
- OKYANUSA SIĞINAN KUŞ -

Bölüm Şarkıları:
CanOzan - Deniz Kabuğu
DDKT - Korku
Hollow Coves - Coastline
Aurora - Runaway
***
🌊
Düzen bir anda tepetaklak olduğunda ayakların hâlâ yere basıyor muydu yoksa rüzgarın seni bir yere kondurmasını mı bekliyordun?
Sadece izliyor muydun hayatı ya da değişim için yeni bir adım atmış mıydın bile?
Hayatımda aniden birçok şeyi değiştirdim ve bütün temel ya da derin hisleri artık daha yoğun yaşar haldeyim. Birkaç gün önce belki de bende yaprak kıpırdatmayacak gündelik hisler, karnımın boşluğunda artık beni kıvrandıran bir güce sahip fakat kötü hissettirdiklerini de söyleyemezdim. Beni her anlamda güçlendiren sağduyulu bir yanı var bu yeni yerlerin, yeni hislerin ancak bazı zamanlar tedirgin hissettirmiyor da değil.
Sevgili günlük, bugün Yakamoz'da üçüncü günüm ve evimi bilmem ama burada işler şimdilik yolunda görünüyor.
Dün gece Alphan'la olan sohbetimizden bir süre sonra kamaraya geri dönüp uyumuştum. Sabaha karşı Alphan'ın odaya geldiğini hayal meyal hatırlıyordum, oldukça sessiz hareket ediyordu. Aynı ortamı paylaştığı - hatta aynı yatağı da denebilir - hiç tanımadığı bir kadına karşı saygılı ve ölçülü davranıyordu. Herhangi bir bakışında, sözünde uygun olmayan bir vurguya henüz rastlamamıştım. Bunun tedirginliğini ilk gün daha yoğun yaşasam da şimdiye kadar bana karşı rahatsız edici hiçbir davranışı olmamıştı. Bu anlamda da hayatta o kadar insan varken tam ne yapacağımı bilmediğim bir zamanda ona rastlamış olmam, düşününce büyük bir şans gibi geliyordu.
Uyandığımda saat daha ona gelmemişti ve Alphan hâlâ uyuyordu. Sessizce kalkıp kişisel işlerimi hallettikten sonra odadan çıktım, yelkenlide aynı zamanda mutfağın olduğu küçük oturma alanına ilerledim ve diğerlerinin de kısa bir süre sonra uyanacağını hesap ederek kahvaltıyı hazırladım. Kısa bir süre sonra Uras ve Alphan hariç herkes kahvaltı masasındaydı. Yemek faslı sakin geçmişti, arada ufak sohbetler de etmiştik Genco ve Paşa amcayla. Alphan'ın olmadığı bir ortamda başta onlarla yalnız kaldığım için biraz gerilsem de çabuk toparlamıştım bu durumu. Alphan'la da bir yakınlığım yoktu fakat buraya geldiğimde kendimi onun odasında bulmam, onunla aynı kişisel alanı paylaşıyor olmam, hatta kıyafetlerini bile kullanır durumdayken Alphan diğerlerinden daha farklı bir konumda duruyordu benim için.
Hemen hemen bir saattir güvertede oturuyordum. Paşa amca yine bir köşede bir şeylerle ilgileniyordu. Genco'ysa aşağı yukarı yirmi dakika önce güvertedeki masaya kurulmuş fotoğraf makinesiyle ilgileniyordu. Bir şeyleri söküp taktığını görmüştüm, hatta şu an lens diye tahmin ettiğim parçayı temizliyordu. Bir süredir onu izliyordum, o da bunun farkındaydı ve bir şey demiyordu. Onu dikkatli bakışlarla izlerken sanırım onu rahatsız etmiyordum.
Hava güneşli ve oldukça rüzgarlıydı. Alphan'ın dediği gibi açık denizin rüzgarı karadakine benzemiyordu ve yine üzerimde üşümeyeyim diye giydiğim onun hırkalarından biri vardı. Bir süredir denizi seyrederken Uras "Günaydın" diyerek ortama giriş yapmıştı. Sesinde biraz kırgınlık vardı ve genel enerjisine pek yansımasa da hasta olduğu sesinden belli oluyordu.
"Günaydın, geçmiş olsun." diyerek onu selamladım. Bu sırada Uras, Genco'nun ne yaptığına üstünkörü bakıp ona da selam verip sonra yanıma oturdu.
"Dua et de sana geçmiş olmasın." dedi ve sırıtarak bana sarılır gibi yaptı. Oturduğum yerde ondan biraz daha uzaklaştım, "Ben de nöbet tutmamak için kesin bizi kandırıyor bu demiştim, günahını aldım, tüh." dedim.
Bir şaşkınlık yaşıyormuşçasına alnı gerildi, "Sen gece ateşler içinde yan, kız gelsin numara yapıyorsun desin." dedi. Dudaklarını sıkarak vay be dercesine başını salladı. Burun kemerini sıkarak alınmış gibi yapmayı da ihmal etmedi. Girdiği bu çocuksu tavırlar beni güldürmüştü, "O potansiyel var ama sende kabul et." dedim yüzümde haklı bir sırıtışla.
