin arasından parçalanıp sertçe akarken yüzüme defalarca su çarptım, henüz bilmediğim şeylerin hıncını çıkarıyor gibiydim. Beni kendime getirsin diye ıslak ellerimi göğsümde ve boynumda gezdirdim biraz sonra. Damlalar boynumdan süzülüp göğsüme doğru bir yol tutturduğunda tenim ürpermişti.

Lavabonun sağında duvarda asılı duran kağıt havluyla yüzümü kuruladım. Henüz aynada kendimle göz göze gelmek pek isteyeceğim bir şey değildi fakat saniyelik bir dilimde kendimle çarpışmıştı bakışlarım. Kendi içimde ne hissettiğimi bilmediğim gibi yüzüm de herhangi bir duygunun esiri olmuş değildi. Ben şu an birçok, binbir tonda hislerden ibarettim ve bu karmaşayı bir tek içimde değil tüm hücrelerimle yaşadığıma da o an şahit olmuştum.

Aynadaki hesaplaşmamı uzatmadan tekrar odaya döndüğümde saatler önce karnımı doyurmak için aldığım simit paketini odanın çıkış kapısının birkaç adım önünde buldum. Onu oraya ne ara düşürdüğüm hakkında bir fikrim yoktu. Paketi yerden aldım ve komodinin üzerine bıraktım. Aslında midemde hissedilir bir açlık vardı fakat karşı karşıya kaldığım şeyler hiçbir şey yiyebilecek hal bırakmamıştı bende. Açlığım şu an düşüneceğim son şeylerden biri olabilirdi.

Yüzümü yıkamamın iyi geldiği, soğuk suyun beni kendime getirdiği kesindi fakat biraz daha üzerimdeki ağırlıklardan kurtulmak için hırkamı çıkardım. Sonra yine aynı düşünceyle botlarımı da çıkarıp bir köşeye bıraktım. Gerçek şuydu ki, sanki her şey çok normalmiş gibi hissetmeye ihtiyacım vardı. Sanki tanıdığım bir arkadaşımın evine isteyerek gitmiş, bile isteye evinin bir köşesinde uyuya kalmış, sabah olunca da evime gidecekmişim gibi düşünmek istiyordum yaşadığım bu şeyi. En azından o adam gelene kadar yaşananlara bu şekilde yoğunlaşmam gerekirdi çünkü başka hangi alternatifle kendimi toparlayabileceğimi bilmiyordum. İşimi kolaylaştırmak adına kendime yalanlar söylemem, dahası bu yalanlara bir süre inanmış olmam gerekiyordu.

Derin bir nefes alıp verdim. Bulunduğum gerçeği, o adamın da söylediği gibi özüyle ve doğru bir şekilde kavrayabilmek, bunu kabullenmek safhasına gelebilmek için artık yeterince ayık olduğuna inandığım bir kafayla oturdum tekrar yatağa. Yatağın başlığına yaslanıp dizlerimi kendime çektiğimde kollarım da kendiliğinden sarılmıştı dizlerime. Gözlerim tavanda, ahşap duvarda ve arada sırada rengi koyuya çalmaya başlayan maviye ürkek bakışlar atıyordu. Maviden korkar duruma geldiğime inanamıyordum.

Kamaranın küçük pencerelerinden havanın yavaş yavaş karardığını fark etsem de zamanı kafamın içinde durdurdum ve bugünkü olan biten her şeyi gözlerimin önünde tekrar oynattım. Bu sabah belki de hayatında hiç olmadığı kadar verdiği karara sıkı sıkıya tutunan biriydim. Beni tepetaklak eden kararlarım için yeterince gözü kara ve cesur birisiydim. Bu gücü attığım adımlarda da hissedebiliyordum o vakitlerde. Gün daha doğmadan üstümü giyinip odamın kapısından çıkarken de, sokaklarda bir başıma özgürce dolaşırken de benimleydi, bendeydi o güç. Artık bir şeyleri yoluna koyabilecek olmanın yanında içimde garip bir heyecan da vardı o saatlerde. Sanki yıllardır bu an için yaşamış, bu an için onca şeyi sineye çekmiş gibiydim.

Zaten hayat böyle değil miydi? Bazı yaşanacak olanlar için bazı yaşanamayanlar bilmeden feda edilmez miydi?

Verdiğim karardan pişman değildim, şimdi değilsem hiçbir zaman da olmazdım zaten fakat günün devamında, geldiğim bu noktada nasıl hissetmem gerektiğine karar veremiyordum işte. Aslında pişman mı olmalıydım, endişe mi duymalıydım ya da korkmalı mıydım savrulduğum bu yabancı yerde? Her duyguyu en doruğunda hissettiğim bir günde gerçek bir kovalamacı anı yaşamıştım. Kovalamacanın sonunda galip miydim yoksa mağlup mu? Bu kamarada sıkışıp kalmış mıydım yoksa yeniden mi yaşam bulacaktım?

