@sevvallbayrambey
|
4. BÖLÜM / İZLERİN PEŞİNDEN Mila sabahın ilk ışıklarıyla uyanırken, gözlerinin etrafındaki şişliklerden ve vücudundaki morluklardan, dün gece yaşadıklarının yalnızca bir kabus olmadığını anladı. Yataktan yavaşça kalktı ve ağır adımlarla mutfağa yöneldi. Bir fincan kahve yapıp, elindeki kupayı sıkıca kavradı. Geçmişin gölgeleri peşini bırakmıyordu; babasının ölümüyle ilgili çözemediği o kördüğüm şimdi daha da karmaşık bir hal almıştı. Bir an için, dün gece ona verilen zarfı ve üzerindeki tanıdık sembolü düşündü. Babasına dair anılar zihninde belirsiz sahneler gibi yankılanıyordu. Çocukken onun çalışma odasına girdiğinde, masasında aynı sembolün kabartmasını birkaç kez görmüş olabileceğini anımsıyordu. Sanki bu simge, yalnızca babasına değil, tüm geçmişine kazınmıştı. Kahvesini yudumlarken kapı zili aniden çaldı. Mila, ansızın gelen ziyaretçilerden hep çekinmişti, ama bu sabah, dünkü olanlardan sonra içindeki biraz merak, biraz da korkuyla kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtığında, karşısında Özge’yi gördü. Özge, Mila'nın yüzündeki yorgun ifadeyi fark ederek endişeyle baktı. "Mila, iyi misin? Sana ulaşılamayınca merak ettim," dedi hafif bir panikle. Mila ise bir an Özge'ye her şeyi anlatmayı düşündü, ama kelimeler boğazında düğümlendi. Yaşadıklarının gerçekliğini hala kendisi bile sindiremezken, arkadaşına bu kabusu anlatmak için daha zamanı vardı. "Biraz… yorgunum, dün gece fazla uyuyamadım," dedi Mila, gerçekleri saklamanın verdiği huzursuzlukla. Özge, bir şeylerin yolunda gitmediğini sezmişti. “Özge, ben iyiyim. Sadece biraz dinlenmem lazım,” dedi Mila, sesi titrek ama kararlıydı. İçeri girmeye hazırlanan Özge, bir an durakladı, "Tamam, Mila… Eğer bir şeye ihtiyacın olursa hemen ara olur mu?" dedi Özge. Mila, “Tabii, teşekkür ederim” diye yanıtladı. Özge, arkasını dönüp giderken, Mila’nın kapının arkasında, sessizce derin bir nefes alarak kendini topladı. Yaşadığı dehşet, hâlâ zihninde yankılanıyor, içinde huzursuz bir ateş yanıyordu. Özge’nin varlığı onu rahatlatabilirdi belki ama bu karmaşayı anlatabilecek durumda değildi. Kimseye anlatamazdı; bu, tek başına yüzleşmesi gereken bir savaştı. Zaten, kimi vardı ki?