Kolunu oturduğumuz koltuğun başlığına yasladı, oturuşu daha rahat bir hâl aldı ve "Haklısın şimdi yiğidi öldür hakkını yeme." diye böbürlendi de kendiyle.
"Burada yiğit sen mi oluyorsun?" dedim yiğit kelimesini vurgulayarak. Onunla uğraşmak eğlenceli gelmeye başlamıştı.
"Beğenemediniz galiba prenses?" dedi büyük büyük mimikler kullanarak. Açıkçası bu coşkulu tavrı ona yakışıyordu, sanırım onu Uras yapan yanlarından biri de buydu; hep anda kalıyor ve tepkilerini olduğu gibi yaşıyordu.
Son cümlesini gülerek geçiştirdiğimde bana kısık gözlerle tehditkâr bir şekilde bakmaya çalıştı fakat sonunda galip gelen bendim ve o da benim gibi gülümsedi.
Uras'la aramızda böyle küçük atışmalar geçerken Alphan'ın bulunduğumuz yere doğru geldiğini fark ettim. Genco'nun kurulduğu masanın bir ucuna eğreti bir şekilde oturdu, Genco'nun yaptığı işi takip ederken Uras'a hitaben "Senin hastalık bir gecede geçti galiba? Sesin aşağı kadar geliyor." diye konuştu. Cümlesi bittiğinde bize doğru dönüp sorgularcasına bir göz kırpışı da ihmal etmedi.
Uras yanımdan kalktı ve Alphan'a doğru ilerledi, "Gece nöbetinde bir doktora denk geldim, abi adamın eli bir hafif bir şifalı sana anlatamam." dedi. Uras'ın cümlesiyle Alphan'a baktığımda yüzünde belli etmemeye çalıştığı bir gülümseme vardı ve kendini rahat bıraksa güzel gülüyordu aslında. Neyse ki bu görevi Uras üstlendi ve Alphan'ın yanaklarını kabaca iki yana çekiştirdi. Alphan Uras'ın kollarından tutup iterek onu kendinden uzaklaştırdı ama Uras küçük çaplı komedisinden vazgeçmemişti.
"Alina, bizim gerçekte öz kardeş olduğumuzu biliyor muydun?"
Genco bu duyduğuna başını iki yana sallayarak hafif bir kahkaha attı, kaşlarım hayretle alnıma yükseldiğinde "Gerçekten mi?" diye soracakken Alphan "Yok öyle bir şey." deyip bana sahiden buna inandın mı bakışları atıyordu.
"Her seferinde bu sefer alıştı diyorum ama maşallah..." dedi Alphan Uras'ın üzerine oynayarak. Uras ona bir cevap vermeye hazırlanırken konuyu pek anlamadığım için ondan önce davranıp araya girdim.
"Uras'ın alışamadığı şey ne?" diye sordum meraklı bir tonlamayla.
Uras bu sırada Alphan'a ters ters bakışlar atıp konuyu kapatmak ya da değiştirmek için girişimde bulundu fakat Alphan onu susturarak yüzünde Uras'ı rahatsız eden keyifli bir ifadeyle bana kısaca bahsetti.
"Denize açıldığımızda bir iki gün kendine gelemiyor. Mide bulantısı, baş dönmesi..."
Uras'a dönüp gözlerini kısarak baktı, dudaklarında bir sırıtış vardı, Uras'la uğraşıyor olmak sabah sabah onu keyiflendirmişe benziyordu.
"Bebek gibi bakıyoruz onu yani ilk birkaç gün." dedi.
Alphan öz kardeş olmadıklarını söylüyordu ama iki insanın kardeş olması için aralarında bir kan bağı bulunmasına gerek yoktu. Şu an onlarda gördüğüm ve bana hatırlattıkları tek şey kardeşlerimdi, onlarla aramda geçen aynı bunun gibi ufak tatlı atışmalardı. Birbirleriyle ne kadar uğraşsalar da temelde birbirini gerçekten kırıp dökme içgüdüsü yoktu ve biyolojik etmenler dışında insanları kalben birbirine bağlayan - ki bu bağlılık en güçlü olanlarıydı fikrimce - şeyler varsa da, onlar da böyle sıcak ve hatırlandığında bir yara gibi hissettiren değil de gönülde güzel bir yer edinmiş olan anılardı.
"Bana ateşler içinde yandığını söylemişti ama..." dedim Uras'a bakarken. Beni kandırmış mıydı yani?
Uras Alphan gelmeden önce bana söylediklerini hatırladığında ve şu an beni kandırdığını anladığımı fark ettiği gibi "Ben biraz dinleneyim bence. Of ya başım falan dönüyor benim." deyip ortamdan uzaklaştı. Arkasından gülerek ona bakıyordum ve gözlerim Alphan'la buluştuğunda yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana bakıp kafasını iki yana salladı sakince.