Dolabımın aynasında son kez kendime bakarken bir süre artık hayatımı bilmediğim duraklarda sürdüreceğimi, asıl evimi bulana kadar dur kalklı hayatta ayakta durmakta zorlanacağımı hatta bazen duramayacağımı, sonra kendimi yine benim ayağa kaldıracağımı biliyordum. Hayatın her anlamdaki zorluğuna karşı kendimi hazırlamıştım, çelik yelekler giydirmiştim irademe ve ruhuma. Belki de bu sadece başardığımı düşündüğüm bir şeydi, belki o kadar da güçlü değildim fakat bu belkilerle de savaşır haldeydim. İradem hiç olmadığı kadar üstündü yaşımın bu zamanlarında.

O zehirli sözcükler ortaya saçıldığında, gözlerim kendi hayatım hakkında görmemesi gereken şeyleri gördüğü anda aslında bu hayatta tek başıma olduğumu anlamıştım. Bir hayat vardı ve tek başına yaşanacaktı. Bunu bu kadar geç öğrenmemse benim aptallığım falan değil, içimde büyüttüğüm hak edilmemiş sevgiler ve bağlılıklardı. Birilerini severdin ve fazla affedici olabilirdin. Birilerine güzel duygularla bağlanırdın ve toleranslarını sen bile sayamazdın.

Zihnimin konuşmaları durmaksızın devam ederken tatlı bir hisle uykuya çekiliyordum yine ve yine. Fakat çok değil saatler önce, yine böyle bir âna kapılıp uyuyakaldığımda kendimi denizin ortasında bulmuştum. Uyumak çok doğru bir fikir sayılmaz gibiydi.

Sahici düşüncelerimin aksine yerimde biraz daha rahat bir pozisyon elde ettiğim anlarda sanki bütün dünya yanmış da hiçbir şey umurumda değilmiş gibiydi. Mantığımın ve düşünmem gerekenlerin aksine tavırlarımda öyle rahatlık, öyle gamsızlık... Şu anki acınası görüntüme akıl dolu cümleler on üzerinden kaç puan verirdi?

Kollarımı göğsümde birleştirip gözlerimi kapattım. Yavaş yavaş uykuya gömülürken elimi tutup beni çekiştiren bir el sırası olmadığını defalarca haykırsa da kendimi kurtaramıyordum o boşluktan. Sadece son birkaç gündür yaşadıklarım da değil, son birkaç hafta fazlasıyla yormuştu ruhumu ve bedenimi. eni rahatlatacak herhangi bir güce karşı sıfır dirençle yaşıyordum bir süredir.

Başım geriye doğru düştüğü anlarda yakınlarımdan gelen bir tıkırtı sesi rahatsız edici nitelikteydi fakat uyanmam için yeterince uyarıcı değildi. Ta ki, o sese kadar...

"Sen böyle yarım saatte bir uyuyacaksan işimiz var seninle."

İnsan bazen uykuya daldığında veya dalacağı sırada sanki bir uçurumdan düşüyormuş hissine kapılarak bir irkilme yaşardı. Bunu bilimsel anlamda bir cümleye döksem farklı şeyler söyleyebilirim belki fakat bir yerde şöyle okumuştum: O an beynimizin yaşadığını, canlı olduğunu unuttuğu bir andı ve bedenimizde bir sıçrama etkisi oluştururdu. Bu bir "ölmedin, yaşıyorsun" çağrısıydı ve bu adam bana tam da bunu hissettirmişti.

Ölmemiştim ve yaşıyordum, evet. Ve kim bilir daha neler yaşayacaktım.

Gözlerimi ovuşturup yerimde hızla toparlandım, odaya düşen adımlarını takip ederek konuştum.

"Günlerdir uyumuyorum derken yalan söylemiyordum."

Elindeki küçük tepsiyi yatağın hemen yanındaki komodinin üstüne bırakıp "Ama..." dedi ve tepsiyi bıraktıktan sonra yatağının ucundaki sürgülü gardırobuna doğru ilerlerken "bu şu anki gerçeğimizi değiştirmiyor ne yazık ki." dedi.

Evet, değiştirmiyordu ve ben ne yapacağımı dahası ona ne anlatmam gerektiğini de bilmiyordum.

Dolabından ne olduğuna dikkat etmediğim birkaç parça kıyafet aldı, işi bitip arkasını döndüğünde yüzüme bakarken sanki yeni bir oluşuma bakar gibiydi. Şaşkın, tuhaf, kararsız... Dana ne kadar gri hisler varsa işte. Gözlerimin birebir yansımasını onda da görebiliyordum ve durumun onun için de benim için de beklenmedik bir şey olduğunu bildiğimden normal karşılıyordum bana takılı kalan bakışlarını.

Çenesiyle az önce yanıma bıraktığı sandviç ve suyu işaret etti. "Açsındır, ben çıkana kadar bir şeyler ye. Geliyorum birazdan." dedi ve banyoya girip kapıyı kapattı.

Banyoya girdiğinde sandviçe uzandım ve istemeye istemeye bir ısırık aldığımda aslında bir şeyler yiyebilecek halimin olduğuna karar verdim. Gerçekten ve her anlamda sefil durumda olmamı daha fazla zora sokmayacaktım. Sabahki kovalamacanın hemen öncesinde ağzıma attığım bir lokma simitle duruyordum ve öncesindeki geceyi de aç geçirdiğimi hesaba katarsak, benim için bulunmaz bir nimetti bu. Acaba midemin isyanlarını duyup da mı böyle bir şeyi akıl etmişti yoksa sadece insani, düşünceli bir hareket miydi?

