Yeni Üyelik
5.
Bölüm
@sevim_svim

Annemin küçüklüğümde kulağıma fısıldadığı, fuzuli kelimeler hayat tecrübesi kazandığım süreçte anlam kazanıyordu.

 

"Sezin," demişti bir gün annem saçlarımı okşayarak. Hayat birini sevmek için çok kısa, sevilebilmek içinse fazlasıyla uzundur.

 

Gerçekten de öyleymiş. Beni seven onca insan varken, hatta hiç tanımadığım pek çok insanın gönlünde yer edinebilmişken bir türlü kendime yetemiyordum. Beni milyonların sevmesinden ziyade, Oğuz'un sevmesine ihtiyacım vardı. Oysa sabah okuduğum haber, beni tekrar bunalıma sokmaya yetmişti.

 

"Sezin Ateş ile olan birlikteliğinden tanıdığımız Oğuz Yılmaz; sosyetik güzel Tuğçe Selçuk ile görüntülendi."

 

Erkekler neden böyle? Daha birkaç gün önce beni geri kazanmak için olay çıkaran adam, şimdi gitmiş bir başkasıyla aşk pozları veriyor! Üstelik o kişi de Tuğçe Selçuk! Bu sektördeki en acımasız rakibim. Oyunculuğa hiçbir yeteneği olmamasına rağmen, sırf nüfuslu bir aileden geldiği için pek çok işte başrol olabiliyordu. Üstelik izleyici kitlesinin acımasız eleştirilerine rağmen oyuncu olmak için oldukça ısrarcıydı. Oğuz bütün bunları bildiği halde nasıl Tuğçe Selçuk ile birlikte olabilir?

 

***

 

"Acımazsızsın isyankârsın

Vefasızsın riyakarsın

Hem günahsız hem günahkarsın

Hayat gibi"

 

"Yeteeeeeeeeer," diyerek odaya daldı ablam. Bu şarkıyı daha kaç bin kez söyleyeceksin Sezin? Komşular senin susman için imza toplamışlar; birkaç sokak ötede haftalar süren yol çalışması oldu bu kadar şikayet almadı.

 

"Canım çok yanıyor," dedim beşinci çikolata kavanozunu açarken. "Depresyondayım abla, anlasana!"

 

"Niçin kendi evinde depresyona girmiyorsun," dedi ablam çikolata kavanozunu elimden alarak. Senin bana garezin mi var?"

 

"Orası bana Oğuz'u hatırlatıyor."

 

"O zaman otelde kal Sezin. Oynadığı diziler yurt dışına satılmış, dünyaca ünlü bir kardeşim var; ancak senin hafta da bir girdiğin depresyonlar yüzünden kardeşimle övünemiyorum."

 

"Aşk olsun abla," dedim yüzümü asarak. "Ben şöhreti bulunca ailesini unutacak bir kız mıyım?"

 

"Sen ancak depresyona girince hatırlıyorsun beni," dedi ablam omuz silkerek. "Hep ilgili taraf ben oldum Sezin, sense benim mesleğimi bilmeyecek kadar umursamazdın her zaman."

 

"Hiç de bile," dedim gözlerimi devirerek. "Doğum gününde senin için araba aldığımı ne çabuk unuttun?"

 

"Benim ehliyetim yok Sezin. Ayrıca arabayı doğum günümde almamıştın."

 

"Belki doğum günü hediyeni erken vermek istemişimdir."

 

"Doğum günüm çoktan geçmişti Sezin."

 

"Tarihim hep kötüydü zaten," dedim bakışlarımı kaçırarak. "Ama bu umursamaz bir kardeş olduğum anlamına gelmez."

 

"Benim mesleğim ne Sezin?

 

"Bunu bilmeyecek ne var," dedim ablama acı bir tebessümle. "Sen resim öğretmenisin."

 

"Hayır."

 

"Müzik öğretmeni?

 

-Hayır..."

 

"Tabi ya, nasıl da unuturum! Sen İngilizce öğretmenisin."

 

"Ben öğretmen değilim Sezin."

 

"İyi de küçük çocuklara ders veriyordun."

 

"Okul harçlığımı çıkarmak için özel ders veriyordum," dedi ablam derin bir nefes alarak. "Ben iki yıldır diş doktoruyum ve sen daha bunu bile bilemiyorsun."

 

"İyi de abla senin mesleğin benim mesleğim gibi değil ki," dedim trip atarak. Bilmemem gayet normal. "Mesela sen de benim en sevdiğim rengi bilmiyorsundur."

 

"Siyah."

 

"En sevdiğim film?"

 

"Harry Potter serisi."

 

"En sevdiğim şarkıcı?"

 

"En sevdiğin Türk şarkıcı Sezen Aksu; en sevdiğin yabancı şarkıcı ise Ed Sheeran."

 

"En sevdiğim yemek?"

 

"Sen hiçbir yemeği sevmezsin Sezin. Tüm gün fast food ile beslenirsin."

 

Ablalar neden bu kadar gıcık olmak zorunda? Her zaman en iyisini ben bilirim modundalar. El insaf, sen benden önce doğmuşsun tabi benden daha çok bileceksin. Bunda büyütülecek ne olabilir ki? Ne var yani ablamın mesleğini, okuduğu bölümü, doğum gününü ve benzeri birkaç gereksiz bilgiyi bilmiyorsam?