Genco masadaki eşyalarını toparlayıp ayaklandı ve "Aklında bulunsun, söylediklerinde çoğu zaman bir parça abartı vardır." dedi gülerek. Alphan onu "Her zaman her zaman." diye düzeltti. Sonra da eşyalarıyla birlikte Genco da yanımızdan ayrıldı. Güne Uras gündemiyle başlamıştık ve o da kendini birkaç saniye içinde ortamdan soyutladığında Yakamozun bir ucundaki Paşa amcayı saymazsak burada sadece Alphan ve ben kalmıştık.
Bakışları bir an kısaca üzerimde gezindi, "Çok oldu mu uyanalı?" diye sordu.
"Birkaç saat oldu, gece uyumadın diye kahvaltıya da kaldırmadım. Doğru mu yaptım bilmiyorum ama..."
"Dert değil, atıştırırım bir şeyler. Ayrıca bir şeyleri görev gibi yüklenmeni de istemeyiz. Nasıl rahat ediyorsan öyle takıl."
Gülümseyerek olumlu anlamda başımı salladım hafifçe. Basit cümleler kuruyordu fakat bana derinden iyi hissettiriyordu. Rahat davranmamı söylerken aslında kendini fazlalık gibi hissetme diyordu ve bazen ben mi çok iyimser bakıyorum diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.
"Gel bir şeyler yiyelim." diyerek ayaklandı ve güverteden çıkıp aşağı kata yöneldi. Ellerimi hırkanın cebine sokup peşinden ilerledim, "Sizinkilerle bir şeyler yedim ben ama uyanınca yersiniz diye bir şeyler hazırlamıştım size." dedim. Uras ve kendisini kastediyordum. Birlikte ortak alana geçerken bir an duraksayıp omzunun üzerinden bana baktı, masadaki tost ve atıştırmalıkları görünce tekrar bunları yapmak zorunda olmadığımdan bahsetmek yerine bunu sakince bakışlarına yansıttı. Sadece teşekkür etti ve biraz önce ortadan kaybolan Uras'ı da bir şeyler yemesi için çağırmaya gitti.
Kimse beni buraya kilitlememişti, ben kendi kendimi burada kapana kıstırmıştım konunun özüne bakacak olursak ancak şartlar bizi bu noktaya getirdi diye, psikolojik bir harpte üstün gelmeye çalışırken gerçek bir kaçışın ortasında düz gitmek yerine yönümü sola çevirdim diye, bir başkasının konfor alanına izinsizce dahil oldum diye hissettiğim hislerin hiçbiri birisine karşı değildi. Mahcubiyet, zayıflık ya da suçlu psikolojisi... Onlara karşı bunlardan hiçbirini hissetmiyordum. Sadece Alphan'ın da dediği gibi nasıl rahat edeceksem öyle davranıyordum ve kahvaltı sonrasında tıpkı evimde kardeşlerimi düşündüğüm gibi burada da onlar aklımdan geçtiğinde onlara da bir şeyler hazırlama isteği doğmuştu içimde, o kadar.
"Bu koku nedir böyle ya!"
Daha kendi görünmeden sesi oturma alanında yankılandığında Uras'ın kaybettiği enerjisini birkaç dakika içinde tekrar bulduğunu anlamak çok zor değildi. Sağ avucumu masaya yaslarken sol elim de belime yerleşmişti ve tam bu sırada Uras içeri girdi. Ellerini iki yana açmış yüzünde mest olmuş bir ifadeyle anladığım kadarıyla hazırladığım birkaç parça yiyeceği güzelliyordu. Bu abartılı tavırları ufak bir kahkaha atmama sebep oldu ve "Başının dönmesi geçti herhalde?" diye sordum.
İlk başta beni anlamadı, biraz geç düştüğünde yüksek taburelerden birini çekip yaptığım tostlardan birine uzandı ve "Yanlış alarm, karnım acıkmış benim." dedi.
Ona kesin öyle olmuştur bakışları atarken kendime bir bardak su doldurdum ve bir tabure çekip oturdum. "Alphan niye gelmedi?" diye sorduğumda ağzı dolu olduğu için eliyle odaların olduğu tarafı göstererek bir şeyler anlatmaya çalıştı fakat pek bir şey anlayamadım. Yüz ifadesi ve elindeki tostu bırakmadan el kol hareketleri yapıyor oluşu absürt bir görüntü oluşturuyordu. Gülmekle gülmemek arasında gidip gelirken Alphan da içeri girdi. İlk benimle göz göze geldikten sonra Uras'a döndü ve yemek yerken ki iştahlı görüntüsüne sen iflah olmazsın bakışları atmıştı. Başını iki yana sallayarak buzdolabına ilerledi ve birkaç meyve sebze çıkardı.