İlk düşüncem biraz yüz kızartıcı olsa da şu an bunun ne onun için ne de benim için bir önemi vardı. İkimizi de tutup saçma sapan bir olayın ortasına sürüklemişken hangisi beni daha çok utandırır hesabına girmeyecektim çünkü her şeyi gözden geçirdiğimde sonunda çuvallayabileceğim çok seçeneğim vardı.

Benim bardağımı taşıran şeylerin cezasını başka birinin hayatına kesmişim gibi bir his damarlarımda yakıcı bir can suyu gibi ilerliyordu ve bu ruha zor gelen hisler içinden tek başıma çıkabileceğim türden değildi. Sadece kendime değil başka birisinin hayatına da zarar veriyormuşum hissi hastalıklı bir boyuta ulaşmaya başladığında artık bir an önce konuşalım ve ne olup bittiğini, ne olacağını ikimiz de bilelim istiyordum.

Sandviç bittikten sonra ellerimi tepsiye hafifçe silkeledim ve suyun da hepsini bitirdim. Artık açlığım beni rahatsız etmeyecek dereceye gelmişti fakat zihnimi rahatsız eden şeyler hâlâ yerli yerindeydi.

Suyun sesi kesildi ve genç adamın - adını hâlâ bilmediğim için böyle adlandırmak şimdilik mantıklı gelmişti - biraz sonra tekrar odada olacağı düşüncesi beni istemsizce telaşlandırmaya başladı. Onunla bazı şeyleri açık açık konuşacağımız düşüncesiydi beni heyecanlandıran ve gerçekler, bu gerçeklere verilebilecek tepkiler beni tedirgin ediyordu. Tanımadığım bir adama karşı böylesine bir zorunlulukta olmam sıkıyordu canımı fakat kendimi bu noktaya getiren de bendim sonra tutup bunun getirdiklerinden şikayet eden de bendim. Hayatım boyunca ilk defa kendimle bu kadar çelişir vaziyetteydim ve bunun içinden yüzde kaç sağ kurtulabilecektim bilmiyorum. Tahminlerimde çok da iç açıcı olamıyorum.

Birkaç dakika sonra banyodan gelen saç kurutma makinesinin sesiyle yerimde toparlandım. Hırkam ve çantam yatağının ucunda dağınık bir görüntü oluşturmasın diye onları da yanıma aldım. Odada gereksiz bir yayılmaya mahal vermemek için yatakta sadece bir yere konumlandım ve bu gemide kapladığım alan sadece yatakta oturduğum yer kadardı. Fazlasını şimdilik göze alamadım.

Banyonun kapısı açıldıktan saniyeler sonra artık odadaydı ve adımlarıyla birlikte siyah hırkasının fermuarını yarıya kadar çekmişti. Bu yabancının sadece öylece durarak bile bana uyguladığı psikolojik üstünlükle birlikte istemsizce şu an uyuyor olmayı diledim. Tabii bu artık korkaklığa giriyordu ve korkakça olmasını dışında, artık çok geçti.

"Hayret, bu sefer uyumuyorsun." diyerek yüzüne uğramayan bir muziplikle dalga da geçti benimle. Onun sınırları içindeyken cümleler üzerinde daha az hakimiyet kurmam gerektiğini düşündüğümden bu cümlesini sessiz kalarak geçiştirdim. Açıkçası cevap vermek istesem dağarcığımda ona karşılık gelen bir cümle henüz oluşmamıştı.

Banyodan bulunduğumuz odaya doğru ferah bir koku yayılıyordu. Koku odaya dağıldıkça daha çok içime çektim ona belli etmeden ve onun varlığıyla birlikte bu koku daha çok yakınlarımda gezinmeye başladı. Öyle ki koku bile koca bir denizin ortasında olduğumuzu kanıtlıyordu. Keskin bir deniz kokusuyla birlikte sanki daha biraz önce yağmur karışmıştı havaya. Yağmur ve deniz kokusunun karışımı bir şeydi soluduğum bu güzel koku ve gözümü kapatıp birkaç saniye bu havayı solutan bir tadı vardı.

Algılarım başka kanallarda oyalanırken o herhangi bir söz söylemeden yatağın çaprazındaki çekmeceli dolabın önünde yere oturup sırtını dolaba yasladı. Dizlerinden birini kendine doğru çekip sağ kolunu dizine yasladı ve artık konuşmamız gereken o anın geldiğini anladım.

Gözlerinde gerçeği duymak isteyen meraklı bir ifade vardı fakat yine de sakindi bakışları. Bir şeyleri anlamaya, anlam vermeye çalıştığı bariz ortadaydı. Karşımda benimle aynı hisleri taşıyan birinin olması içime ferahlıklar serpiştirmişti bir an için. Benimle empati kuracak, belki de ben kendimi ifade etmekte güçlük çekerken beni gerçekten anlayabilecekti. Bu düşüncenin ütopik bir fikir olmamasını dileyebildim sadece.