Salonun soğuk ve boş havasında, sessizce kanepeye oturdu. Gözleri etrafa kayarken, bir yandan da düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Gece boyunca zihninde dönüp duran sahneler, o maskeli adamların sözleri ve vücudunda bıraktıkları izler, her biri ayrı bir tehdit gibi üzerine çöküyordu. “Bazı şeyler öğrenilmemeli.” Bu cümle, içindeki korkuyu daha da derinleştirdi. O an, babasının ölümünün ardındaki sis perdesinin çok daha tehlikeli bir dünya tarafından korunduğunu fark etti. Bir süre hareketsiz oturduktan sonra yavaşça ayağa kalktı ve pencereye doğru yürüdü. Evinin bahçesindeki ağaçlara göz gezdirdi. Ağaçların gölgeleri, rüzgârda usulca sallanıyordu. Sanki geçmişin ruhları, onu izliyor, sessizce bekliyor gibiydi. Kendini bu bilinmeze sürükleyecek bir adım atacak gücü var mıydı, emin değildi. Babasının yüzünü hatırladı; güçlü, onu her daim koruyan babasının sıcak gülümsemesini. Şimdi ise ardında kalan bu soğuk gerçeklik, kalbinde yanan intikam ateşini besliyordu. Bu insanlar kimdi? Ne biliyorlardı? Babasının ölümünün arkasında neler ve kimler vardı? Düşündüğü her detayla birlikte, içine daha fazla korku dolsa da, aynı zamanda yeni bir cesaret de doğuyordu. Babasının intikamını almak, onun izini sürmek için her şeyi göze alabilirdi. Birden içindeki kararlılık kıpırdamaya başladı. Elinde ne bilgi varsa, küçük bir parçayı bile, bu esrarengiz düşmanlarına karşı bir silaha çevirmesi gerekiyordu. Babasının geçmişiyle ilgili bildiği tek bir ipucu bile onu bu labirentten çıkarabilirdi. Derin bir nefes alarak düşündü, kendine fısıldayarak, “Bunu yapabilirim.” dedi. Sesindeki titremeyi bastırmaya çalıştı. Geri adım atmak yoktu artık; babası için, kendi gücü için bunu yapmalıydı. Kaçırıldığı gece ona verilen mesaj, yalnızca korkutmak için değil, aynı zamanda sınırlarını ölçmek içindi. Ama onlar Mila’nın ne kadar ileri gidebileceğini henüz bilmiyorlardı. Yüzüne soğuk bir su çarparak düşüncelerini netleştirmeye çalıştı. İçindeki korkuyu, öfkeyi bir kenara bırakıp tamamen belli bir stratejiye odaklanmalıydı. Karşısındakiler kim olursa olsun, onları alt etmek için zayıf noktalarını bulması gerekiyordu. Dolabının alt rafında, yıllardır dokunmadığı eski bir kutu vardı. Babasına ait birkaç küçük eşyanın bulunduğu, çocukluğundan beri sakladığı bir hatıra kutusuydu bu. Kutuyu açarken elleri titredi. Babasının kendisine yazdığı, yıllardır belki yüzlerce kez okuduğu birkaç kısa not, eski bir kol düğmesi ve bir de küçük altın bir anahtar. Anahtarın hangi kapıyı açtığını asla öğrenememişti; hatta bunun sadece bir süs eşyası olduğunu düşünürdü. Ama şimdi, geçmişi hakkında daha fazla şey öğrenme isteğiyle, her küçük ayrıntı ona anlamlı görünüyordu. Kutudan aldığı anahtarı elinde tutarak bir an düşündü. Belki de babası, en büyük sırrını bu anahtarla saklıyordu. Bu, bir ipucu olabilir miydi? Derin bir nefes alıp anahtarı elinde sıkıca kavradı, zihninde babasına ait anıları tazeleyerek düşüncelerini güçlendirdi. Bu yolda onu neler bekliyor olursa olsun, pes etmeyecekti. İçinde yükselen kararlılık, yaşadığı korkuyu bastırıyor, onu geçmişin tozlu sayfalarını aralamaya zorluyordu. Babasının ölümü, çevresini saran bu karanlık ağın sebebi miydi? Yoksa çok daha derin bir hikâyenin küçücük bir parçası mı? Mila, zihnindeki karışıklığı biraz olsun dağıtabilmek için deniz kenarına inmeye karar verdi. Dalga