Dolaptan çıkardıklarını yıkadıktan sonra tezgahın üstündeki meyve sıkacağına ilerledi. Meyveleri sıkmaya başlamadan önce bana dönüp "Sen de içmek ister misin?" diye sordu. Kararsız kalsam da yavaşça başımı iki yana salladım, önümdeki suyu yudumlamaya devam ettim.
Alphan işini kısa sürede bitirip Uras'la birlikte bir şeyler atıştırmaya başladığında onları izliyor gibi olmamak için Alphan'ın geçen gece baktığı dergiyi karıştırmaya başladım. Mühendislik üzerine yabancı bir dergiydi ve dili İngilizce olduğu için yazılanları anlamakta güçlük çekmedim ancak birkaç tasarım dışında derginin içeriğinin çok da ilgimi çektiğini söyleyemeyecektim.
Arada bir bakışlarım onlara kayarken sık sık ikisiyle de göz göze geliyordum ve Alphan kendine hazırladığı içeceğini içerken tadını merak etmiyor da değildim. Henüz dikkatimi bir yere veremeden Paşa amca ortama girdi ve arkamda kalan koltuklara oturdu. Sırtımı ona dönmemek için biraz daha çaprazlama oturdum ve bu sırada ortamda bir konuşma başladı.
"Amca, başlamışsın yine antika temizliğine."
Paşa amca derin bir nefes verdi. "Başladık da devamı gelmiyor. Oksit bir tabaka gibi sarmış pusulayı, pusula da büyükçe biraz. Eski de baya. Temizleyici yeterli gelmeyecek hem birkaç malzeme de eksik."
Alphan içeceğinden art arda birkaç yudum aldıktan sonra Paşa'yla isimlerinden ne olduğunu anlamadığım makine ve metal temizleyicilerle ilgili şeylerden bahsettiler. Bense önümdeki dergiye geri dönecekken Uras'ın sesiyle bakışlarımı ona yönelttim.
"Bunlar böyle; biri antika eşyalara takmış kafayı, diğeri sabahlara kadar yelkenli tasarlasa gıkı çıkmaz. Ee, sen ne iş yapıyorsun?"
Lokmasını yuttuktan sonra Muğla'daki hayatımı kastederek "Önceki hayatında yani." diye sordu. Uras böyle sorunca sanki bir vampirmişim ve ölüp sonra tekrar canlanıp dünyaya geri gelmişim gibi hissetmiştim.
"İşten eve evden işe olan renkli bi' hayattı benimkisi."
"Renkli?" diyerek güldü ve açıkça alay etti benimle. Halihazırda ben de kendimle dalga geçerken onun da işi dalgaya vurmasını garip karşılamadım.
"Bana işinden bahset." deyince kendime birkaç saniye düşünme payı bıraktım ve fark ettim ki sanki burada olduğum andan itibaren konuşurken düşüncelerimi çok fazla irdeliyordum, çok fazla es veriyordum. Bilmiyorum, bir de bunun üzerine düşünmek istemiyordum.
"Tercümanlık yapıyorum, yani kısa bir süre öncesine kadar yapıyordum."
"Bir şirkette mi yoksa serbest mi çalışıyorsun?"
Uras'ın sorusuyla birlikte gözlerimin önünden asıl yapmak istediğim iş, istediğim yaşam şartları geçerken gerçekler pek de öyle değildi. Gerçi bunu kabullenmiştim ama bir şeyleri kabullenmiş olup hayata öyle devam etmek mutlu etmiyordu beni. Küçüklükten beri evimin içinde her zaman her şeyi en doğru haliyle bildiklerini düşünen beyinler vardı ve sürekli onların yönlendirdikleri gibi akıp gittiği için hayat, içimde hep yarım kalan basit hevesler olurdu. Bütün bu şeylere sahip olabilme imkanına fazla fazla sahipken bunu başaramıyor olmak beni bu hayatta normalden daha öfkeli biri yapıyordu.
"Ailemizin hukuk şirketi var, orada yabancı davalarda çevirmenlik yapıyorum."
Konuşurken yüzümdeki ifadeden işteki gönülsüzlüğümü anlamış olacak ki "Çok da hoşuna gitmiyor bu durum sanki?" diye sordu.
Buna nasıl bir cevap vermem gerektiğini düşünürken o an Alphan'la göz göze geldim. Paşa amcayla muhabbet ediyordu fakat Uras'la olan konuşmamızın da ana konusunun farkında gibiydi. Konuya yabancı olmadığı için bir iki saniye gözlerimiz buluştu, sonra her ikimiz de içinde bulunduğumuz sohbete geri döndük.
"Daha farklı hayallerim vardı..." deyip sustum ve masada parmaklarımla bir ritim tutarken sanki bu durumun beni içten içe mutsuz ettiğini anlamış gibi Uras konuyu alıp buralardan uzaklaştırdı.
"Nasıl, çok para var mı bu tercümanlık işinde?" diyerek sırıttı. Konu bir anda maddiyata evrilince dudaklarımdan birkaç kıkırtı döküldü.
"İyi kazananlar var tabii."