Konuşmayı ya da sorular sormayı onun başlatacağını düşündüğüm halde, günün aymaya yakın saatlerindeki cesaretimin, gözü karalığımın ne kadarının eriyip gittiğini merak ettiğimden üzerinde hiç düşünmeden herhangi bir soru sordum.

"Beni ne zaman fark ettin? Saat çok geç oldu mu?"

Nasıl da savrulmuş ve bir o kadar her yerdeydim ama! Bedenim şimdi bu odanın bir köşesine sinmişti fakat ruhum ve hissettiklerim bu kamaranın dışında, hatta bu gemiyi bile aşkın yerlerde kaybolmuş gibiydi. Bir karmaşa anında okyanus, deniz ve mavi beni yabancı bir dünyaya savurup bana tek başımalığımla meydan okuyordu sanki. Beni kendime yabancı hissettiren bu iç ürpertisini ben fark edebilirdim, beni görüp izleyen yaratıcı fark edebilirdi, şu an kalemi elinde tutan kişi de fark edebilirdi fakat o, bu halimden bihaber sakinlikle karşımda oturuyordu sadece. Bazı şeyler kendimi avuttuğum cümlelerden de zor olacaktı benim için. Saatler üstüne birine karşı kurduğum tek bir sesli cümleyle karar vermiştim buna ve alışkanlıkların olduğu gibi, boş avuntular da bazen ölüm gibiydi.

Zihnimde bir kaybolup bir görünen belli başlı sorular vardı fakat onları doğru bir süzgeçten geçirip soru sorabilme yetilerim ne ara zayıflamıştı bilmiyorum. Düştüğüm durum beni bir yerlere sürüklerken benden bir şeyler de mi götürüyordu? İşte bu korkunç göründü gözüme.

"Saat akşam sekiz olmak üzere." dedi ve kurduğu cümle beş kelime kadardı. Beni ne zaman fark ettiğine dair herhangi bir cevap vermemişti, belki o da farkında değildi bunun ya da sadece bu kadarına cevap vermek istemişti. Kafam karmakarışıktı. Yüzünden bir sürü ifade okuyabiliyordum fakat hangileri sahici bilmiyordum. Ya da sahici duygu geçişlerinden bahsedebilir miydik şu an için? İlk defa gördüğüm insanlar hakkında bile kafamda belli başlı fikirler oluşurken şu an onun hakkında tek bir harfe karar veremiyor olmak işkence ediyordu bana.

Mahcup ve ufak bir güler yüzle yüklemi içinde kaybolmuş bir cümle kuracağım sırada, ipini koparan tahminlerimi alaşağı edip şimdilik herhangi cevapsız bir soru bırakmadı ortada.

"Açılmadan önce, bir iki saat kadar işim vardı Marmaris'te. Diğerleri de yoldaydılar limana doğru. Sen de o sırada Yakamoz'a atladın tahminen."

Konuşmasına devam edecek gibi bir hali vardı fakat daha birkaç cümlede başka başka sorular türemişti kafamda. Yakamoz şu an içinde bulunduğumuz gemiydi, burası tamamdı fakat diğerlerini kastederken neyden bahsettiğini anlamamıştım.

"Diğerleri derken... Başkaları da mı var gemide?"

Sol kaşı alnına doğru hafif bir kavis kazanırken beni doğruladığını belli eden şey başını ağır ağır aşağı indirip kaldırmasıydı.

"Ben hariç, üç kişi daha var. Ne o, Akdeniz'de bir yelkenlide yalnız olmamızı mı beklerdin?"

Yalnız olmadığımızı, bu gemide - yelkenlide - tanımadığım sadece o değil üç kişi daha olduğunu öğrendiğimde bunların kaslarımı daha da gergin hale getirip artık bir taş duvar gibi hiçbir yeni gelişmeye tepki veremeyecek duruma geldiğim halde, bir de yanından yöresinden geçmediğim anlamlara karşı savaşmak zorundaymışım gibi hissettiriyordu. Sorumdan çıkartılabilecek en makul anlam bu muydu?

"Elimde olsa ayağımın toprağa bastığı bir yerde olmayı dilerdim ama..."

Verdiğim birkaç saniyelik esler derin bir nefes alıp kendime sitem etmek üzere hazırlıyordu aslında ruh halimi. Sonra ellerimle yüzümü ovuşturup sanki bütün öfkem onlaraymış gibi dişlerimi sıktım ve bir fısıltı halinde "Ne yaptım ben böyle?" diye döküldü dudaklarımdan kırık birkaç sözcük.

"Bu kendine sitemlerin bizi tutup da saatler öncesine götürmez." dedi ve bakışlarında farkındasın değil mi dercesine soru işaretleri oluştu.

Onu anladığımı bir çocuk gibi kafamı sallayarak belli ettim ve elim çenemde yaslı bir şekilde dururken cümlesine devam etmesini bekledim.

"Kaçarken, seni kaçmaya sürükleyecek şeyler yaşamışken her şey normaldi ama saklandığın yerde kısılı kalmak sana zor geliyor, öyle mi?"