 

"Peki dedim," ablama gözlerimi belerterek. Sen benim doğum günümü biliyor musun?

 

"On bir Eylül'de, saat dokuza beş geçe Tavşanlı'da doğdun. Güneş burcun Başak, yükselen burcun ise Terazi. Doğumunu yapan doktor ise..."

 

Ellerimle ablamın ağzını kapayıp daha fazla bilgi vermesini engelledim.

 

"Anladım abla," dedim yavaşça ellerimi ablamın dudaklarından çekerek. "Sen benden daha ilgili bir kardeşsin. Ancak beni de umursamaz olmakla suçlayamazsın. Ben doğduğun günü bilmiyor olabilirim, en azından doğduğun ayı biliyorum. Sen de Ocak ayında doğdun."

 

"Yine bilemedin Sezin."

 

"Şubat?"

 

"Hayır?"

 

"Mart?"

 

"On iki ayı saymaya devam edecek misin?"

 

"Şaka yapıyorum ablacım, dedim yalancı bir tebessümle. Sen tabiki Nisan'da doğdun."

 

"Benim doğum günüm Mayıs'ta Sezin."

 

Tam da Mayıs diyecektim, ancak ablam benden önce davranmıştı. Ben gerçekten umuramaz ve ilgilisiz olabilir miydim?

 

"Aşk olsun abla," dedim yüzümü asarak. "Senin küçük kardeşin depresyona girmiş, benimle ilgilenmek yerine saatlerdir gereksiz sorularla acımı artırıyorsun. Ben üniversite sınavında bu kadar gerilmedim!"

 

"Ah Sezin," dedi ablam iç çekerek. "Sen hiç büyümeyeceksin değil mi?"

 

"Büyümemi mi isterdin?"

 

"Tabi ki hayır," dedi ablam başımı göğsüne çekerek. "Aklı başında bir kız olsaydın bu hayat oldukça sıkıcı olurdu."

 

"Beni gerçekten çok seviyorsun değil mi abla?"

 

"Şarkı söylemediğin zamanlar evet."

 

Sonrasında ablam ayaklandı ve saçlarıma bir öpücük kondurarak ayrıldı odamdan. Bense kendimi yatağımın sıcak kollarına bırakmıştım ki telefonuma gelen bir mesajla tekrar doğruldum. Cemre izlemem için bir video linki göndermişti.

 

"Bunu kesinlikle izlemen lazım," diye de bir not eklemişti mesajına.

 

Linke tıklayıp videoyu izlediğimde kendimi tekrar depresyonun kollarına bırakmıştım. Videoda, Oğuz ve Tuğçe beraberliğini bir basın açıklamasıyla ilan etmişlerdi.

 

İşe şimdi depresyona girmenin tam vaktiydi!

 

"Acımazsızsın isyankârsın

Vefasızsın riyakarsın

Hem günahsız hem günahkarsın

Hayat gibi"

 

Tam kendimi şarkının ruhuna teslim etmişken, ablamın bağırışıyla irkilmiştim.

 

"Kapat şu müziği Sezin!"

 

Otoriter bir ablanız varsa hayat gerçekten zor olabiliyor. Ağız tadıyla depresyona bile giremiyorsunuz!

 

***

 

"Sezin... Sezin... Sezin uyan... Sezin..."

 

"Beş dakika daha!"

 

"SEZİN!"

 

Ablam başımın altında yastığımı çekip, yüzüme atarak ve o ipek sesiyle (!) bağırarak rüyamın en tatlı yerinde beni uyandırmıştı.

 

"Ne var abla," dedim uykulu gözlerle. "Niçin biraz olsun şekerleme yapmama izin vermiyorsun?"

 

"Şekerleme mi," dedi ablam alaycı bir ses tonuyla. "On saattir soluksuz uyuyorsun. Seninki şekerlemeden ziyade baklavalama, aşureleme gibi bir şey olsa gerek."

 

"Abla çok üşüyorum," dedim titreyerek. "Üzerimi örter misin?"

 

"Üşüyor musun," dedi ablam tedirgin bir ses tonuyla. Hasta mı oldun acaba?

 

"Hayır," dedim gözlerimi belerterek. "Senin esprin öylesine soğuk ki oda buz tuttu."

 

"Terbiyesiz," dedi ablam yastıkla bana vurarak. Boş lakırdıyı bırak da çık şu yatağından. Atlas seni görmeye geldi.

 

"Atlas mı? O da kimdi?"

 

"Delirtme beni Sezin! Erkek arkadaşından bahsediyorum."

 

"Şu İtalyan yazardan bahsediyor olmalısın. Burayı nasıl bulmuş ki?"

 

"Neden erkek arkadaşına kendin sormuyorsun?"

 

"Çok halsizim," diyerek kendimi yatağımın sıcak kollarına attım tekrar. "Sezin evde yok diyip göndersen olmaz mı?"

 

"Sanırım bunun için geç kaldın," dedi Atlas hafifçe öksürerek. "Beni başından savman için daha iyi bir bahane bulman gerekecek."

 

"Atlas," diye haykırdım yatağımdan doğrularak. "Senin odamda ne işin var?"