"Bende de Yunanca var biliyor musun? Bir konuşmaya başlıyorum Yunanistan başbakanı böyle konuşamaz yemin ediyorum."
Yunanca bildiğini bilmiyordum ve ondan bunu duyunca açıkçası şaşırdım. Yunanca, İngilizce kadar yaygın bir dil de değildi sonuçta.
"Yunan dilini nereden bilebilirsin ki?"
"Annem Türk, babam Yunan asıllı. Aile evim de Yunanistan'da zaten. Orada doğup büyüdüm."
"Hiç başka bir ülkede doğup büyüdüğünü söylemezdim, açıkçası bunu fark ettirmeyecek kadar iyi bir Türkçen var."
Yemeyi bitirdiğinde elindeki kırıntıları tabağına silkeledi ve "Türkçe, İngilizce, Yunanca... Ne ararsan var bende." dedi böbürlenerek.
Ona kibirli bir bakış atarak bu sefer kendini beğenmişçesine gülümseyen taraf bendim.
"Benimle bu konuda boy ölçüşmek istemezsin bence." dedim.
"Sen İngilizce tercüman değil misin?" dedi ve parmaklarıyla iki yaparak "Bende artı iki dil daha var." dedi. Ben de parmaklarımla dört yaparak "Türkçeyi saymazsak bende de artı dört dil var." dedim ve kaşlarımı kaldırarak sırıttım.
Bir an kocaman gözlerle bana bakıp saniyeler önceki haline geri döndüğünde "Yemedin içmedin dil mi öğrendin?" diye konuştu. Sesinde abartılı bir hayret duygusu vardı.
"Seviyorum farklı dillerde konuşmayı." derken omuz silktim. "Ve dördü beş yapıyoruz, bana Yunanca öğretiyorsun."
Dudağının sadece sol tarafıyla gülümserken "O kolay. Karşılığında?" diye sordu.
Gözlerimi kısarak ona baktım. Onu tanıdığım şu kısacık zaman diliminde bir işi karşılıksız yapmayacağını önceden zaten kestirmeliydim.
"Ben de sana bir dil öğretirim." dedim.
Elini uzattığında ben de uzattım ve bir anda pazarlık yapar gibi bir hale geldik.
"Küçük bir şartım daha var." dedi. Adil görünmüyordu, kaşlarım hafifçe çatıldığında şartını merak etmiştim.
Konuşmaya başlamadan önce yüzü bir anda süt dökmüş kediye döndü ve ricacı bir tonlamayla "Bir tatlı var, kaç gündür canım çekiyor. Onu yapsana bana?" dedi.
***
21 Aralık 2020 Akşamı 22.30 / Muğla
Acar FALAY
Bir evi ayakta tutan kişi, yabancıya, kötülüğe kalkan olup evin içinde barındırdıklarına da camsız penceresiz duvar olan kişiyle aynı olabilir miydi? En fazla ne kadar sağır olabilirdi size? Daha ne kadar bencilce bir duruşla, her şeyin en doğrusunu yaptığını zannettiği bir vakarlıkla (!) hisleriniz, düşünceleriniz o birisi tarafından - aslında en yakınınız olan - ayaklar altına alınabilirdi? Yok mu saymalıydık, silip atmalı mıydık Alina gibi? Bu noktaya gelmeli miydik illa?
Dışarıya yansıyan aile, ruh birliği bir oyundu aslında. Bize "biz" olmadığımızı hissettiren düşünceler, dayatmalar, yok sayılmak... Hepsi sahte tebessümlerimizin ardındaydı ve bu ayrılığa ne kadar zor karar verdiğine adım gibi emin olduğum Alina, biricik kız kardeşim... Şimdi bize bir evin dış kapısı kadar bile yakın değilsin.
Falay evinin içindeki herkes, ben de dahil Alina'yı bulmaya odaklıydık fakat benim ve küçük kardeşimiz Azra'nın bu konudan sıyrılan bir tarafımız vardı. Eğer babamdan veya onun görevlendirdiği adamlardan önce Alina'yı bulursam ki öyle de olacaktı, onu bulabilecekleri yolları daha karmaşık hale getirecektim. Doğduğundan beri kendisi için ilk defa bir adım atan kardeşimi tutup da tekrar bu kafese sürüklemeyecektim.
Ama her şeyden de öte tüm bu olup bitenleri, sebepleri, elle tutulur herhangi bir şey... Öğrenmem gerekiyordu.
Alina'nın telefonunu inceleteceğim diyerek evden çıktığım zamanın üzerinden yirmi dört saatten fazla geçmişti. Telefonunu bu işlerden iyi anlayan birine götürüp bütün dokümanları istemiştim içinden bir şey çıkmayacağını bile bile. Biliyordum çünkü bir süredir düşünüyordum; bir sabah Alina ortadan yok olduğunda son zamanlardaki davranışlarını düşündüm, farkında olmadığımız zamanlarda bizimle kaç defa vedalaştığını düşündüm. Bu çok kırıcıydı. Kız kardeşim çokça kırılmış, görünmeyen o ellerin boynuna sarıldığını çokça hissetmiş olmalıydı.