Bir insanın beni tanımayarak kurduğu bir cümle ancak bu kadar haklı olabilirdi fakat hayatım üzerindeki endişelerim bu kadar kısa bir sürede olgunlaşamadığından henüz bulunduğum duruma hangi açıdan bakmam gerektiğine dair bir doğru da oluşmamıştı kafamda.

"Göze aldıklarım arasında koca bir denizin ortasında kaybolacağım ihtimali yoktu, tahmin edersin ki..."

Yüzünün yavaş yavaş ifadesiz bir hal alması beni anlayışlı bir tavırla dinlediğini hissettiriyordu fakat bu yine de üzerimdeki yüklerden bir gram kurtulmama yardımcı olmadı . Gerginliğimin, hissettiremediğim - belki de hissettirmediğimi sandığım - endişelerimin dışında odanın içinde pek bir duygu hakim değildi.

Alt anlamlarında bana inanmasını dilediğim bir cümle dökülmek üzereydi dudaklarımda. Çünkü bunun aksi olsa, vereceğim cevaplara inanmasa, benim başka başka amaçlarla burada olduğumu düşünse bunun aksine onu nasıl ikna edebilirdim bilmiyorum. Bunun bana getireceklerini düşünmek dahi istemiyordum.

"Emin ol bu sabah evimden ayrıldığımda amacım kendime yeni bir hayat kurabilmekti. Başkasının hayatına dert olmak değil."

Hayatım hakkındaki şeyleri, onun dışında aynı zamanda kendi yüzüme de vurmuş sayılırdım ve bu beni çaresiz hissettirmişti. Kendime çare olmak için çıktığım yolda baştan kaybetmişim gibi bir hisse neden olmuştu bu cümlelerim ve zordu. Şu an her şey, her his, her gerçek cümle, ben, hatta o bile... Zordu. Koca bir zorluğun içinde kıvranıp durduğumu hissettiriyordu.

"Henüz bir dert olup olmadığına karar vermedim."

Yerinden kalktı, biraz önce içip bitirdiğim su bardağını yatağın diğer tarafındaki sürahiye ulaşarak doldurdu ve bardağı tekrar yerine bırakıp az önce oturduğu yere geri döndü.

Yüzündeki umut dolu ifadeyle küçük bir kız, zihnimde tekrar etti cümlesini: Henüz bir dert olup olmadığına karar vermedim.

İçimdeki korkuyu körüklemeyen sözleri ve insani tavırları, sessizce yaşadığım karmaşayı dağıtıyordu ve bunu bilerek yapıp yapmadığını merak ediyordum. Sakinlik ve endişeli olma ruh hali arasında lanet bir git gel içerisindeydim ve saniyelerin arkasına ötelediğim şeyler artık benim de canımı sıkmaya başlamıştı. Konuşmak, anlatmak, anlaşılmak ihtiyacı hissediyordum. Abim ve kız kardeşimin böylesine bir muhtaçlıkla yanımda olmalarını isteyecek kadar delirdiğim başka bir anı daha hatırlamıyordum. Canım kıymetli bir yerinden onlar için ufak ufak yanmaya başlamıştı bile.

Başını yumruk olmuş sağ eline yasladı ve tüm dikkatini gözlerinde topladı. Bakışlarının beni germesi gereken yerde ne ara bir boş vermişlik hissi zihnime hakim olmaya başlamıştı bilmiyorum. Yatağın başlığına yaslandım ve yastıklarının birini kucağıma çektim. Her an beni izlediğinin de farkındaydım fakat bu üzerinde durmak istediğim küçücük bir detay bile değildi. Yaşadıklarım ve yaşayacaklarım hakkında elle tutulur şeyler istediğim sürece kendimi hayatın olağan akışında saymak mecburiyetindeydim, tıpkı bir süre daha kendime yalanlar söylemek mecburiyetinde olduğum gibi.

"Şimdi..." diyerek söze girdim fakat cümlemin devamı niteliğindeki kelimeler beynimde bir ip yumağı gibi durduğu için ucunu yakalayamadım ve onlar kendiliğinden bir araya geldiler.

"Biz, Muğla'da yaşıyoruz, ailem Muğla'da yani. Ben avukat bir adamın kızıyım. Hatta dedem, abim, tanıdığım çoğu büyüklerim... Hepsi hukukçudur."

Gözlerini kısarak baktığında yeni bir imanın veya yanlış anlaşılmış cümlelerime verilecek bir dokundurmanın geleceğini artık anlayabiliyordum.

"Endişe etmeli miyim bu durumdan?"

Yüzümde baygın bir gülümseme oluştuğunda aslında böylesine bir endişeye kapılmadığının ikimiz de farkındaydık.

"Hayır, demek istediğim o değildi. Aslında sen değil endişe eden benim, endişe etmesi gereken benim. Çünkü bizi anlamaya çalışmayan, anlasa da bizim düşüncelerimizin, kararlarımızın umurunda olmadığı bir adamın kızıyım. Ve inan beni anla istiyorum, sadece yanlış anlama diye elimde olmadan cümleleri biraz savruk kullanıyorum sanırım."