 

"On dakika içerisinde seni aşağıda bekliyor olacağım," dedi Atlas alaycı bir gülümseme ile. "Babaannem seninle tanışmak istiyor."

 

***

 

Üzerime yürüyüşte giydiğim eşofmanlarımı giyerek aşağı, Atlas'ın yanına indim. Atlas ve ablam kahvelerini yudumlayıp, gülüşüyorlardı. Geldiğimi belli etmek amacıyla birkaç kere sessizce öksürdüm. Böylelikle her ikisinin de dikkatlerini üzerime çekebilmiştim.

 

"Hazırlanmamışsın," dedi Atlas beni görünce. "Babaannem bekletilmeyi hiç sevmez."

 

"Ben zaten hazırım," dedim kendimden emin bir şekilde. "Gidebiliriz."

 

"Babaannem ile tanışmaya eşofman ile mi gideceksin?"

 

O sırada ablam yanıma geldi ve Atlas'ın sorusuna cevap vermeme izin vermedi.

 

"Sezin ve şakaları," dedi ablam küçük bir kahkaha atarak. "Şimdi biz yukarı çıkar birkaç dakikaya hazırlanırız."

 

Ablama karşı çıkacaktım ki, benim güzel Melek'im etimi çimdirerek buna izin vermedi. Sonrasında kolumdan sürükleyerek, beni zorla odaya çıkardı ve dolaptan bulduğu kırmızı bir elbiseyi üzerime geçirdi. Bense vitrin mankeni gibi öylece durup, ablamın beni hazırlamasını bekliyordum. Birkaç dakika sonra ablam, gururla sanat eserine bakıp:

 

"Şimdi hazırsın," dedi.

 

***

 

Atlas ile arabaya binip yol almaya başlamıştık. Arabada derin bir sessizlik hakimdi. Tabi bu sessizliği yakışıklı yarı İtalyan yazarımız Atlas Karasu bozdu.

 

"Neyin var senin? diye sordu Atlas. "Oğuz hakkında çıkan haberler mi bozdu sinirini?"

 

"Ne alakası var," diye çemkirdim. "Ben kendisini aldatan erkek arkadaşının arkasından depresyona girecek kadar aciz bir kız mıyım?"

 

"Değil misin?

 

"Sanırım öyleyim," dedim ağlayarak. "Ben niye böyleyim?"

 

Atlas anlam veremediğim bir şekilde arabayı durdurdu ve aşağı inip benim kapımı açtı.

 

"Konuşmak ister misin," dedi Atlas elini uzatarak. "Hadi biraz yürüyelim."

 

Ehliyet kemerimi açtım ve Atlas'ın elini tutarak arabadan indim. Atlas, arabayı boğaz kenarında durdurmuştu. Böylelikle iki oyun arkadaşı olarak, boğazın kıyısında martı sesleri eşliğinde yürümeye başladık.

 

"Neden benimle aşk oyunu oynamayı kabul ettin," diye sordum Atlas'a. "Bunu sana teklif ettiğim gün çok sinirlenmiştin."

 

"Babaannem için," dedi Atlas. "Babaannem kanser hastası. İkimiz hakkında çıkan haberleri görünce çok mutlu oldu. Onu üzmemek için haberlerin yalan olduğunu söyleyemedim."

 

"Babannen de benim hayranım olmalı," diye iç geçirdim. Bir de derler ki, Sezin Ateş'e ancak ergen kızlar hayran olur.

 

"Aslında pek haksız sayılmazlar, dedi Atlas alaycı gözlerle. "Benim kız kardeşim de senin büyük hayranın."

 

"Ama bu babaannenin bana hayran olduğu gerçeğini değiştirmez. Genelde aileler bizim sektördeki kızlar ile evlatlarının evlenmelerine pek izin vermezler."

 

"Babaannem sana hayran olduğu için değil, Damla ile birlikte olmadığım için çok sevindi."

 

"Damla mı?" diye sordum olduğum yerde durarak. "Kız arkadaşın mı?"

 

"Eski kız arkadaşım."

 

"Niçin ayrıldınız?"

 

Nedense son sorum Atlas'ın yüzünün düşmesine sebep olmuştu. Bu yüzden daha fazla soru sorarak canını yakmak istemedim. Belli ki bana anlatamayacak kadar sıkıntılı bir ilişkisi olmuştu Damla ile.

 

Boğaz kenarında yürümeye devam ederken, gözüme bir midyeci ilişti. Midye... Dünyanın dokuzuncu harikası... (Dünyanın sekizinci harikasının ben olduğumu söylememe gerek yoktur herhalde)

 

"Midye!" diye haykırdım Atlas'ın kolundan çekiştirerek. "Hadi midye yiyelim!"

 

"Midye mi," dedi Atlas yüzünü buruşturarak. "O tuhaf şeyi nasıl yiyorsunuz anlamıyorum."

 

"Bana sakın daha önce hiç midye yemediğini söyleme," dedim Atlas'a gözlerimi belerterek. "Ne kaçırdığının farkında bile değilsin!"

 

Atlas'ın bileğinden sürüklediğim gibi midyecinin bulunduğu tezgaha götürdüm. Tabi bizim yakışıklı yarı İtalyan yazarımız, yüzüne istemsiz bir tavır takınmıştı çoktan.