sesleri, içindeki fırtınayı dindirir, zihnini berraklaştırır diye düşündü. Hava serinlemiş, sahil boyunca hafif bir rüzgar esmeye başlamıştı. Başını kaldırıp karanlık denize baktığında, düşüncelerinin ağırlığı yavaşça azalmaya başladı. Bir süre boyunca yalnız başına yürüyüp, denizin sonsuzluğuna dalıp gitmişti ki, birkaç adım ileride karanlıkta seçilmeyen bir siluetin yavaşça kendisine doğru yürüdüğünü fark etti. Silueti tanımlamak için gözlerini kısarak baktı ve kalbinin hızlanmasına sebep, bu kez korku değildi. Gördüğü o yüz, Miran’a aitti. O da sahil boyunca tek başına yürüyordu. Mila’yı fark ettiğinde durakladı, sonra yüzünde gizemli ama sıcak bir tebessüm belirdi. Bu karşılaşma, Mila’nın içinde bir merak uyandırdı. Birbirlerine yaklaşırken, Mila’nın kalbindeki çarpıntı daha da yoğunlaştı. Miran'ın gözlerindeki derin ifade, sanki Mila’nın içindeki her düşünceyi okuyormuş gibi bir etki bırakıyordu. “Gece yürüyüşü, bence, düşüncelerin en iyi çıkış noktasıdır.” dedi Miran, sakin bir sesle. “Siz de kendinize bir nefes aldırmak için buradasınız anlaşılan.” Mila, kısa bir süre cevap vermekte tereddüt etti ama kendini toparlayarak, “Evet,” dedi, gözlerini ondan kaçırmadan. “Bazen kalabalıklardan uzaklaşıp kendi düşüncelerimle baş başa kalmak iyi geliyor.” Miran, hafif bir baş hareketiyle onu onayladı, gözlerini denize çevirerek derin bir nefes aldı. “Bazen sessizlik, soruların cevaplarını bulmamızı sağlar,” dedi. Mila, Miran'ın yüzündeki ifadeyi okumaya çalışırken derin bir sessizlik içinde kaldılar. İçinde karmaşık hisler vardı. Sanki ona hem güveniyor hem de ondan uzak durmak istiyordu. Kafasındaki sorular bir çember gibi dönmeye başladı. Miran, bir süre sonra sessizliği bozarak, “Burada, denizin karşısında yalnız hissetmiyor musun avukat?” diye sordu, sesindeki tını bir dostun sıcaklığına yakındı. Mila, bakışlarını denize çevirdi, derin bir nefes aldı. “Yalnızlık bazen iyi gelirken, bazen de insanı tüketiyor.” dedi içten bir şekilde. “Sanırım, bu gece ikisini birden hissediyorum.” Miran hafifçe gülümsedi. “Kimi yalnızlıklar seçilir, kimi ise zorla verilir. Sen hangisini yaşıyorsun?” Mila, bu soruya ne cevap vereceğini bilemeden bir an duraksadı. Cevabını henüz kendisi bile bilmiyordu. “Sanırım ikisinin bir karışımı,” diye mırıldandı. Miran, aralarındaki birkaç saniyelik sessizliği bozarak, “Bir kahve içmek için vaktin var mı?” dedi, gözlerinde hafif bir gülümseme vardı. “Hem üşümüş görünüyorsun.” Mila, Miran’ın söylediklerini içselleştirirken bir yandan da denizin serin havasının etkisiyle titremeye başladı. Bir an kafasında ne cevap vereceğini düşünüp durdu ve sonra, “Evet,” dedi, hafifçe gülümsedi. “Birkaç dakika daha burada durursam donacak gibi hissediyorum.” Miran, bir an için uzaklara baktı ve sonra tekrar Mila'ya döndü. "Yakınlarda güzel bir kafe var," dedi. İkisi birlikte, sahilden uzaklaşarak Miran’ın belirttiği yöne doğru yürümeye başladılar. Kafeye doğru ilerlerken, aralarındaki sessizlik, bir şekilde birbirlerini daha iyi anlamaya çalıştıkları bir anı işaret ediyordu. Mila, Miran’ın yanında yürürken, kafasında yankı yapan soruları bir kenara bırakmaya çalıştı. Bir yandan da, hayatında bir şekilde gizemli bir şekilde var olan bu adamın kim olduğunu çözmeye çalışıyordu. Kafe, birkaç dakika içinde karanlık sokaklardan birinin köşesinde belirdi. Miran, kapıyı açarak