Gözlerindeki ön yargılar dağılıp ortadan yok olur gibi silindi, samimi bir anlayış doldurdu onun boşluklarını ve bu onu tam anlamıyla zararsız kıldı gözümde. Belki de erkendi bu düşünceler için ancak şu an hissettiklerim ne eksin ne fazla, bunlardı.

"Kaçtığın yerdeki endişeleri bir kenara bırak ve eğer bu seni biraz daha rahatlatacaksa şu an seni ve bu yaşadığımız şey her neyse, gerçekten anlamak isteyen bir adam olduğumu söyleyebilirim."

Tam bu anda, hayatın bana iyi davranırken bile nankör olabileceği gerçeği elini kolunu sallayarak içime oturmuştu. Yüreğimden ufak ufak gözyaşları sızmaya başladığında beni tanımayan bir adam beni anlamak istediğinden bahsediyordu yirmi dört yıllık yaşamımda annem ve babam buna yeltenmemişken bile. Şu an istediğim buydu ama aslında bu değildi. İnsanın ailesinin açtığı bir yarayı yabancı bir adam gelip nasıl bilmeden deşebilirdi?

Ona hayatında kimseye minnet duymamış birisi ilk defa nasıl minnet duyar sorusunun cevabı gibi baktım. Dürüstlüğün benden bir şey götürmeyeceği gibi bana zarar da vermeyeceğine inanarak gözlerimi kapatıp, başımı arkaya yaslayıp kendi kendime konuşuyormuş gibi bir ruh haliyle konuşmaya başladım.

"On üç gün önce, bugün dahil on üç gün önce iki ay sonra bir tarihte artık evli bir kadın olacağımı öğrendim. Adını bilmediğim, yüzünü bile hatırlayamadığım bir adamdan içinde benim de olduğum balayı planlarını dinledim. İleride benim adımla yapılacak olan sözleşmeleri, babamın avukatlığını kullanarak saçma sapan adamlarla yapacağı işlerde adımın geçtiği dosyaları... Daha hatırlayamadığım onca saçmalık dolu belgeleri gördüm, okudum. Benim gibi tek düze yaşayan bir insanın aklının alamayacağı şeylerdi. O an, hayatım sanki iki ay sonra tepetaklak olacakmış ama şimdiden bu gerçekleşmeye başlamış gibi hissettim. Bir yıkım gibi, ailesi tarafından yıkılmış gibi..."

"Nasıl öyle olmasın ki? Bu dünyada insanın ailesinden daha değerli, can damarı gibi daha önemli bir şeyinin olduğu hiç düşünmedim. Hâlâ da düşünmem. Onlar senden bir şey istiyorsa, bu öyle olması doğru olduğu içindir, sana fayda sağlayacak olan o olduğu içindir ve ben hep bu düşünceye bağlı yaşadım. Aklımın ermediği, anlayamadığım şeyler de yaşandı ama irdelemedim bir yaşa kadar."

Konuşmalarım gittikçe sesli monoloğa dönüştü ve öylesine sorduğum sorulara durup cevap vermişliğim de oldu. Sanki bu yabancı adam değil de annem ve babam karşımdaydı, onlara yıllardır uyguladıkları davranışların, psikolojik savaşların beni nasıl bir noktaya getirdiğini anlatmaya çalışıyordum. Bu ihtiyaçla yanıp tutuşuyordum sanki çünkü artık anlamak, anlamaya çalışmak değil, anlaşılmak istiyordum.

"Yaşadığım şeyin psikolojik bir baskı olduğunu anladığımda on yedi yaşındaydım. Bir akşam vakti odamda ders çalışıyorum, odamın kapısı çalındı ve babam kapıdan başını uzattı. Ne yaptığımı, nasıl olduğumu soruyordu ve yüzünde bir gülümseme vardı. Onu tanıdığım için bu gülümsemenin saf duygular beslemediğini o an anlıyordum. Daha küçüktüm ama insanları bakışlarından tanıyabilmek için yeterince büyümüştüm."

Kısa ve zihnimi dinlendirecek kadar nefesler verip arada bir elimdeki bardaktan birkaç yudum su alıyordum. Başımı iki yana sallayıp tekrar dank eden gerçeklere karşı hayal kırıklıklarıyla dolu bir iç çektim.

"Ders çalışmam, ilgi duyduğum şeylere yönelmem, ileride şunu yapacağım gibi hayallerim ona hep gülünç gelirdi. O zamanlar bu ne kadar üzse de sadece babamın beni küçümsediğini düşünürdüm, her şeyi yapmaya, birçok şeye sahip olmaya imkanım varken böyle planlar kuruyor olmam herhalde ona komik geliyor sanırdım. Meğer öyle değilmiş. Ben bir şeyler için çabalarken benim hayatım üzerindeki planları zaten kafasında belliymiş ve o her şeye kendince bir yol tutturmuşken benim nafile çabalarım ona tabii ki komik gelecekti."