 

Midyecinin tezgahına vardığımızda, şakaklarına aklar düşmüş adam bizi tanımış olacak ki heyecanla fotoğraf çektirmek istedi.

 

"Siz..." dedi kekeleyerek. "Siz o'sunuz!"

 

"Evet," dedim gururla. "Ben Sezin Ateş'im."

 

"Ben sizin büyük hayranınızım Atlas Bey," dedi adam telefonunu elime tutuşturarak. "Bizim bir resmimizi çekebilir misiniz?"

 

Şaşkınlıkla olduğum yerde kalakalmıştım. Bu adam beni, dizileri sınırları asmış dünya starı Sezin Ateş'i nasıl tanımaz? Kitap okuma oranı binde bir olan canım ülkemde, nasıl olur da basit bir yazar tanınırken dizisi reyting rekorları kıran ben tanınmam?

 

Midyeci ve Atlas'ın birkaç fotoğrafını çekince, telefonu midyeciye geri verdim.

 

"İsterseniz ben de sizin fotoğrafınızı çekebilirim," dedi midyeci alay edermişcesine."Atlas Karasu ile her zaman karşılaşmıyor insan sonuçta."

 

"İstemez," dedim burun kıvırarak. Ben Sevim Gündüz'ün kitaplarını okumayı tercih ederim."

 

Midyecinin beni tanımamış olması oldukça canımı sıkmıştı. Benim suratımın asık olması Atlas'ın hoşuna gitmiş olacak ki, ne kadar uğraşsa da gülümsemesini gizleyemiyordu.

 

"Ben midye alacaktım," dedim ciddi bir tavır takınarak. "Paket yapıyor musunuz?"

 

"Müsaade edin de Atlas Bey ile ilgileneyim hanımefendi," dedi midyeci sert bir şekilde. "Sonuçta her gün Atlas Karasu tezgahıma gelmiyor."

 

"Sorun değil, diye araya girdi Atlas. Siz hanımefendi ile ilgilenin."

 

"Olur mu hiç öyle Atlas Bey? Siz kalkıp İtalyalar'dan ülkemize teşrif etmişsiniz. Tabi ki ilk önce sizinle ilgileneceğim."

 

Bu bir kamera şakası mı? Midyeci beni tanımamakta daha ne kadar ısrarcı olacaktı anlamıyorum! Benim yirmi milyon takipçim varken, yüz bin dahi takipçisi olmayan bir yazar nasıl bu kadar popüler olabilirdi ki?

 

"Sizin Türk bir oyuncu ile beraber olduğunuza dair haberler çıktı," dedi midyeci bir yandan da midyeleri paketleyerek. "Neydi adı..."

 

"Sezin Ateş," diye araya girdim dayanamayarak. "Beyaz İnci ödüllü, dizisi yetmiş ülkeye satılan ülkemizin gelecek vaad eden oyuncularından."

 

"Evet evet," dedi heyecanla midyeci. "Onunla birlikte olduğunuz doğru mu?"

 

Atlas daha fazla dayanamayıp kahkahalar ile gülmeye başladı. Bense sinirden kıpkırmızı kesilmiştim. Bahsedilen kişi bendim, ancak kendimden üçüncü kişi gibi konuşmak zorunda kalıyordum.

 

"Size bir sır vereyim mi?" dedi midyeci kısık bir sesle. "Bence o kızdan ayrılın. Duyduğuma göre oldukça sakar ve tuhaf bir kızmış. Hem ben Tuğçe Selçuk'u daha çok beğeniyorum."

 

"Bu dediğinizi düşüneceğim," diye karşılık verdi Atlas. "Sakar olduğundan emin değilim ancak tuhaf olduğu konusunda size katılıyorum."

 

"O zaman siz de Tuğçe Selçuk ile sevgili olsaydınız," dedim ve hızla yanlarından uzaklaşmaya başladım.

 

"Midyelerini unuttun ablacım," diye seslendi arkamdan midyeci. "Bu paketi sizin için hazırlamıştım."

 

"Kalsın!" dedim geriye dönerek. "O tuhaf şeyi nasıl yiyorsunuz anlamıyorum."

 

Arabaya ulaştığımda, birkaç dakika içerisinde Atlas'da elinde midyeler ile yanıma gelmişti. Midyeleri görünce burun kıvırarak yemek istemediğimi belirttim. Ancak Atlas yine de midyeleri bana vermek konusunda ısrarcıydı.

 

"İnat etme de al işte," dedi Atlas gülen gözlerle. "Midyeyi ne kadar çok sevdiğini ikimiz de biliyoruz."

 

"Tuğçe Selçuk'un hayranlarına ait hiçbir şey sevmiyorum!"

 

"Bu demek oluyor ki Oğuz'u da artık sevmiyorsun."

 

Atlas, espri konusunda bu kez fazlasıyla ileri gitmişti. Bu yüzden arabadan çantamı aldığım gibi kendimi kaldırıma attım. Atlas ile birlikte banaannesinin yanına gitmek yerine, eve geri dönmek istiyordum ancak Atlas buna izin vermedi. Beni bileğimden yakalayarak durdurdu.

 

Özür dilerim," dedi Atlas. "Haddimi aştım."