içeri girmeyi işaret etti. İçerisi sıcacık, loş ışıklarla aydınlatılmıştı. Küçük ama şirin bir mekan, sıcak bir atmosfer yaratıyordu. Masalarda birkaç müşteri vardı ama ortam oldukça sakin ve huzurluydu. Miran, başını eğerek Mila’ya yer göstermeden önce, bir garsona yaklaşıp iki kahve siparişi verdi. Mila, bir köşede sakin bir masaya otururken, gözleri bu sefer biraz daha netleşmişti. Hala vücudundaki acıyı hissediyordu ama burada, bir anlığına bile olsa, rahatlama duygusu baş göstermeye başlamıştı. Miran, siparişlerini alıp geldiğinde, masaya oturdu ve kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, Mila'nın gözlerinin içindeki derin boşluğu fark etti. Her şeyin ne kadar sessiz ve soğuk olduğunu, gözlerindeki korkuyu ve karanlığı hissetti. "Bazen insanlar, çok fazla şey yaşar. Ve o yaşadıkları, bir noktada onları kelimelerle açıklanamaz bir hale getirir." dedi, gözlerinin içine bakarak. "Ama şu an, istediğim şey, senin bir şekilde rahatlayabilmen.’’ Mila, bir anlık sessizliğin ardından başını kaldırıp, onun gözlerine baktı. Bir şeyler söylemek istedi ama sesini bulamıyordu. İçindeki karmaşayı, korkuyu, hüsranı ve belirsizliği nasıl dile getireceğini bilmedi. Bu kadarını daha önce kimseye anlatmamıştı. Miran’ın bakışlarındaki samimiyet, ona konuşma cesareti vermişti ama içindeki duygular, o kadar karmaşıktı ki, bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Bazen insan, yaşadıklarını kelimelere dökemez," dedi ve derin bir nefes aldı. Miran, gözlerini Mila'dan ayırmadı. O an sadece Mila'ya odaklanmıştı. "Bazen," dedi, yavaşça ve düşünerek, "Bazı şeyler, bir insanın yalnız başına taşımaması gereken yüklerdir. Her şeyin bir yolu vardır, zamanla kendini bulursun." diye ekledi. O an, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. "Ama bence, sen güçlü birisin. Ve bir gün, o gücü kendinde hissedeceksin." diye ekledi Miran. "Belki de... belki de dediğin gibi," dedi Mila, kelimeleri dikkatle seçerek. "Ama bazen insan, ne kadar güçlü olduğunu bile unutabiliyor. Hayat seni öyle bir yere sürüklüyor ki, seni tanıyan biri bile seni bulamıyor." "Herkesin bir kırılma noktası vardır," dedi Miran. "Ama her kırılmanın ardında, seni yeniden inşa etmek için bir fırsat da var.’’ Mila, bir an için onun söylediklerine odaklanarak, gözlerini tekrar kaldırdı. O kadar kolay değildi. O kadar basit değilmiş gibi görünüyordu. Ama içindeki huzursuzluk, daha da büyüyordu. Kimse ona gerçekten ne olduğunu soramamıştı, kimse "ne yaşadığını" hissetmemişti. Ama Miran, bir şekilde bunu anlamış gibiydi. "Miran," dedi, yavaşça. "Neden sürekli karşılaşıyoruz? Neden sürekli önüme çıkıyorsun?’’ Bir şekilde Miran, hep karşısına çıkıyordu. Bir şekilde, hep bir iz bırakıyordu. Miran, biraz düşündü ve sonra gözlerini Mila’ya sabitleyerek konuştu. “Bazen hayat, seninle aynı yolda ilerleyen birini karşına çıkarır. Ne kadar istemesen de, ne kadar uzak durmaya çalışsan da, o yollar kesişir. Belki de bundan kaçmak imkansızdır.” Gözlerinde hafif bir gizem, hafif bir incelik vardı. Mila'nın içinde beliren huzursuzluk, daha da derinleşti. Miran, her zaman bir adım öndeydi gibi hissediyordu. Miran, Mila’nın gözlerine bakarken hafifçe başını eğdi. “Bazen, hayatın bizi bir yerlerde karşılaştırdığını düşünürsün.” dedi, sesi bir tınıyla derinleşerek. “Ve belki de her karşılaşma, ardında bir iz bırakıyordur.” |
0% |