Bir insan kendi yaşamında nasıl küçük düşer, nasıl küçük düşürülür bundan bahsediyordum ve bunların hissettirdiği sancılı hislere öyle bağışıklık kazanmıştım ki, şu an bu konuştuklarım beni üzemiyordu bile. İçimi burkan bir noktası hep vardı fakat bu böyleydi. İpleri her zaman sıkıca elinde tutan bir adamın kızı olmak bir zaman sonra böyle hissettirirdi.

"Bu anlattıklarının tek çıkar yolu, kaçmak mıydı senin için?"

Bazı fikir birlikleri ikimiz için de bir noktada buluşsa da muhtemelen hayatında böyle bir durumda olmamış, bunun gibi zorunluluklar onun sokağından geçmemişti.

"Yaşamlarında hep keskin ve köşeli çizgiler etrafında nefes alıp veren insanların içinde büyüyünce, yaptıkları, sahip oldukları işleriyle bir de o çizgilere demirden duvar ördüklerinde bir zaman sonra benim gibi bu noktaya geliyorsun. Kaçarken buluyorsun kendini."

Bir şeyleri yaşamak, tecrübe etmek, o derdin içinde nefes alıp vermek ayrı zordu; birisi gelip sana hadi anlat dediğinde o zorluğu kelimelere dökmek ayrı zordu.

Başımı iki yana salladım. Beni gerçekten anladığını hissedebilmek için saatler sonra gözlerine ilk defa bu kadar yoğun baktım.

"Kolay değildi. İnsan en çok kimden yara alıyorsa en zor da ondan vazgeçiyormuş. Bu ne kadar beni mahvetse de bu sabah odamdan çıkarken anladım bunu."

Birkaç dakika süren bir sessizlik yaşandı ve o an kafasında neyi ölçüp biçtiğini bilmeyi çok istedim.

"O zaman sen de bir avukatsın desene."

Bu sefer söylediği şey gerçekten komik geldiği için güldüm ve bu beni keyiflendirdi.

"Beni tanıyor olsaydın bunu söylemezdin işte."

Ufak bir kıkırtı döküldüğünde dudaklarımdan sol kaşı "Allah Allah" dercesine havalanmıştı ve onu yanıltmış olmak sanki bana karşı duyulan ön yargılardan birini de olsa kırmışım gibi hissettirmişti.

"Tercih sonuçlarımı gördüğümde tamam dedim Alina, kaçışın yok herhalde. Öyle ya da böyle bu adam sana hukuk bölümünü okutacak. Biraz zaman geçti, sonuçlardan evdeki herkesin haberi var tabii ama kimse ses edemiyor. Ne bana bir şey söyleyebiliyorlar ne de tercih sonucumun hukuk olarak çıkmasına bir açıklama yapıyorlar. Neyse dedim, sakin ol. Elbette hukuk okumayacaktım çünkü. Kayıt tarihlerinin son günü girdim siteye. Baktım kaydım yapılmış, ilk yılın ücreti yatırılmış. Bir dilekçeyle hemen kaydı sildirdim, içeride bir miktar parası yanmış umurumda olmadı. Hatta belli bir miktarı bana geri ödediler. Ben de parayla gittim kedi köpek maması aldım, bütün gün sokak hayvanlarını besledim."

Uzun uzun anlattıklarım yüzümde ve yüzünde içten bir gülümseme oluşturdu. Cümleler dökmedi fakat "İyi yapmışsın." der gibiydi ya da ben arkamda beni destekleyecek insan arar olmuştum. Artık her neyse... Yaptığım şeylerin sorgulanmadan, yargılanmadan böyle samimi bir şekilde karşılık bulması kaybolduğum yerde bile beni mutlu edebilecek şeylerden biriydi çünkü çocukluğum, yarı gençliğim mahkeme salonlarında akıp gitmiş gibiydi. Şimdi otuzlarıma altı sene kalmıştı ve ondan sonra da yavaş yavaş yaşlanırdım zaten. Bu saatten sonraki hayatımda başka beyin, başka fikir, başka bir yaşam yoktu. Ben ve benim yolum vardı ve lanet mi gitsin hayır mı olsun bilmiyorum ama o hayata kaybolarak başlamıştım bile.

"Ama onlar bu yaptığını senin gibi sakinlikle karşılamadılar galiba?"

Dudaklarımı sıkarak başımı salladım ve ona "Herhalde yani" dercesine bir bakış attım.

"Yıllardır hayali, amacı, planları hep bizim onun yolundan gitmemiz üzerineydi. Bunu bir baba olarak istemesini bir yere kadar anlayabilirim ama ipin ucu kaçmaya başlamıştı artık. Çoktan geçiyordu hatta. Güler yüzle, çatık kaşla ya da türlü küçük oyunlarla istediğini bir yere kadar yaptırabilirdi."

Elimi saçlarımın arasından geçirdim ve boynumdaki kolyeyle oynamaya başladım.

"Çıldırdı tabii. Bir sürü bağırışmalar, kavgalar, nasıl yaparsınlar..." Güldüm ve "Gerçekten bana nasıl yapabilirsin diyebildi biliyor musun?" dedim. "Sonucu gördükten sonra bu cümleyi ona ben bile kurmamışken o bunu diyebildi. Bu da çok ağrıma gitti ama tek bir laf etmedim ona."