Son zamanlarda ufak bahanelerle telefonumu kullanmak istediği birkaç anı hatırlıyorum. Belki bunun altından bir şey çıkmayacak, belki o an gerçekten de belirttiği sebeplerden ötürü ihtiyacı vardı fakat bunun doğru olup olmadığını kendi telefonumu da inceleterek öğrenebilirdim ancak. Öyle de oldu.
Telefonumun arama kayıtlarından herhangi bir şey çıkmamıştı. Aynı şekilde Azra'nın da öyle. İşimi şansa bırakmamıştım. Biriyle görüştüğünü ve planlı olarak biriyle ortadan kaybolduğunu düşünmemiştim zaten. Sadece edinebildiğimiz tek bir bilgi vardı; Azra'nın tarayıcı geçmişinden yurt dışı turları hakkında birkaç aramaya rastlamıştık. Azra'ya sorduğumdaysa yakın zamanda böyle bir araştırma yapmadığını söylemişti.
Tabii bu öğrendiklerimden anne ve babamın haberleri yoktu, olmamalıydı da. Sadece telefonundan herhangi bir ize rastlayamadığımı dokümanlarıyla birlikte bilseler yeterdi.
Şimdiyse Alina'nın evdeki yokluğunu fark ettiğimiz ilk anlarda Azra'nın gösterdiği nottan yola çıkarak zaman zaman arkadaşlarımızla ya da yalnızca bizim gittiğimiz, dilimizde tepedeki ev olarak kalan o yere gidiyordum. Güya bir toplantıdaydım, araç değiştirmiştim ve yalnızdım. Yanıma Azra'yı bile almamıştım. Üzerimizde herhangi bir şüphe oluşturmamaya çalışıyordum çünkü biz üç kardeş, birbirimize çözülmeyen denizci düğümü gibi bağlıydık. Birimizin yüzü asıldığında üçümüz bir kucak olur sarılırdık ve ufacık boyumuzla birbirimizi çok savunmuşluğumuz da vardı büyüklerimize karşı.
Ve babam bunu çok iyi biliyordu. Çok iyi de tanırdı bizi. Bazen bizim onu tanıyamadığımız durumlar olurdu, fiziksel bir şeyden bahsetmiyorum fakat o evlatlarını ezbere bilirdi ve bu yüzden dikkatli olmalıydım. Alina'yı bulma uğraşında benden bir değil yarım adım bile önde olmamalıydı çünkü Alina'yı tutup getireceği yer yine kendi kollarının altı olacaktı ki bu istediğim son şey bile değildi. Artık birimizden biri nefes alsın istiyordum. O aldığında, ben de nefes alacaktım çünkü.
Demir kapıyı açıp arabayı evin avlusuna park ettim. Çok yakında herhangi bir ev ya da otel olmadığı için etrafı ay ışığından başka aydınlatan bir şey yoktu. Çakıl yoldan yürüyerek eve ilerledim ve merdivenlerden etrafı kontrol ederek çıktıktan sonra kapıyı açıp içeri girdim.
Yolda gelirken kafamda kurduğum ihtimallerin aksine ev sessiz ve serindi. Bir ihtimal burayı bizden başka kimse bilmediğinden Alina'nın burada olabileceğini de düşünmüştüm fakat ortam bunun tam aksini kanıtlar nitelikte kimsesizdi. Şükür ki bel bağlamadığım bir ümitti.
Kaybedecek vaktim yoktu, açıkçası Azra'ya bıraktığı notta herhangi bir yere bir şey sakladım gibi bir ifadesi de yoktu Alina'nın. Azra ile birkaç kelimeden çıkarım yaparak kendimi burada bulmuştum ve açıkçası buradan elim boş dönme ihtimalimin de olduğu evin içine doğru ufak adımlar atarken dank ediyordu. Alina'nın burada olacağına bel bağlamamıştım ama bize gidişine dair bir şey bıraktığı düşüncesine fazla mı tutunmuştuk?
Kendime daha başka şeyler düşünecek vakit bırakmadan girişten itibaren bakabileceğim her yeri, her dolabı, çekmeceyi, kutuyu karıştırmaya başladım. Salon bittiğinde ve elimde hâlâ bir şey yokken üst kata çıktım. Azra'ya bir not bırakmıştı ve eğer herhangi bir şey buraya da bırakmışsa Azra'nın odasında olabileceğini düşünerek önce onun odasına ilerledim. Dolabı, yatağı, banyosu, hatta banyo dolaplarına bile... Azra'nın odasında bakmadığım yer kalmadığında Alina'nın odasına geçtim. Yatağındaki çarşafları bile kaldırdım tek tek. Yine bir şey bulamadım. Kendi odamın kapısını araladığımda içimdeki ümit tükenmemişti fakat bakabileceğim daha fazla bir yer kalmamasının ve elimde hâlâ bir şey olmamasının endişesi vardı içten içe.