 

"Evet haddini aştın," diye bağırdım dayanamayarak. "Bence bu oyunu burada bitirmeliyiz!"

 

"Buna izin veremem," dedi Atlas bileklerimi avuçlarının içine alarak. "Benden hoşlanmadığını biliyorum, ancak babaannem için bir süreliğine daha bu oyuna katlanamaz mısın?"

 

Bileklerimi Atlas'ın ellerinden kurtararak, hiçbir şey demeden arabaya geri döndüm. Atlas da hemen arkamdan geldi ve arabaya bindi. İkimiz de yol boyunca hiç konuşmazken, Atlas müzik açarak sessizliği bozdu.

 

"Gönül gözüm kapalı

Bilerek sana yazılıyorum

A penceresi aralı

Her yerine bayılıyorum

 

Yavrum baban nereli

Nereden bu kaşın gözün temeli

Sana neler demeli

Ay seni çıtır çıtır yemeli

 

Anam babam aman

Kaçın kurası bu

Ne baş belası bu

Gönül kirası bu"

 

"Ablan en sevdiğin şarkıcının Sezen Aksu olduğunu söylemişti," dedi Atlas gülümseyerek.

 

Ah bu İtalyan erkekleri yok mu... Ne kadar da iyi biliyorlar bir kadının gönlünü almayı... Tabi Atlas yarı Türk olduğu için, zaman zaman da yaptığı espriler ile sinirimi bozabiliyordu. (Çoğu esprisini komik bulduğumu da kabul etmeliyim 🤫)

 

***

 

Atlas'ın babaannesinin malikanesine geldiğimizde, genç adam hızla arabadan indi ve kapımı açtı. Sonrasında Atlas elimi tutmak istedi ancak bana uzattığı eline çantamı tutuşturarak buna izin vermedim. Sezen Aksu'nun şarkısı ile her ne kadar yüzümü güldürmeyi başarsa da, bu ona trip atmayacağım anlamına gelmiyordu. Sonuçta Türk kızının milli sporudur trip atmak.

 

Tam evin kapısını çalacaktım ki hiç beklemediğim bir anda kapı açılıverdi. Belliki araba sesini duyan büyükanne bizi karşılamak için dışarı çıkmıştı. Ancak beni esas şaşırtan karşımdaki asil kadındı.

 

"Siz," dedim kekeleyerek. "Siz Nesrin Karasu'sunuz."

 

"Aynı zamanda Atlas'ın babaannesiyim," dedi güzel kadın bana sarılarak. "Hadi içeri gelin."

 

İçeri geçecekken, Atlas'ın bileğinden tutarak durdurdum.

 

"Niçin bana babannenin dünya çapında ünlü senarist Nesrin Karasu olduğunu söylemedin? Bilseydim daha düzgün bir şeyler giyerdim!"

 

"Bilseydin," dedi Atlas kulağıma eğilerek. "Babaannemin karşısına kendin gibi gelmezdin."

 

Sonrasında Atlas ile eve girdik.

 

***

 

Hayat ne garip... Sabah aşk acısı çekerken, akşam da hayranı olduğum kadının karşısında heyecandan titriyordum. Sanırım Atlas ile kurduğumuz bu oyun düşündüğüm kadar basit olmayacak. Kimbilir bizi hangi serüvenlere sürükleyecek? İşte esas maceram şimdi başlıyordu. Bunu iliklerime kadar hissedebiliyordum!

 

...

 

Atlas'ın babaannesi ile saatlerce konuşmuştuk. O kadar tatlı ve nazik biriydi ki, televizyonlar da göründüğü gibi biri değildi. Kendisi çok sade ve tatlı biriydi. İyi ki bu kadınla tanışmıştım. Hayatım boyunca çok fazla tanışmak istediğim kadındı o benim. Beni çok sevdiğini düşünüyordum... Gerçi Atlas'la yaptığımız oyunu öğrenirse sever miydi bilmem? Herhalde benden nefret ederdi, herkesin nefret ettiği gibi. Hayranı olduğum kadınla vedalaşmak dahi istemiyordum. Ama maalesef ki ayrılma zamanımız gelmişti ve oradan ayrılmıştık. Bu kadın duruşu ile, bakışı ile her şeyi anlatabilirdi karşısındakine. Gerçi buraya gelene kadar onu çok sert biri olduğunu düşünmüştüm. Ama öyle değilmiş tam tersiymiş. Nesrin Karasu göründüğü kadar sert biri değilmiş aslında. Gerçi bugüne kadar kameralara yansıyan hangi görüntü gerçekti de bu da gerçek olacaktı ki? Magazincilerin işi buydu, yalan! Bilmedikleri şey hakkında bir şeyler uydurup haber yaparlardı. Sonra gerisi haberi yapılan kişiye olurdu. Sürekli ismi öyle çekilirdi. Kendini kanıtlayamazsa eğer daha büyük linç yerdi.