Dakikalardır ailemle yaşadığım şeyleri anlatmaktan yorulmuştum ve artık bunlardan daha fa bahsedip uzatmak istemiyordum.

"Her neyse... Bir şekilde duruldu ortalık ve o seneyi tamamen tekrar sınava hazırlanarak geçirdim. İstediğim bölümü kazandım, okudum, mezun oldum. Tabii bu süreç beni hukuk bürosundan tamamen koparmaya yetmedi, ara ara çok önemli gördüğü duruşmalarını gelip izlememi, takip etmemi sağlıyordu. Herhangi bir sebepten şirkette bulunduğum zamanlarda bu hoşuna gidiyordu, her an fikrimin değişebileceğini düşünüyordu ama yanıltmıştım onu. Hayatımda bir kez olsun kendi istediğim yolda gidebilmiştim."

İstediğimi başarmış olmanın yorgun mutluluğu yüzümde yer edinirken başımı omzuma doğru yatırıp ona bakmaya devam ettim. Kafasında bir şeyleri oturtmaya çalıştığı belliydi ve bana sorulacak olan sorunun dudaklarından dökülmesini bekledim.

"Orada mesleğini yapmıyor muydun? Demek istediğim, bu kadar tartışmaya girip sonunda başardığın bir şeyi de harcamış olmadın mı?"

Yüzümde yine bir gülümseme oluştu. Bu gece birçok kez yüzüm bu gülümsemeleri misafir etti fakat hepsi farklı anlamlardaydı. Kırgınlık taşıyan da vardı özlemler barındıran da... Bazı anlarda düştüğüm duruma da gülmüştüm bazen isimsiz tebessümlerim de olmuştu. Tıpkı son söylediğine karşı güldüğümde, buna da bir isim verememem gibi.

"Okulum bittiğinde tercümanlık sertifikam da vardı elimde. O da bunu kullanarak bölümümle ilgili başka herhangi bir şeye yönelmeme fırsat tanımadan ailemizin hukuk şirketine yabancı davaları için tercüman olarak işe aldı beni. Normalde benim yaptığım yeminli avukatlar zaten yapabiliyorlar fakat yine her şeyi kendi istediği gibi şekillendirecek ya... Öyle ya da böyle o hukuk şirketine girdim yani."

Dakikalarca bana baktı öylece. Ne düşündüğünü kestiremiyordum, anlattıklarıma inanmamış da olabilirdi ya da bütün her şeyi tek tek kafasında geçiriyor da olabilirdi. Belki de bana acıyordu kaçtığım için, bunu da bilmiyordum fakat herhangi bir şey daha söylemedim, daha fazla konuşmadım. Bu kadarı yeterliydi. Bir durgunluk hissi beni kontrol etmeye başladığında ayağa kalktı ve sakince hırkasını çıkarıp yaslandığı küçük çekmeceli dolabın üzerine bıraktı. Sonra etrafa kısaca bakıp kapıya doğru yöneldiğinde odadan çıkacağını anladım. Herhangi bir söz etmeden gidecek miydi?

"Nereye?"

Dilimi tutamadan bir anda ağzımdan kaçar sorum beni de şaşırtmıştı ve bunu "Bir şey söylemeyecek misin yani?" diyerek düzelttim.

Kapının önünde duraksadı, herhangi bir anlama esir etmediği bakışları yüzümdeki tedirgin ifadede dolaşıyordu. "Ne söylememi isterdin?" dedi. Ondan hangi cümleyi duysam ferahlardım, içime su serpilirdi ben de bilmiyordum. Şu noktada bilmem çok güçtü zaten.

"Bir süre bizimlesin, şimdilik idrak etmemiz gereken tek gerçek bu. Anlattıkların, yaşadığın şeyler... Bunlar hep detay, sebepler ya da kader. Ne isim verirsen artık."

Derin bir nefes verdi ve ellerini ensesinden geçirip elini kapının koluna yasladı çıkmaya hazırlanır gibi.

"Anlattın ve ben de dinledim. Nasıl anlattıysan öyledir diye düşünüyorum çünkü bana yalan söyleyerek herhangi bir menfaat sağlayabileceğin bir durum da söz konusu değil. Sonuç olarak bir şekilde buradasın ve bir süre daha burada olacaksın."

Mantık şu an benden ne kadar uzaksa o kadar güçlüydü ve bu adamın dilinden dolu cümleler akıyordu. Hayatta gerçekten bir şeye çare olunamayacaksa o da bu andı. Kaçarı olmayan bir yola girmiştim artık.

Başka bir söz söyleme gereği duymadan - ki zaten bunun üzerine herhangi bir harf israf etmeye gerek yoktu- kapıyı açtığında son bir şeyle sesim yükseldi ve "Bu arada, adın ne?" diye konuştum.

Başını çevirip gözlerime baktı, sonra kolyeme düştü bakışları ve tekrar gözlerimle buluştu.

"Alphan..." dedi. "Memnun oldum."

Ve sonra beni kamarada yalnız bıraktığında sessizce tekrar ettim adını.

"Alphan..."

***

 

DEVAM EDECEK...

Loading...
0%