Dolaptaki kıyafetlerimin arasına, hatta odadaki masama yaslı duran gitarın çantasına bile baktım o telaşla. Telaşa ne ara kapıldığımı bile bilmiyorum ve kendimi hangi kısacık zaman diliminde mutfağa attığım hakkında da bir fikrim yok. Bedenimdeki telaşı fark ettiğimde mutfak dolaplarını aralıyordum ve bir an durdum. Derin birkaç nefes alıp verdim, bir bardak su doldurdum kendime. Acar... sakinleşmen lazım dedim.
Dakikalar içinde üstümdeki saçma telaştan kurtulduktan sonra evin her yerini sakince tekrar aradım ancak sonuç değişmedi. Bir şey yoktu ve Alina bize bir şey bırakmamıştı anlaşılan. Tamam... Önemli değildi, ben illa ki ona bir şekilde ulaşacaktım. Ama neden burayı işaret ederek bir not bırakmıştı ki? Bilmiyorum, hangi psikolojiyle yazdığını, gittiğini kestiremiyorum. Belki de bir anda hayatımızdan çıkıp gitmesini çok içerledik ve elimize geçen ufacık bir şeye tutunmaya çalıştık.
Evi nasıl dağıttıysam öyle toplamadan çıktım, o mentali şu an bulamıyordum kendimde. Anlam veremediğim de bir sinir hakim olmaya başlamıştı algılarıma. Evin kapısını çarparak kapatıp kilitledim, merdivenlerden iniyordum ki geri dönüp kapının yanındaki duvarda bulunan çatlağı yerinden oynatıp yedek anahtarın yerinde olup olmadığını kontrol ettim. Anahtar yerli yerindeydi ve ne olduğunu bilmediğim rulo şeklinde bir kağıt parçası da ona eşlik ediyordu.
Bir an gözlerimi kıstım, buldun dedim Acar. Yanlış anlamadınız, o notun bir anlamı vardı ve boş yere buraya kadar gelmedin dedim. Alina yine bir not bırakmıştı ve aslında saklanılacak en mantıklı yere bırakmıştı.
Küçük yerden zor da olsa kağıdı çıkardım ve taşı yerine iterek düzelttim. Arabaya doğru hızla ilerlerken elimde bir ateş topu tutuyordum sanki, bir an serin havada terlemeye başlamıştım.
Arabaya bindim ve daha fazla beklemeden kağıdı açıp okumaya başladım.
"Hiç olmadığı kadar şaşkınlığa uğrattım sizi, hatta hayal kırıklığına. Bu gerekli miydi ben de bilmiyorum ama bunu "yolda" öğrenmekten başka çarem yok. Bu düzen ne benim ne de herhangi birimizin isteklerine, taleplerine, fikirlerine göre ilerlemiyor çünkü. Bunu en az benim kadar siz de iyi biliyorsunuz.
Beni merak etmeyin desem de bu mümkün olmayacak biliyorum fakat en azından hakkımda endişe edip kendinize yüklenmeyin. Bir şeyler sizin veya benim yüzümden olmadı; evimi terk edip gittiysem bu olayın sebebi bizden çok uzakta. Hatta o kadar uzakta ki kısa bir süre öncesine kadar gözlerimin içine bakıp bana olmayacak şeylerden bahsediyordu.
Bu mektubu kafanızda oluşacak muhtemel şeyleri cevaplandırmak ve neden gittiğimi size - Azra ve abi sana- açıklayabilmek için bıraktım. Çünkü bir açıklamayı hak eden birileri varsa o da sadece ikinizsiniz. Keşke giderken sizi de yanımda götürebilseydim.
Öncelikle ne yanımda birisi var, ne de gideceğim herhangi bir yerde beni bekleyen birisi. Kafamda birkaç şey planlasam da açıkçası nereye gideceğimi ben bile bilmiyorum, muhtemel gidebileceğim yerleri de bu mektuba yazmayacağım. Bu mektuptan kimseye bahsetmeyeceğinize adım kadar eminim ama üçümüz de babamı tanıyoruz. En başta sizin bir şeyler bilebileceğinizden şüphelenir ve bu mektup bir şekilde eline geçebilir. O yüzden bu noktaları geçiyorum. Sizden ricam her ihtimale karşı bu mektubu okuduktan sonra yok etmeniz çünkü başınız ağrısın istemiyorum.
Yanımda bir süre beni idare edecek kadar para var, bu kız nerede kalır, ne yer içer diye endişelenmeyin. Lütfen...
Ve asıl konuya gelecek olursak... Bu gidişimi yılların bir birikimi olarak görebilirsiniz, bir patlama noktasını her birimiz en sonunda birimizden bekliyordu ve bunu öyle de adlandırabilirsiniz. Size yarı yarıya haklı olduğunuzu söyleyebilirim ama beni bu noktaya getiren başka bir sebep daha var. Annem ve babam hariç sizin bilmediğiniz bir sebep...