 

Uzun uzun konuşmaşyla o evden çıkmış ve arabaya binmiştik. Arabaya bindiğimiz an sanki büyük bir sessizlik doğmuştu aramız da, ama birbirini tanımayan iki insan ne kadar konuşabilirdi ki zaten? Ama Atlas'ın farklı biri olduğunu düşünüyordum. O çok farklıydı. Sürekli mutlu görünmeye çalışan mutsuzun tekiydi! Belki de bu yüzden bana bu kadar farklı gelmişti. Bir şeylerden korktuğunu hissediyordum. Neler yaşamıştı bilmiyordum ama er ya da geç ortaya çıkacağını biliyordum. Çünkü ben Sezin'dim inatçının teki istediğim her şeyi istediğim zaman öğrenirdim. Şuanlık öğrenmek istemiyordum, ama istersem öğrenirdim. Gözlerim yolu izlemeye öylesine dalmıştı ki, eve vardığımızdan bile haberim yoktu. Atlas'ın bana seslenmesi ile kendime gelmiştim.

 

"Sezin," demişti sakit ses tonuyla, ses tonu öylesine güzeldi ki. Bunu günler fark ediyordum. Kafamı hızla ona doğru döndürdüğüm de bana kısa bir gülüş attı, bende aynı şekilde karşılık vermiştim. Arabanın kapısını yavaşca açıp, arabadan inmiştim.

 

Gözlerim yeniden onun gözleri ile buluştuğunda, mutlu olmuştum. Bu adam beni mutlu ediyordu bunun farkındaydım ama ya bu mutluluk benim daha fazla canımı yakarsa diye düşünmeden de edemiyordum. Bir defa daha canım yanarsa bu kadar güçlü kalabilir miydim? Hiç sanmıyorum. Herkesin güçlü sandığı Sezin, işte o gün paramparça olurdu. Ben bir defa daha yıkılırsam eğer kim beni kaldırırdı? Hiç kimse, çünkü benim hayatım da bana yardım edebilecek kimse yoktu! Ben yalnızdım.....

 

"Hoşçakal," demiştim sesimin titrememesine önem vererek. Gözlerimi onun gözlerinden kaçırmıştım. O ela gözlerden kaçmak o kadar zor gelse de yapmıştım bunu. Kendimi tutamayıp yeniden ona baktığımda yüzünde gülümseme olduğunu fark etmiştim. Bu adam gülümsediğinde bile o kadar yakışıklı oluyordu ki, kendi bile farkında değildi. Aynı şekilde bana o da cevap verdi.

 

"Hoşçakal" demişti bana bakarak, az önceki gülümsemesinden farklıydı bu gülümseme, biraz acı doluydu sanki. Eskiden bana anlamsız gelen bu kelime

 

 

 

bana bakarak, az önceki gülümsemesinden farklıydı bu gülümseme, biraz acı doluydu sanki. Eskiden bana anlamsız gelen bu kelimecikler şimdi daha fazla anlamlı gelmişti. Hoşçakal kelimesi bana acıyı temsil etmişti bu gece. Hoş diye başlamamalıydı o kelime hoş değildi çünkü birinin hayatından gidişi. Acı vericiydi.....

 

Ses tonu bile acı çekiyordu sanki Atlas'ın. Gerçi bu ses tonu nasıl acı çekebilirdi? Böyle güzel bir ses tonunun acı çekmesi doğru muydu? Az önce acı dolu olan o gözlere gülümseyerek bakmıştım. Hayatım boyunca hiç bu kadar gerçekçi gülümsememiştim. Bu gülümsememi görüp aynı şekilde Atlas'da bana karşılık vermişti. Ardınca kapını yavaşca kapatıp, eve doğru sersem adımlarla ilerlemiştim. Her adımım yorgundu. Bugün ilk defa kapının anahtarını ablamdan almayı unutmamıştım. Küçük beyaz çantamdan anahtarı çıkartıp, kapıya doğru yaklaştırmıştım. Kapıyı yavaşça açıp, son defa Atlas'a bakıp kapatmıştım. Etraf sanki sessizliğin içinde boğuluyordu. Dışarısı ışıklı olmasına rağmen ev karanlıktı, ablam tüm perdeleri kapatmış ve öyle gitmiş olmalıydı. Bugün bir işi olduğunu söylemişti ne kadar sorgulasam da cevap vermemişti. Belki başka bir zaman cevap vereceğini söylemişti. Oysa tek bilmediği şey benim her şeyden haberim olmasıydı. O umursamaz saydığı kardeşi aslında o kadar umursamaz değildi. Etraftan ses gelmediği için rahattım bugün kendimle başbaşaydım. Evet isteseydim kendi evimde istediğim kadar rahat olabilirdim ama o evde olmuyordu. Gözlerimi yorgun bir şekilde kapatıp, bıkkın bir hâlde nefes vermiştim. Bu hayattan çok yorulmuştum, dayanacak gücüm artık yoktu. Daha fazla kendimi üzmemek için odama doğru yavaşça adımlar attım. Odama girip, kapını arkadan kilitledim telefonuma güzel şarkılar koyup üzerimdekileri değiştirdim. Divarın bir köşesine kıvrılıp sakinleşmek için kafamı dizlerime yaslamıştım. Canımın sürekli yanması o kadar beni yokuşa itiyordu ki, artık dayanacak takatim kalmamıştı. Kafam dizlerime yaslı bir şekilde gözlerimi karanlığa kapattığında bu uyumak için değildi. Acılarımın karanlığına kapatmıştım ben gözlerimi. Mutsuzdum, hep olduğu gibi gerçi ben ne zaman mutlu olmuştum? Ne zaman yüzümde gerçek bir tebessüm olmuştu? Gerçi ben bu hayatı en son ne zaman sevmiştim? Benim sevmemle belki her şey düzelirdi, ama ben bu hayattan nefret ediyordum. Benim elimden sevdiklerimi alan bu hayatı nasıl sevebilirdim ki? En değerlilerimi almıştı bu hayat benim. Ben sadece ailemle olduğum günler mi mutlu olmuştum? Gözlerimi derin acıya kapatıp, acı içinde ağladım. Artık savaşmaya ne halim vardı, ne de gücüm. Ben bu hayata karşı yenilmiştim. Bu hayata karşı ben hiç kazanamamıştım. Herkese mutlu, hayatından acı olmayan, egolu, çekilmez biri gibi görünmek için yorulmuştum. Ben bunlardan biri değildim! Değildim işte canım yanıyor benimde, egolu biri değilim ben, mutlu değilim ben. Yeter hayat ben sana karşı yenildim.!