On beş gün kadar önce belki daha fazla, babamızın ofisine gittiğim bir zamanda bir misafiri vardı ve biraz beklemem gerekti. Bir ara asistanı masasından ayrıldı ve devamında içeriden gelen konuşma sesleri dikkatimi çekti çünkü benim adımın zikredildiğini işittim. Babamızın değil tanımadığım birine ait bir adamın dilinden... Ortamın izin verdiği kadar onları bir süre dinledim duyduklarıma hiçbir mana veremesem de.
Babamın konuştuğu adamın ismi Egemen çünkü bu şekilde seslendi ona. Adını anınca hâlâ aklımda birisi canlanmıyor ve açıkçası o günden sonra bile kimdir nedir diye araştırmadım. Abi, belki sen tanıyorsundur ya da hiç adını bile duymamış olabilirsin bilmiyorum ama zaten yakın zamanda ben bu mektubu yazmamış olsam da bir şeyleri yavaş yavaş öğrenmiş duruma gelirsiniz. Ben sadece süreci hızlandırmak istedim ve babamın ben her neyse de, sizi daha fazla aptal yerine koymasını istemedim.
Temeli neye dayanıyor, hangi düşünceyle böyle bir şeye kalkıştı bilmiyorum fakat Egemen denen adamla konuştukları konu bir evlilik meselesi. O ve benim aramda gerçekleşecek olan iki ay sonraki bir evlilik... Bu evlilik bazı şartlara ve güç birliğine dayalı, konuşmalarından anladığım bunlar. Beni bu deliliğe sürükleyense babam ve annem tarafından sanki bu işten benim de haberim var ve onayım alınmış gibi tavırlar sergilenmesi ve karşılıklı şartların konuşulup karara bağlanması.
Ne ve nasıl hissettiğim üzerinde durmak istemiyorum çünkü artık geçti üzerinden. Konuşmaları duyduğumdan babamın henüz haberi yok, zaten yakın zamanda konuyu açacaktır bana. Sadece artık benimle konuşmasını ve gittiğimde ona kalan sebeplerin vicdanını bir gram bile olsa etkileyip etkilemediğini bilmek istiyorum. İçimde umarım bana böyle bir şeyi yapmaktan vazgeçer ve bana bahsini bile etmez diyerek umut eden bir yanım yok değil fakat... Bilmiyorum, sanki öyle bir şey mümkün değilmiş gibi geliyor bana.
Bu mektubu okuduğunuza göre babam ve annem artık benimle konuşmuş ve Azra ona bıraktığım notu bulmuş, siz de bu eve gelerek mektuba ulaşmış olsanız gerek. Sizden istediğim sakin olun ve benim hakkımda endişelenmeyin. Endişeniz sizi farklı şeylere sürüklemesin ve onlara düşman da olmayın.
Babamın peşime düşeceğini biliyorum, siz de beni bulmak isteyeceksiniz ama yalvarırım buna destek olmayın. O eve ne zaman dönerim, şehre bile bir daha girer miyim bilmiyorum ama babamı karşınıza almadan beni bulmasına engel olun. Abi... senden ne istedim de beni yüz üstü bıraktın ki zaten?
Son olarak içinde ne tür şeylerin olduğunu bilmediğim bir dosya var. Babam saklı tutuyor onu, yerini bilmiyorum. Nasıl öğrendiğimi anlatamayacağım, hem çok uzun hem de birkaç sayfalık bir mektup meselesi değil. Bahsettiğim dosyada çok iyi şeyler olduğunu sanmıyorum. O dosyayla birilerini tehdit mi ediyor ya da tehdit mi ediliyor bilmiyorum, sadece varlığından haberdarım. Bundan sizin de haberiniz olması gerektiğini düşündüm çünkü olabilecek herhangi bir şeye bu saatten sonra hazırlıklı olmamız gerekiyor. Bizim haberimiz olmadan ancak bizi de derinden ilgilendiren çok kararlar alınıp bir sonuca bağlanıyor.
Zamanı geldiğinde size ulaşacağım, ne zaman bilmiyorum. Belki çok yakında belki bir süre duyamayacağız bile sesimizi ama bir gün telefonunuz çaldığında hattın diğer ucunda ben olacağım. Bundan eminim ve bu ümitle nefes alıp vereceğim bir süre.
Kalbinizi bana dargın bırakmayın. Sizi çok seviyorum."
Mektup bittikten sonra sayamadığım dakikalar boyunca arabanın camından dışarıyı seyrettim. Kuş uçmayan bir yerde kendi evimin önünde gelip arabanın biri bana çarpsa "Ne oluyor?" bile demezdim.
Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. O nefes ciğerlerimde dolandı yaktı içimi, zehir oldu bana. Elimdeki birkaç sayfayı yan koltuğa bıraktım ve bu gece bilmem kaçıncı kez kendime düşünmeye fırsat vermedim. Son yarım saati kafamdan sildim ve kendime güvenli bir yer aradım. Bulduğum o limana doğru sürmeye başladım.
DEVAM EDECEK...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