 

Sesli bir şekilde tekrar ettim kelimeleri "Yoruldum, nolur artık beni yere düşürme benim canım çok yanıyor" demiştim sessiz ve hıçkırarak ağlarken.

 

Bugüne kadar herkesin tanıdığı, gördüğü, bildiği Sezin asıl kişi değildi. O ben değildim, keşke birileri fark etseydi bunu. Gerçi ablam bile beni anlamazken ben kimden beni anlamasını bekliyorum? Ablamın hiçbir şeyini unutmadım bugüne kadar, sadece öyle görünmek istedim. Umursamaz olan biri gibi görünmek istedim, evet öyle biri de değildim. Ama belki öyle görünseydim canım az yanardı. Belki ben de mutlu olurdum artık, ama öyle değilmiş. Öyle kolay değilmiş bu hayatta mutlu olmak....

 

Ben ailemi kaybettiğim gün böyle biri olmuştum. Yoksa ablam ne halde olurdu? Ben kendimi o gün düşünseydim ablamın ne halde olacağı aklımdan bile geçirmek istemiyordum. Zaten umursanmaz biri göründüğüm için ablam bana 'bencil' demedi mi? 'Senin canın yanmaz' demedi mi? Evet o zamanlar çocuktuk ama öyle çocuktuk diye her şey unutulacak diye bir şey yoktu. Bazı şeyler insanın canını çok yakar. Aklıma o günler geldikçe gözyaşlarım yanaklarımı okşar gibi hızla geçmişti.

 

********

 

Saatler sonra doktor çıkıp, üzgün gözlerle ablam ve beni seyretmişti. Biz ise umutlu gözlerle belki oldu diye düşünmüştük, evet biliyorduk olmayacağını. Ama işte küçücükte olsa bir umut vardı içimizde. Doktorun gözlerinin içine bakmıştım yalvaran gözlerle, doktorun gözleri benimle buluştuğunda ne istediğimi biliyordu. Öyle çaresiz bakmıştı ki, artık biliyordum umut yoktu. Ben en mutlu günümde, ailemi kaybetmiştim. Artık bana doğum günleri bir yastı, başka bir şey olamazdı....

 

Annemi ve babamı kurtaramamıştılar, canımdan çok sevdiğim ailemi kurtaramadılar. Gözlerimden akan her damla öyle üzgün ve çaresizdi ki, kendimi güçlü tutmaya çalıştım. Sanki ben bu gece büyüdüm. Her şeyi ile ben bu gece artık Büyümüştüm, acılarım beni büyütmüştü. Doktor ağzını açıp konuşmaya başladı.

 

"Maalesef hastanı kaybettik" dedi çaresiz ses tonuyla. Gözlerimden her akan yaş yerine yenisi ekleniyordu, kendimi güçlü tutmaya çalışıyordum ama bunu beceremiyordum. Neden onlar bir şey yapmadı? Neden bizim çocukluk hayallerimizi aldılar? Oysa ne kadar hayal kurmuştuk, hepsi bi anda bir çöp gibi atılmıştı bir kenara. Biz daha çocuktuk bu bizim için çok fazla değil miydi? Aynı günde hem annemizi, hem de babamızı kaybetmemiz bizim küçücük kalbimize fazla değil miydi? Fazlaydı hem de çok fazlaydı, kalbimi hissetmiyordum sanki. Bu gece birileri geldi kalbimi yerinden söküp aldılar. Gözlerimden akan yaşları sertçe silip, güçlü davranmaya çalıştım bu gece. Gözlerim öylesine dolmuştu ki, ama güçlü kalmalıydım. Benim doğum günüm en büyük kabusum olmuştu. Bugün binlerce yeminler etmiştim bu soğuk, beyaz kolidorlarda. Bana en büyük acıları tattıran bu hayata karşı yeminler etmiştim. Artık hastaneden nefret ediyordum. Evet hastane insanları kurtarıyordu, ama bazı insanları öldürüyor yaşayanları ise onlarla beraber gömüyordu. Hastane böyle bir yerdi. Bazılarına çok büyük mutluluklar verirken, bazılarına en büyük acıyı tattırıyordu. Hem de hiç kurtulamayacağın, unutmana bile izin vermeyen, her gece kabus olacağın acıları getirirdi.....

 

Annemin ve babamın beyaz renge boyanmış bedenleri çıktığında bir şey yapmadım, arkalarından gitmedim.Belki de gitmedim değil de gidemedim, gücüm yetmedi. Bedenim artık sanki bana yükmüş gibi geliyordu. Taşıyamıyordum. Bir duvarın köşesine kıvrılıp oturdum, ablam benim kadar güçlü değildi. Ben de o kadar güçlü biri değildim, ama öyle görünmeye çalışan zavallının tekiydim. Çığlıklar içinde ağlamıştı ablam. Öyle hüngür hüngür, iç çekerek ağlıyordu ki, içim acıyla kıvranıyordu. Ablamın üzülmesini istemiyordum, benim yanımda kalan tek kişinin de böyle üzülmesini istemiyordum. Mutlu olmasını istiyordum, ama böyle bir günde nasıl mutlu olabilir ki insan? En acılı günü insanın en mutlu gününe dönüşebilir mi? Hiç sanmıyorum....

 

Saatlerce o koridorda ablamın çığlıkları yankılandı. Çaresizliği beni mahvetse de bir şey yapamadan ablamı izlemiştim. Kendime bile büyükken bu yük nasıl ablama destek olabilirdim ki? Ablam sustuğunda ilk baktığı kişi ben olmuştum. Öyle acı içinde bakmıştı ki bana ama bir yandan da başka türlüydü bakışları. Şişmiş gözleriyle beni öldürecek gibi bakmıştı. Sanki tüm her şeyin suçlusu benim gibi bakmıştı, belki de öyleydim. Ben doğmasaydım ailem şimdi yaşıyordu. Yanıma bir hışımla gelip önümde dikilmişti.

 

"Bencil!" dedi ve bana kınayan gözlerle baktı. Kınamadan çok sinir dolu gözlerle bakıyordu. Sanki şuan elinde olsa beni öldürecek gibiydi. Konuşmaya yeniden devam etti. Annem söyledi di'mi bugün evde geçirelim diye . Sen tutturmasaydın eğer onlar şimdi yanımda olurdu. Demişti sinirli ses tonuyla, kendini düşünüyordu sadece beni değil. 'yanımda olurdu' diyordu 'yanımızda olurdu' demiyordu. Gerçi bugüne kadar beni hiç düşünmüş müydü? Ona bir şey söylemeden acı dolu gözlerle bakmıştım. Ben bir şey söylemiyordum ama o sürekli konuşuyordu. Konuşmasına izin vermiştim.

 

"Senin hiç canın yanmaz di'mi? Gerçi bu kadar can yaktıktan sonra neden yansın? Sen bencilin tekisin, sevgiye bile layık değilsin! Senden nefret ediyorum. Keşke ölsen!" Diye bağırmıştı. Son söylediği kelimeler canımı öyle yakmıştı ki, ölmeyi dilemiştim. Yutkunamıyor, nefes alamıyordum. Acım bedenime fazla gelmişti.....

 

******

 

'Bakma bana öyle derin

İşim olmaz senle benim

Hiç bu kadar sevilmedin

Gözlerinden okuyorum

 

Haberin yok ölüyorum vay

Sorma bana nerelisin

Ne içersin, ne giyersin?

Derdim sana derman olsun

 

Ben gönülden okuyorum

Haberin yok ölüyorum vay

Azdı yine deli gönül

Üzerine geliyorum

 

Geçti yine boş bi' ömür

Gözlerinden öpüyorum

Haberin yok ölüyorum vay

Haberin yok ölüyorum vay'

 

Diyordu bir şarkı da, şarkı o kadar güzeldi ki insana huzur veriyordu. Her defasında şarkı bitip yeni bir şarkı başlıyordu. Diğer şarkıya geçtiğinde acı bir şekilde gülümsedim.....

 

Her yanım eş dost, öyle yalnızım ki

Yokluğun bir acı nefes

Kupkuru ayaz, bir yanmışım ki

Dudaklarım kilit, göğsüm kafes

 

Hep farkındaydım, seni çoktan kaybetmiştim

İtiraf edemedim, kendime yediremedim

Ben hiç eğilmedim, düğümlendi sözlerim

Gitme dur, gitme, diyemedim

Diyemedim

 

Nasıl unutmalı, öyle güzeldin ki

Yokluğun bir acı nefes

Yaz güneşinde deniz kokulum

Etekleri rüzgarda ince ince

 

Diyordu bu şarkı da, şarkı tam benim hayatımı anlatıyordu sanki. Bu şarkını Oğuz'la tanışma şarkımızdı şimdi ise bitişimizdi. Ben onda bitmiştim, o da bende.....

 

Şarkıyı listemden silip, telefonumu kapattım. Kafamı kaldırdığım da saatin çok geç olduğunu anlamıştım. Ablam muhtemelen gelmeliydi. Oturduğum yerden kalkıp odadan çıkmıştım. Etrafın karanlık olduğunu görmüştüm. Aşağıdan gelen tıkırtı sesleri ile korkarak bir adım arkaya gitmiştim. Titreyen sesimle aşağıya doğru seslendim.

 

"Abla sen misin?" Dedim korkarcasına hiç bir cevap gelmemişti, ardıyla tıkırtılar daha sert bir şekilde çıkmaya başladı......

 

Loading...
0%